Bediüzzaman’a Göre Cumhuriyet Yasaları ile Kâinat Yasalarının Uyumu
Bekir AKTAŞ, Prof. Dr., Emekli
Özet
Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursi’ye göre, cumhuriyet rejiminin kanuni altyapısı oluşturulurken hangi noktalara dikkat edilmesi gerektiği konusu kısaca ele alınmıştır. Nursi, bu konuları ele alırken, büyük kitap diye adlandırdığı evrenin dikkatle okunması, incelenmesi ve bu araştırmalardan alınacak dersle insan topluluklarının ortak yönetim sistemini oluşturacak rejimlerin kurulması gerektiğine vurgular yapmıştır. Buna gerekçe olarak da Nursi, kâinatın bir bütünlük içinde olduğunu, insanın bu bütünün bir parçası olduğunu ve başarılı olabilmesi için bu sistemle entegrasyon içinde uyumlu çalışması gerektiğini ortaya koymuştur. Bir başka deyişle Bediüzzaman Said Nursi, insan topluluklarının yeni rejimler ihdas ederken fıtrat kanunlarına muhalefet etmemeleri gerektiğine dikkat çekmiştir. Çünkü fıtrat kanunları koca evrenin idaresinde şeriat-ı fıtriye görevini ifa etmektedirler. Nursi eğer insanlar evrende dönen çarklara (kanunlara) muhalefet ederlerse bu çarkların altında ezileceklerinden ve pozitif bir gelişme gösteremeyeceğinden söz eder. Bu makalenin son bölümleri ise tabiat, fizik veya fıtrat gibi farklı kelimelerle de adlandırılabilen ve kısaca sünnetullah denen bu kanunlarının bazı özellikleri okuyucuya fikir verebilecek düzeyde ele alınmıştır. Makalede, tabiat kanunları diye de bilinen ve bazıları şu koca evrende etkileşim içinde olan sayısız alt âlemlerin sıkı bir uyum ve hassas düzen içinde çalışmalarına da hizmet eden bu kanunların sayılarının çok az sayıda olmasına ve evrenin çalışma düzeninde hiçbir çelişkinin ortaya çıkmamasına dikkat çekilmiştir. O nedenle, cumhuriyet kanunları oluşturulurken bu konulara da olabildiğince dikkat edilmesine teşvik edilmeye çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Cumhuriyet, Demokrasi, Kanun, Bediüzzaman Said Nursi
Inherent Connection Between Universal and Republic Laws According to Bediüzzaman
Abstract
This paper addressed the critical issues that Bediüzzaman Said Nursi, highlighted during the first phase of establishment of legal infrastructures of a new Republican (or equivalently Democratic) regime. In Nursi’s philosophy, the Universe has been named (considered) as a big instructive book to be read. That is, the human being should establish new regimes for self-government by inspiration from this book. To support his philosophical arguments, Nursi showed that the elements of the Universe exhibit a strict integrity. The human being is a part of it, and therefore they have to work in a complete compromise (harmony) within this system in order to be fully successful. In other words, Bediüzzaman Said Nursi pointed out that, the human being must not take action against the laws of the Universe in the development of new regulations to govern the public. Obviously, they have already proven to be the most effective (actually perfect) divine laws to govern such a big Universe. In addition, Nursi notes that the human being will be inevitably crashed between the running gears of various elements of the universe if they act against these laws and cannot be successful for the positive developments along their aims.
The final sections of this paper address certain characteristics of these laws, which can also be referred to by different terms such as nature, physics, or disposition, and are briefly called the laws of Sunnatullah, to a level that can provide the reader with an idea. The article draws attention to the fact that the number of these laws, also known as the laws of nature, which serve the operation of countless sub-worlds interacting within this vast universe in strict harmony and precise order, is very few, and that no contradictions arise in the operational order of the universe. Therefore, it is suggested that these points must be taken into consideration during the developments of the human laws for the establishments of new laws as infrastructure of a democracy.
Keywords: Democracy, Law, Bediüzzaman Said Nursi
1.Giriş
Cumhuriyet kavramının tarihi çok eskilere gitse de bu sistem geçmişte uzun bir süre hakkıyla uygulanamamıştır. Bu kavram, eski çağlarda Yunan veya Roma döneminde sadece seçkinlerin iştiraki ile çok kısa bir dönem yarı-aksak uygulama alanı bulabilmişti. Daha sonra İslamiyet’in başlangıcında ilk halifeler döneminde kısa bir süre başarı ile uygulandıktan sonra bu yönetim tarzı uzunca bir süre rafa kaldırıldı. Mutlakiyet ve monarşinin hâkim olduğu uzun zaman dilimlerinde insanlık onuruna yakışmayacak baskı ve zulümler yaşandı. Çekilen bu zulümlere karşı bazı Batı ülkelerinde cumhuriyet fikri tekrar yeşerdi ve zamanla devlet yönetimlerinde (henüz ideal seviyeye ulaşmamış olsa da) yeniden yer bulmaya başladı.
Geçmiş dönemlerde cumhuriyet uygulamalarından vazgeçilmesinde döneminin yönetici sınıfının iktidarlarını elden bırakmak istememelerinin yanında cumhuriyet sisteminin pratikte uygulama tekniklerinin ve mekanizmalarının yeterince geliştirilememiş olması temel rolü oynamıştır. Yani ülke çapında ulaşım, haberleşme ve iletişim tekniklerinin yetersiz olmasından ötürü ilk dönemlerde cumhuriyet yönetimi sadece başkentler çevresindeki çok küçük ve seçkin azınlığın hakkı gibi uygulanabilmişti.
Bilim ve teknolojinin ve buna bağlı olarak haberleşmenin gelişmesi ile geniş halk kitleleri arasında etkileşim ve değişik ilişkiler gelişti ve bunun sonucu olarak cumhuriyetçilik fikri zamanla engellenemez derecede taraftar topladı. Hürriyet fikirlerini bastırmak için devrin diktatörlerinin uyguladığı baskı ve zulümler zamanla dayanılmaz boyutlara ulaştı. Sonuç olarak bu baskılara karşı bastırılamaz tepkiler doğdu. Böylece birçok Batı ülkesinde monarşi ve diğer diktatörlükler kanlı mücadelelerle yıkılarak, yeterince gelişmemiş şekliyle olsa da cumhuriyet rejimine geçilebildi.
Ne hazindir ki, cumhuriyet kavramının temelini de oluşturan müşavere prensibi Kuran’ın emri olmasına rağmen, her gün defalarca okunan Kuran’ın bu emirleri birçok Müslüman’ın iç dünyalarına hep yabancı kalabilmiştir. Öyle ki bazı Müslümanlar mutlakiyet idarelerini bir kurtarıcı gibi görüp, liderlerini zihinlerinde kahramanlaştırarak, monarşilere sıkı sıkıya sarılmaya devam etmişlerdir. Belki de tarihte Müslüman ülkelerdeki idarecilerin Batıdakiler kadar baskıcı ve zalim olmamaları bunda etkili olmuştur. Ancak zamanla bu tür sistemlerin toplumları felakete sürüklediği geniş halk kitleleri tarafından da yavaş yavaş anlaşılmaya başlanmış ve cumhuriyet fikri Müslüman ülkelerde de filizlenmiştir. Bu uyanış Osmanlı halkında da kendini göstermiş ve yıkılış dönemlerinde bu konular yoğun olarak tartışılmaya başlanmıştır.
Bediüzzaman henüz II. Meşrutiyet Dönemi’nden önce cumhuriyet konusunu eğitim seviyesinin çok düşük olduğu kırsal bölgelerde bile gündeme getirip savunmuştur. Hatta eğitim için kendisini Kubbe-i Hasiyye denen bir türbede inzivaya çektiği gençlik döneminde, getirilen çorbaların tanelerini karıncalara verip kendisi, çorbanın suyuna kanaat ediyordu. Bu durumu hayretle karşılayıp sebebini soranlara bu karınca milleti cumhuriyetçidir, organize olup işlerini ortaklaşa yapmalarına hürmet olsun diye böyle yapıyorum,[1] mealinde cevap vermesi cumhuriyete neredeyse âşık olduğunu göstermektedir. Bediüzzaman cumhuriyetin İslam dinine uygun olduğunu savunurken fikirlerinin ne kadar sağlam temellere dayandığını, dört halife kendi vatandaşları açısından gerçek reisicumhur idiler ve işlerini müşavere ile yapıyorlardı,[2] şeklinde özetlemiştir.
2.Cumhuriyette Kanunilik
Bediüzzaman, cumhuriyetin sadece isim vermekle olamayacağını, cumhuriyetin gerektirdiği pratiklere de riayet edilmesinin önemini her ortamda dile getirmiştir. Cumhuriyetin faydasının görülmesi için toplumun ortak işlerini tanzim etmeleri, aralarındaki güveni tesis etmeleri ve bunun için de sağlam kanunlara dayanmaları gerektiğini vurgulamıştır. Bunların yanında İslamiyet’in herhangi bir konusunu işlerken kanunlara doğrudan veya dolaylı atıflar yaptığını görmekteyiz. Mesela, “İşarat-ül İcaz” adlı eserinde ibadet konusunu anlatırken ibadetin dünya saadetini de temin ettiğini çünkü insanların dünyevi ihtiyaçlarını karşılayabilmek için birbirleriyle ürünlerini mübadele etmeye muhtaç olduklarını ve zorunlu olarak emeklerinin semeresini değişirken adil bir işleme gerek duyduklarını, ancak nefislerinin baskısı altında kalan insanların çoğu kez kendi taraflarına yontarak adaleti temin edemeyeceklerini, o nedenle adaleti sağlayabilmek için daha üst bir aklın hakemliğine başvurmak zorunda kaldıklarını ve böyle bir üst aklın da ancak kanun şeklinde olabileceği[3] gerçeğine çok harika bir analiz ve üslupla işaret etmiştir.
Bediüzzaman tevhit konularını anlatırken de “fıtratın namusları” denen kanunlara sıkça atıflar yapmıştır. Örneğin yaratılış konularında tesadüf ve keşmekeşe dayandırılan şirk mesleğinde (görüşünde) imkânsızlık derecesinde zorluk olduğunu, oysa tevhit mesleğine göre Allah’ın kanunlarına itaat üzerine çalışan varlıkların icadında vücup derecesinde (kaçınılmaz olarak) kolaylık olduğunu[4] anlatırken de kanunlara atıflar yapmaktadır. O nedenle bu kanunların Nevamisi-i İlahiye (İlahi Namuslar) diye adlandırıldığını görmekteyiz[5].
Cumhuriyette kanunilik prensibine örnekler çoktur. Ancak Bediüzzaman değindiği her kavramı her zaman ayrı ayrı ele almış değildir. Birçok durumda farklı konuları işlerken bu kavramları yazılarının içine serpiştirmiştir. Bazen bir konuyu akademik yöntemlerle teorik olarak ele alıp soyut kavramlarla anlatmak okuyucunun zihninde müşkülat çıkarır. Buna çözüm olarak eğitimde değişik benzetme ve misal verme yöntemlerine başvurularak konular olabildiğince somutlaştırılır. Bediüzzaman’ın da kanun kavramını yeri geldiğinde birçok somut konular içine serpiştirerek zihinlerde canlandırdığını görmekteyiz. Risale-i Nur Külliyatı”nın değişik kitaplarında bu konularda çok değişik ve çok sayıda veciz ifade vardır. Ancak biz bunların hepsini bir makaleye sığdıramayacağımızdan aşağıda birkaç kısa örnekle iktifa edeceğiz.
2.1. Cumhuriyet Yaratılış Kanunlarına Uygun Olmalı
Risale-i Nur’da kanun kavramına değişik konular anlatılırken değinilmektedir. Örneğin cumhuriyet rejiminin temel prensipleri gündeme geldiğinde Bediüzzaman kendi ifadesiyle: “Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse hayırlı işlerde terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.”[6] diye çok sağlam bir gerekçe ortaya koymuştur. Bugünkü dille ifade edecek olursak “İnsanlık için yeni bir yönetim rejimi ve modeli oluşturmak isteyenler kâinattaki temel yaratılış kanunlarını esas alarak hareket etmelidirler. Aksi takdirde hem istedikleri hayırlı hedefe ulaşamazlar hem de bu yoldaki faaliyetlerinden büyük zarar görürler ve zarar verirler.’’
Burada bahsedilen fıtrat kanunları sadece maddi âlemdeki fizik kanunlarını değil, insanların psikolojik ve sosyolojik davranışları üzerinde etkili olan kanunları da kapsamaktadır. Yani insanların egoistlikleri ve buna bağlı olarak menfaat düşkünlükleri, yeri geldiğinde başkasının menfaatlerini kendi menfaatlerinin önüne alacak kadar fedakâr olabilmeleri, merhamet ve şefkat duyguları, adalet veya zulme olan meyilleri, ilme merakları, çalışma azimleri veya tembellik özellikleri, terakkiye olan arzuları ve benzeri çok sayıda özellikleri bu çerçevede ele alınabilir. Yeni inkılaplar yapılırken insanlığın olumsuz duygularını törpüleyip olumlu duyguları yeşertecek şekilde bir eğitim sistemi de geliştirmelidir. Bunları başarabilmek için de insanların davranışlarında etkili olan yaradılış kanunlarına uygun hareket etmek zaruridir. Örneğin suyun kendiliğinden yukarı akmasını ummak anlamına gelen herhangi bir su arkının meylini ters yönde verirseniz istediğinizin aksiyle cevap alırsınız.
2.2. Cumhuriyette Kuvvet Kanunda Olmalı
Bilindiği gibi monarşilerde tek yetkili sultandır ve kısmen yanlış olan yaygın kanaate göre her istediğini yapabilir ve her istediği kanunu koyabilir. Ancak genelde, belki de fıtri kanunlar engel olduğu için, kendisi her zaman tüm yetkilerini kullanamasa da tasarruf alanının teorik sınırları çok geniştir. Bu yetkilerinin sınırlarını çok zorlayan dehşetli zalimler de gelmiştir. Ancak bu tür rejimlerde bile sultanı fazla bağlamamasına rağmen bazı kanunlar konmak zorunda kalınmıştır. Çünkü en azından bu kanunlar, toplumun istediği doğrultuda olmasa bile fertlerin hangi durumda hangi davranışı sergilemeleri gerektiğini bilmelerine yardımcı olmuştur. Kanunsuzluğun zıddı serserilik ve anarşidir ve bu durum toplumu vahşi bir ortamda yaşamaya mahkûm eder.
Diğer yandan tarihte öyle devirler olmuştur ki monarşilerin zulmüne tepki olarak ortaya çıkan ve adına cumhuriyet denen bazı rejimlerde bile ağır zulümler yapılmıştır. Bazen devlet memurları -kendilerini sonsuz yetkilerle donatılmış sanarak- toplumu ağır baskılar altında inletebilmişlerdir. Örneğin bu gibi yönetimler bir taraftan anayasalarına laiklik, din ve vicdan hürriyetini garanti altına alan maddeler koyarken, diğer yandan kendi şahsi ibadetinde olan ve birkaç arkadaşıyla dinî sohbetler yapan masum insanları yakalayıp yıllarca hapislerde zulüm edebilmişlerdir. Yani hürriyeti garanti edeceği düşünülen bu zayıf ve güçsüz kanunlar bazı kamu görevlilerinin hiç umurunda olmamıştır. Öyle ki söz konusu kanunların hiçbir pozitif etkisi olmamakla birlikte bu kanunlar bazen zulme bile alet edilebilmiştir.
O nedenle Bediüzzaman, hatta mutlakiyetten meşrutiyete geçilen dönemde bile yapılan bu zulümlere şiddetle karşı çıkmış ve “Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat (baskı) tevzi olunmuş (yaygınlaşmış) olur.”[7] diye fikirlerini basın yoluyla paylaşmıştır. Çünkü kanunların kendilerini bağlamadığı anlayışında olan bazı memurların (özellikle de zalim tabiatlı olanların) bu kanunları keyiflerince kötüye yorumlayıp zulümlerini katlamaktan büyük zevk aldıkları birçok vakada görülmüştür. Günümüzde de bunun örnekleri çoktur. Tepe yöneticilerden destek aldıklarında bu tür memurların her biri bir yerde zulümlerini ve baskılarını artırabildiklerinden istibdat tevzi olunmuş olur. Yani tek-bir baskıcı sultan yerine fertlerle daha yakından irtibatlı olan binlerce küçük rütbeli firavuncuklar daha etkili baskı kurarlar. Hâlbuki alt tabakayı kendi tasarrufuna tam olarak alamayan tek bir baskıcı sultanın eli her yere yetişemediğinden baskısı da sınırlı kalabilir. Bediüzzaman bu gerçeği Osmanlı’nın 2. Meşrutiyet Dönemi’nde Divan-ı Harb-i Örfi’de (sıkıyönetim mahkemesi) yargılandığı davada yaptığı savunmada -mealen- acaba istibdat sadece tek sultan tarafından mı yapılabilir, bir zümre de istibdat yapamaz mı? Bence kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat münkasım (bölüşülmüş) olmuş olur ve komitacılıkla tam şiddetlenir,[8] diye ihtilalcilerin zulümlerini yüzlerine çarparak da dile getirmiştir. Bu duruma rejimlerine hak etmedikleri halde cumhuriyet adını takanların dehşetli zulümler sergilediği birçok ülkede şahit olunmuştur ve hâlen de olunmaktadır.
Bediüzzaman “Cumhuriyet (meşrutiyet) ki: adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir.”[9] diye cumhuriyet rejiminin en önemli özelliklerini temellendirmiştir. İslam’ın adaletle ilgili olan bu temel meselesi, Batı medeniyeti (negatif olan kısmı) ile mukayese edilirken de bu konu ile derinden alakalı olarak mealen şu ifadeler kullanılır: İslam inancına göre kuvvet haktadır, yani haklı olan kuvvetlidir -ki bu prensip adaleti sonuç verir. Menfi Batı medeniyetinde ise hak kuvvettedir, yani kuvvetli olan haklıdır -ki bu kuvvetlinin zayıfı ezmesi şeklinde zulmü sonuç verir.[10] Tüm sömürge uygulamaları böyle bir anlayışın sonucudur. Örneğin, Irak’ı işgal için sahte gerekçeler uydurulduğu dönemde, bir öğretim üyesi “ABD büyük harcama ve araştırmalarla çok yüksek teknolojiye dayalı güçlü bir ordu kurdu, müsaade edin de bu gücü kullanma hakkı olsun.” diyerek adeta kan donduran gerekçeleri öne sürebilmiştir. O nedenle Irak’ta masum insanlar bombalanıp görüntüleri televizyonlardan servis edilirken milletin bir kısmı bu görüntülerden aksiyon filmi seyreder gibi haz duymuşlardı. Haktan uzaklaşanlar ne kadar zalimleşebiliyorlar!
2.3. Cumhuriyette Kanunu Uygulayanlar Önce Kendilerine Uygulamalı
Bazı kanunların İslam’a ters olan hükümlerini Bediüzzaman’a zorla uygulamak isteyen zorbalara karşı, onun, kanunu uygulayanlar önce kendilerine uyguladıktan sonra bana uygulamalı[11] diyerek zorbaları ikaz ettiği görülür. Kanun önünde eşitlik, kanun ve hukuk devletinin (hatta kabilelerin bile) en önemli esaslarından biri olmalıdır. Ancak birçok uygulamada iktidarı ellerinde tutanlar bu ilkeden muaf olmanın yollarını arayarak acayip gerekçe ve bahaneler üretmişlerdir. Böylece devlet memurlarından neredeyse hepsinin ayrıcalıkları oluşmuştur. Örneğin, herhangi sıradan bir devlet memuru bile suç işlediğinde kovuşturma için amirlerinin muvafakatini alma zorunluluğu getirilmiştir. Yüksek makamlardakilerden bazılarının kovuşturulabilmesi ise iyice zorlaştırılmış, bazılarına görev başında iken dokunulmazlıklar sağlanmış ve özel olan bazılarının tasarruflarının ise hiçbir zaman sorgulanamayacakları şeklinde garantiler verilmiştir. Hatta gerçeklere bütün-bütün zıt olarak bunların yetkileri maksimum düzeyde artırılırken sorumlulukları sıfırlanmıştır.
Oysa İslam’da Hz. Peygamber’in (asm) “Her biriniz çobansınız, aile reisi ailesinden, kamu idaresindekiler altındaki maiyetlerinden sorumlu çobanlardır ve hesaba çekileceklerdir.”[12] mealinde ikazları vardır. Bu emirlere zıt olarak, çok dindar sanılan bazı idareciler bile (bu ilkeyi göz ardı ederek) kendilerini çok sağlam sandıkları kanuni zırhlar içine almışlardır. Hâlbuki Hz. Ömer gibi yüksek karakterli kişiler “Dicle kenarındaki koyundan (ve hatta toplumun başına gelen felaketlerden de) kendilerini sorumlu saydıkları İslam toplumlarında sıkça anlatılır. Peygamberimizin (sav) “Veda Hutbesi”nde ve on binlerce insanın önünde “Kimin malı bende varsa gelsin alsın, kime bir tokat veya başka bir şekilde darbe vurduysam işte sırtım gelsin vursun.” diyerek sırtını açması ve bir sahabenin de çıkıp “Benim hakkım var.” diyebilmesi ve mübarek sırtını açan Resulullah’ın bu asiller üstü davranışını fırsata çeviren o sahabenin Resulullah’ın sırtını öpmesi hepimize çok esaslı ders olmalıdır. Hatta bir olay vesilesiyle kızı Hz. Fatima’ya da mealen “Eğer böyle bir hatayı sen işlersen sana da aynı cezayı veririm, ahirette özel bazı durumlarda sana da şefaat edemem.” demesi ne kadar esaslı bir ikazdır. Ne yazık ki bütün bunlar sadece dillerimizde dolaşan güzel hikâyeler olarak kaldı.
2.4. Kanunlar Bir Milletin Tabiatına Uygun Olmalı
Bediüzzaman idari sistemlerin bir milletin tabiatına uygun olması gerekliliğine işaret ederken de ilginç örnekler verir. Bu bağlamda mesleklere göre bile değişik kurallar gerektiğini ve bu duruma kışladaki bir askerin kıyafeti ile camideki bir imamın kıyafetinin bir olamayacağı örneğini verir.[13] Biz bu örneklere bir maden işçisi ile bir fabrika işçisinin veya bir idari memurla bir doktorun kıyafetinin kaçınılmaz olarak farklı olması gerekliliğini de ilave edebiliriz. Bediüzzaman bu örnekleri verirken her zaman yaptığı gibi mecaz da kullanır ve elbiselerin her milletin kametine (vücut yapısına, yani eğitim, kültür ve gelişmişlik seviyesine) göre kesilip dikildiğinden söz açar. Bir millete göre dikilen elbiseler diğerlerine dar veya bol gelebilir mealinde ifadeler kullanır.
İlginçtir daha sonra buna benzer ifadeler 1961 Anayasası’nın milletimize bol geldiğini ifade edenler tarafından da kullanılmıştır. Aslında bu ifade hem doğru hem de yanlıştır. Doğruluğu; anayasanın ve demokrasinin verdiği hakları kötüye kullanıp anarşiyi hortlatanların ortaya çıkması ve kendi hakları yanında sorumluluklarının da farkına varacak kadar gelişmemiş olan bir toplumsal yapının varlığı gerçeğinden hareketle iddia edilebilir. Diğer yandan bu iddia yanlıştır çünkü bizim milletimizin de daha özgürlükçü anayasalara tabii olarak hakkı vardır. Aslında anayasal kurumlar kendilerine tanınan yetkileri dikkatli hekimler gibi toplum yararına yorumlayıp kullanabilselerdi uygulamada ortaya çıkan istenmeyen durumlar önlenebilirdi.
2.5. Kanunlar Milletin Terakkisine Kefil (Garantör) Olmalı
Bediüzzaman, kanunların görevinin sadece düzeni sağlamaktan ibaret olmadığına ve bir milletin terakkisine de hizmet etmesi gerektiğine çok ilginç misallerle telmih (ima) etmektedir. Öyle ki bu konuya telmih yaparken Bediüzzaman “Risale-i Nur Külliyatı”nın muhtelif yerlerinde mealen: Şu âlemde meylü’l-istikmal kanunu vardır yani yaratılış kanunlarında terakkiye fıtri olarak meyil vardır,[14] der. Bu konuda “Muhakemat” adlı eserinin altıncı mukaddemesinde kendi orijinal ifadesiyle “Sani-i Zülcelal’in hilkat-i âlemde cari ve taksim-ül a’mal kaidesinden akan kanun-u tekemmül ve terakkide mündemiç olan rıza ve işaretinin imtisali farz iken, itaat tamam edilmemiştir. Şöyle: Kaide-i taksim-ül a’mali muktezi olan hikmet-i İlahiyye’nin dest-i inayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadat ve müyülatla şeriat-ı hilkatin farz-ı kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasında bir emr-i manevi vermişken, su-i istimalimiz ile o istidattan tevellüt eden meyle kuvvet ve medet verici olan şevki bu hırs-ı kazip ve şu re’s-i riya olan meylü-tefevvuk ile zayi edip söndürdük. Elbette isyan eden, cehenneme müstahak olur. Biz bu hilkat denilen şeriat-ı fıtriyenin evamirine imtisal edemediğimizden cehennem-i cehl ile muazzep olduk. Bu azaptan bizi kurtaracak taksimü-l a’mal kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz taksimü-l-a’mal ameli ile cinan-ı uluma dâhil olmuşlardır.”[15] der.
Bu ifadeleri, temel yapısını bozmadan, kısmen günümüz Türkçesiyle ifade edecek olursak: Yüce Sanatkârın şu âlemin yaratılışında cereyan eden ve iş bölümü kuralından akan terakki ve tekemmül kanununda konmuş olan rıza ve işaretinin (emrinin) yerine getirilmesi bize farz iken, tarafımızdan itaat tam yapılmamıştır. Şöyle ki: İş bölümü prensibini gerektiren Allah’ın hikmetinin kudret eliyle insanların özlerine ekmiş olduğu istidat, kabiliyet ve farklı birçok meyillerle yaratılış kanunlarının farz-ı kifayesi hükmünde olan fenlerin ve sanayinin gereğinin yerine getirilmesine manevi bir emir vermiştir. Oysa biz o istidat ve kabiliyetleri yanlışa kullanarak o istidatlardan doğan o yöndeki meyillere kuvvet ve imdat verici olan şevki bu yalancı hırs ve şu gösterişin babası olan başkasına üstün gelme meyli ile zayi edip söndürdük. Elbette isyan eden cehenneme müstahak olur. Biz, bu hilkat (yaradılış) denilen fıtri (tabii) kanunların emirlerine uygun hareket edemediğimizden, cehalet cehenneminde azaba düştük. Bu azaptan bizi kurtaracak şey iş bölümü kanunuyla çalışmaktır. Çünkü geçmiş ecdadımız iş bölümü prensibine uyarak bilim cennetlerine dâhil olmuşlardı, der. Kısmen günümüz Türkçesine çevrilen bu ikinci paragrafı okuduktan sonra önceki orijinal paragrafın tekrar okunmasını tavsiye ederiz.
Başka bir ifadesinde de “bir kimse müstait (istidatlı) ve kabil olduğu şeyi terk ve ehil olmadığına teşebbüs etmek şeriat-ı hilkate büyük bir itaatsizliktir,” ve “insan sanatın nevamisine temessül ve imtisal etmelidir” yani harfiyen uymalıdır,[16] diye bu gerçeğin ne kadar esaslı olduğuna vurgu yapmıştır. Kısacası bilim, sanayi, teknoloji ve ekonomiye çekici ve hayranlık verici teşvikler ancak bu kadar olabilirdi.
Bir başka yerde, Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatından gelen Kur’an’daki kanunlara uymamanın cezası ahirette verilirken, Allah’ın irade sıfatından gelen ve kâinatı idare eden ve sünnetullah diye tabir edilen fıtrat kanunlarına uymamanın cezasını peşinen hemen bu dünyada iken verildiğinden söz eder. Çalışmanın semeresi (meyvesi) elbette zenginlik ve ataletin (tembelliğin) acı meyvesi de sefalettir.[17] Benzeri birçok örnek de hatırlatılabilir.
2.6. Telahuk-u Efkar Kanunu
Bediüzzaman telahuk-u efkâr[18] prensibini de medeniyetin önemli kanunları arasında sayar. Bu konu oldukça önemlidir. Yukarıda da bahsedildiği gibi iş bölümü terakki ve gelişmenin önemli zembereklerinden (motorlarından) biridir. Bu iş bölümü maddi üretimde vazgeçilmezken fikrî ve bilimsel gelişmelerde de iş birliği, diğer bir ifade ile telahuk-u efkâr, gerekir. Eski devirlerde zeki bir insan birkaç fende önemli düzeyde malumat sahibi olabilirdi. Fakat bu asırda fenlerin iyice derinlemesine gelişmiş olmasından dolayı dahi derecesinde zeki olan birisinin bile bir ilim dalının tüm konularında tam bilgi sahibi olması neredeyse imkânsızdır[19]. O nedenle yeni gelişmeler için farklı uzmanlık dallarındaki insanların bir araya gelerek fikir alışverişi ve bilgi birikimi edinmeleri gereklidir.
Bilindiği gibi meşrutiyet ve cumhuriyetlerde devlet işlerine halkın katılımının sağlanması en önemli esaslardan biridir. Bu yüzden halkın ortak olarak verdiği kararlar “millî irade” diye de adlandırılır. Diğer yandan halkın doğru karar verebilmesi için doğru bilgi edinme hakkının ve bunun için de iyi eğitim ortamının sağlanması da gerekir. Başkaları düşmanları hep dışarda ararken Bediüzzaman’ın bizim en şiddetli düşmanlarımız arasında cehaleti en ön sıralarda sayması çok dikkat çekicidir[20]. Kur’an-ı Kerim’de “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu[21]?” hükmü vaz edilirken insanlığın aklına her konuda dikkate alması gereken çok önemli kapılar açılmıştır. Bediüzzaman, sosyalist cumhuriyetçilerin varlığını iddia ettikleri mutlak eşitlik prensibini kritik ederken bu konuya da dolaylı olarak değinmiştir. Örneğin Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”ne nazire olarak insanlığın fazileti (erdemi, birbirlerine olan üstünlükleri) konusundaki görüşünü şöyle ifade etmiştir:
“Ne mümkün zulm ile bîdad ile imha-i hakikat
Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen Ademiyetten
Veyahut
Ne mümkün zulm ile bîdad ile imha-i fazilet
Çalış vicdanı kaldır muktedirsen ademiyetten.”[22]
Yani adalette eşitlikten vazgeçilemez. Fakat insanlığın yaratılışındaki gayeleri ve tabiatını değiştirmeden her konuda mutlak eşitlik uygulanamaz. Örneğin çalışanla tembellik döşeğinde yatan bir olur mu?
Sağlıklı müşavere ve cumhuriyet uygulamaları ancak eğitimli toplumlarda olabilir ve bunun pozitif sonuçları alınabilir. Dünyada gelişmiş ülkeler buna örnektir. Bu ülkelerin hem teknoloji hem ekonomi ve hem de insan hakları gibi birçok konuda demokratik olmayan ülkelere fark atmış olmaları yeterince öğreticidir. Bediüzzaman, cumhuriyet konusunda da ütopyacı değil gerçekçidir ve fikirlerini kanun-u fıtrat denilen temel prensiplere dayandırmaktadır.
3.Maddi Âlemdeki Fıtri Kanunlar
Yukarıda kısaca bahsedildiği gibi Bediüzzaman neredeyse her konuda fikirlerini oluştururken Nevamis-i İlahiye[23] dediği fıtri kanunlara vurgu yapmaktadır. Yani bir memlekette yaşayan bir kişinin o ülkenin kanunlarını bilip ona göre davranması gerektiği gibi insan da Allah’ın mülkünde (memleketinde) yaşadığı idrakiyle, onun her alandaki kanunlarını dikkat ederek anlamaya çalışır ve ona göre hayatını düzenler. Bu çerçevede çok sayıda örnek verilebilir ancak bu yazının hacmi buna yetmez. Burada bazı örneklere bu konuya çok kısa olarak değinelim:
Edebiyatla ilgili olarak: Kanun-u beyan (fenn-i beyan veya ifade kanunu veya tekniği/ilmi),
Varlıkların rızıklandırılması için: Mukannen rızıklandırma, yani canlıların rızıklarının bir kanuna bağlanması; örneğin yavruların doğumundan hemen sonra memeler musluğundan süt akması,
İnsanların bazı davranışlarının cezasının hemen bu dünyada iken kesilmesi kanunu için: Başkasına yardımdan insan zevk alırken, başkasına haset edenlerin içlerini o haset duygusunun yakıp kavurması,
İslam âleminin terakkisi için: Kanun-u fıtrat, Hilkatte cari olan kavanin ve nevamis-i İlahiyeye İslamiyet’i tatbik etmenin gerekliliği (Muhakemat),
Âlemin nizamı ve Esma-i Hüsna için, mealen: Âlemde her konu için bir ilim dalı teşekkül etmiş ve etmektedir. İlim dalları ise kavaid-i külliye (genel kaideler, kanunlar) dan ibarettir.[24] Kaidenin genelliği ise âlemdeki düzene şahittir. Düzen ise hüsn-i hilkate (güzel yaratılışa ve Allah’ın güzel isimlerine) işaret eder.
Kişinin maddi terakkisi için: “Bir kimse müstaid (istidatlı) ve kabil (kabiliyetli) olduğu şeyi terk ve ehil (ehliyetli, maharetli) olmadığına teşebbüs şeriat-ı hilkate (yaratılış kanunlarına) büyük bir itaatsizliktir. Oysa insan sanatın nevamisine (kanunlarına) temessül ve imtisal etmelidir”[25]
“Muhakemat” adlı gençlik dönemi eserinin besmele ve salavat kısmında Kur’an’ın değerine vurgu yaparken de şöyle der: “Öyle Bir Kitap (Kuran) ki, kaideleri ile hilkat-i âlemin kitabından dest-i kader ve kalem-i hikmet ile mektup ve cari olan kavanin-i amika-i dakika-i İlahiyeyi (çok ince ve derin İlahi kanunları) izhar ettiğinden ahkâm-i adilanesiyle nev-i beşerin nizam ve muvazenet ve terakkisine kefil-i mutlak ve üstad-ı kül olmuştur.”[26]
Allah’ın sanatı hakkında: “Sani-i Zülcelal’in âlem-i ekberdeki sanatı o derece manidardır ki o sanat bir kitap suretinde tezahür edip kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden akl-ı beşer hakiki fenn-i hikmet kütüphanesini ondan aldı ve ona göre yazdı. Ve o kitab-ı hikmet o derece hakikatle bağlı ve hakikatten medet alıyor ki (…) Kur’an-ı Hâkim şeklinde ilan edildi.”[27] Yani Kur’an kâinatın tefsiri oldu.
Bediüzzaman, bu son maddede veciz bir şekilde değindiği gibi, başka birçok yerde de özellikle bu kâinattan, “kitab-ı kebir-i kâinat” veya Allah’ın irade sıfatından gelen Kur’an” diye bahsederek, bu mevcut âlemden büyük dersler alabileceğimize işaret eder. Zaten Hz. Peygamber’e (asm) ilk inen ayet-i kerimede de “Oku!” denilerek insanı ve çevresindeki tüm varlık ve olayları okuma emrinin verilmesi, insanlığın en önemli dersleri kâinat kitabından alacağına işaret etmektedir. O hâlde cumhuriyet konusunda da bu kâinattan ders alınabilir ve alınmalıdır. O nedenle bu yazımızın gelecek bölümlerinde bu emre uyacağız.
Birbiri içinde cumhuriyetler: Bediüzzaman birçok yerde, mealen, canlı veya cansız evrendeki her bir şeyin (fert) diğer her bir şeyle bağlı olduğundan, birbirlerinin ihtiyaçlarına cevap verdiğinden ve belli kurallar doğrultusunda sıkı bir yardımlaşma içinde olduklarından söz eder.[28] Yani evrenin kendisi de bir mülk ve memleket olduğuna göre, bu evrenin idare kanunları bizim cumhuriyet kanunlarına en doğru ilham kaynağı olur. Bu kâinatta sevk ve idare edilen âlemlerin sayısı rakamlara sığmayacak gibidir. Örneğin, dünyada birkaç milyar insanın oluşturduğu cumhuriyetlerin sayısı binleri bulmazken, diyelim sadece arı cumhuriyetlerini (kolonilerini) saymak neredeyse imkânsızdır. Karınca ve diğer böcekler için de benzer ifadeler kullanılabilir. Bu iki tür, insanlar tarafından en çok bilinen ve dikkat çekici olanları olsa da sayısı yüz binleri bulan diğer türler de vardır. Hayvanlar dünyasına bitkileri ve hatta cansızlar dünyasını da ekleyebiliriz. Ya şuursuz canlılardan sayılmalarına rağmen ortak yaşama kültürü oluşturan şu bitki kategorilerine ne demeli.
Acaba bu âlemlerde haberleşme, eğitim, güvenlik, sağlık, sanat, üretim, ekonomi, vb. işler hangi kurallara göre devam ediyor? Bal arıları peteklerini inşa ederken ve o şifalı balı üretirken nasıl bir eğitim alıyorlar, düşmanları ile nasıl savaşıyorlar? Ya da göklerde süzülen kuş veya denizlerde yüzen kalabalık balık sürüleri düşmanlarından kaçarken o muhteşem, çevik ve düzenli hareketleri yapmanın eğitimini nasıl alıyorlar? Acaba eğitim almış gelişmiş ülke orduları düşmana hücum ederken veya düşmandan kaçarken bu kadar düzenli manevra yapabilirler mi? Bu ve benzeri daha birçok soru akla gelebilir. Aslında her bir ferdi bile tek başına bir âlem olan, örneğin insan vücudunda, sayısız fertleri olan savunma orduları veya erzak dağıtıcı hücreleri görevlerini nasıl öğrenip mükemmel bir düzen içinde çalışıyorlar. Veya vücudun ilk inşasında veya daha sonra oluşan hasarlarının tamirinde görev alan bireylerin bu görevlerini öğrenip aksatmadan yapabilmeleri acaba hangi mükemmel kanunlarla düzenleniyor? Ya da dev klima sistemlerinin faaliyette olduğu anlaşılan ve dünyanın iklimlendirilmesinde hizmet eden elemanlar görevlerini hangi kurallara göre yapıyorlar?
Yukarıda değinildiği gibi, özellikle karınca, arı ve benzeri küçük cumhuriyetlerden tutun, kara ve denizlerdeki büyük hayvan sürülerine kadar sayısız cumhuriyetler vardır. Kâinatın fiziki olarak ancak nokta kadar küçük bir yerini işgal eden bu gök kubbe altındaki yer küremizde, milyonlarca sayıda farklı hayvan topluluklarının her birinin kendi içinde bağımsız yönetim biçimleri vardır. Bunların her birinin kanunları kendi tabiatlarına yani fıtratlarına, uygun olarak tesis edilmiştir. İşin ilginç yönlerinden birisi de tüm bu canlı grupların vatanları (dünya) ortak iken devletlerinin ayrı olmasıdır. Mesela ışığın tabiatında olduğu gibi, çok sayıdaki cumhuriyet gruplarının aynı vatanı tutmuş olmaları bunlar arasında bir çatışma sebebi olmayıp daha kolay yardımlaşmalarına da zemin hazırlamıştır.
Yukarıda çok kısa olarak birkaç tanesine temas edilen bu organizasyonların, sayısı çok az olan birkaç fıtrat kanunu ile dönmesi de çok şaşırtıcı ve öğreticidir. Maddi ve manevi tüm varlıklardan ve kanunlardan bahsetmek bu yazının sınırlarını aşar. O nedenle yazımızın bundan sonraki bölümünde sadece maddi âlemde, yani fizik âleminde cari olan kanunlara ve bunların özelliklerine kısaca değineceğiz.
3.1. İnsanın Çevresini ve Kuralları (Kanunları) Öğrenme Meyli
Kur’an-ı Kerim’in ilk ayetinin “Oku!” emri ile başlaması insanın öğrenme kabiliyeti ile donatılıp bu dünyaya gönderildiğinin en önemli göstergesidir. Yani öğrenme en önemli görevlerimiz arasındadır. Yukarıda sözü edilen konularda bilgi edinebilme kapasitesi ve kabiliyeti ile ta baştan donatılıp bu dünyaya gönderilmiş olmamız başlı başına harika bir durumdur. Fizik bilimi beş duyumuzla doğrudan hissedilebilen veya ancak geliştirilen cihazlarla algılanabilen varlıkları ve bunların davranışlarını inceler ve böylece elde edilen ilk bilgilerden anlamlı sonuçlar çıkarır. İnsan yaşadığı çevrede bir açıdan bakıldığında çok küçük, başka bir açıdan bakıldığında da çok büyük bir varlıktır. Örneğin kendisini uzayla karşılaştırdığında çok küçük bir nokta gibi kalan insan bu kadar geniş bir âlemi kavramaya teşebbüs edecek kadar büyük bir cesarete de sahiptir. Diğer yandan çıplak elle dokunulamayacak, gözle görülemeyecek, sesleri duyulamayacak ve kokuları alınamayacak kadar küçük varlıklarla kıyaslandığında çok büyük gözüken insan, bu küçük dünyalarda saklı bilgileri bile kafasına sığıştırmaktan bazen çok aciz kalmaktadır. Demek ki, bu mikro-dünyalarda saklı kütüphanelere sığıştırılamayacak kadar zengin bilgi hazineleri vardır.
O nedenle insanın doymak bilmez bir hırsla hem makro ve hem de mikro-dünyada çevresini araştırmaya iten büyük bir merakı, aşkı ve kabiliyeti vardır. Üstelik insanın ta doğuşunda genlerine yerleştirilen bu ve diğer paha biçilmez özellikleri durağan olmayıp dünyaya geldikten sonra aldığı eğitim ve araştırma faaliyetleri ile neredeyse sınırsız olarak olumlu yönde gelişme istidadı göstermektedir. İnsanın bu özelliğinin bir çocuğun daha dünyaya gelir gelmez hemen çevresini algılama çabası göstermesine de yansıdığı görülür. Yeni dünyaya gelen bir bebeğin çevresini gözetleyerek öğrenme gayreti ve seslere verdiği anlamlı tepkilerden, bu çocuğun sağlıklı bilgi elde etmek için gerekli motivasyon, kabiliyet ve donanıma ta baştan sahip olarak dünyaya gözlerini açtığı anlaşılmaktadır. Diğer bir ifade ile insanın bu özelliklerle donatılıp dünyaya gönderilmesi kendisine fıtri ve manevi bir emirdir ki çevresini ve gerçekleri araştırıp öğrensin.
Başlangıçta dar çevredeki uyarılara -bazen de refleks olarak- verilen bu tepkileri, zamanla çevredeki olaylara çok daha şuurlu olarak anlamlandırma çabalarının takip edeceğini hepimiz biliriz. Bu çocuk gibi bizim de dünyamız ömrümüzün her çağında giderek genişler ve neredeyse sayısız olaylarla yüz yüze geliriz. Örneğin en yakından algıladığımız ışıklar, renkler, sesler, tatlar, acılar, tatlılar, soğuk-sıcak, rüzgâr-fırtına, tayfun-hortum, yıldırımlar, şimşekler, kar-yağmur, sel-heyelan ve bulutların ortaya çıkıp sonra da gizlenmeleri, denizlerin dalgalanmaları, aniden dev tusunami dalgalarının ortaya çıkması, yangınlar-yanardağlar, kimi zaman denizlerden bile ateş fışkırması, göklerden taşların yağmur gibi yağması, sayısız yıldızların düşmeden yükseklerde durabilmesi, cansız maddelerin bile sıcaktan-soğuktan etkilenmeleri ve çatlayıp parçalanmaları, hiç kullanılmasalar bile eskimeleri ve üzerlerine dışarıdan bir etki olmasa bile canlılar gibi sınırlı bir ömre sahip olmaları veya doğup-ölmeleri ve benzeri çok karmaşık gözüken olaylardan tutun da gece-gündüz olaylarının ardı-ardına düzenli olarak gelmesi, kış- bahar ve yaz mevsimlerinin değişim ve dönüşümü, Ay-Güneş tutulmaları, özellikle bulutsuz gecelerde göklerin değişik manzaralar sunması, bazen göklerin dev işaret fişeklerine sahne olması ve dünyanın beline gök kuşağı gibi süslü kemerler takarak gösteriler sunması gibi olaylar insanoğlunun dikkatini kimi zaman hayretler, kimi zaman ürperti ile ve kimi zaman da büyük bir hayranlıkla binlerce yıldır kendine çekmektedir.
Kimi durumlarda insan hiç görmediği ve hiçbir zaman da göremeyeceği ve uzayda da hiçbir yer kaplamayan ve kendisine evinde ve işinde yorulmadan hizmet eden elektrik denen bir şeyin hışmına da uğramaktadır. Peki, evindeki elektrikten binlerce kat daha güçlü olan sokaktaki elektrik hatları üzerine tüneyen küçücük kuşlara neden bir şey olmamaktadır? Ya da insanların büyük gayret ve samimi çalışmalarıyla geliştirdikleri indüksiyon fırını tonlarca demir benzeri kütükleri kısa sürede eritirken plastik benzeri olan ve daha kolay erimesi beklenen maddeleri neden eritememektedirler? Hele şu ışık denen madde hiçbir deliği olmayan camdan nasıl geçebilmektedir? Ya şu ayna, içinde olmadığım hâlde beni arkasında nasıl saklamaktadır? Bazıları da benimle alay edercesine beni değişik şekillere sokabilmektedirler. Diğer yandan durmadan yüzümüzü okşayan ışığın dünyamızı ısıtması veya lazer ışını ile ve hatta yeri geldiğinde çok yumuşak olan su demeti ile koca demir parçalarının kesilebilmesi ve daha da şaşırtıcı olan insanın bedenine gönderilen ses dalgaları ile böbrek taşları un ufak edilebilirken sesin vücuda girerken çok daha zayıf olan deri ve ete hiçbir zarar vermemesi ilk bakışta çok çelişkili ve şaşırtıcı gözükmektedir.
Ya canlılara ne demeli? Başta insanın kendisi ve bütün organları kendi iradesi dışında ahenkli bir oranda önce büyüyüp gelişmekte, sonra durağanlaşmakta ve daha sonra da fiziksel bedeni yıpranarak yavaş yavaş (bazen de aniden) ölüme doğru gitmeye meylederken, aksine duygu ve hırsları -belki de yaşamaktan aldığı büyük bir lezzet nedeniyle- daha da şiddetlenerek gençleşme isteği ile hayata tutunmaya çalışmaktadır. Diğer yandan insanın kendi bedeninin inşasında ve yapı taşlarının yerleştirilmesinde de harika olaylar olmaktadır. Örneğin antrenman yapan sporcuların daha fazla kullanmak zorunda olduğu bazı beden organlarının daha az kullanılanlara göre daha fazla geliştiğine hayretle şahit olunmaktadır. Bu durum fazla bilgi edinmek için yoğun olarak kullanma ihtiyacı içinde olduğu insanın beynine de yansımakta ve beynini kullandıkça insanın öğrenme kapasitesinin daha da arttığına şahit olunmaktadır.
Bu öğrenme faaliyetlerinden insanın büyük bir zevk aldığından şüphe yoktur. O nedenledir ki diğer canlılardan farklı olarak çevresini araştırarak hızla olgunlaşan insanın bu özellikleri de katlanarak gelişmekte ve sonunda kendisini de şaşırtacak kadar harika eserlere imza atabilmektedir.
3.2. Kâinat Cumhuriyetindeki Fıtri Kanunların Eşsizliği ve Üstünlüğü
İnsanın kendisine de çok karmaşık gibi gözüken bazı olayları şimdilik bir tarafa bırakırsak, bu kadar geniş uzayda veya yakınımızdaki canlı sistemlerde birçok olayın çok düzenli olarak ortaya çıkması hayranlık uyandırıcıdır. Özellikle bilim adamları hayallerimize bile sığışmayacak kadar uzak mesafelerde olan ve milyarlarca yıl ışık hızıyla gitsek ulaşamayacağımız yıldızlardaki olayları nasıl anlayıp izah edebiliyorlar?
Diğer yandan, yeryüzünde birbirinden uzakta yaşayan bilinçli insan topluluklarının dilleri ve eserleri farklıyken ve hatta aynı şehirdeki farklı insanların eserleri zamanla birbirinden çok farklılaşırken ve insanlar birbirlerinin eserlerini gözetleyerek taklit etmeye çalışsalar bile tümüyle aynısını yapamayıp ve özellikle isteseler bile hatta aynı imzayı atamazlarken ve hatta aynı kişi bile kendi eserinin tıpkısını ikinci kez yapamazken, birbiri ile haberleşemeyecek kadar uzaklarda ortaya çıkan gök cisimleri nasıl bu kadar çok benzeyebilmektedirler? Yani sayılamayacak kadar çok sayıdaki yıldızlarda ve sayılamayacak kadar çok olan atomlar nasıl birbirlerinin tıpkısının aynısı olarak kendilerini gösterebilmektedirler. Bütün bu işler hangi kanunlara göre yapılmaktadır?
Bu ve benzeri sınırsız sayıdaki birçok bilgi hazinesinin sınırlı sayıdaki anahtarları ve soruların cevabı sünnetullah da denen fıtrat kanunlarında saklıdır. Bu yazımızda bu kanunları akademik olarak ele alıp ayrıntılı olarak inceleyecek değiliz. Burada sadece bu kanunlara biraz farklı açıdan bakıp genel okuyucu kitlesinin yüzeysel de olsa bir fikir edinmesine yardımcı olmaya çalışacağız.
Bilindiği gibi farklı çokluklardan oluşan sistemlerin aynı hedef doğrultusunda çalışarak faydalı sonuçlar verebilmesi için tutarlı kurallara göre hareket etmeleri gerekir. O nedenle insan toplulukları bir araya gelerek, değişik devletler veya başka sistemler kurup ahenkli çalışmalarını sağlamak üzere, önce anayasa denen ve çok sayıda maddesi olan en temel kanunlar hazırlar ve sonra çok sayıda alt kurallar koyarlar. Örneğin devletlerin sayıları binleri aşan kanunları, her kanunun sayısı yüzleri aşan maddeleri, her maddenin onlarca fıkraları ve bu kanunları uygulamak için yüzlerce tüzük ve yönetmelikleri olur. Çok sayıda uzman kişilerin çok uzun süren titiz çalışmaları ile meydana gelen bu kanun ve yönetmelikler gene de gözden kaçabilen birçok çelişkiyi barındırdığından, bu kanunlardan neredeyse hepsi daha sonra defalarca değiştirilir. Özellikle çok fonksiyonlu sistemlerin az sayıda prensiple dar kalıplara sıkıştırılmış olarak çalıştırılabilmesi çok zor olduğundan her ilave fonksiyon için bu kurallar esnetilerek birçok istisna getirilmek zorunda kalınır. Yine de insanların geliştirdiği sistemler ancak ağır-aksak bir halde çalışabilir. Hâlbuki sayılamayacak kadar çok alt sistemi içeren bu koca evren sayısı birkaç madde ile sınırlı olan kanunla idare edilmektedir ve bu dev evren, en küçük ayrıntısına kadar, saat gibi kusursuz olarak işlemektedir (Aslında en hassas saat bile kâinattaki kanunlar kadar hassas değildir.). Bu kadar az sayıda kanun ile bu kadar farklı sistemlerin çelişkisiz olarak işlediğine inanmak çok zor gibi gözükse de gerçek budur.
Üstelik bu kısa yazıda ayrıntısına girmek mümkün olmasa da evren neredeyse sonsuz sayıdaki mümkün alternatifler içinde hareket ederken en optimum (en özel, en uygun) ve en kısa ve en ekonomik olan yolu seçecek şekilde davranır. Örneğin ışık, hiç düşünemeyip hesap yapmamasına rağmen, uzayda iki nokta arasında en kısa sürede gideceği yolu bulup bu yolu izler. Işık bunu yapmak için açık uzayda iki nokta arasındaki en kısa yolu -yani bir doğruyu- seçerken, örneğin sudaki bir balığı görmemize yardımcı olurken de en kısa yol yerine, su ile hava arasındaki sınırda kırılarak bize en kısa sürede gelebileceği özel yolu seçer.
Bu, en uygun şekle sokma (en özeli bulma) ilkesi fiziğin her alanında geçerlidir. Örneğin çok sayıda maddi cisimlerden oluşan bir sistem bir durumdan diğer duruma -yani hâlden hâle-, geçerken fizik biliminde en küçük etki prensibi denen bir prensibe (kanuna) uyarak hareket eder. Örneğin, birisi eline bir kamera alıp atmosferdeki gaz moleküllerinin hareketini ayrıntılı olarak kameraya alabilseydi ve diyelim ki bir saat boyunca aralıksız olarak her molekülün uzaydaki konumunu belirleyebilseydi, tüm moleküllerin hareketi için başlangıçtaki konumlarından bir saat sonraki bulundukları konumlarına gittikleri yolu belirlerdi. İşte bu sistemi oluşturan tüm moleküllerin yollarının özel olduğu ve bu yörüngelerin en optimum yörüngeler olduğu konusunda en küçük bir şüphemiz bile yoktur. Hâlbuki bu moleküller için uzaydaki iki nokta arasında sonsuz sayıda farklı mümkün alternatif yollar vardır. Bu durumun örnekleri neredeyse sınırsızdır. Kısacası hiçbir fiziksel sistemin hareketinde israf yoktur.
3.3. Kanunların Dili ve Sayısı
Elbette bütün bu kanunlara böyle bir kısa yazıda ayrıntılı olarak değinmek mümkün değildir. Aslında bu kanunları halk dilinde, hatta bilim camiasında bile, basitçe ifade etmek o kadar kolay değildir. Bu kanunları ifade etmeye insan topluluklarının günlük olarak kullandığı farklı lisanlar yeterli olmadığından, bu kanunlar matematik denen ve tüm insan topluluklarının ortak olarak sahip oldukları mantık temeline dayalı bir dille çok öz olarak ifade edilebilmektedir. Bu kanunlara evrendeki cansız fiziksel varlıkların tümü ufak bir sapma olmaksızın uyarak hareket ederler. Yani akıl ve mantıkları olmayan cansız varlıklar bile bu mantık kurallarına uyarak davranış sergilerler. Fakat canlıların sadece istemli hareketlerinde bu kanunları ihlal ettiğine rastlanır. Zaten bu durumda bu isyanlarının cezasını ya ellerini yakarak ya kafalarını kırarak veya cehalet karanlığına düşerek ağır bir şekilde öderler. Yani bu kanunları aldatarak arkadan dolanmak gibi kurnazlıklara asla yer olamaz.
Fıtrat kanunlarına itaatkâr olan varlıkların hareket ve davranışlarında gözlenen en kısa ve iktisatlı yolu seçme prensibi bu kanunların kendi sayılarında bile gözlenmektedir. Örneğin, bu kanunlar kütlesi olan varlıkların üç boyutlu uzaydaki hareketlerini tasvir eden ve Newton Kanunları diye ifade edilen üç hareket kanunu, sayıları daha sonra bire indirgenmesi beklenen dört kuvvet kanunu, elektrik yükü ve onun hareketinden kaynaklanan olayları tasvir eden Maxwel Denklemleri ile özetlenmiş dört temel kanun ve çevreden izole edilmiş bir sistemin toplamda entropisinin küçülemeyeceği şeklinde ifade edilmiştir.
Daha sonra klasik fizikteki kanunlar başka bir biçimde ve daha öz olarak ifade edilmiştir. Yani bir cisme farklı açılardan bakınca görüntünün farklılaşması gibi bu kanunlar da Newton’un ifade ettiğinden daha başka bir matematiksel formda ifade edilmiştir. Bu form en küçük etki ilkesi diye adlandırılmıştır. Yani kanunun özü değişmezken matematiksel formu değişmiştir. Newton’un ifade ettiği kanunlar eylemsiz-yani ivmesiz- referans çerçevelerinde geçerli iken bu yeni ilke herhangi bir çerçevede de geçerli olacak şekilde ifade edilebilmiştir. İçinde enerji ve momentumun korunumu prensibini de saklayan bu ilkeye iktisat ilkesi de denilebilir.
Devam eden araştırmalar daha derinleşip hassaslaştıkça klasik fizik çerçevesinde özetlenen bu kanunların kuantum fiziği kavramlarıyla daha doğru olarak ifade edilmesi gerekmiştir. Yani temel fizik kanunlarının kuantum fiziği çerçevesinde yeni bir dille ifade edilmeleri gereği ortaya konmuştur. Kuantum fiziğinde herhangi bir olayda ortaya çıkabilecek (veya yok olabilecek) temel parçacık tür ve özellikleri, bu temel parçacıkların tarlası hükmünde olan ve sayısı 18 ile sınırlı kuantum alanları diye adlandırılan ve dört boyutlu uzayla birlikte bu maddi evrenin temelini oluşturan kavramlar da ortaya çıkmıştır. Ancak çevreden soyutlanmış, yani çevresiyle etkileşmeyen, sınırlı bir sistem için veya kâinatın toplamı için enerji, momentum ve elektrik yükünün korunumunun hâlâ geçerli olduğu ve entropinin azalamayacağı ve denge durumunda sabitleneceği gösterilmiştir. Ancak kâinat bir canlı gibi büyüdüğü için entropi de sürekli olarak artmaktadır.
Bu kanunlar daha sonra rölativite ve kuantum fiziği ile daha doğru olarak yeniden ifade edilseler de sayılarının gene çok sınırlı olduğu anlaşılmıştır. Kuantum fiziğinde ortaya çıkan ilave kavramlar belirsizlik ilkesi (varlıkların hürriyeti ve bunun sınırı da denebilir) ve fiziksel büyüklüklerin operatörlerle temsili ve kuanizasyonu gibi birkaç kanunla sınırlı kalmıştır. Yani sadece devlet idaresi ile ilgili olarak bilgi sahibi olmak için insanların yapabildiği binlerce kanunu öğrenmek zorunda olan bir hukuk öğrencisi yerine hatta tüm evrendeki, tüm olaylar konusunda bilgi edinmek için bir fizik öğrencisi birkaç fıtrat (tabiat) kanununu hakkıyla öğrenmekle bu imkâna kavuşur.
Diğer bir ifade ile fizik bilimi, diğer bilimler yanında temelleri en sağlam, en sade ve en kolay olanıdır. Fiziksel bir sistem incelenirken spekülasyona ve sonucu hatalı olması muhtemel temelsiz tahminlere de gerek duyulmaz. Üstelik teorik olarak sağlam temellere dayalı olarak yapılacak bilimsel tahmin ve kestirimleri deneysel olarak da test etmek her zaman mümkün olduğundan, yanlış olarak yapılacak kaba tahminleri de düzeltmek mümkün olur. Çok daha ilginç olanı ise elektromanyetik temelli bir model sistem için geliştirilen bir teorinin, bu sistemin mekanik benzeri olan diğer bir sisteme de aynen uygulanabilmesidir. Ancak uygulama alanları çok zengin ve çeşitliliğe sahip olduğundan, bir kişinin tüm uygulama alanlarını etraflıca öğrenebilme imkânını zorlaştırmaktadır O nedenle fizik bilimi fiziksel bilimler kategorisinde incelenen ve temelleri fizik bilimine dayanan kimya, elektrik, elektronik, makine ve benzeri birçok alt dallara ayrılmıştır. O nedenle fiziksel bilimlerin diğer dallarında uzmanlaşabilmek için de fizik biliminin (yani fıtrat kanunlarının maddi âlemle ilgili olanlarının) temellerinin çok iyi öğrenilmesi zorunluluğu vardır.
3.4. Fizik Yasalarının Teknolojideki Yeri
Fizikte araştırma yapan ve eğitim veren kişiler; öğrencilerin derslerde öğrendikleri konuların pratik hayatta neye yaradığını bilmedikleri için isteksiz davrandıklarını gözlemler. Soru sormanın bir konuyu öğrenmek için en gerekli bir davranış olduğunu bilenler ise şunu düşünür: Öğrencilerin sordukları “bunları neden öğreniyoruz ki” soruları, daha ziyade, öğrenmeye karşı dirençlerinin ve bahanelerinin bir tezahürüdür. Her derste her konunun neye yaradığını ayrıntılı anlatmak ders saatini büyük oranda tüketmek olduğundan çoğu kez hocalar temel konuları işlemekle yetinir. Kısacası faydacı yönü de baskın olan bir insanın fiziksel bir yasanın en yalın hâliyle neye yaradığını görme arzusu ağır basmaktadır. Bu sorunun en basit, en doğru ve en kısa cevabı olarak, örneğin bir inşaat mühendisliği öğrencisi için, bir binanın temellerinin neye yaradığını hatırlaması yeterlidir.
Özet olarak, temel fizik yasalarını öğrenmeden hiçbir alanda ilerleme kaydetmek mümkün değildir. Bugün etrafımızda gördüğümüz teknolojik cihazların tümüyle fizik yasalarına dayalı olarak çalıştığını aklımızdan çıkartamayız. Diğer yandan doğayı anlamak için zaten fizik kanunlarını yanlışsız olarak öğrenip hazmetmek durumundayız. Üstelik fizik kanunları bizi hiçbir zaman yanıltmaz ve diğer konularda da bize rehberlik eder. Yani aynı şartlarda yaptığımız deneylerde hep aynı sonucu alırız. Yanılma, yanıltma ve yalan söyleme alışkanlığı olmayan fizik böylece bizi doğruluk ve güzel ahlak konularında da eğitir. Fizik birçok konuda tembellik eseri gösteren biz insanları ise milyarca yıldır görevini hiç aksatmayan, düzeni bozmayan ve usanmadan çalışan fiziksel varlıkları şahit göstererek biraz mahcup eder. Yani şuursuz varlıklardan sayılan güneşler, aylar, atomlar ve benzeri varlıklar milyarlarca yıldır hassas bir düzen içinde ve disiplinli olarak bize hizmet ederken, şuurlu varlıklar olarak bizler onları geçemesek de hiç olmazsa geri kalmamalıyız.
4.Sonuç
“Risale-i Nur”da cumhuriyet ve kanunlar hakkında yazılacak bir yazı böyle bir makaleye sığdırılamaz. Bediüzzaman, hayatının her döneminde çok değişik vesilelerle mealen istibdadın ve imtiyazın mahzurlarından söz etmiştir. Hatta dahi derecesinde bir kabiliyet ve beceri sahibi olsa bile, tek kişinin bu zamanın ihtiyaçlarına cevap veremeyeceğini, hâlbuki cemaatin (toplumun) iradesinin daha metin (sağlam, sarsılmaz) ve daha nafiz (etkili) olduğunu söyleyerek millî iradeye çok güçlü vurgular yapmıştır. Bediüzzaman, henüz cumhuriyet konusunda tartışmaların yapılmaya başlandığı ilk Millet Meclisi’ne davet edildiğinde, Meclis üyelerine verdiği ilk beyanatında bu konunun ciddiyetinin idraki içinde, -mealen- şu inkılab-ı azim’in temel taşları sağlam gerek, şu fıtratı bozulmayan milletin fıtratına uygun bir cereyan (rejim) verilmeli ve bu cereyan milletin maddi olduğu kadar manevi ihtiyaçlarını da temin edebilmeli, diye ikazda bulunmuştur.[29]
Bediüzzaman, diğer yandan insanlığın her yaptığı işte fıtrat kanununa uygun hareket etme lüzumundan bahseder. Çünkü O, fıtrat kanunları arasında en önemli maddelerden birinin maddi ve manevi terakki (meyl-ül istikmal, kemale-mükemmeliyete doğru bir eğilim) olduğu gerçeğini anlatır. Kâinatın ilk yaradılışından itibaren fiilen hem maddi ve hem de manevi terakkide olduğu gerçeğine işaret eder. Günümüzde kabul edilen bilimsel teorilere göre de zaman ve mekân olarak tek bir noktadan başlatılmış olan bu kâinat (hilkat şeceresi-yaradılış ağacı) sürekli olarak serpilip gelişmiş ve değişik temel yapı taşları-parçacıklar, atomlar, moleküller, genler, bitkiler, hayvanlar ve nihayet insan gibi meyveler vermiştir. Bir canlının en iyi bir şekilde gelişebilmesi için en uygun şartlara ihtiyacı olduğu gibi, yaradılış ağacının en yükseği ve en yüksek mertebesinde duran insanın da en iyi maddi ve manevi ortamda yetişmesi gereği vardır. Bu şartlardan birisi de sosyal yaşam ortamını düzenleyen cumhuriyet rejimidir. Cumhuriyet kelimesinin diğer latif bir güzelliği de hem toplum kelimesine remz eden “cem” hem de “hürriyet”e işaret eden “hürriyet” kelimesini içermesidir. O nedenle bir cumhuriyette hem işleri ortak yapmak üzere topluma karşı bir sorumluluk ve hem de kişinin şahsi hürriyetinin garanti altına alınmış olması en temel esaslardan biri olmalıdır. Cumhuriyette yetki ve sorumluluk birlikte vardır. Yani cumhuriyet sadece isim ve resim ve resmigeçitlerden ibaret kalamaz. Cumhuriyetin temel ve sağlam taşları arasında bu gerçek de saklıdır.
Bediüzzaman, insanoğlunun hayatında göstereceği gelişmelerde bilginin vazgeçilmez olduğunu, insanın daha doğar doğmaz çevresini araştırarak bazen çevresinin yardımıyla ve bazen de kendisinin çevresini gözlemlemesi ve tecrübe yoluyla doğru bilgiye ulaşabildiğini, özellikle kâinatın bir kitap olduğunu ve hiç aldatmaz bilgiler sağlayacağını değişik yerlerde ifade etmiştir. Şuna dikkat edilmelidir ki Bediüzzaman kâinat kitabından ders alınabileceğine atıf yaparken (Buna doğrudan Kastamonu’da yanına gelen lise talebelerine verdiği harika derste de şahit oluyoruz.) asla “tabiatçı” olmamıştır. Bu gerçeği, eşyanın (tabiatın) iki yüzünün olduğu, bunlardan birisinin mülk diğerinin de melekût yüzü olduğu, melekût cihetinin Yüce Yaratıcının isimlerinin aynası olduğu mealindeki ifadelerinden anlıyoruz. Öyle ki veciz ifadeleri arasında “Tabiat bir kanundur, kudret değildir.”, yani işi gören Yaratıcının kudretidir,[30] gibi cümleler de yer alır. Tabiat Allah’ın isimlerinin aynası olduğuna göre yeterince akıllı birisi bu aynaya ayna olduğu idraki içinde bakarak doğru dersler alması zaten beklenir.
Yukarıda söz edildiği gibi Allah icraatını o kadar ciddi yapar ki yaptığı işler arasında icraatıyla ilgili ne bir eksik ve ne de bir fazlalık bulunmaz, abes işler yapmaz, gereksiz, lüzumsuz şeyler hiçbir işine karışamaz. Bu durum insanlığa da bir derstir ve insanlığın bu noktaya dikkat etmesi gerekir. Çünkü binlerce birbiri ile çelişen kanunların herhangi bir cumhuriyet idaresinde yapılması zorunlu olan değişik iş ve işlemleri kilitleyeceği açıktır. Örneğin bir fabrikada tüm makinaların dişlileri ve çarkları belli standartlara uymazsa makine kilitlenir ve çarklar birbirlerini ezerler. Sosyal kanunlarda da durum benzerlik arz eder. Anayasanın veya kanunların bazı maddeleri diğer bazıları ile çeliştiğinde hâkim hangisine göre karar vereceğini şaşırır ve çelişkili kararlar verir. Böylece bir hukuk anarşisi doğar ve kanun bilgisi olmayan geniş halk kitlelerinin hukukları zayi olur. Yani hukuku garanti altına alması gereken kanunların kendileri bizzat zulüm kaynağına dönüşebilir. Gelecekte, Allah’ın nimetleri arasında olan teknolojinin gelişmesi ile bu problemlerin çözülebileceği umuduyla!
Kaynakça
Hadis-i Şerif, Buhari, Cuma 11
Kur’an-ı Kerim, İsra/77, Fetih/23, Fatır/43
Nursi, Bediüzzaman Said, Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1976,
Nursi, Bediüzzaman Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2012
Nursi, Bediüzzaman Said, İşarat-ül İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1977
Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2017
Nursi, Bediüzzaman Said, Mektûbat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2005
Nursi, Bediüzzaman Said, Muhakemat, Envar Neşriyat, İstanbul, 2006
Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2006
Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar, Yeni Asya Yayınevi, (7. Baskı), 2013
[1] B. S. Nursi, Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı, Sözler Yayınevi, 1976, s. 39
[2] Bkz. B. S. Nursi, Şualar, Yeni Asya Yayınevi, (7. Baskı), 2013 s. 455
[3] Bkz. B. S. Nursi, İşarat-ül İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, 1997, s. 141
[4] Bkz. B. S. Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat 2005 s. 446; ve Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, 2005, s. 434
[5] Kur’an-ı Kerim, İsra/77, Fetih/23, Fatır/43
[6] B. S. Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, 2005, s. 409
[7] B. S. Nursi, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, 2012 s. 51
[8] Bkz. B. S. Nursi, a.g.e. s. 143
[9] B. S. Nursi, a.g.e. s. 51
[10] Bkz. B. S. Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, 2006 s. 219 ve s. 880
[11] Bkz. B. S. Nursi, Lema’lar, Yeni Asya Neşriyat, 2005, s.412
[12] Hadis-i Şerif, Buhari, Cuma 11
[13] B. S. Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, 2005, s. 544
[14] Bkz. B. S. Nursi, İşaratü’l-İcaz, https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/isaratul-icaz/bakara-suresinin-yirmi-uc-ve-yirmi-dorduncu-ayetlerinin-tefsiri/170
[15] B. S. Nursi Muhakemat, Yeni Asya Neşriyat, 2006, s.50
[16] Bkz. B. S. Nursi, Muhakemat, Yeni Asya Neşriyat, 2006, s. 78
[17] Detaylı bilgi için Bkz. B. S. Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, 2006, s. 1181
[18] B. S. Nursi, Muhakemat, 9. Mukaddeme, Hatime, Envar Neşriyat, 2006. s. 43
[19] B.S. Nursi, Muhakemat, 6. Mukaddeme, Envar Neşriyat, 2006, s. 28
[20] B. S. Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, 2006, s. 102
[21] Kur’an-ı Kerim, Zumer Suresi, 39/9 ayet
[22] B. S. Nursi Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, 2005, s. 411
[23] Kur’an-ı Kerim, İsra/77, Fetih/23, Fatır/43
[24] B. S. Nursi, Muhakemat, Envar Neşriyat, 2006, s. 40
[25] B. S. Nursi, Muhakemat, Envar Neşriyat, 2006, s. 29-30
[26] B. S. Nursi, Muhakemat, Envar Neşriyat, s. 7
[27] B. S. Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, 2005, s. 394
[28] Detaylı bilgi için Bkz. B. S. Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, 2017, s. 21-22
[29] Bkz. B. S. Nursi, Tarihçe-i Hayat, 2017, s. 224
[30] Bkz. B. S. Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, 2005, s. 438