Nursî’nin Adalet, Meşveret ve Kanun Hâkimiyeti Anlayışı
Ahmet KÜÇÜK ve Muttalip ASLAN, Öğr. Gör. Dr., Düzce Üniversitesi ve Bağımsız Araştırmacı
“Tebeddül-ü esma ile hakikat tebeddül etmez.”
Bediüzzaman Said Nursî
Ben sizleri, halka yardımcı olacağınız ve mükâfatı Hak katında göreceğiniz bir iş için davet etmiş bulunuyorum. Hepinizin veya aranızdan bazılarının düşünce ve görüşünü almadan hiçbir meselede hüküm vermek istemiyorum.
Ömer bin Abdülaziz
Özet
Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının şeriat ile uyumları gerek İslam âleminde gerekse diğer dinlere mensup ülkelerde tartışılmaya devam eden önemli bir konudur. İslam âleminde yönetim şekli olarak cumhuriyetin İslamiyet’in özünde var olduğu ve bunun örneklerinin Hz. Muhammed (asm), Dört Halife Dönemi’nde ve Ömer Bin Abdülaziz’in hilafeti döneminde görülmesinin mümkün olduğu ifade edilmekte ve cumhuriyet genel anlamda kabul görmektedir. Demokrasi kavramı ise sadece insan aklını ve iradesini temel dayanak noktası kabul etmesi ilahi kaynakları ve bu boyutları içeren insanlık birikimlerini göz ardı etmesi nedeniyle İslam âleminde eleştirilmektedir. Diğer yandan Müslüman olmayan ülkelerde şeriatın istibdada müsait olduğu düşüncesi onun cumhuriyet ve demokrasi ile bağdaşamayacağı algısını doğurmaktadır. Bu anlamda bu çalışmanın iki temel amacı vardır. Öncelikle demokrasinin en belirleyici, vazgeçilmez unsurları olan halkın yönetime katılması ve yöneticisini eşit şartlarda seçmesi ve seçilen yöneticinin işlerini bir mecliste istişare ile gerçekleştirmesi hakikatlerinin İslamiyet’te “Bey’at ve Meşveret” şeklinde zaten var olduğunu Kur’an, hadis ve “Risale-i Nur Külliyatı”ndan hareketle ortaya koyarak demokrasinin İslamiyet’in ruhuna uygun olduğunu göstermektir. İkinci olarak İslamiyet’in aslında istibdada karşı olduğunu, istibdadın özelliğinin şahıs iktidarı olduğu, demokrasinin özelliğinin ise meşveret sonucu ortak aklın yansıması olan kanun kuvveti olduğu gerçeğinden hareketle açıklamaya çalışmaktır. Bunun için demokratik cumhuriyetin insan fıtratına en uygun yönetim şekli olduğunu ve dolayısıyla İslamiyet’in ruhuna da uygun bir idare şekli olduğunu Kur’an ve sünnetten hareketle ve uygulamaları ile yaşadıkları dönemde ortaya koyan Emevî Halifesi Ömer Bin Abdülaziz ve Bediüzzaman Said Nursî örnek olarak incelenecektir.
Anahtar kelimeler: Cumhuriyet, Demokrasi, Adalet, Kanun Hâkimiyeti, Hilafet, Saltanat, Ömer Bin Abdülaziz, Said Nursî
Understanding of Justice, Consultation and Rule of Law in Ömer Bin Abdulaziz and Said Nursi
Abstract
The compatibility of the concepts of Republic and democracy with Sharia is an ongoing and important topic of discussion in both the Islamic world and countries with different religious backgrounds. In the Islamic world, it is argued that the essence of Islam inherently includes the concept of Republic, and examples of this can be found during the time of Prophet Muhammad, the period of the four Caliphs, and the reign of Umar bin Abdulaziz. As a result, the idea of Republic is generally accepted within Islam. However, the concept of democracy is subject to criticism in the Islamic world because it is perceived to solely rely on human intellect and will, disregarding divine sources and the holistic dimensions of human wisdom.
First and foremost, the aim is to demonstrate that democracy aligns with the spirit of Islam by highlighting its essential elements, which are the participation of the people in governance, the equal opportunity to elect leaders, and the elected officials conducting their affairs through consultation in a legislative body. These truths are already present in Islam, as evidenced by the Qur’an, hadiths, and the Risale-i Nur Collection. The second goal is to explain that Islam is actually opposed to despotism, as despotism is characterized by personal rule, whereas democracy is characterized by the rule of law resulting from collective wisdom through consultation. Therefore, it will be elucidated that a Democratic Republic is the most suitable form of governance in accordance with human nature and, consequently, a suitable form of administration in line with the spirit of Islam. This will be explored by examining the examples of Umayyad Caliph Umar bin Abdulaziz and Bediüzzaman Said Nursî, who, based on the Qur’an, Sunnah, and their practices, demonstrated that a democratic republic is in harmony with the essence of Islam.
Keywords: Republic, Democracy, Justice, Rule of Law, Caliphate, Sultanate, Umar bin Abdulaziz, Said Nursi.
Araştırmanın Yöntemi
Bu çalışmada nitel araştırma yöntemi kullanılacaktır. Kur’an-ı Kerim, hadisler, İslam hukuku ve siyaset teorisi kaynakları ile Bediüzzaman Said Nursî ve Ömer bin Abdulaziz’in görüşlerini konu edinen eserler içerik analizine tabi tutulacaktır. Bunun için ilk olarak cumhuriyet, demokrasi ve diğer kavramlarının teorik çerçevesi oluşturulacaktır. Elde edilen veriler çerçevesinde Peygamberimiz ve halifeler döneminde uygulanan yönetim modelinin demokratik unsurlar bakımından değerlendirileceği hipotezler geliştirilecektir.
Ayrıca Ömer Bin Abdulaziz ve Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerindeki biat, meşveret, hukuk devleti, hak ve özgürlüklere saygı gibi kavramlar analiz edilecektir.
Sonuç bölümündeki değerlendirmeler ışığında, demokrasi ve cumhuriyet kavramlarının İslam’la uyumuna dair kanıta dayalı ampirik bulgular sunulacak, elde edilen veriler doğrultusunda çalışmanın hipotezleri destekleyip desteklemediği tartışılacaktır.
Giriş
Bu çalışma, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının şeriata uyumu konusunu ele almaktadır. Bu konu hem İslam âleminde hem de gayrimüslim ülkelerde uzun zamandır tartışılmakta ve farklı yorumlara konu olmaktadır.
Çalışmanın temel amacı, İslam dininin aslında cumhuriyet ve demokrasi ilkelerini reddetmediğini hatta bunların temellerinin Kur’an-ı Kerim, sünnet ve İslami kaynaklarda mevcut olduğunu ortaya koymaktır. Böylece hem İslam âleminde hem de dışarıda var olan farklı yaklaşım ve algıların düzeltilmesi hedeflenmektedir.
Çalışmada öncelikle, konuya ilişkin temel bir kavramsal çerçeve çizilecek, ardından çalışmanın yöntemi hakkında bilgi verilecektir. Dördüncü Bölümde Ömer Bin Abdülaziz ve Said Nursî’nin yaşadıkları dönemler ile ilgili bir tarihî arka plan sunulacaktır. Beşinci Bölümde bu kişilerin adalet, meşveret ve kanun hâkimiyeti anlayışları karşılaştırılarak ele alınacaktır. Bu bölümlerin ardından ilahi bir din olan ve insanı kâinatın en değerli varlığı kabul eden İslamiyet’in, insan odaklı cumhuriyet ve demokrasi olgularını özünde nasıl barındırdığı ve istibdada nasıl karşı çıktığı tartışılmaya çalışılacaktır. Çalışma sonuç ve öneriler bölümü ile tamamlanacaktır.
Kavramsal Çerçeve
Bu bölümde konunun temelinde yer alan kavramlar açıklanmaya çalışılacaktır. Kavramların tanımları yapılırken ağırlıklı olarak Risâle-i Nur’da geçen tanımlamalar referans alınacaktır.
Cumhuriyet
Dar anlamda cumhuriyet devlet başkanı ve devletin diğer organlarının seçimle ve belli süreler için göreve geldiği hükümet biçimi olarak tanımlanır. Geniş anlamda ise cumhuriyet bir devlet biçimidir[1]. Said Nursî ise cumhuriyeti üç temel kavram üzerinden tanımlar: adalet, meşveret ve kanun hâkimiyeti.
“Cumhuriyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvetten [kuvvetin kanunda toplanmasından] ibarettir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olur (yaygınlaşır)”[2].
Bediüzzaman’a göre cumhuriyetin 10 temel özelliği vardır:
1-Keyfi değil kanuni, hukuki yönetim.
2-Herkesin kanun önünde eşit olması.
3-Parlamenter sistem, kararların meşveretle alınması.
4-Anayasal rejim, kurumların siyasi ve hukuk statüsü ve sosyolojik derinlik uyumu
5-İktidarın millet tarafından seçimle oluşturulması
6-Meclis hürriyeti, özgür bir istişare ortamı
7-Kamu menfaatini önceleme
8-İnsan fıtratına uygun marifet, muhabbet, doğruluğu hâkim kılma.
9-Kamuoyunun iktidarları denetleyebilmesi, hesap sorabilmesi
10-Hakkın hâkimiyeti. (Kuvvet haktadır. Hukukun üstünlüğü asıldır, üstünlerin hukuku değil.)
Bediüzzaman’ın cumhuriyetin halka sağladığı geleneksel hürriyet anlayışına farklı bir yaklaşım getirmesi dikkat çekicidir.
Günümüz hürriyet anlayışında iki husus esas alınır: Biri, kanunlar çerçevesinde tanınan ve korunan hürriyetlerdir. İkincisi ise başkalarına zarar vermeksizin ferdin istediğini yapabilmesidir. Ancak Bediüzzaman, hürriyet kavramına üçüncü bir unsur daha eklemiştir. Ona göre hürriyet, nefsin esaretine ve kontrolüne de girmemek demektir. Yani kişi bu hürriyeti kullanırken kendi nefsine de zarar vermemelidir. Bediüzzaman bu ölçüyü şöyle ifade eder:
“Hürriyetin gereği odur ki ne nefsine ne gayrine zararı dokunmasın.”[3]
Demokrasi
Demokrasiyi cumhuriyet kavramı ile karşılaştırarak tanımlamanın anlamlı olacağını düşünmekteyiz. Cumhuriyet, bir siyasi rejimin, devlet biçiminin adıdır. Demokrasi ise bu rejimin yönetim ilkelerini belirleyen bir modeldir. Dolayısıyla bir devletin cumhuriyet rejimiyle yönetiliyor olması, o devletin otomatik olarak demokratik bir yönetim modelini benimsediği anlamına gelemez.
Demokrasi, halkın iradesine dayalı yönetim anlayışını ifade ederken cumhuriyet devlet şeklini tanımlar.
Demokrasi bakımından halk egemenliği esastır ancak cumhuriyette bu egemenlik devlet bünyesinde gerçekleşir.
Demokraside halk yöneticilerini belirler, cumhuriyette ise belirlenen kurallar çerçevesinde yönetim yapısı oluşur.
Demokraside seçimler önem taşır, cumhuriyette seçimler göstermelik bir figür olabilir.
Demokraside hak ve özgürlüklere, cumhuriyette ise -sözde- halk egemenliğine vurgu vardır.
Demokrasi cumhuriyette de olabilir ancak her cumhuriyette demokrasi yer almayabilir.
Bediüzzaman ise demokrasiyi zamanın ihtiyaçlarına göre insanlığın müşterek aklı ile bulduğu en iyi idare şekli olarak değerlendirir. Fakat diğer tanımlamalardan farklı olarak şu önemli eklemeyi yapar:
“Tebeddül-ü esmâ ile hakikat tebeddül etmez”
Bediüzzaman böylece sadece kelimelerden ibaret bir cumhuriyetin hiçbir değerinin olmayacağını ancak demokratik uygulamalarla desteklenen demokratik cumhuriyetin değerli olacağını vurgular. Yani Bediüzzaman cumhuriyeti isim ve resimden ibaret kabul etmez ve “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.” diyenlere cumhuriyetin manasını şu şekilde tarif eder:
“Hulefâ-i Râşidîn; hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahâbe-i Kirâma elbette reisicumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakîkat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindâr cumhuriyetin reisleri idiler.”[4]
Adalet
Adalet kavramının kökeni Arapça “adl” kelimesine dayanmaktadır. Türkçeye de bu dilden geçmiştir. Adalet, yabancı dillerdeki karşılığı gibi, birbiriyle iç içe geçmiş hak, hukuk ve hakkaniyet kavramlarıyla yakından alakalıdır. Dolayısıyla adaleti, hak ve hukuk kurallarının gerçekleşmesinin bir ifade biçimi olarak nitelendirmek mümkündür. Adalet, toplum içinde barış, uyum, denge, eşit muamele, hakkaniyet ve düzenin tesis edilmesi görevlerini üstlenir. Bu bağlamda hukukun özü ve amacını oluşturur[5].
Said Nursî’ye göre adalet, Allah’ın Adl isminin tecellisidir. Kur’an’ın dört esasından biridir. Hayatın olmazsa olmazıdır. Sosyal hayatın sigortasıdır. İnsaniyetin gereğidir, ihtiyacıdır, şerefidir[6].
Diğer yandan Bediüzzaman, adalet kavramını yine kendine has üslubuyla müsbet ve menfi adalet olarak tanımlar:
“Adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir.
“Müsbet adalet, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedâhet derecesinde ihatası vardır. Çünkü her şeyin istidat lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelâl’den istediği bütün taleplerini ve vücut ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adaletin şu kısmı, vücut ve hayat derecesinde kat’î vardır.”
“İkinci kısım menfîdir ki haksızları terbiye etmektir. Yani haksızların hakkını, tâzip ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatin vücudunu ihsas edecek bir surette, hadsiz işarât ve emarât vardır. Ezcümle, kavm-i Âd ve Semûd’dan tut, ta şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i tedip ve te’ziyâne-i tâzip, gayet âli bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat’î ile gösteriyor.”[7]
Adaletin kıymetini ifade etmek için:
“Nasıl ki hava olmadan dünyada yaşamak, nefes almak mümkün değilse, adalet olmadan da yaşamak, dünyada bir nizam kurmak mümkün görülmemektedir.”[8] der.
Diğer yandan “Hukukta şah ve gedâ birdir, müsâvatsız adalet, adalet değildir.”[9] Derken, adaletin ancak Kanun önünde eşitlikle gerçekleşebileceğini tespit etmektedir. Eğer kuvvet kanunda olmazsa istibdat yayılmış olur.
Kanun Hâkimiyeti
Kanun hakimiyeti ilkesi şunları kapsar:
Devletin tüm organlarının yalnızca kanunlar çerçevesinde hareket etmesi gerekir.
Hiçbir makam veya kişi kanunlardan üstün değildir.
Yürütme ve yargı organlarının işleyişi kanunlara uygun olmalıdır.
Yasama organı olan meclis kanun çıkarmakla yetkili tek mercidir.
Kanunlar, anayasaya aykırı olamaz. Anayasa en üst yasal belgedir.
Fertlerin temel hak ve özgürlükleri ancak kanunlarla sınırlanabilir.
Kısaca kanun hâkimiyeti ilkesi, devlet faaliyetlerinin meşru kaynağının kanunlar olduğunu, tüm kamu görevlilerinin ise kanunlara uymak zorunda olduğunu ifade eder. Böylece hukuk devleti ilkesi hayata geçirilir.
Kanun hâkimiyeti Bediüzzaman’ın üzerinde özenle durduğu diğer bir kavramdır. Ona göre yapılan her iş ve oluş kanuna uygun olmalıdır. Kanunun dışına çıkılmamalıdır ve bu kanun herkese eşit olarak uygulanmalıdır. Hatta kanun adına kanunsuzluk yapanları cani olarak nitelemektedir.
Hilafet/Saltanat
Bu bölümde hilafet ve saltanat kavramları karşılaştırmalı olarak hadis ve Risâle-i Nur’dan hareketle tanımlanmaya çalışılacaktır. Çünkü bu sayede hilafet kavramının İslamiyet’e uygun hakiki manasının anlaşılması ve Hz. Peygamber’in “Benden sonra halifelik otuz senedir. Ondan sonrası saltanattır.”[10]ve “Benden sonra hilâfet otuz yıl devam edecek, ardından ısırıcı bir saltanata dönüşecek sonrasında ceberrut bir devir alacaktır.”[11] şeklinde ifade ettiği saltanatın İslamiyet’e olumsuz yansımalarını daha da belirgin hâle getirilebilecektir.
“Şeriat-ı Garra zemine nüzul etti, tâ ki zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insaniyetten siyah lekesini izale etsin; hem de izale etti. Fakat vâesefâ ki muhit-i zamanî ve mekânînin tesiriyle hilâfet saltanata inkılap edip istibdat bir parça hayatlandı. Tâ Yezid zamanında bir derece kuvvet bularak başını kaldırdığından İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıcını çekti, başına havale eyledi. Fakat ne çare ki istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde zeynâb gibi Yezid’in istibdadına kuvvet verdi.”[12]
Yine Mektubat adlı eserinde: “Eğer denilse: “Neden hilâfet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevîde takarrur etmedi? Hâlbuki en ziyade lâyık ve müstahak onlardı.”dir.
Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebî gibi masum olmalı veyahut Hulefa-i Raşidîn ve Ömer bin Abdülaziz-i Emevî ve Mehdî-i Abbasî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın.”[13]
Bu açıklamalardan hareketle hilafet ve saltanat arasındaki temel farklar şu şekilde ifade edebiliriz:
Hilafet | Saltanat |
Halifenin en önemli vazifesi
Neşr-i hakaik-i imaniye. Halifenin meşruiyeti Seçimle, ümmetin biat’ı (ortak seçimi) ile mümkün Adalet Anlayışı Adalet-i mahza, hukukun üstünlüğü ve kanun hâkimiyeti. “Hakkın azı çoğu, küçüğü büyüğü olmaz ve ferdin hukuku, kendi rızası olmadan feda edilemez” diyen adalet-i mahza anlayışı. Yönetim Anlayışı Karar meşvereti anlayışı Yönetim Merkezi Halka açık meclis Ferdin hukukunu önceleme Masumiyeti önceleyen bir anlayış İktisat Anlayışı İsrafın ve faizin haram kılınması |
Sultanın en önemli vazifesi
Devletin bekası Sultanın meşruiyeti Kan bağı ve veraset Adalet Anlayışı Adalet-i izafiye, şahıs hakimiyeti, “Cemaat için fert feda edilebilir.” diyen adalet-i izafiye anlayışı. Yönetim Anlayışı Danışma meşvereti anlayışı Yönetim Merkezi: Saray Devleti (hanedan mensuplarını) önceleme. Cezayı önceleyen anlayış İktisat Anlayışı İsrafa, faize cevaz verme |
Ömer bin Abdülaziz (680- 720)
Ömer bin Abdülaziz 680’de Medine’de doğdu. Babası Mısır valisiydi, annesi Hz. Ömer’in torunuydu. Çocukluğunu Medine’de geçirdi. Kur’an’ı ezberledi ve Medine âlimlerinden ders aldı. Ergenlikte Mısır’da babasıyla kaldı. Babasının vefatından sonra Halife Abdülmelik tarafından Şam’a çağrıldı. 706’da Medine valisi oldu. Şehrin ileri gelenleriyle istişarede bulundu. Mescid-i Nebevi’yi yeniletti. Irak valisinin uygulamalarını eleştirdiği için görevden alındı. Halife Velid ve Süleyman’a danışmanlık yaptı. 717’de Halife Süleyman’ın ölümüyle halife seçildi. Görevi reddetse de halkın ısrarıyla kabul etti. İslami esaslara uygun bir yönetim sergiledi. Zulmeden valileri görevden aldı. Lüks saray hayatına son verdi. Sınırları korudu ve şehirler inşa ettirdi. Valilikten sonra Dımışk’a giderek Halife Velid döneminde zalim valileri eleştirmeye devam etti. Halife Süleyman da Velid’in veliahtlıktan azlini protesto eden Ömer’i danışman yaptı.[14]
Halifeliği İslami esaslara uygun yürütmek istedi. Hz. Peygamber ve Hz. Ömer’den ilham aldı. İstanbul’u kuşatan ordusunu geri çağırdı. Lazkiye şehrini yeniden inşa ettirdi. Sınırları korudu, şehirlere sahip çıktı. Halife Ömer saraydaki lüks eşyaları Beytülmâle koydurmuştur. Köle ve cariyeleri azat etti, halktan biri gibi yaşaması ve hutbelerde sadece halifeler için yapılan duayı halk için okunan umumi duaya çevirmesi gibi uygulamalarıyla Emevîlerin geleneksel saltanat görüntülerine son verdi. İlk dört halifeyi örnek alan bu davranışları sebebiyle Hulefâ-yi Râşidîn’in beşincisi sayılan Ömer idari, iktisadi ve içtimai sahalardaki icraatlarıyla da aynı çizgiyi devam ettirdi. İdarî alandaki icraatlarına halka zulmeden ve yolsuzluklara adı karışan valileri ve diğer memurları görevlerinden almakla başladı. Onların yerine hangi kabileden olduklarına bakmaksızın dindar ve dürüst yeni memurlar tayin etti.[15]
Toplumun her tabakasına karşı adaletli davranışı ve alt tabakadaki halkı koruması Emevî başkentindeki yöneticilerin düşmanlığını çekti. Sonunda onu bir kölesini kandırarak ve yemeğine zehir koydurtarak zehirlediler. Halife Ömer ölüm döşeğinde bu komployu öğrendi ve kendini zehirleyen köleyi affetti. Fakat komployu hazırlayanları yakalatarak İslam hukukuna göre öldürmeye azmettirme suçundan cezaya çarptırdı. Ödemeleri gereken yüksek cezai tazminatları toplattırdı ve devlet hazinesine teslim etti. 5 Şubat 720’de Halep’te vefat etti.[16]
Said Nursî (1878 – 1960)
Said Nursî, 1878 yılında Bitlis vilayetine bağlı Hizan ilçesi Nurs köyünde yedi çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu olarak doğmuştur. Babasının adı Mirza, annesinin adı ise Nuriye’dir. 15 yaşında bir medrese öğrencisi iken hocası tarafından kendisine verilen Bediüzzaman (zamanın eşsizi) lakabı ile anılmaktadır. Talebelik yıllarında temel İslami ilimlerle ilgili çok sayıda kitabı hatmetmiştir. Şirvan, Siirt, Bitlis, Doğubayazıt ve Tillo’dan sonra 1894’te Mardin’e geçmiş, oradan da Bitlis’e gitmiştir. Son olarak geçtiği Van’da 12 sene ikamet etmiştir. Van’da kaldığı sürede eğitim metodunu tamamen kendisinin hazırladığı bir medrese tesis etmiştir. Esas hedefi, aynı metodun uygulanacağı bir üniversiteyi Doğu Anadolu’da kurmaktı. Bu üniversitede din ilimleri ile fen ilimleri birlikte öğretilecek, etnik diller de serbest tutulacaktı. Bu üniversiteye, Kahire’deki el-Ezher Üniversitesinden hareketle “Medresetü’z-Zehra” adını vermiştir.
Bu üniversiteyi kurma hedefi doğrultusunda İstanbul’a gelen Said Nursî, 13 Nisan 1909 tarihinde tarihe “31 Mart Vakası” olarak geçen isyanda isyancıları yatıştırmaya çalışmıştır. İsyan bastırıldıktan sonra Said Nursî de olaya karıştığı iddiası ile tutuklanmış fakat mahkeme sonucu suçsuzluğu anlaşılınca beraat etmiştir.[17]
1915 yılında Doğu Cephesi’nde gönüllü milis alayı komutanı olarak hizmet etmiştir. Savaş esnasında Mart 1916’da Bitlis’te yaralanınca esir düşmüş iki buçuk yıl Rusya’da esir kalmıştır. 1917’deki Bolşevik İhtilali esnasındaki kargaşadan yararlanıp esaretten kurtulmuş, Haziran 1918 itibarıyla İstanbul’a ulaşmıştır.[18]
Osmanlı Devleti’nin en üst düzey dinî danışma merkezi olan ve Mehmet Akif Ersoy’un sekreterliğini yaptığı “Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye”de 4 yıl süresiyle görev almıştır. İngilizlerin İstanbul’u işgali yıllarında onların aleyhinde Hutuvat-ı Sitte adıyla bir risale neşretmiştir.
1925 yılında Van’da eğitim faaliyetlerinde bulunurken, o sırada meydana gelen Şeyh Said hadisesi sebebiyle bu harekete karşı çıktığı hâlde, tedbir olarak 1926 yılında Burdur’a getirilmiştir. 25 Ocak 1927 tarihinde ise Burdur’dan alınarak Isparta’ya getirilmiş sonrasında da Isparta ili, Eğirdir ilçesine bağlı, Eğirdir’in 25 km kuzeybatısında yer alan Barla nahiyesine getirilmiştir. Burada sekiz yıl kalmıştır. “Risale-i Nur” isimli Kur’an tefsirinin çoğu bölümlerini burada yazılmıştır. Eserleri ve fikirleri sebebiyle 1935 senesinde Eskişehir Mahkemesine sevk edilmiştir. 1936 yılında sürgüne gönderildiği Kastamonu’da eserlerini yazmaya devam etmiştir. 1943’te Denizli Mahkemesine, 1948’de Afyon Mahkemesine sevk edilmiştir. Mahkemeler beraatla neticelenmiştir.[19]
1946 itibarıyla başlayan ve 1950 yılında çok partili hayata geçildiğinde 1960 yılına kadar sürecek görece serbestlik ortamında dinî hak ve hürriyetler alanındaki bir takım devlet uygulamalarının ve tedbirlerinin kaldırılmasının ardından Bediüzzaman, bu dönemde eserlerini matbaalarda bastırmıştır.
Said Nursî, 23 Mart 1960 tarihinde 82 yaşında Şanlıurfa’da vefat etmiştir. 27 Mayıs 1960’ta gerçekleşen askerî darbenin ardından Millî Birlik Komitesi hükümeti Bediüzzaman’ın kabrinin nakledilmesine karar vermiştir. 12 Temmuz 1960 günü mezarı Urfa’daki yerinden alınıp Isparta’ya götürülerek şehir mezarlığına gizlice defnedilmiştir.[20]
Tarihî ve Toplumsal Arka Plan
Ömer bin Abdülaziz’in Yaşadığı Dönem
Hz. Muhammed’in (asm) vefatı sonrasında halifeler seçimle iş başına gelmişlerdir.[21] Dört Halife Dönemi’nde seçimle iş başına gelen son halife Hz. Ali’dir. Beni Ümeyye Oğullarından olan Hz. Osman’ın katillerinin bulunamamasını sebep göstererek başlayan isyan Hz. Muaviye ile Hz. Ali arasında gerçekleşen Sıffin Savaşı ve Hakem Olayı ile neticelenmiştir. Hakem Olayı, Hz. Ali ve Hz. Muaviye taraftarlarının arasındaki ayrılıkları daha da derinleştirmiş. Bu durumu fırsat bilen ve her iki tarafa da düşmanlık besleyen hariciler[22] Hz. Ali, Hz. Muaviye ve Hz. Amr Bin As’ı öldürerek yeniden bir halife seçmek istemişlerdir. Planladıkları suikast sonucunda sadece Hz. Ali şehit edilmiştir. Hz. Ali’nin vefatı sonrasında Müslümanların bir kısmı Hz. Hasan’a tabi olup onu halife ilan etmişlerdir. Diğer bir kısmı ise Hz. Muaviye’nin hilafeti altında toplanmışlardır. Yaklaşık 6 ay devam eden bu durum karşısında Hz. Muaviye ve Hz. Hasan anlaşmışlar ve Hz. Hasan Hz. Muaviye lehinde halifelikten çekilmiştir fakat Hz. Muaviye’den sonra kardeşi Hz. Hüseyin’in halife olmasını şart koşmuştur. Bu şartı kabul eden Hz. Muaviye İslam devletinin yeni halifesi olmuştur ve 661’de kendi sülalesinin adıyla anılacak olan Emevî Devleti’ni kurmuştur. Hz. Muaviye’nin vefat etmeden önce oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesiyle hilafet artık saltanata/hanedanlığa dönüşmüştür.[23] Halifeliği, kabile asabiyeti temeline dayanan bir mücadele sonunda ele geçirmiş olan Hz. Muaviye’nin en önemli icraatı oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesidir.
Müslümanların hilâfet meselesi yüzünden yeni bir iç savaşa sürüklenmemesi için böyle bir yolu zaruri gördüğünü ileri süren Hz. Muaviye, Hicaz dışında önemli bir muhalefetle karşılaşmamış, kabile liderleri üzerindeki hâkimiyeti sayesinde hedefine kolaylıkla ulaşmıştır. Ancak Medine’de Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Ömer, Abdurrahman b. Ebû Bekir ve diğer bazı önde gelen sahabeler onun bu uygulamasını istişari hilâfeti saltanata çevirmek olarak değerlendirmişler ve bu duruma karşı çıkmışlardır. İslam tarihçilerinin çoğu, Hz. Muaviye’nin oğlu Yezid’i veliaht seçmesi başta olmak üzere Emevîleri sert bir şekilde eleştirmiştir. Ömer Bin Abdülaziz hariç, diğer Emevî halifelerine yönelik bakışları da benzer niteliktedir.
Emevîler iç savaşlar ve sınır çatışmalarıyla geçen bir dönemde birden fazla savaşa girmiş, İslamiyet’in yayılması sırasında zaman zaman zor kullanmışlardır. Devlet yönetiminde ağır bir Arap merkezcilik oluşmuş, Arap olmayanlara yönelik ayrımcı politikalar hayata geçirilmiştir. Arapça resmî dil ilan edilerek gayrimüslim topluluklar ve Arap olmayan Müslümanlar ötekileştirilmiş, ağır vergilendirmeye tabi tutulmuştur. Vilayetlerde valilerin keyfi uygulamaları, haksızlıkları merkezi otoriteyi zayıflatmıştır. İsyanlar Emevî egemenliğine zarar vermiştir. Özellikle Horasan isyanı hanedanın sonunu hazırlayan önemli bir gelişme olmuştur. Bütün bu iç ve dış faktörler, merkezi otoritedeki zayıflama ve toplumun hoşnutsuzluğu sonucu Emevîler dönemi birçok sorunun yaşandığı, İslami esaslardan ciddi sapmaların olduğu bir dönem yaşanmıştır olarak tarihe geçmiştir.[24]
Ömer b. Abdülaziz’in Halife Seçilmesi
Süleyman b. Abdülmelik’in son hastalığında, kendisinin haberi olmadan, veliaht olarak tayin etmesi sonrasında Ömer b. Abdülaziz Emevîler’in 8. halifesi olmuştur. Kendisinin veliahtlığı olarak açıklandığını öğrenen Ömer b. Abdülaziz orada hazır bulunan cemaate dönerek:
“Ey insanlar, veliaht tayin edilmem, görüşüm alınmadan Müslümanlara danışılmadan gerçekleştirilmiştir. Bu biatınızı sizden kaldırıyor, halifenizi kendi arzularınız doğrultusunda seçmenizi istiyorum.”
Hazır bulunanlar:
“Ey mü’minlerin emiri, biz seni halife seçtik. Senden memnunuz. Seçtiğimiz kimse sensin.” diyerek memnuniyetlerini ifade ettiler.[25]
Bu olay Ömer b. Abdülaziz’in daha halife seçilirken dahi seleflerinden farklı ama Hulefa-i Raşidin dönemine uygun bir yaklaşım sergileyeceğinin habercisi olmuştur.
Emevî halifesi olmasına rağmen Ömer b. Abdülaziz seleflerinden farklı bir yönetim anlayışı benimsemiştir. Medine’de valilik yaptığı dönemdeki müşavere heyetinin de tecrübesiyle özellikle daha önce kendi Medine valiliği döneminde değişik büyük merkezlerdeki idarecilerin yanlış uygulamaları, halka zulmetmeleri, devlet imkânlarının yeterince halka sunulmaması gibi olumsuz uygulamalar Ömer b. Abdülaziz açısından yapılması gereken sosyal siyaseti daha gerçekçi bir şekilde yapabilmesine imkân hazırlamıştır.
Ömer bin Abdülaziz’in seleflerinden farklı olarak gerçekleştirmiş olduğu icraatlar şu şekilde sıralanabilir:
Devlet başkanı olarak adaletsizliği giderme ve halkla devlet yetkililerinin kaynaşması adına hukuka saygısı olmayan, keyfice hareket eden ve zalimce uygulamalar yapan devlet memurlarını görevden el çektirmiştir.
İnsanlara haksız yere vergi koyan idarecileri görevden aldığı gibi onlara gerekli cezayı tazminat veya hapis şeklinde uygulamıştır.
Onun devrinde Arap milliyetçiliğinin ve kayırıcılığının yol açtığı her türlü ayırımcılığa son verilerek sosyal eşitliğin yaygınlaşması ve Arap olmayan kavimlerin de devlete bağlılığı sağlanmıştır.
Kamu yöneticilerinden olan vali ve diğer yetkililerden haksızlık yapan, rüşvet alan ve bu tür yanlış işlere tenezzül eden memurları derhal görevden almıştır. Bunların yerine ilmi yeterlilikleri belli seviyede olan ehliyetli dindar, sosyal duyarlı ve hakka azami riayet etmeye çalışan memurları vali, hâkim ve diğer yetkililer olarak atamıştır.
Halife kendi akrabalarından bile olsa haksız kazanç elde edenlerin ellerinde bulundurdukları mallarına el koymuş ve bu kararlara uymayanları da tutuklatmıştır.
Halife, yönetimi altında görev yapan valilere mektuplar yazıp talimatlar vererek halktan ihtiyaç sahiplerinin tespit edilmesi ve onlara gerekli maddi yardımların yapılarak sosyal destek verilmesini vurgulamıştır. Ayrıca fakirlikle mücadele kapsamında halkın maddi durumlarının iyi araştırılması ve ülke toprakları içinde ihtiyaç sahibi hiçbir insanın kalmaması için talimatlar vermiştir. Buna bağlı olarak yetim, dul engelli, yaşlı vb. durumda olan insan ve bunların aile fertlerini tespit ettirerek sosyal yardım yöntemleriyle kendilerine ayni veya nakdi destekler sağlanmıştır.[26]
Zımmîlerden olup da ihtiyarlamış, gücü kalmamış ve geçim yolları tıkanmış kimselere devlet hazinesinden kendisine yetecek kadar maaş bağlanmasını sağlamıştır. [27]
Ömer b. Abdülaziz ülke insanlarının eğitilmesi adına önemli bir kamu hizmeti olarak muallim ve irşat ekipleri oluşturmuştur. Bu hizmetle devletin en ücra yerlerinde yaşayan insanların eğitim hizmetine ulaşmasını sağlamıştır. Halife bu siyasetiyle hiçbir kimsenin eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamayacağını ortaya koymuştur. Bu amaçla merkezden uzakta kırsal kesimde yaşayan bedevi insanları eğitmek ve onları bilgilendirmek amacıyla Yezid b. Ebi Mâlik ve Hâris b. Yemced’i görevlendirmiştir. Toplum fertlerinin irşadıyla ilgili görev yapan muallimlerin geçimlerini sağlamak amacıyla onlara devlet bütçesinden maaş bağlatmıştır.[28]
Ticari piyasada mal-fiyat dengelerini araştırma, yolda kalanların ihtiyaçlarını öğrenme, haksızlıktan şikâyet edenlerin ve zulme uğrayanların olup olmadığını araştırma konusunda sık sık valilerine mektuplar yazmıştır. [29]
XXI. yüzyıl itibarıyla mahkûmlara tanınan birçok hak ve imkânların ilk temelleri ve örnekleri Ömer b. Abdülaziz devrinde atılmıştır. Her ne kadar hükümlü konumunda da olsa bu kişilerin insan olma şeref ve haysiyeti öne çıkarılarak bunlara da insanca davranma konusunda hassasiyet gösterilmesine dair genelgeler yayımlanmıştır. İnsanların mahkûm olmakla birlikte ibadet etme hürriyetlerine imkân verilerek onlara birçok kolaylıklar sağlamıştır.[30]
Ömer b. Abdülaziz’in halife olunca en önemli uygulamalarından biri de daha önceki Emevî idaresindeki beldelerde cuma hutbelerinde Hz. Ali’ye lanet okuma âdetini kaldırması olmuştur. O günden sonra cuma hutbelerinde “Allah başkalarına adaleti, hatta adaletten de fazla olarak ihsanı, en güzel davranışı ve muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder.[31] Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir,“[32]ayetinin okunmasını emretmiştir.
Zira o olası savaşların mutlaka şehir merkezleri dışında yapılmasını emrederek savaşlar esnasında sivil halkın hangi inanç ve kültüre sahip olduklarına bakılmaksızın zarar verilmemesi gerektiği hassasiyetini sıkça valilerine bildirirdi.
Devlet başkanı olarak Ömer b. Abdülaziz farklı kanaate sahip insanlara kan dökmeme, fesat çıkarmama ve onları tahrik etmeme şartıyla müsamahalı davranarak kendi ifadesiyle “hastayı ilaçla tedavi imkânı varsa cerrahi yolla müdahale etmeme” prensibini tercih etmiştir.[33]
Ömer b. Abdülaziz devlet içinde iç barış ve farklı fikir gruplarını özellikle hariciler ve kaderiyecilere karşı ilmî münazaralarla onları ikna siyasetini tercih ederek sulh ve diyalog yolunu benimsemiştir. Bu konuda da valilerine bu tarz muamele ile davranmaları gerektiği talimatını vermiştir.[34]
Ömer b. Abdülaziz kamu mallarını koruma, harcama kalemlerinde tasarruf, saray masraflarını azaltma ve iktisatlı kullanımı konusunda hem kendi şahsı ve ailesi hem de valilerine sık sık nasihatlerde ve talimatlarda bulunmuştur. Halife kamu özel ve kamuya ait işlerinde tam bir hassasiyet göstererek bunları birbirinden ayırmış devlet malını hiçbir zaman şahsı ve ailesine ait işlerde kullanmamıştır. Tam aksine devlete ait resmî işlerde bile kendine tahsis edilen bineklere binmeyerek bunların satılıp gelirlerinin beytülmale konulması emrini vermiştir.[35]
Halife valilerin ve imamların görevde bulundukları sürece ticaretle uğraşmalarını yasaklamıştır. Çünkü bu türlü bir uğraş sebebiyle onların yerine getirmekte oldukları görevlerini ihmal edebilecekleri ve halkın nazarında kendilerini töhmet altında bırakabileceklerini ifade etmiştir.[36]
Bediüzzaman Said Nursî’nin Yaşadığı Dönem
Bediüzzaman Said Nursî, 1878 yılında Bitlis’in Hizan ilçesinde doğmuştur. Osmanlı Devleti’nin zorlu bir döneminde dünyaya gelmiştir. Bu dönemde Osmanlı Devleti, Balkanlar ve Kafkaslarda süregelen savaşlar ve ekonomik krizler nedeniyle büyük bir sıkıntı içindedir. Fakirlik ve salgın hastalıklar, halkın çoğunun zor durumda kalmasına yol açmıştır. Bu şartlar altında Osmanlı yönetimi, meşrutiyeti ilan ederek yeni bir anayasal monarşi ve parlamenter sisteme geçme kararı almıştır. Ancak savaşın devam etmesi ve parlamentonun sorunlara etkili çözümler üretememesi üzerine padişah, anayasal düzeni geçici olarak askıya almıştır. Said Nursî, bu dönemde Doğu Anadolu’da yer alan Nurs köyünde doğmuştur. İlk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan almıştır. Daha sonra çeşitli medreselerde kısa sürelerle dersler almış ve 14 yaşında icazetini alarak Doğubayazıt’a gitmiştir. Tahsil hayatı boyunca hareketli bir süreç geçiren Nursî, klasik medrese eğitiminin sınırlarını aşan bir altyapıya sahip olmuştur. Nursî, Doğu Anadolu’daki ilim merkezlerinde münazaralara katılmış ve bunlarda başarılı bir şekilde çıkmıştır. Farklılıkları arasında zor konuları kolaylıkla kavrayabilmesi ve okuduğu kitapları hafızasına kolaylıkla alabilmesi bulunmaktadır. Bu nedenle dönemin âlimleri tarafından ona “Bediüzzaman” lakabı verilmiştir.[37]
Bediüzzaman Said Nursî, 1894 yılında Mardin’e geçti ve sosyal hayata aktif olarak katıldı. Siyasetle ilgilenmeye başladı ve fikirlerini cesurca ifade etti. Bitlis’te Vali Ömer Paşa’nın konağında kaldığı süre boyunca fen bilimlerini de öğrenmeye başladı. Osmanlı toplumunun eğitimle sıkıntılarının aşılacağına inandığı için Medresetüzzehra idealiyle din ve fen ilimlerinin birlikte okutulması gerektiğini savundu. İngiltere’nin Sömürgeler Bakanı Gladstone’un Müslümanlarla ilgili sözlerine karşılık olarak Kur’an’ın manevi bir mucize olduğunu ilan etmeyi kendisine hedef tayin etti. Medresetüzzehra idealini gerçekleştirebilmek için İstanbul’a gitti ve padişahla görüşme talebinde bulundu ancak kabul edilmedi. Aksine tutuklandı ve hapishaneye gönderildi ancak suçsuzluğu anlaşılınca serbest bırakıldı.
Bediüzzaman Said Nursî, II. Meşrutiyetin İlanı’ndan önce serbest bırakılmıştır. Ardından İstanbul’da siyasi konularda fikirlerini muhtelif dergi ve gazetelerde neşretmiştir, katıldığı görülür. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte toplumsal huzuru korumak için çeşitli çabalar gösterir ve Doğu illerinde meşrutiyete karşı oluşabilecek tepkileri yatıştırmak için çalışır. İstanbul’da meşrutiyetin İslamiyet’e uygun olduğunu anlatmaya çalışır. Sıkıyönetim mahkemesinde idamla yargılanmasına rağmen beraat eder.[38]
İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Van’a gelir ve Horhor Medresesi’nin planlarını oluşturmaya başlar. Doğu illerindeki aşiretleri ziyaret ederek meşrutiyeti ve anayasal sistemi anlatır. 1910 yılının kış aylarında Şam’a gider ve Emevîye Camii’nde İslam dünyasının sorunlarını ve çözüm yollarını anlatan bir hutbe okur. Tekrar İstanbul’a dönen Bediüzzaman, üniversite projesini hayata geçirmek amacıyla çalışır ancak projesi I. Dünya Savaşı nedeniyle ertelenir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Doğu illerinin Ruslar tarafından işgal edilmesi üzerine, Bediüzzaman talebeleriyle birlikte Doğu Milis Teşkilatını kurar ve Ermenilere ve Ruslara karşı savaşır. Esir düştükten sonra firar eder ve farklı şehirlerden geçerek 1918 yılında İstanbul’a döner. İstanbul’da Dârülhikmeti’l-İslâmiye’ye üye olarak atanır ve “Mahreç”[39] payesi alır.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İngilizlerin Anadolu’yu veya İstanbul’u işgal etmesi ve sonraki gelişmeler üzerine işgal etmesine karşı Hutuvat-ı Sitte adlı eserini yazarak İstanbul’da dağıtır ve İngilizlerin işgali kolaylaştırma ve İstanbul’u kolay bir şekilde teslim alma planını bozar. Ayrıca, Türkiye’de çıkarılan Şeyhülislâm fetvasına karşı bir fetva yayınlar ve İstiklâl Savaşı’nı destekler.
Ankara’daki Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Bediüzzaman’ı Ankara’ya davet eder. Bediüzzaman, Ankara’ya gelerek yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin çalışmalarına katılır ve devletin yapılanmasına katkıda bulunur. Ancak daha sonra tartışmalar yaşanır ve Bediüzzaman, Şark Umumî Vaizliği ve milletvekilliği teklifini reddeder, Ankara’dan ayrılarak İstanbul’a ve ardından Van’a gider. Doğu illerinde, Ankara’da kurulan yeni devletin politikalarına tepkiler artmaya başladığı bir dönemde ayaklanmalara destek vermeyen ve isyanları yatıştırıcı faaliyetler sürdüren Said Nursî bunlara rağmen Şeyh Said Hâdisesi sonrası, doğudaki diğer nüfuzlu kimseler gibi, Burdur’da zorunlu ikamete gönderilir. 1926-1934 yılları arasında Burdur, Isparta ve Isparta’nın Barla köyünde gözetim altında yaşayan Nursî bu dönemde “Risale-i Nur Külliyatı”nın temel eserlerinden olan “Sözler”i, “Mektubat”ı ve “Lemalar”ın bir kısmını telif eder. 1934 yılında eserlerine el konularak Eskişehir hapishanesine gönderilir. Hapishanede iken “Risale-i Nur”un telifine devam eder ve çeşitli risaleler yazar. Sonraki yıllarda sürgün ve hapishanelerde yaşamını sürdüren Bediüzzaman, 1946 yılında beraat eder. 1953 yılında İstanbul’a dönen Bediüzzaman, Demokratlara destek verir ve toplumun iç dinamiklerine uygun değişiklikleri teşvik eder.[40]
Hayatı boyunca 21 defa zehirlenen, seksen iki yıllık ömrünün 27 yılını sürgün, zorunlu ikamet ve hapishanelerde geçiren, eserleri 50 dile çevrilerek dünyanın her yerinde okunan Bediüzzaman, 23 Mart 1960 günü Urfa’da İpek Palas Oteli 27 numaralı odada sabaha karşı vefat eder.[41]
Bediüzzaman Said Nursî, hayatı boyunca sürgün, zorunlu ikamet ve hapishanelerde zorluklarla karşılaşmış, ancak eserleri dünya genelinde okunan bir düşünür olarak önemli bir miras bırakmıştır.
Ömer bin Abdülaziz ve Said Nursî’nin Adalet, Meşveret ve Kanun Hâkimiyeti Anlayışı
Bu bölümde Bediüzzaman ve Ömer bin Abdülaziz’in; adalet, meşveret ve kanun hâkimiyeti anlayışlarının ortak noktaları ele alınmaya çalışılacaktır.
Adalet
Said Nursî’ye göre ahlaki anlamda adalet hikmet, iffet ve cesaret gibi üstün niteliklerin bir insanda toplanmasıyla oluşan bir erdemdir. Adaleti, davranışlarda ifrat ve tefritten kaçınıp orta yolu bulmak olarak nitelendirmek mümkündür. Bu anlamda erdemli olmak ancak her bakımdan adaletli olmakla mümkün hâle gelmektedir. Diğer yandan Nursî, kendinden önceki İslam âlimlerinden çok farklı olarak, adalet kavramını çok farklı anlam ve içeriklerde kullanmıştır. Onun adalet hakkındaki düşünceleri çok kapsamlı olup, bu düşüncelerinde, hem konuyla ilgili vahiy ve sünnet perspektifini hem de yaşadığımız maddî dünyadaki sosyal gerçekleri de göz önüne almaktadır.
Said Nursî Adalet konusunu “Risale-i Nur”da iki ana başlık altında işlemektedir.
- Adalet-i mahza: Herkesin hakkını, herkese, tam ve eksiksiz olarak vermek ve toplum hakkı için ferdin hakkını feda etmemektir.
- Adalet-i izafiye: Toplumun hakkı için, ferdin hakkını feda etmektir.
Bu adalet anlayışları “Risale-i Nur”da şöyle ifade edilmektedir:
“Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki; ‘Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.’[42] ‘Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez/birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz.’[43]. Ayetlerinin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir. Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.”[44]
Ömer bin Abdülaziz dönemine baktığımızda onun da benzer bir adalet anlayışını gerçekleştirdiğini uygulamalarında görmek mümkündür. Bu anlayışı;
İdareye muhalif gruplara karşı âdil bir yönetim uygulamasında,
Hulefâ-yi Râşidîn’in anlayışını ihya ederek din âlimlerinin ve halkın sevgi ve desteğini kazanmasında,
Hz. Ali evlâdı ve Haricîlerin de yönetimle barış içinde yaşamasını sağlamasında,
Haricîlerle mücadelede de ikna yolunu benimseyip mecbur kalmadıkça silah kullanılmasına izin vermemesinde,
Ticaretle uğraşanlar dışında herkese yeterli miktarda maaş bağlattırarak ülkede muhtaç kimse bırakmamasında,
Zekâta muhtaç Müslümanların sayısının azalması sebebiyle artan zekât ve vergi gelirlerini; esirleri kurtarmak, borçlulara yardım etmek, fakir bekârları evlendirmek için kurulan yardım fonlarına aktarmasında,
Malî sistemde yaptığı düzenlemelerle güçlenen devlet hazinesini savaş yapmak veya isyanları bastırmak için değil halkın refah düzeyini yükseltmek için kullanmasında,
Vergide adalet anlayışının hâkim kılmıştır. Kendisine karşı sevgi ve güven duyan mükellefler zekâtlarını ve vergilerini ödemede duyarlı davrandıkları için de halkın refah seviyesinin yükseltilmesi, meselelerinde görmek mümkündür.
Yönetimde adalet anlayışı hususunda Said Nursî ve Ömer bin Abdülaziz’de arasında birçok ortak yön bulunmaktadır. Ömer bin Abdülaziz vatandaşlara, insanlara ve özellikle mazlumlara kendilerine yapılan haksızlıkları şikâyet edebilecek bir sosyal hukuk sistemi inşa etmiştir. Bu çerçevede vatandaşların adalet ve hukuk kurallarına riayet etmeyen valilere karşı sivil itaatsizlikte bulunabilmeleri hususunu devlet garantisi altına almıştır. Ömer bin Abdülaziz bu konuda “Allah’a isyan olan yerde mahlûka itaat yoktur.” [45] der.
Said Nursî’de yönetimde muhalefetin önemini belirten şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete ilişmemek şartıyla herkes vicdaniyle, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikri ile mesul olamaz.”[46]
Başka bir yerde: “İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adâlet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar.”[47] demektedir.
Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi Bediüzzaman ve Ömer bin Abdulaziz yönetimde adaleti/adalet-i mahzâyı esas almışlardır.
Meşveret
Bediüzzaman’a göre meşveret Kur’ân-ı Kerîm’de geçen iki âyet-i kerîmenin tecellisidir. O ayetler Âl-i İmran Sûresi’nde geçen İşlerinde onlarla istişare et.”[48] ve Şûrâ Sûresi’nde geçen “Onların aralarındaki işleri istişare iledir.”[49] âyetleridir.
Bu açıdan meşru meşrutiyet, meşveret-i şer’iyedir. (Meşrutiyet şer’i bir meşverettir.) Bu şeraite ait olan meşveret;
Kuvveti veya kuvvetli olanı değil, hakkı ve haklı olanı gözetir.
Bilgiye dayalıdır.
Dili husumet değil muhabbettir.
Şahsa değil ortak akla dayanır.
Bediüzzaman’a yöneltilen: “Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyet’in hayatı ve terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?” sorusuna verdiği cevabında:
“… Haklı şûra ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlas ve tesanüd-ü hakikî ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor” [50]demektedir. Öyle ise:
“Madem beşerin ihtiyaçları hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hacetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinat ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikından gelen şûra-yı şer’î ile yaşıyabilir. O düşmanları durdurur, o hacetlerin teminine yol açar.”[51].
Ömer b. Abdülaziz de halife olarak Medine’ye gelir gelmez öğle namazını kıldıktan sonra ilk icraatı Kur’an ve sünneti iyi bilen (tabiinden), fakih on âlimden oluşan yetkilerle donatılmış ve devlet icraatlarını denetleyen bir istişare kurulu oluşturmuştur. Devletin bütün işlerini bu heyet ile istişare ederek karara bağlamış, söz konusu meclisin isimden ibaret kalmadığını göstermek için de onlara bazı yetkiler vermiştir. Bu heyetin ortak görüşü olmadan devlete ait işlerde kararlar alınamamaktaydı.
Bu kurul sayesinde Ömer b. Abdülaziz; ortak akıl, ekip çalışması ve istişare tekniğiyle idarî sorumluluğu yerine getirmeye çalışmıştır. Meşveret anlayışı açısından ikisinin de en önemli ortak noktasının danışma meşvereti yerine karar meşveretini öncelemeleridir.
Kanun Hâkimiyeti
Efendimiz (asm): “Sizden önceki milletlerin yok olmasına sebep, içlerinden soylu biri hırsızlık yapınca ona dokunmayıp, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca ona cezasını vermeleriydi. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim.”[52] şeklindeki hadisi, kanun hâkimiyetinin İslam dinindeki önemini belirtmektedir.
Bediüzzaman da kanun hâkimiyetini şu düstura dayandırmaktadır: “Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur اِنَّ اللّٰهَ لَقَوِيٌّ عَز۪يزٌ [Şüphesiz ki Allah pek kuvvetli ve pek izzetlidir. (Hac Suresi: 40)] hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hüküm-ferma olacaktır.”[53]
Yine Bediüzzaman:
“Meşrutiyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel şeriat-ı garrâ teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.”[54] diyerek meşrutiyetin / demokratik cumhuriyetin en önemli unsurlarından birinin de kanun hâkimiyeti olduğunu belirtmektedir.
Ömer bin Abdülaziz’de kanun hâkimiyetini 2,5 yıllık hilafeti süresince kendi nefsinden, ailesinden ve yönetimde yer alan akrabalarından başlayarak yaygınlaştırmıştır. İdarede hanedan mensuplarına değil de liyakat ve ehliyet esasına dayalı, hangi kabileden oldukların bakılmaksızın ehil ve layık kişileri göreve getirmiştir.
İsrafın önlenmesine dair kanuna öncelikle kendisinden başlayarak yakın akrabalarının uymasını sağlamış, hanedan mensuplarından bu uygulamaya gelen itirazlara rağmen bu uygulamasından vazgeçmemiştir.
Ehl-i Zimmeye yönelik kanunların düzenlenmesiyle onların da azınlıkta ve zayıf olmalarına rağmen, kanun hâkimiyeti prensibiyle temel hakları teminat altına almıştır.
Said Nursî ve Ömer bin Abdülaziz adalet, meşveret ve kanun kuvvetine dayalı meşrutî, cumhurî ve demokratik bir sistemin ancak “Ruh-u şeriat” ile mümkün olabileceğini yalnızca iddia etmemiş aynı zamanda ispat da etmiştir. Bu değerlere İslâmiyet namına sahip çıkılması ve Kur’an’ın esasları çerçevesinde iyileştirilmesi yönünde tavsiyelerde bulunmuşlardır.
Sonuç ve Değerlendirme
Bu çalışmada Bediüzzaman Said Nursî ve Ömer bin Abdülaziz’in demokrasi, cumhuriyet, adalet, meşveret ve kanun hâkimiyeti gibi kavramlara bakış açıları incelenmiştir. İki düşünürün hayatları ve dönemleri hakkında kısa bir bilgi verilmesinin ardından kavramlara yönelik görüşleri derinlemesine ele alınmıştır.
Araştırma sonucunda Said Nursî ve Ömer bin Abdülaziz’in siyaset anlayışlarının benzer yönlerinin olduğu görülmüştür. Her ikisi de yönetimde istişareye, adalet ilkesine, hukuk devletine, malî şeffaflığa önem vermiştir. Demokrasi, cumhuriyet ve temel hak ve özgürlüklere önem vermeleri, bu değerlerin İslami olduğunu ortaya koymaktadır.
Ömer bin Abdülaziz’in halifelik döneminde uyguladığı icraatlar, Bediüzzaman’ın demokratik cumhuriyet tasavvurunu destekler niteliktedir. Mezkûr iki şahsın siyasi felsefesi, İslam’ın insan hakları, adalet, kanun hâkimiyeti gibi ilkeleriyle uyum içindedir.
Sonuç olarak Said Nursî ve Ömer bin Abdülaziz’in demokratik değerlere bakış açıları, modern anlamda demokratik bir yönetim anlayışının İslam dininde de geçerli olduğunu ortaya koymaktadır.
Kaynakça
Alparslan, Açıkgenç(2018), “Said Nursî” DİA, C. 35, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, Ss.565 – 572.
Anıl Çeçen(1975), “Hukukta Norm Ve Adalet” Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 32(1), Ss.71-115.
Bediüzzaman Said, Nursî (1993), Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
Bediüzzaman Said, Nursî (1999), Divan-ı Harb-İ Örfî, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
Bediüzzaman Said, Nursî (2005), Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
Bediüzzaman Said, Nursî (2019), Emirdağ Lahikası II, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
Bediüzzaman Said, Nursî (2019). Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
Bediüzzaman Said, Nursî (2019), Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
Bediüzzaman Said, Nursî (2019), Lemalar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
Bediüzzaman Said, Nursî (2019), Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
Bediüzzaman Said, Nursî (2019), Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
Bediüzzaman Said, Nursî (2017), Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
Bediüzzaman Said, Nursî (2016). Eski Said Dönemi Eserleri, Makalat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
Bediüzzaman Said, Nursî (2010), Hutbe-İ Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.
Buhârî, Enbiyâ 54, Megâzî 53, Hudûd 11, 12; Müslim, Hudûd 8, 9.
Casim Avcı(1998), “Hilâfet” DİA, Türkiye Diyanet Vakfı, C. 17, İstanbul.
Celaleddin Suyutî (2012), Câmiü’s Sağîr Muhtasarı, Tercüme Ve Şerhi C.2, Yayına Hazırlayan: Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
Ebu Davud, Sünnet, 8; Tirmizî, Fiten, 48; Ahmed B. Hanbel, 4/272; 5/220, 221)
İsmail Köksal(2000), “İslam Hukuku Açısından Osmanlı Hilâfetinin Değerlendirilmesi”, İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, C.13/1, Ss.64-65.
İrfan, Aycan(2020) “Muaviye Bin Ebu Süfyan”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı, C. 30, Ankara, Ss.330- 332.
İsmail Yiğit(2007), “Ömer B. Abdülaziz”, DİA, C. 34. Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, Ss. 53 – 55.
Kasım, Koç(2022), “Ömer B. Abdülaziz’in Gayrimüslimlerle İlişkileri”, Balıkesir İlahiyat Dergisi, (16), Balıkesir, Ss. 233-272.
Kur’ân-ı Kerim, Ali İmran Suresi, (3:159).
Kur’ân-ı Kerim, En’am Suresi (6/164); İsra Suresi: (17/15).
Kur’ân-ı Kerim, Maide Suresi (5/32).
Kur’ân-ı Kerim Nahl Suresi(16/90)
Kur’ân-ı Kerim, Şura Suresi, (42:38).
Mahmut, Bozan(2020),“Dini Cemaatlerin Demokrasi Algısı Üzerine Mukayeseli Bir Çalışma; Nur Hareketi ve Müslüman Kardeşler” Uluslararası Batı Karadeniz Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, 4(1), Ss.66-86.
Mehmet, Göktaş(2021), “Bir Hadis İki Muasır ve İki Mütalaa” Katre Uluslararası İnsan Araştırmaları Dergisi(11), İstanbul, Ss.253-267.
Mevlüt Koyuncu(1987), Emevi Halifesi Ömer B. Abdulaziz Ve Devri. Doktora Tezi, İstanbul.
Muhammed Ebu Zehra(2011), Mezhepler Tarihi, Çelik Yayınevi, İstanbul.
Murtaza, Köse(2010), “Sosyal Siyaset Kavramı Ve Ömer B. Abdülaziz’in Sosyal Siyaseti”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (34), Erzurum, Ss.75-98.
Necmeddin, Şahiner (2004). Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi. Nesil Basım Yayın Gıda Ticaret ve Sanayi AŞ İstanbul.
Nevevî, Riyazü’s Salihin, Müslümanın Hayat Ölçüleri, Buhârî, Enbiyâ 54, Megâzî 53, Hudûd 11, 12; Müslim, Hudûd 8, 9.
Oğuz Kaan Doğan(2023), “Cumhuriyet Karşıtı Bir Kurum: Cumhurbaşkanı Yardımcılığı”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 72(3), Ss.1249-1274.
Selim, Sönmez(2002), “Bediüzzaman Said Nursi’nin 31 Mart Olayı’ndaki Tavrı”, Köprü Dergisi, (78), Ss.115-131.
Şeyma Feyza Şahin(2016), “Ömer Bin Abdülaziz’in Hukuk Anlayışı”, Genç Hukukçular Hukuk Okumaları, Hukuk Vakfı Yayınları, İstanbul, Ss.529-543.
Yahya, Aktu, Bedrettin Varol & Zehra Sevim, (2018) “Said Nursi’nin Bireysel Yaşam Yapısı: Psikobiyografik Bir Çalışma”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi 11(56). Ss.250.
Yeni Asya. (2020, 22 Mayıs). Üstad Bediüzzaman ve Adalet (1) Https://Www.Yeniasya.Com.Tr/Ahmet-Demirdogmez/Ustad-Bediuzzaman-Ve-Adalet-1_520430 Erişim Tarihi:29/03/2024
[1] Doğan, O. K. (2023). Cumhuriyet Karşıtı Bir Kurum: Cumhurbaşkanı Yardımcılığı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 72(3), ss. 1249-1274.
[2] Nursî, B.S. (1999). Divan-ı Harb-i Örfi, Hakikat, İstanbul, s. 65
[3] Nursî, B.S. (1993). Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, s.35
[4] Nursî, B.S. (2005). Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul s.571.
[5] Çeçen, A. (1975). Hukukta Norm ve Adalet. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 32(1), ss. 71-115.
[6] Yeni Asya. (2020, 22 Mayıs). Üstad Bediüzzaman ve Adalet (1) https://www.yeniasya.com.tr/ahmet-demirdogmez/ustad-bediuzzaman-ve-adalet-1_520430 29/03/2024
[7] Nursî, B.S. (2019). Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, s.106.
[8] Nursî, B.S. (2019). Lemalar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul s.200
[9] Nursî, B.S. (2019). Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul s.125.
[10] Celaleddin Suyutî, Câmiü’s Sağîr Muhtasarı, Tercüme Ve Şerhi C.2, Yayına Hazırlayan: Yeni Asya Neşriyat(2012), İstanbul, ss.379.
[11] Ebu Davûd, “Sünnet”, 8 (4646, 4647); Tirmîzî, “Fiten”, 48 (2227); Köksal, İ.(2000). “İslam Hukuku Açısından Osmanlı Hilâfetinin Değerlendirilmesi”, İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, c.13/1, s.64-65.
[12] Nursî, B.S. (2019). Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, s.215.
[13] Nursî, B.S. (2019). Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul s.120.
[14] Yiğit, İ. (2007). “Ömer B. Abdülaziz”, DİA, C. 34. Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, s. 53 – 55.
[15] Yüksel, M.(2020) “Siyasî Despotizmden Uzak Müsamahakâr Bir Emevî İdarecisi Profili: Ömer b. Abdülazîz” Van İlahiyat Dergisi, Van, Haziran/2020, 8 /12, 35.
[16] Yiğit, İ. Age. ss. 55.
[17] Göktaş, M. (2021). “Bir hadis İki Muasır ve İki Mütalaa” Katre Uluslararası İnsan Araştırmaları Dergisi(11), İstanbul, ss.253-267.
[18] Açıkgenç, A.(2018). “Said Nursî” DİA, C. 35, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, ss.565 – 572.
[19] Bozan, M. (2020). “Dini Cemaatlerin Demokrasi Algısı Üzerine Mukayeseli Bir Çalişma; Nur Hareketi Ve Müslüman Kardeşler” Uluslararası Batı Karadeniz Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, 4(1), 66-86.
[20] Nursî, B.S. (2017). Tarihçe i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul s.14.
[21] Avcı, C. (1998). “Hilafet”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı, C. 17, İstanbul.
[22] Hariciler: Kendilerine karşı isyan ettikleri yöneticilerle fırkanın muhalifleri Havâric ismini “insanlardan, dinden, haktan veya Hz. Ali’den uzaklaşan ve yönetime karşı ayaklanarak cemaatten çıkanlar” anlamında kullanmışlardır. Ayrıntılı bilgi için bk. Fığlalı, E. R. DİA, “Hariciler”.
[23] Zehra, M. E. (2011). Mezhepler Tarihi. Çelik Yayınevi, İstanbul.
[24] Aycan, İ.(2020) “Muaviye Bin Ebu Süfyan”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı, C. 30, Ankara. 330- 332.
[25] Koyuncu, M. (1987) Emevî Halifesi Ömer B. Abdülaziz ve Devri Doktora Tezi, İstanbul. s.26.
[26] Koyuncu, M (1987) age. s.82.
[27] Köse, M.(2010). “Sosyal Siyaset Kavramı ve Ömer B. Abdülaziz’in Sosyal Siyaseti”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (34), Erzurum, s.86
[28] Köse, M.(2010), age. s. 90.
[29] Köse, M.(2010), age. s. 91.
[30] Şahin, Ş. F. Age, s. 532.
[31] Şahin, Ş. F. Age. s.533
[32] Kuran ı Kerim Nahl suresi(16/90)
[33] Köse, M.(2010), age. s. 93.
[34] Köse, M.(2010), age. s. 93.
[35] Koç, K. (2022). “Ömer b. Abdülaziz’in Gayrimüslimlerle İlişkileri”, Balıkesir İlahiyat Dergisi, (16), ss. 233-272.
[36] Köse, M.(2010), age. s. 95.
[37] Şahiner, N. (2004). Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi. Nesil Basım Yayın Gıda Ticaret ve Sanayi A. Ş. İstanbul.
[38] Sönmez, S. (2002). “Bediüzzaman Said Nursi’nin 31 Mart Olayı’ndaki Tavrı”, Köprü Dergisi, (78), 115-131.
[39] Mahreç: Sözlükte “çıkış yeri, çıkılan yer” mânasına gelen mahreç kelimesi Osmanlılar’da daha çok “mahreç mevleviyeti, mahrec-i aklâm, mahrec-i mekâtib-i askeriyye” gibi terkipler içinde kullanılır. Mahreç mevleviyeti, ilmiye mesleğinde belirli seviyeye ulaşmış çeşitli şehirlerin kadılarının ve bazı müderrislerin derecelerini gösteren bir tabirdir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet İpşirli, DİA “Mahreç”.
[40] Aktu, Y., Varol, B. & Sevim, Z. (2018). “Said Nursi’nin Bireysel Yaşam Yapısı: Psikobiyografik Bir Çalışma”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi 11(56). 250.
[41] Nursî, B. S. (2017)Tarihçe-i Hayat, İstanbul, 14.
[42] Kuran – ı Kerim, Maide Suresi (5/32).
[43] Kuran – ı Kerim, En’am Suresi (6/164); İsra Suresi: (17/15).
[44] Nursî, B.S. (2020). Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul s.49
[45] Şahin, Ş. F. Age. s.531
[46] Nursî, B.S. (2019). Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul s.26
[47] Nursî, B.S. (2019). Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul s.64
[48] Kuran ı Kerim, Ali İmran Suresi, (3:159).
[49] Kuran – ı Kerim, Şura Suresi, (42:38).
[50] Nursi, B. S. (2010). Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 356.
[51] Nursî, B.S. (2019). Emirdağ Lahikası II, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul s.382.
[52] Nevevî, Riyazü’s Salihin, Müslümanın Hayat Ölçüleri, Buhârî, Enbiyâ 54, Megâzî 53, Hudûd 11, 12; Müslim, Hudûd 8, 9.
[53] Nursî, B.S. (2016). Eski Said Dönemi Eserleri, Makalat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul s.45.
[54] Nursî, B.S. (2017) Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, s. 59.