Said Nursi’nin Demokrasi Eğitimi

Fatih KAYAN, Dr. Öğretim Üyesi, Harran Üniversitesi

 

 

Özet

Demokrasi, insan fıtratına en uygun olan ve tüm diğer yönetim biçimlerine göre insanlara daha onurlu bir yaşam sürme hakkı tanıyan bir yönetim modelidir. İslam ülkelerini demokratik yönetim bağlamında değerlendirdiğimizde oldukça kötü bir görüntü verdiklerine şahit olmaktayız. Buna ek olarak İslam dünyasında topluma yön veren kanaat önderlerinin demokrasi konusunda kendilerinden beklenen performansı sergileyemediklerini gözlemlemekteyiz. Bediüzzaman Said Nursi, ya da bu makalede ele alınan zaman dilimindeki bilinen ismiyle Said-i Kürdi, demokrasiyle tanıştığı ilk andan itibaren onun insanlığa en çok yakışan yönetim biçimi olduğuna kanaat getirmiş ve bununla yetinmeyerek bir din âlimine yakışır şekilde içerisinde yaşadığı topluma demokrasi eğitimi dersleri vermiştir. Özellikle 2. Meşrutiyet ile 1. Dünya savaşı arasındaki zaman zarfında doğudaki Kürt aşiretlerini teker teker ziyaret ederek onlara demokratik yönetim biçimini tanıtmaya ve demokrasi bilinci aşılamaya çalışmıştır. Bahsi geçen eğitim süreçlerinde Nursi’nin her şeyden önce demokratik rejimin İslamiyet’e aykırı olmadığı tam aksine İslam dininin inançlarıyla doğrudan uyumlu bir yapıda olduğu konusunda toplumu ikna etmeye çalıştığı görülmektedir. Bu oturumlarda Nursi’nin soru-cevap ve münazara gibi yöntemlere başvurduğunu dolayısıyla demokratik bir öğrenme ortamı oluşturduğunu gözlemlemekteyiz.

Said Nursi, demokrasilerde aklın bir şahsın görüşlerinden ibaret olmadığını, kanunların akıl görevini üstlendiğini belirtmektedir. Demokrasinin, özellikle gerçek adaleti sağlayabilme yönüne sıklıkla atıfta bulunan Nursi, demokrasinin yokluğunda ise adaletin her zaman için bir kişi ya da kişilerin tekelinde bulunacağını vurgulamaktadır. Meşrutiyetin gelmesiyle birlikte Yahudi ve Hristiyanların da oy hakkına sahip olması toplum içerisinde rahatsızlık meydana getirmişse de Said Nursi açık ve net bir dille olması gerekenin zaten bu olduğunu dile getirmiştir. Nursi’ye göre demokrasi, farklılıklar arasında yaşanan çatışmaların da son bulmasına vesile olacaktır.

Anahtar kelimeler: Said Nursi, Demokrasi, Demokrasi Eğitimi

 

Said Nursi’s Democracy Education

 

Abstract

Democracy is the most suitable regime for human nature. In addition, democracy gives people the opportunity to live a more dignified life. Assessing Islamic countries in the context of democratic governance reveals that they generally present a quite unfavorable image. Similarly, we observe that the scholars who shape the society in Islamic world cannot demonstrate the performance that is expected from them in this regard. From the moment he became acquainted with democracy, Bediüzzaman Said Nursi was convinced that it was the governmental form best suited to humanity. Consistent with his role as a religious scholar, he began offering courses on democracy to the society in which he lived. Especially during the period between the Second Constitutionalism era of Ottoman Empire and the First World War, he visited the Kurdish tribes in the East (The Eastern part of Türkiye) one by one, and tried to introduce them to the democratic form of government and to instill democratic awareness. During these educational initiatives, it is evident that Nursi initially endeavored to inform society that the democratic regime is not antithetical to Islam. We observe that in these sessions, Nursi used methods such as question-answer and debate, thus creating a democratic learning environment. Although the arrival of the Constitutional era, which granted Jews and Christians the right to vote, caused discomfort within the society, Said Nursi clearly and explicitly stated that this was indeed how it should be. According to Nursi, democracy will also serve as a means to end conflicts among differences.

Keywords: Said Nursi, Democracy, Democracy Education

 

 

1. Giriş

İnsanlık tarihi boyunca birçok farklı yönetim biçimleri denenmiş, demokrasinin ortaya çıkması ve tam anlamıyla uygulanabilmesiyle birlikte daha iyi, daha yeni bir model arayışı son bulmuştur. Nitekim insan fıtratı için en uygun olan, onu en değerli kılan, insana tüm diğer yönetim biçimlerine göre çok daha fazla onurlu bir yaşam sürme hakkı tanıyan yegâne modeldir demokrasi.

Erdemli bir yaşam sürebilme adına ihtiyaç duyduklarımızın başında gelmesine ve tüm diğer yönetim biçimlerine göre açık ara daha iyi bir rejim olmasına rağmen demokrasinin toplumlarda yerleşebilmesi pek de kolay olmamıştır.[1] Dünya üzerindeki toplumların ancak bir bölümü demokrasiyi bedelini de ödeyecek düzeyde istemiş ve bu uğurda en ağır yaptırımlara maruz kalmaktan, canlarını ortaya koymaktan geri durmamışlardır. Günümüz dünyasında gerçek bir demokrasiye sahip olmayı başarabilen ülkelerin büyük çoğunluğunun ağır bedeller ödeyerek bunu elde ettiğini ve bu gerçeğin bilinciyle demokratik düzene her ne pahasına olursa olsun sahip çıktığını görebiliyoruz.

Ne var ki bahsi geçen ülkelerin tamamına yakınının Batılı ülkeler olduğunu görüyor, Müslüman ülkelerin içerisinden bu hedefe ulaşmayı başarabilenlerin çok az sayıda olduğunu acı da olsa kabullenmek zorunda kalıyoruz. Buradan, İslam ülkeleri halklarının demokrasi uğruna ödenmesi gereken bedelleri ödemeyi göze alamadıkları ya da demokrasinin değerini tam olarak idrak edemedikleri sonucuna ulaşabiliriz.

Oysaki Kuran-ı Kerim’de, Allah Teâla ‘insan’ için yaratılmışların en üstünü vasfını kullanmaktadır. Burada kullanılagelen ‘üstün’ kavramıyla kastedilenin sadece fiziksel donanım olmadığı aşikârdır. Nitekim insanoğlu, diğer canlılara göre sadece fiziki anlamda değil, manevi yönden de daha yüksek bir mertebede halk edilmiştir.

Bu doğrultuda Müslümanların kendilerine bahşedilen bu üstün mertebeyle uyumlu bir yaşam tarzına sahip olmaları dolayısıyla insan fıtratının özgürlüğe âşık olan, sorgulayan, eleştiren yönünü daha fazla keşfetmeye çabalamaları beklenirdi ki hâlihazırda İslam dünyası olarak bu yönde oldukça kötü bir imtihan verdiğimizi kabul etmek durumundayız. İslam ülkelerinde yaşayan Müslümanların büyük bir çoğunluğunun daha demokratik ve özgür bir yaşama kavuşma gibi bir beklentilerinin olmadığını, bu yönde bir beklentisi olanların da genel olarak oturdukları yerden, hedefe ilişkin herhangi bir icraatta bulunmadan demokratik bir rejimi arzuladıklarını gözlemliyoruz.

Toplum nezdinde bir karşılığı olan insanlar -âlimler, kanaat önderleri, siyasetçiler vs.- gerçek bir demokrasiye ulaşabilme noktasında herhangi bir vatandaşa göre daha kritik bir konumda bulunmaktadırlar. Ne var ki demokrasiden yana saf tutanlar gibi otoriter rejimin devamını arzu eden kesimler de onların yardımına azami ölçüde ihtiyaç duymaktadırlar. Bu doğrultuda bahsi geçen kimselerin tercihlerini demokrasiden yana kullanabilmeleri için demokrasiyi içselleştirmiş olmaları tek başına yeterli olmamakta, yeniliğe açık olma, fedakârlık ve cesaret gibi birkaç sıfata daha sahip olmaları gerekmektedir. Yine İslam dünyası, acı bir şekilde hem demokrasiye hak ettiği değeri verecek kadar geniş bir bakış açısına sahip hem de kellesini koltuğuna alarak otoriter rejimin karşısına dikilecek kadar gözü pek, çok sayıda önder yetiştirememiştir.

Bu bağlamdan yola çıkarak Bediüzzaman Said-i Kürdi’nin düşünce dünyasını incelediğimizde; onun çağının çok ötesinde bir zihin yapısına sahip olduğunu, içerisinde bulunduğu zaman diliminin kısıtlı iletişim olanaklarına rağmen demokrasinin değerini tam anlamıyla keşfedebildiğini fark etmekteyiz.

Said-i Kürdi, bundan yüz küsur yıl önce demokratik yönetimin önemini, şeriata uygun olduğunu ve insanlık için ideal yönetim biçimi olduğunu fark etmiş ve İslamiyet namına buna sahip çıkmıştır.

Bir din âlimi olarak bu uğurda yapabileceği her şeyi yapmış, elinin yetişebildiği herkese demokrasinin ne olduğunu, niçin önemli olduğunu, istibdata nazaran çok daha onurlu bir yaşam tarzını mümkün kıldığını anlatmış, içerisinde yaşamış olduğu topluma demokrasi bilincini aşılayabilme adına büyük çabalar harcamıştır. Nitekim yaşamış olduğu çağda sadece medrese eğitimi almış bir bireyden beklenemeyecek düzeyde geniş bir bakış açısına sahip olan Nursi; demokrasinin ancak onun değerini bilen ve onu gerçekten isteyen bir toplumda hayat bulabileceğinin pekâlâ farkındadır.

 

2. Bediüzzaman’ın Eğitim Modeli

Tüm yaşamı boyunca insanlara demokrasinin önemini telkin ettiğini gözlemlediğimiz Said Nursi, bilhassa 2. Meşrutiyet ile 1. Dünya Savaşı arasındaki zaman zarfında doğudaki Kürt aşiretlerini teker teker ziyaret ederek onları demokrasi konusunda bilinçlendirmeye çabalamıştır.

“Demokrasi Eğitimi Seminerleri” olarak da ifade edilebilecek bu oturumlarda Said Nursi’nin nasihat dili yerine soru-cevap yöntemine başvurduğunu ve muhataplarının seviyelerini ve hassasiyetlerini de dikkate alarak en sade bir dille onlara hitap ettiğini gözlemlemekteyiz. Bahsi geçen eğitim süreçlerinde Said-i Kürdi’nin demokratik bir öğrenme ortamı oluşturduğunu, hitap ettiği kimselerin ona her türlü soruyu rahatlıkla sorabilmelerinde görebilmekteyiz. Kimi zaman oldukça sert bir üslupla kimi zaman da doğrudan kendi düşüncelerinin yargılandığı sorulara dahi içtenlikle ve yine muhataplarının kavrayabileceği somut bir dille cevap/ karşılık verdiğine şahit olmaktayız.

Said Nursi’nin her şeyden önce demokratik rejimin İslamiyet’e aykırı olmadığına tam aksine İslam dininin inançlarıyla doğrudan uyumlu bir yapıya sahip olduğuna toplumu ikna etmeye çalıştığı görülmektedir.

“Tiryak-ı meşrutiyeti bize tarif et”[2] şeklinde kendisine yöneltilen bir soruyu yanıtlarken öncelikle “Onların işleri, kendi aralarında şura iledir”[3] ve “İşlerinde onlarla istişare et”[4] ayetleriyle Kur’an-ı Kerim’i referans göstermiş ardından meşrutiyetin hâkimiyeti milliyet olduğunu dile getirmiştir. Ve yine muhataplarının tamamında karşılık bulacak sade ve somut bir dille “Siz dahi hâkim oldunuz.” ve “Meşrutiyet herkesi bir padişah hükmüne getiriyor.”[5] vb. ifadelere sıklıkla başvurmuştur.

Said Nursi, demokrasi rejiminde aklın bir şahsın görüşlerinden ibaret olmadığını, kanunların akıl görevini üstlendiğini belirtmektedir. İnsanların, demokrasi ile hayvanlıktan kurtulabileceklerini dolayısıyla tam insan olabileceklerini dile getirerek, demokrasinin olmadığı bir toplumda bireylerin hiçbir zaman onurlu bir yaşam sürme şansına sahip olamayacaklarını ve insanda bulunması beklenen üstün vasıfları sergileme olanağından mahrum kalacaklarını vurgulamaktadır.[6]

Yine bir gün Kürt aşiretlerini dolaşarak meşrutiyeti insanlara tanıtma uğraşı içerisindeyken soru-cevap faslının karmaşık bir şekilde ilerlediğini fark ederek onu dinleyenlere “Meşrutiyet kanunuyla sual ediniz. Yani içinizde bir-iki zeki adamı intihab ediniz, ta size vekil olarak müşteri olup, sual etsin. Siz de dinleyiniz.”[7] demiş ve meşrutiyet eğitimini meşrutiyetle uyumlu bir öğrenme ortamıyla gerçekleştirmeye çabalamıştır.

Kendi ifadesiyle; ‘dağ ve sahrayı bir medrese ederek’ meşrutiyet dersleri veren Said Nursi, bu oturumlarda demokratik bir öğrenme ortamı oluşturmaya özen göstermiş, konuya eleştirel bir tarzla yaklaşılmasına ve ifadelerinin muhataplarınca sorgulanmasına kesinlikle engel olmamış, kafalarda hiçbir soru işareti kalmamasına gayret etmiştir.

 

3. Adalet ve Demokrasi’nin Kardeşliği

Bediüzzaman Said Nursi topluma demokrasi bilincini aşılama uğraşı verirken adalete sıklıkla atıfta bulunmuş ve insanların ancak demokratik bir rejimde hak ettikleri yüksek adalet düzenine sahip olabileceklerini vurgulamıştır. Said Nursi’ye göre demokrasi ve adalet birbirinden ayrılamaz bir ikilidirler ve gerçek demokrasinin hayat bulduğu bir ülkede gerçek bir adalet düzeni de kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Köy köy dolaşarak demokrasi eğitimini sürdüren Said Nursi, daha önce de belirtildiği üzere daha çok soru-cevap yöntemine başvurmuş, bu yolla demokrasi fikrinin zihinlerde ortaya çıkardığı soru işaretleri ve İslami inanca dair kaygıları ortadan kaldırmanın daha rasyonel bir metod olduğuna kanaat getirmiştir.

Meşrutiyet ve istibdatın arasındaki farkın ne olduğuna ilişkin kendisine yöneltilen bir soruyu şöyle yanıtlamıştır;

“Meşrutiyetin sırrı, kuvvet kanundadır. Şahıs hiçtir. İstibdattın esası, kuvvet şahısta olur. Kanunu kendi keyfine tabi edebilir. Hak kuvvetin mağlubu. Fakat bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın istibdat galebe ettiği vakit tamamen hükmünü icra etmiş; meşrutiyet mağlup olduğu vakit mahvolmuş. Kella! Kainatta galib-i mutlak hayr olduğundan pek çok enva ve şuubat-ı heyet-i içtimaiyede meşrutiyet hüküm ferma olmuştur. Cidal berdevam, harp ise seccaldir.”[8]

Bediüzzaman’a göre meşrutiyet ve istibdat arasında, meşrutiyet lehine birçok fark bulunsa da adalet bunlardan en önde gelenidir. Nitekim Said Nursi, demokrasinin olmadığı bir yerde adaletin her zaman için bir kişi ya da kişilerin tekelinde bulunacağının pekâlâ farkındadır ve bu göz ardı edilemez gerçeği demokrasi eğitimi sürecinde mütemadiyen muhataplarına telkin etmektedir.

Yine bir demokrasi eğitimi oturumunda kendisine şöyle bir soru yöneltilmiştir:

“Bir büyük adama, bir veliye, bir şeyhe, bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onların meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların ve faziletlerinin esiriyiz.”

“Velayet, şeyhlik, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir; tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”[9]

Said Nursi’nin, insani ilişkiler bağlamında da adaletin tecelli etmesini ne kadar arzuladığı bu soruya vermiş olduğu cevapta net olarak görülmektedir. Nitekim kendisi de bir din âlimi olmasına rağmen saygı düzeyini net bir çizgiyle çizmiş ve kibirli kimselere her ne kadar veli ve şeyh olsalar da saygı gösterilmemesi gerektiğini çevresindekilere öğretmeye çabalamıştır. Buna ek olarak yine her ne mertebede olursa olsun kimsenin tahakkümü altına girmemeleri gerektiği bilincini insanlara aşılamaya çalışmıştır.

 

4. Demokrasi İçin Cumhuriyet

Cumhuriyet için demokratik bir rejimin temel taşı olduğu hatta demokrasinin bizatihi kendisi olduğu söylenebilir. Ne var ki günümüz Türkiye’sinde içi boşaltılmış ve olması gerekenden çok daha basit bir seviyeye indirgenmiş bir cumhuriyet algısıyla karşılaşmaktayız.

Osmanlı Devleti’nin sona ermesiyle birlikte ortaya çıkan cumhuriyet rejimine, toplumun farklı kesimleri farklı düşüncelerle yaklaştılar, farklı anlamlar yüklediler. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinde vatandaşların önemli bir kısmı cumhuriyet fikrine sıcak bakmadılar ve yeniden şeriat düzeninin hâkim olmasını istediler.

Daha çok seküler yaşam tarzını benimseyen insanlardan oluşan bir diğer grup ise içerisinde laikliği de barındırmasından ötürü cumhuriyeti derhal kabullendiler. Ne var ki bu grup -bugün dahi aynı durum geçerli- hiçbir zaman için gerçek bir demokrasi hatta gerçek bir laiklik dahi istemediler. Bahsi geçen grup için cumhuriyet anlayışı, insanların istedikleri biçimde giyinip, istedikleri şeyleri yiyip içebilmelerinden ibaretti ve bu anlayışın içerisinde ifade özgürlüğüne yer yoktu. Ülkenin bundan böyle sekülerlerce yönetileceğine inanan bu insanlar nasılsa istedikleri gibi düşünüp, istedikleri şekilde kendilerini ifade edebiliyorlardı ve toplumun diğer kesimlerine de aynı hakların verilmesine razı değillerdi. Yine bu kesimin oldukça sorunlu bir laiklik anlayışı bulunmaktaydı ve bu formatta bir laiklik anlayışına dünyanın herhangi bir yerinde rastlanması neredeyse imkânsızdı.

Aynı zaman diliminde seküler kesimle birlikte cumhuriyetin devam etmesinden yana olan bir grup daha vardı fakat bu grup cumhuriyet rejimini olması gerektiği şekilde demokrasi, insan hakları ve ifade özgürlüğü ile bir bütün olarak değerlendiriyordu. Onlar için cumhuriyet, sadece insanların istedikleri gibi giyinmesini değil demokrasi ve özgürlüğü ifade ediyordu.

Söz konusu süreçte toplumun önemli bir çoğunluğunun eğitimsiz olduğu gerçeğini dikkate alarak durumu değerlendirdiğimizde, demokrasi fikrinin halk nezdinde yüksek bir popülariteye sahip olmamasının çok da tuhaf kaçmadığını görebilmekteyiz. Ne var ki eğitimli tabakadan gelenlerin önemli bir çoğunluğu da sadece kendi zümreleri için daha özgür ve konforlu bir hayatı talep ediyorlardı ve gerçek bir demokrasi bilincine sahip değillerdi.

Said Nursi’nin cumhuriyet ve laikliğe ilişkin görüşlerini incelediğimizde onun, yaşamış olduğu çağın çok ilerisinde bir düşünce yapısına sahip olduğunu bir kez daha fark ediyoruz. Nursi gerek cumhuriyet gerekse laikliğin ne olduğuna, nasıl işlemesi gerektiğine ilişkin son derece gerçekçi ve rasyonel düşüncelere sahipti ve bu iki kavramın orijinal uygulama biçimlerinin pekâlâ farkındaydı.

Nursi’nin demokrasi, cumhuriyet ve laiklik mevzusuna realist bir bakış açısıyla yaklaştığını ve gerek cumhuriyet gerekse laikliğin iktidar çevrelerince gerçek anlamlarından saptırılarak, içleri boşaltılmış bir formatta kullanıldığının farkında olduğunu konuya ilişkin yazılarında ve mahkeme savunmalarında görebiliyoruz.

Eskişehir mahkemesinde kendisine yöneltilen “Cumhuriyet hakkındaki fikrin nedir?” sorununu şöyle yanıtlamıştır;

“Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülasası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hali bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”[10]

Yine aynı mahkemede kendisine yöneltilen “Sen selef-i salihine muhalefet ediyorsun.” iddiasına şu cevabı vermiştir:

“Hulefa-i Raşidin; her biri hem halife hem reisi cumhur idi. Sıddık-ı Ekber (r.a) Aşere-i Mübeşşere ve sahabe-i kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyyeyi taşıyan manayı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”[11]

Said Nursi, bu iki soruya vermiş olduğu yanıtların akabinde kendisinde elli seneden beri bulunan bir fikrin aksiyle itham edilmesine itiraz etmiştir. Nitekim Nursi, henüz cumhuriyet ilan edilmeden dahi cumhuriyeti ve demokrasiyi savunuyor hatta içerisinde yaşamış olduğu toplumu bu konuda bilinçlendirebilmek için olağanüstü bir çaba harcıyordu.

Yine aynı müdafaada; laikliğin Türkiye Cumhuriyeti rejimi tarafından bağlamından koparılmış bir formda kullanıldığını, laikliğin özünün tarafsız kalma olduğunu fakat bizdeki laiklik anlayışında laikliğin temel prensibine aykırı bir şekilde devletin din işlerine müdahalede bulunduğunu belirtmiştir.

“Laik manası bitaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahatçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telakki ederim[12]. Nasıl ki Hükümet-i Cumhuriye ‘Dini dünyadan tefrik edip bitarafane kalmak’ prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi, dindarlara da dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin icabatındandır.”[13]

Ellerinde bulundurdukları güçle cumhuriyet ve laikliğe istedikleri anlamı yükleme hakkını kendilerinde bulanlardansa Nursi’nin cumhuriyet ve laiklik kavramlarını evrensel manalarıyla anlamlandırdığı görülmektedir.

 

5. Demokratik Rejimlerin Olmazsa Olmazı: Çok kültürlülük

Milletler, varlıklarını sahip oldukları kültüre borçludurlar. Bir kültürün yok olması aynı zamanda o milletin de dünyadan silinmesi anlamını taşımaktadır. Dolayısıyla toplumlar için bu denli yüksek bir öneme sahip olan kültürün yaşatılması büyük önem arz etmektedir.

Ne var ki arzu edilen bu -kültürlerin varlıklarını devam ettirmesi- olsa da fiiliyatta farklı ve çoğu zaman için sorunlu politikalara rastlamaktayız. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de dünyanın birçok yerinde baskın kültürler diğerlerine yaşama hakkı tanımamaktadır.

Bundan yüz küsur yıl önce, dini hassasiyetlerin günümüze nazaran çok daha baskın bir role sahip olduğu bir zaman diliminde, Said Nursi’nin farklılıkları kucaklayıcı bir yaklaşıma sahip olduğunu ve bahsi geçen demokrasi eğitimi sürecinde buna defaten vurgu yaptığını görmekteyiz.

Meşrutiyetin gelmesiyle birlikte Yahudi ve Hristiyanlara da oy hakkı verileceği dolayısıyla onların da devlet yönetiminde söz sahibi olacağı fikri bilhassa muhafazakâr kesimlerce endişeyle karşılanmışsa da Nursi, bu konunun gündeme geldiği her yerde, olması gerekenin bu olduğunu ve demokrasiyle birlikte kültürler arası çatışmaların da zaten sona ereceğini dile getirerek bu durumun ortaya çıkardığı kaygıları en aza indirmeye gayret etmiştir.

Farklılıklara saygı duyulması gerektiğini, onların da kendi kültürlerini yaşama hakları olduğunu her fırsatta dile getiren Nursi’nin bu konuda kendisine yöneltilen sorulara vermiş olduğu yanıtlardan birkaçına aşağıda yer verilmiştir:

“S: Meclis-i Mebusanda Hristiyanlar, Yahudiler vardır. Onların reylerinin şeriatta ne kıymeti vardır?”

“C: Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte sanatkâr bir “Harco” veya “Berham”ın reyi muteberdir. Şeriat reddetmediği gibi Meclisi Mebusandaki mesalih-i siyasiye ve menafi-i iktisadiye dahi ekseri bu kabilden olduğundan red etmemek lazım gelir. Amma ahkam ve hukuk ise zaten tebeddül etmez. Tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazifesi, o ahkam ve hukuku su-i istimal etmemek ve bazı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bazı kanunları yapmak, etrafına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olamaz. Gidilse intihardır.”[14]

“S: Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyanet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?”

“C: Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdattın zevaliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu kat’iyen söylüyorum ki, şu memleketin saadeti ve selameti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir. Fakat mütezellilane dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhafaza ederek, musalaha elini uzatmaktır.”[15]

Yukarıdaki cevaptan da anlaşılacağı üzere kültürel çatışmaların altında yatan nedeni istibdata bağlayan Nursi, meşrutiyetin gelmesiyle birlikte bu sıkıntıların da ortadan kalkacağını öne sürmektedir. Bunun yanında zamanın ve içerisinde bulunduğu toplumun şartları göz önünde bulundurulduğunda yüksek bir cüret gerektirecek şekilde; Yahudi ve Ermenilerin oylarının geçerli olduğunu, gerçek bir hukukun bunu gerektirdiğini vurgulamaktadır.

“Yahudi, Nasara ile muhabbetten Kur’an’da nehiy vardır. Buna rağmen nasıl ‘dost olunuz’ dersiniz?” şeklinde kendisine yöneltilen bir soruya ise; “Evvela delil kat’iyyul metin olduğu gibi kat’iyyud delalet olmak gerektir. Hâlbuki tevil ve ihtimalin mecali vardır.” cevabını veren Nursi, ilgili ayetin tevil edilebileceğini belirtmiş “Onlarla dost olmamız medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk kat’iyen nehy-i Kur’anide dâhil değildir.”[16] yanıtını vermiş ve İslam’ın semavi dinlere inanan kadınlarla evlenilmesine verdiği izne atıfta bulunarak: “Ehli kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin”[17] diyerek farklılıklara yönelik ön yargıları kırabilmeye uğraşmıştır.

Çok kültürlülüğü, bir diğer deyişle farklı kültürlere saygı ve hoşgörüyü daha çok gerçek bir demokrasiye sahip ülkelerde görmekteyiz. Said-i Kürdi, dönemin hassas şartlarına rağmen çok kültürlü yaklaşım tarzından taviz vermemiş, farklı kültürlere sahip halkların kendi kültürlerini yaşayabilmeleri gerektiğine inanmış ve bunun bir ayrıcalık değil, temel bir insan hakkı olduğunu her fırsatta dile getirmiştir.

 

6. Sonuç

Demokrasi, günümüz dünyasının ideal yönetim biçimidir. Bunu başarabilen, gerçek bir demokrasiye sahip olabilen ülkelerin diğerlerine nazaran neredeyse her alanda daha ileride olduklarını kolaylıkla fark edebiliyoruz. Demokrasi, daha iyi bir ekonomi, farklılıklara saygılı, adil bir hukuk düzeninin yanı sıra insanlara daha onurlu bir yaşam sürme olanağı da sunmaktadır.

Ne var ki toplumların önemli bir kısmının demokrasinin önemini fark edemediklerini ya da çok geç fark ettiklerini, Müslüman ülkelerin neredeyse tamamınınsa bu grubun içerisinde yer aldıklarını görüyoruz. Ve yine acı bir şekilde İslam dünyasında topluma yön veren insanların -kanaat önderlerinin- bu konuda kendilerinden beklenen performansı sergileyemediklerine şahit okuyoruz.

Öte yandan Bediüzzaman Said Nursi, demokrasiyle tanıştığı ilk andan itibaren onun insanlığa en çok yakışan yönetim biçimi olduğuna kanaat getirmiş ve bununla yetinmeyerek bir din âlimine yakışır şekilde içerisinde yaşadığı topluma demokrasi eğitimi dersleri vermiştir.

Ne var ki Said Nursi şunun bilincindeydi ki yönetim biçiminin cumhuriyet olarak değiştirilmesi tek başına demokrat bir ülke hayaline ulaşabilmek ve bunu devam ettirebilmek için yeterli değildir. Bu yönetim modelinin tam anlamıyla işlev görebilmesi için toplumun da demokrasiye inanması ve demokratik yaşam biçimini içselleştirmesi bir gereklilik arz etmektedir.

Nursi, meşrutiyetin ilan edilmesiyle birlikte toplumu bu yönde eğitmeye ve bu yaşam biçimine hazırlamaya çaba göstermiştir. Demokrasi bilincinin topluma aşılanmasını kendisine vazife addeden Said Nursi, bu amacına ulaşabilmek adına doğudaki Kürt aşiretleri birer birer dolaşarak deyim yerindeyse demokrasi eğitimi oturumları gerçekleştirmiştir. Bahsi geçen eğitim süreçlerinin yine demokratik bir formda olmasına özen göstermiş, soru-cevap yöntemiyle yakın henüz kısa zaman önce ilan edilmiş olan meşrutiyet yönetimine ilişkin kafalarda hiçbir soru işareti kalmamasına, zihinlerdeki tüm soruların yanıt bulmasına gayret etmiştir.

Devlet tarafından kendisine böyle bir görev verilmemesine rağmen, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, dağ bayır demeden köy köy dolaşarak topluma meşrutiyet bilinci aşılama çabaları onun demokrasi aşığı bir insan olduğunun açık bir delilidir.

Yaşadığımız zaman diliminde dahi insanların önemli bir çoğunluğunun gerçek bir demokrasiye sıcak bakmadığını görerek Said Nursi’nin ne kadar geniş bir bakış açısına sahip olduğunu anlayabilmekteyiz. Gerçek bir demokrat olan Nursi, adaletin toplumda tam anlamıyla tecil edebilmesi ve insanların onurlu bir yaşam sürme fırsatına sahip olabilmeleri için demokrasiyi yegâne ideal yaşam biçimi olarak değerlendirmekteydi.

Aradan geçen yüz küsur yıla rağmen Nursi’nin fikirleri tazeliğini korumakta, günümüz Türkiye’sinin, İslam âleminin ve insanlığın sorunlarına Kur’an’dan reçeteler sunmaya, çözümler geliştirmeye devam etmektedir.[18]

 

 

Kaynaklar

GÜLEÇYÜZ, Kazım. 100 Yıllık Süreçte Said Nursi ve Demokratik Açılım, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2009.

KAYAN, Mehmet Fatih. Kendimin En İyisi-Güçlü Karakter, Scala yayıncılık, İstanbul, 2023.

NURSİ, Said, İçtimai Dersler, Zehra Yayıncılık, İstanbul, 2013.

NURSİ, Said, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2020

NURSİ, Said, Şualar, RNK Neşriyat, İstanbul, 2007.

NURSİ, Said, Tarihçe-i Hayat, RNK Neşriyat, İstanbul, 2013.

 

 

[1]       Mehmet Fatih Kayan, Kendimin En İyisi-Güçlü Karakter, Scala Yayıncılık, İstanbul, 2023, s. 175

 

[2]       Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2020, s. 31

 

[3]       el-Şûrâ 42/38

 

[4]       Âl-i İmrân 3/159

 

[5]       Bkz. Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2020, s.32

 

[6]       Said Nursi, İçtimai Dersler, Zehra Yayıncılık, İstanbul, 2013, s. 83

 

[7]       Nursi, İçtimai Dersler, s. 82

 

[8]       Nursi, İçtimai Dersler, s. 91

 

[9]       Nursi, İçtima-i Dersler, s. 103

 

[10]     Said Nursi, Şualar, RNK Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 282

 

[11]     Nursi, Şualar, s. 283

 

[12]     Nursi, Şualar, s. 283

 

[13]     Said Nursi, Tarihçe-i Hayatı, RNK Neşriyat, İstanbul, 2013, s. 236

 

[14]     Said Nursi, İçtimai Dersler, Zehra Yayıncılık, İstanbul, 2013, s. 93

 

[15]     Nursi, İçtimai Dersler, s. 107

 

[16]     Nursi, İçtimai Dersler, s. 109

 

[17]     Nursi, İçtimai Dersler, s. 109

 

[18]     Kazım Güleçyüz, 100 Yıllık Süreçte Said Nursi ve Demokratik Açılım, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2009, s. 44