Âlemlerin Rabbine hamd, enbiyanın önderi ve peygamberlerin
sonuncusu olan Efendimiz Muhammed’e, onun bütün âl ve sahabilerine ve kıyamete
kadar ona güzelce tabi olanlara salat ve selâm olsun.
Eskiden olduğu gibi günümüzde de âlimler Kur’ân-ı Kerimi
inceliyor ve onun her çağda hayatın bütün müsbet yeniliklerini muhtevi, beşerî
sistemlere karşı koymaya muktedir ve faydalı mesajlarla dolu bir hazine
olduğunu görüyorlar. Bugün de Kur’ân-ı Kerimin meydan okuma kapısı ardına kadar
açıktır. O, gerçek marifet yolunu çizme, hakikî düşünce metodunu ortaya koyma,
faydalı medeniyetin temellerini kurma ve ideal hayatın prensiplerini belirleme
konusunda insanlara ve cinlere meydan okumaya devam etmektedir. Alimler, her
geçen gün onun i’câz vecihlerinden bir yenisini keşfetmektedirler. Eskiden
derlerdi ki: “Fesahat insanları hayran bırakıp akıllarını çelen, onun
beyanındaki güzelliktir.” “O, ihtiva ettiği gaybî haberleri ve gelecekle ilgili
ihbarlarıyla mu’cizedir.” “O’nun mu’cizelik yönlerinden biri de, kalbleri
etkilemesi, ruhları cezbetmesidir.” “Kur’ân gibi, dinlenildiğinde sesi kulağa
değer değmez kalbe damlayan ne nesir, ne de şiir başka bir söz göremezsiniz.”
“O’nun mu’ciziğinin bir yönü de kâinat ve kanunları hakkında ihtiva ettiği ilmî
gerçeklerdir. Yeni âlimler onun terbiye ve teşri’ alanında ihtiva ettiği
prensiplerle mu’cize olduğunu söylüyorlar. Son olarak onun yeni bir mu’cizelik
yönünden söz ediliyor. O da, metod ve öğretim ile ilgili eşsizliğidir.
Bediüzzaman ise bütün bu i’câz yönlerini özlü olarak şöyle dile getiriyor:
“Kur’ân, mu’cizelerin deryası ve menba’ıdır.”
Ben son derece üzüntümü ifade etmek isterim. Çünkü, günümüzde
Kur’ân-ı Kerimin mu’cizeliği konusunda eser yazanların tamamı olmasa bile büyük
bir kısmı Bediüzzaman Said Nursî merhumun konuyla ilgili yazdıklarından haberdar
değillerdir. Oysa Bediüzzaman İ’câzü’l-Kur’ân alanında nev’i şahsına münhasır
ve cidden ilgi ve araştırmaya değer bir medod takip etmiştir. İ’câz konusundaki
sözlerinin eşi ve benzeri yoktur. Bütün ümmet içerisinde onun hayatı kapkaranlık
bir ortama ve zifiri gecelere tesadüf etmiştir. Hilafetin çöküşünü görmüş,
İslâmın inanç ve ahlâkını yok etmeye, Müslümanları dininden ve kültüründen
koparıp muasır Batı medeniyetine peyk etmeye kararlı bir güruhun faaliyetlerine
şahit olmuştur. Kendisi de boş durmamış, bunlara karşı Kur’ân ile meydan
okumuştur. Mücadele Bediüzzaman’a göre, bir fikir, marifet, inanç ve medeniyet
mücadelesidir.
Bediüzzaman diğer ilmiyle amil âlimler ve salih evliyalar gibi
Kur’ân’la yaşamış, bir an olsun onu bırakmamış ve ondan ayrı bulunmamıştır.
Birinci Dünya Harbi esnasında savaş meydanlarında düşmana karşı silahla bir kez
mücadele etmişse, Kur’ân kılıncıyla çok kere mücadele etmiştir. Nitekim değerli
eseri İşârâtü’l-İ’câz’ı cephede kaleme almıştır. Hayatı önemli hadiselerle dolu
olmakla beraber, bu kısa süre içerisinde, hayatından, ufkunun genişliğini,
fikrinin olgunluğunu, bakışının derinliğini ve görüşünün ileriliğini kesin
olarak gösteren birkaç parlak noktaya dikkatinizi çekmek isterim:
Medresetü’z-Zehra adıyla bir İslâmî üniversitenin kurulmasına
yetkilileri dâvet etmiş, hattâ buna bilfiil teşebbüs etmiş. Kurmasını planladığı
bu üniversite, ilimler arasında tefrik yapmama esasına dayanıyordu. Dolayisiyle,
çağdaş ilimlerin yanısıra, Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i Nebeviye ilimleri de
tedris edilecekti. Bu üniversitenin önemini anlattığı milletvekillerine şöyle
sesleniyordu: “Vilâyat-ı Şarkıyye Âlem-i İslâmın merkezidir. Dinî ilimlerin
yanında tecrübî ilimler de okutulmalıdır.” O bu üniversitenin, Batıya ve
materyalist felsefeye karşı sözkonusu fikrî mücadelenin minberi olmasını
amaçlıyordu. İngiliz sömürgeler bakanının, Kur’ân’ın ortadan kaldırılması
gerektiğine ilişkin beyanatı akabinde Bediüzzaman şöyle demiştir: “Kur’ân’ın
sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş olduğunu bütün dünyaya göstereceğim ve
isbat edeceğim!” Büyük ihtimalle Bediüzzaman, böyle bir üniversitenin kurulması
düşüncesine davet ederken “el-Ma’hedü’l-Âlemî Li’l-Fikri’l-İslâmi”nin, teşvik
ettiği “Bilginin İslâmîleştirilmesi” düşüncesinin farkındaydı. Bunun delili,
matematik, astronomi, kimya, felsefe, jeoloji ve coğrafya gibi ilimlerin önemini
idrak ederek onları öğrenmesi ve onları Kur’ânî asıllarına dayandırmasıdır.
Risâle-i Nûr’u yazarken tefsir ettiği âyet-i kerimeler bu gerçeği te’yid
ediyor. Hatta Bediüzzaman bu düşüncenin belli başlı öncüleri arasında yer alır.
Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşına girmemesini daha doğru
buluyordu. Bununla birlikte, savaş patlak verince gönüllülerden meydana gelen
bir alay teşkil ederek Rus’lara karşı savaştı. Aynı zamanda İslâm dünyasını da
cihada davet etti. İslâm dinini ve Müslümanları müdafaa yolunda güzel bir
imtihan verdi. Başka türlü de yapamazdı. Çünkü o, bütün bir ümmetin dertlerini
omuzlayan ve acılarını yüreğinde hisseden bir zattı.
Bediüzzaman, yaşadığı asrın ve içinde bulunduğu ortamın
şartlarını çok iyi biliyordu. Kurnaz düşmanın bu din ve mensuplarına karşı
giriştiği savaş ve mücadelenin farkındaydı. Her tehlikeyi önceden sezebiliyor
ve son derece müteyakkız davranıyordu. Onun için vaktini ve kalemini bu dini
savunmaya ve uğrunda mücadele etmeye adamış ve böylesine mücadele dolu bir
ortamın ürünü olan Risale-i Nûr’u telif etmiştir. Bu nedenledir ki eserleri,
Garbın materyalist felsefesine ve zararlı medeniyetine karşı tam ikna edici bir
cevap niteliğindedir. Onun Kur’ân-ı Kerimi anlayıp olduğu gibi tanıtmaya
çalışması, kendisine Kur’ân’ın esrar ve hakikatlerine vakıf olma imkânını
vermiştir. Ona göre Kur’ân, “Şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi
ve âyat-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercümân-ı ebedîsi ve şu
âlem-i gayb ve şehâdet kitabının müfessiri ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i
İlâhiyyenin manevî hazinelerinin keşşafı ve sutûr-u hâdisatın altında muzmer
hakâikin miftahı ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisânı ve şu âlem-i şehâdet
perdesi arkasında olan ve âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i
Rahmaniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi ve şu İslâmiyet âlem-i
manevîsinin güneşi, temeli hendesesi ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası
ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ ve
ziyası ve insanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı
hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı
zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci
olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitab-ı mukaddestir…” Hiç
şüphesiz bu, Kur’ân-ı Kerimin gaye, hedef ve maksatlarını kavrayan çok kapsamlı
ve derin bir anlayışdır. Böyle bir anlayışın, Kur’ân-ı Kerimin mucizeliğini
açıklama konusunda çok açık bir etkisi vardır.
Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerimin, Allah’ı tam olarak tanımaya
götüren altı cehitinin olduğunu belirtir. Bu cihetlerin birincisi, Kur’ân’ın
nokta-ı istinadıdır ki, vahiydir. İkincisi, hedeflediği iki dünya saadetidir.
Çünkü Kur’ân’ın irtibat ve alakaları sonsuzluğa ve âhirete kadar uzanmaktadır.
Üçüncüsü, apaçık mu’cize oluşudur. Dördüncüsü, kesin delil ve kati’î bürhan
direklerine dayanmasıdır. Beşincisi, vicdanı şahit tutmasıdır. Öyle ki, kalbe
saçtığı ruhî nefhalara karşı hayranlığını gizleyemeyen vicdan, “Maşaallah!”
demekten kendisini alamaz. Altıncısı, ihtiva ettiği çok sayıda “Düşünmez
misiniz?” gibi ifadelerle aklı konuşturup tasdike sevketmesidir. “Kur’ân’ın
verdiği meyveler, hem mükemmeldir, hem hayattardır. Öyle ise, Kur’ân ağacının
kökü hakikattadır, hayattardır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delâlet
eder. İşte bak; her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil
zîhayat ve zînûr meyveler vermiş.”
Kur’ân-ı Kerimin bu şümullü tanımını Bediüzzaman Kur’ân âyetleri
üzerinde inceden inceye düşünüp tefekkür etmekle, hatta Kur’ân atmosferinde
yaşamakla elde edebilmiştir. Mu’cizelik yönlerini ortaya çıkarması da yine aynı
ince tefekkür vasıtasıyla olmuştur. Bu da Bediüzzaman metodunun, muhakeme ve
tefekkür temellerine dayandığını isbatlamakta ve ona orijinallik ve bağımsızlık
kazandırmaktadır.
Hiç kuşkusuz Bediüzzaman’ın sahip olduğu geniş kültür
birikiminin ve tahsil ettiği pek çok modern ilimlerin, onun Kur’ân’ı anlaması,
mu’cizeliğini ortaya koyması ve onu yorumlaması konusunda büyük etkisi olmuştur.
İ’câz konusundaki metoduyla ilgili olarak önce dağınık bir
biçimde risaleler halinde neşredilen, daha sonra Sözler, Lem’alar, Mektûbât ve
İşârâtü’l-İ’câz mecmualarında toplanan pek çok eserlerinde tekrar edilen uzun
izahlarını inceledim. Bu konudaki sözlerini derleyip tertip ettim. Bediüzzaman,
Abduülkahir el-Cürcânî, ez-Zamehşerî ve es-Sekkakî’den etkilendiğine göre,
sözkonusu âlimlerin de sözlerini açıklamayı ve Bediüzzamanın izahlarıyla
karşılaştırmayı uygun gördüm. Bu amaçla müstakil bir başlık altında, bazı
âyetlerin izahı konusunda kendisiyle ez-Zamehşerî arasında bir mukayese yaptım.
Böylece Bediüzzaman’ın i’câzı tam olarak tanıyıp zevkettiğini ve eski âlimlerin
konuyla ilgili açıklamalarının sınırlarında durmayarak farklı ve orijinal
noktalar ortaya koyduğunu göstermeye çalıştım. Bundan önce mu’cize ve i’câzın
tanımını yaptım. Nazmî i’câz konusunda detaylı açıklamalarda bulundum. Sonra,
risalelerinde işaret ettiği i’câz vecihlerinin sayısıyla bağlı kalmayarak
Bediüzzaman’a göre i’câz vecihlerini ele aldım. Ele aldığım i’câz vechinin
muhtevasına uygun olarak yeni başlıklar koydum. Ya sözlerini kısaca naklettim
veya fikir ve anlayışını kendi ifadelerimle aktardım. Bazı meseleleri tartışmaya
tabi tutup kanaatımı belirttim. Sonuç bölümünde de, vardığım çok sayıda
neticeyi özet olarak kaydettim.
Bediüzzaman’ın eserlerini Arapçaya tercüme ettiğinden dolayı
İhsan Kasım Bey’den ve bu sempozyumu düzenleyen kardeşlerimizden Allah razı
olsun. Başarı Allah’tandır. O bize kâfi ve ne güzel vekildir!
Mucize ve i’câzın sözlük ve terim anlamı
Rağıb el-İsfahanî, el-Müfredât isimli eserinde şöyle demektedir:
“Acz” kelimesi “Aczü’l-insan (insanın arkası)” teriminden alınmıştır. Acz
kelimesi başka varlıklar için kullanıldığında hep insanın bu yönüne benzetilerek
kullanılmaktadır. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde bu kelimenin çoğulu olan "A’cez"
kelimesini kullanmaktadır: "Keennehum a’câzu nahlin münkairin “O rüzgâr onları
sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seriyordu” 1
“Acz” aslında bir şeyden geri kalmak ve bir işe uluşamamak
demektir. Dübur kelimesi açıklanırken de bu noktaya temas edilmiştir. Halk
arasında, bir şeyi yerine getirmeye gücü yetmemek olarak örf haline gelmiştir.
Acz, kudretin zıttıdır. Kur’ân-ı Kerimde "A’ceztü en ekûne" olamadım mı?"
2 âyetinde de kullanılmıştır. Arapça’da, “A’ceztü fülanen”, “Aceztühü”,
“Cealtühü acizen” deyimleri de kullanılır. Yaşlı kadınlar için “Acûz” ifadesinin
kullanılması bir çok işten aciz bulunmasından dolayıdır.
Terim olarak “mu’cize” ise, peygamberlik iddiasiyle birlikte
vukua gelen, benzerini getirmek mümkün olmayan harikulade olay demektir.
Mu’cize, Allah’ın peygamberlik iddia eden kimseyi doğrulamak için onun eliyle
meydana getirdiği bir delildir.
Bediüzzaman’ın mu’cizeye getirdiği tanım da bu anlamdadır. O bu
konuda şöyle demektedir: “Mu’cize ise, Halık-ı Kâinat tarafından onun dâvâsına
bir tasdiktir; ‘Sadakte (kulum doğru söyledi ona itaat edin) hükmüne geçer”
Bediüzzaman mu’cizenin, inkârcıları ikna amacıyla peygamberlik iddiasını tasdik
için geldiğini, yoksa onları imana zorlamak için olmadığını belirtir. Bu çok
ince bir işaret olup, onun genel olarak İslâma, özel olarak mu’cizeye olan
yaklaşımında kullandığı metodunu yansıtmaktadır. Bediüzzaman, bu ölçüyü
Kur’ân’dan almış ve bütün risalelerinde harfi harfine uygulamıştır.
Kur’ân-ı Kerimin mu’cizeliğini isbat metodu
Bediüzzaman, tıpkı el-Cürcânî, ez-Zamehşerî ve es-Sekkâkî’nin
belirttikleri gibi Kur’ân’ın mu’cize oluşunun üç yolla bilinebiliceğine işaret
eder. Bu yollardan birincisi, Kur’ân’ın hayret uyandırıcı belağatiyle Arapların
üzerine bir güneş gibi doğması ve kendilerinin ona karşı muaraza edememeleri.
İkincisi, binlerce ehl-i ilim ve tetkikin, onun beşer sözlerinde birarada
bulunması mümkün olmayan meziyet, güzellik ve hakikatleri topladığına ilişkin
şehadetleri. Üçüncüsü:-Cahız’ın belirttiği gibi-peygamberlik iddiasını çürütmaya
şiddetle muhtaç oldukları halde Arap fesahat ve belağatçılarının ona muaraza
etmeye yanaşmamaları.
Bediüzzaman, Kur’ân’ın mu’cizeliğini isbat konusunda
risalelerinin birçok yerinde bu yolları zikretmiş ve şunu ilave etmiştir:
“Kur’ân’ın, kendisini her cihetten inceleyen binlerce âlimlerin ihtimamlarına
mazhar olması, onun bir mu’cize-i İlâhiye olduğuna kesin bir delildir.”
O, Kur’ân’ın mu’cize oluşunu şu sözleriyle belirtmektedir: “Bil
ki: Kur’ân’ın i’câzı onu tahriften muhafaza etmiştir. Hiçbir müfessir, müellif,
mütercim veya muharrifin sözleri, sair semâvî kitaplarla karışıp onları muharref
kıldıkları gibi âyetlerle karışamıyor ve onların kisvesine bürünemiyor.”
Sarfa yoluyla i’câz konusundaki görüşü
Bediüzzaman, bazı mu’tezilî ve şiî âlimlerin iddia ettikleri
gibi, Kur’ân-ı Kerimin mu’cizeliğinin sarfa yoluyla olduğunu kabul etmez. Sarfa
konusunda en doğuru yaklaşımın Cürcânî, Zemahşerî ve Sekkakî’nin görüşü olduğunu
belirtir. O da, “Beşer kudretinin Kur’ân’ın yüksek nazmının derecesine
ulaşamadığı” gerçeğidir. Bediüzzaman, bazı âlimlerin, Kur’ân’a bir kelimeyle
olsun muaraza edilememesinin sebebi, Allah’ın insanlara bu imkânı vermemesi ve
bundan çevirmesinden dolayıdır, şeklindeki sözlerine değinerek şöyle
değerlendirir: “Kur’ân’ın i’câzının sarfa yoluyla olması ise mercuh (zayıf) bir
görüştür.” Bediüzzaman, âlimlerin büyük çoğunluğunun görüşünü tercih eder. O da
şudur: “Kur’ân’daki letaif-i belağat ve mezaya-yı meanî, kudret-i beşerin
fevkindedir. (…) Çünkü, Kur’ân-ı Hakîmin cümleleri, kelimeleri birbirine
bakar. Bazı olur ki, bir kelime on yere bakar; onda, on nükte-i belağat, on
münasebet bulunuyor.”
Meydan okuma safhaları
Bediüzzaman, Kur’ân’ın benzerini getirme konusunda insanlara
meydan okuma merhalelerini açıklar, bir eserinde bu merhaleleri dokuza
çıkarırken, başka bir eserinde sekiz merhaleyi belirtmekle yetinir. Bu
merhaleler şunlardır:
1) Şu Kur’ân’ın, Muhammedü’l-Emîn gibi bir ümmîden nazîrinin
getirilmesi.
2) O zat ümmî olmasın, gayet âlim ve kâtib olsun.
3) Bir kişi bunu yapamıyorsa, bir tek zat olmasın, hepiniz
birleşiniz de öylece getirmeye çalışınız.
4) Bunu da yapamayacaksanız, eskiden yazılmış belîğ eserlerden
de istifade edip, hatta gelecekleri de yardıma çağırıp, Kur’ân’ın nazîrini
gösteriniz, yapınız.
5) Eğer bunu da yapamıyorsanız, Kur’ân’ın yalnız on sûresinin
nazîrini getiriniz.
6) Eğer bunu da yapamıyorsanız, haydi hikayelerden, asılsız
kıssalardan terkib ediniz.
7) Bunu da yapamıyorsanız, kısa bir tek sûresinin nazirini
getiriniz.
8) Yoksa, din, can, mal ve iyalleriniz, dünyada da ahirette de
tehlikeye düşecekler.
Daha önce de belirttiğimiz gibi başka bir eserinde bu sekiz
merhaleye bir merhale daha ekler. Buradaki yedinci maddeyi ikiye ayırır: Önce
uzun bir sûrenin benzerini getirmeyi istemekle meydana okuma, sonra da kısa bir
sûrenin benzerini getirmeyi istemekle meydan okuma.
İşârâtü’l-İ’câz isimli eserinde de bu merhalelerin dokuz
olduğunu belirtir. Fakat oradaki taksimi buradakinden birazcık farklılık
gösterir. Şöyle ki: Birinci merhalede, meydan okumanın yüksek nazmının yanısıra,
ihtiva ettiği hakikatler, ilimler ve gaybî haberleriyle ümmi bir zattan
getirilecek bütün bir Kur’ân meydana getirmeye çağırıldığını belirtir. İkinci
merhalede, uydurma sözlerle de olsa Kur’ân gibi bir kitabın getirilmesinin
istenildiğini zikreder. Bu durumda zamir daha önce on sûreye gönderilirken
burada ise, “Hakaik”a gönderilir. Sonra herhangi bir sûreyi, okuma yazma
bilmeyen bir insandan getiremiyorlarsa, haydi bunu mâhir bir âlim yapsın, der.
Bütün cin ve insanlardan yardım istemeyi ayrı bir merhaleye koyar. Dokuzuncu
merhalede ise şöyle der: “Bizim şahitlerimiz yoktur, eğer muarazaya girişsek,
bizi destekleyecek kimse yoktur’ diye gösterdikleri o bahaneyi de defetmek için,
‘Şühedanıza da müsaade edilmiştir. Onları da çağırın, size yardım etsinler”
Bu merhaleler arasında büyük bir iç içelik göze çarpmaktadır.
Bediüzzaman’ı bu merhaleleri böylesine detaylı bir biçimde açıklamaya sevkeden
sır, Kur’ân’ın mu’cize olduğu fikrini insanların, özellikle de muasırlarının
ruhlarına derinlemesine nakşetmek ve Kur’ân’a muaraza edemeyip kılınçla
mukabeleye mecbur kalan kimselerin ne derece aciz olduklarını ortaya koymaktır.
Diğer âlimler ise, sadece Kur’ân’ın saraheten belirttiği dört veya beş merhaleyi
zikretmekle yetinmişlerdir.
Bediüzzaman’a göre Kur’ân’ın i’câz yönleri
Bediüzzaman Kur’ân’ın i’câz yönlerini açıklarken bir tek görüşle
yetinmemiş, aksine sayısız vecihlere işaret etmiştir. Kur’ân-ı Kerimin her bir
asırdaki bütün insan tabakaları için mu’cize olduğunu belirtmiştir. Bazı
eserlerinde sadece “nazm” denilen bir tek vecih üzerinde durur. Bazen,
Kur’ân’ın yedi küllî vecihle mu’cize olduğunu ifade eder. Bazen on küllî
vecihten söz eder. Pek çok defa da, insanların değişik tabakalarına göre kırk
vecih i’câz yönünün bulunduğunu belirtir. Kur’ân’ın, i’câzını muhtelif meşreb
sahiplerine gösterdiğini, her bir meşrebin diğeri tarafından farkedilemeyen bir
i’câz yönünü gördüğünü söyler. Bediüzzaman’a göre bunda garipsenecek hiçbir şey
yoktur. Çünkü Kur’ân, maden-i mu’cizat, Nübuvvet-i Ahmediyyeyi ve vahdaniyyet-i
İlâhiyyeyi tam olarak isbat eden mu’cize-i kübradır.
Bediüzzaman, Hz. Peygamber ile Kur’ân arasındaki ilişkiden
hareketle de, Kur’ân’ın mu’cize oluşunu isbat ederek şöyle der: “Nasıl ki,
Kur’ân bütün mu’cizat ve hakaıkiyle Hz. Muhammed’in (a.s.m) bir mu’cizesidir,
Hz. Muhammed (a.s.m) de bütün mu’cizeleri, delail-i nübuvveti ve kemâlât-ı
ilmiyesiyle Kur’ân-ı Kerimin bir mu’cizesi ve onun Rabbü’l-Âlemîn’in kelamı
olduğuna bir hüccet-i katıasıdır.” “Kur’ân, nübüvveti i’câz ile, i’câzı tahaddi
ile, tahaddiyi ise onların sükutuyla isbat etti…”
Ben, Bediüzzaman’ın pek çok eserlerinde zikrettiği i’câz
vecihlerini, verdiği sayılarla bağlı kalmaksızın ve görebildiğim ölçüde
açıklayacağım.
Birinci vecih: Kur’ân nazmının mucizeliği
Bediüzzaman’a göre Kur’ân nazmının mu’cize oluşuna dair bir
giriş:
Bediüzzaman, Kur’ân nazmının mu’cize olduğunu açıklamaya
başlamadan önce, kelâm-ı belîğin önemli özelliklerini ihtiva eden on iki
meseleden meydana gelen bir mukaddimeye yer vermiştir. Çünkü Bediüzzaman bu
meselelerin İ’câzü’l-Kur’ân konusunda en önemli yönü teşkil ettiği
kanaatındadır. Bu mukaddimeyi özet olarak zikredeceğim. Daha detaylı bilgi için
dileyen kaynağına başvurabilir.
Birincisi: Kelamın nazmı, efkâr ve hissiyatın tabii mecrası,
belağat nakışlarının da menşeidir. Kâinat, yaratıcı tarafından fesîh ve belîğ
yaratıldığı gibi, sûretlerinden her biri de bir kudret mu’cizesidir. İşte, kelâm
da vakıaya tıpatıp uygunluk arzettiğinde ve sözün nazmı, âlemin nizamına
mutabakat gösterdiğinde, bütün yönleriyle tam bir cezâlet kazanır.
İkincisi: Sihr-i beyânî, belîğ teşbihleri ve tasvirleriyle
hakîkata mebnîdir.
Üçüncüsü: Kelâmın cemâl ve kemâlı üslûbuyladır. Üslûb ise,
hakâikin sûreti ve eşya arasındaki münasebet sırrına dayanan istiare-i
timsîliyyeden alınan kalıb-ı mehanîdir. Temsîl üslubunun faydası, ince mânâları
ve derin kökleri dinleyiciye ulaştırmaktır. Üslûb çeşitliliği ve renkliliğinin
hikmeti, kalbin köşelerinde durgun mânâları uyandırmaktır.
Dördüncüsü: Kelâm-ı belîğin, nazmının kayıt ve heyetleri
birbiriyle uyumludur, herbiri diğerinin elinden tutar ve birbirini destekler.
Beşincisi: Nazm-ı kelâmın, keyfiyetleri, heyetleri ve
müstetbeatı, hedef ve maksadın levazımına, tevabi’ ve furuuna remizde bulunur.
Tıpkı kelamın aslı bunlara işaret ettiği gibi. Bu da kelâmın zenginlik, servet
ve genişliğine delildir.
Altıncısı: Belîğin şe’ni, kelâmın sarihiyle, garaza taalluk
edeni, makamın gerektirdiğini, muhatabın istediğini ifade etmesi, sonra da bu
kalıba döktüğü mânâda, mânânın diğer tabakalarına işaret eden delillere yer
vermesidir. Çünkü, tehassür, teessüf, iştiyak, temeddüh, hitap, işaret, teellüm,
tahayyür, taaccüb ve tefahur gibi öylesine ince mânâlar vardır ki, onları ifade
edecek husûsi lafızlar bulunmamaktadır.
Yedincisi: Üslub, hayale-teşbih ve tasvîr-mebni olduğunda eksen
olarak hakikati alması lâzım. Çünkü nahvin felsefesi bu kabildendir.
Sekizincisi: Mânâları teaddüd eden “Bâ”, “Min”, “İlâ” gibi
harflerin asıl mânâsı tektir ve bu aslî mânâ ondan ayrılmaz, fakat makam ve
maksada göre bazen tâlî bir mânâ teşerrüb eder ve o mânâyı içine çeker.
Dokuzuncusu: Belâğatın en yüksek mertebesi, mütekellimin aynı
anda, herbiri kardeşleriyle omuz omuza vererek en büyük nakş-ı a’zama doğru
müteselsilen uzanan bir nakşı izhar eden cümlelerin müvazenesi ve kelime
kayıtlarının münasebetlerini muhafaza ve müraat etmektir. Böylece, sanki
mütekellim birçok akılları da kendi aklına katarak istihdam etmiş gibi olsun.
Yine, kelâmın yüksekliğinin bir başka sebebi de, makam ve maksada doğru sarkan
maksatlara doğru teselsülen gitmesi ve tıpkı Hz. Musâ’nın kıssası gibi, birçok
füru’ ve vücûhun istinbatına elverişli olmasıdır.
Onuncusu: Sözün selaseti, mânâ ve hissiyatın ya birbiriyle
kaynaşıp birleşmesini veya muhtelif olmakla birlikte intizamlı olmasını
gerektirir. Böylece merkez etraftan kuvvet alır. Maksadın belirlenip,
unsurlarının bir noktada birbirini desteklemesi de kelâmın selasetinin
gereğidir.
Onbirincisi: Sözün selameti, evhamı def’ ve şübehatı red için
intizam etmesini gerektirir.
Onikincisi: Üslub üç çeşittir. Mücerred üslûb: Bunun misali
Seyyid Cürcânî’nin kitaplarıdır. Müzeyyen üslûb: Delâilü’l-İ’câz ve
Esraru’l-Belâğa gibi. Alî üslûb: Bu üslûbun özelliği şiddet, kuvvet, heybet ve
ulviyyettir. Bu üslubun münasib makamı, İlâhiyyat, Usûl ve hikmet konularıdır.
Kur’ân gibi.
Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz isimli eserini Kur’ân’ın nazmî
i’câzını ortaya koymaya tahsis etmiştir. Bu eseri yazmasındaki amacını şöyle
dile getirir: “Şu İşârâtü’l-İ’câz adlı eserden maksadımız; Kur’ân’ın nazmına,
lafzına ve ibaresine ait i’câz işaretlerini ve remizlerini beyan etmektir.
Çünkü, i’câzın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder. Ve en parlak i’câz
Kur’ân’ın nazmındaki nakışlardan ibarettir.”
Nazm konusunda Bediüzzaman’ın görüşünü ele almadan önce, İmam
Abdulkahir el-Cürcânî’nin Nazmu’l-Kur’ân konusundaki görüşünü sunmayı gerekli
görüyorum. Çünkü Kur’ân’ın en önemli mu’cizelik yönü nazmıdır. Bediüzzaman da
bu noktada Cürcanî’ye katılmakta ve bu nazariyesini oldukça övmektedir. Aynı
şekilde, Zemahşerî’nin bu konudaki gayreterine de değineceğiz.
Cürcani’ye göre nazım nazariyesi
Cürcânî merhum şöyle der: “Nazım, ancak kelamını nahv ilminin
gerektirdiği biçimde ortaya koyman, sözkonusu ilmin kanun ve usullerine uygun
davranman, belirlediği metodları bilip onlardan sapmaman, çizdiği prensipleri
gözetip onlardan hiçbirini ihlal etmemendir. Bize göre, nazımın nazmında
gözetmesi gereken tek şey, her babın vecih ve farklarına bakmasıdır.” Cürcanî
şöyle devam eder: “İşte yol budur. Hata olsun sevab olsun nazım ile ilgili ne
varsa hepsi nahivle ilgilidir ve bu ismin altına girer. Ya söz, tam yerinde
kullanılmıştır ve hakkı verilmiştir veya bunun tersina davranılmış, yerinden
saptırılmış ve kullanılması gereken yerde kullanılmamıştır. Nazmın sıhhatı veya
fesadı ile nitelendirilmiş ya da, bir meziyet veya üstünlükle tavsif edilmiş
bir söz yoktur ki, o sıhhat ve fesadın, o meziyet ve üstünlüğün kaynağı nahv
ilminin mânâ ve hükümlerine dayanmasın, sözkonusu ilmin asıllarından birinin
altına girmesin veya bablarından birine dahil olmasın…
Cürcanî’ye göre, istiare, kinaye, temsîl ve bütün çeşitleriyle
mecaz, nazmın gereklerindendir. Nazım bunlardan meydana gelir ve bunlarla
ayakta durur. Bunlardan biri ihlal edildiğinde, bu ihlalin sadece ona münhasır
kalması ve konuya nahvin ahkamından birine taalluk etmemesi düşünülemez.
Kur’ân, ancak nazmı ve uyumuyla mu’cize olmuştur.
Cürcâniye göre kelamın unsurları üçtür: Lafız, mânâ ve nazm.
Nazım için iki ameliye gerekir. Birincisi: Manaların nefiste (zihinde) tertib
edilmesi. İkincisi: Lafızların nutukta tertib edilmesi. Bu nazariyede iki yön
açıkça göze çarpıyor: Nefsî (zihnî, ruhî) yön ve fikrî yön. Nefsî yön,
okuyucunun kelam-ı belîği teemmül ve tefekkür ederken hissettiği tesirin
terinliğinde ortaya çıkar. Fikrî yön ise, bir açıdan mânâların birbiriyle olan
alakasından, diğer açıdan mânâlarla lafızlar arasındaki ilişkide görülür. Bu
ilişki de, sadece vaz’ itibariyle değil, bilakis hem vaz’ hem de tertib
açısından bulunmalıdır.
Zemahşerî’ye gelince, bu nazariyeyi tefsirinde amelî ve tafsîlî
bir biçimde uygulayarak onu netleştirme şerefi kendisine aittir.
Bediüzzaman da, i’câz konusunda nazmın rolü üzerinde sıkıca
durur ve der ki: “Belağat nakışlarının menşei, nazm-ı meanîdir, yoksa mütefalsıf
lafızperestlerin yaptıkları gibi lafzın nazmı değildir. Onlarda hubb-u lafız
öyle müzmin bir hastalık olmuş ki, Abdu’l-Kahir Cürcânî, Delâilü’l-İ’câz ve
Esraru’l-Belağa’da onlara cevap vermeye mecbur olmuş ve yüzden fazla sahifeyi
onlarla münazaraya tahsis etmiş”
Şu sözleriyle de bunu örneklendirir: “Nasıl ki, insanın
başındaki gözbebeğini yerinde yerleştirmek, bütün cesedin münasebâtını ve
vezaif-i acibesini ve gözün o vezaife karşı vaziyetini bilmekle olur.”
Abdulkahir ve Bediüzzaman, lafızların feshatını inkâr
etmiyorlar. Bunun bu şekilde anlaşılması gerektiğine dikkat çekmek isteriz.
Ancak onlara göre, bu lafızlara nazımdan hariç bir biçimde bakılmamalıdır.
Bediüzzaman, Kur’ân’daki nazmın esrarını açaklamak için beyan ve
meanî ilimlerine dayanmak konusunda Cürcânî ve Zemahşerî’nin görüşlerine
katılır ve şöyle der:
“Kur’ân-ı Kerimin i’câzının esası, nazmının belağatındadır.
Nazmın belağatı da iki kısımdır: Bir kısmı ziynet gibidir, diğer kısmı ise,
libas gibidir. Birinci kısmın beyanını, ilm-i beyan taahhüd etmiştir ki, gümüş
taşlar arasına altın eritir gibi kelimeler arasında nahvî ve harfî mânâların
yerleştirmektir. İkincisini beyan etmeyi ise, ilm-i beyan taahhüd etmiştir ki,
mânâların kametine göre üslubdan biçilmiş ve muntazam parçalardan dikilip
def’aten ma’na, kıssa veya maksada giydirilen kıymetli bir hulle ve alî bir
libastır.”
Nazımdaki nefsî ve fikrî cihetlere dikkati çekerek şunları
söyler: “Kelam-ı Belîğ, akıl ve vicdanın aynı anda kendisinden istifade ittiği
sözdür. Öyle ki, akla girdiği anda vicdana da tekattur etsin. Bu iki vechi
tekeffül eden ise temsildir. Nitekim, i’câz-ı Kur’ân’ı akseden en parlak ayna
addedilmiştir.”, “Onun esası da teşbihtir. Teşbihin şe’ni de nefret, rağbet,
meyelan, tenfir, kerahet, hayret veya heybet hissini tahrik etmesidir. Bazen de
ta’zim veya tahkîr, terğîb veya tenfîr, teşvîh veya tezyîn ya da taltîf… ilh.
için olur. Üslubun sûretine göre vicdan uyandırılır, his meyil veya nefretle
tenbih edilir.
Kur’ân belağatının kaynağı
Bediüzzaman merhum, Kur’ân’ın mu’ciz belağatının, “nazmın
cezaletinden ve hüsn-ü metanetinden ve üsluplarının bedaatinden, garib ve
müstahsenliğinden ve beyanın beraatinden, faik ve safvetinden ve meanisinin
kuvvet ve hakkaniyetinden ve lafzının fesahatinden, selasetinden tevellüd
ettiğini” söyler. Kur’ân i’câzının bu vechini aşağıdaki beş hususla tafsil eder.
İşaret etmek gerekir ki, bu hususlardan her birisi İ’câzu’l-Kur’ân’ın
vecihlerinden müstakil bir vecihtir. Bu hususlar şunlardır:
1) Nazmındaki cezalet-i harikadır. Bediüzzaman bunu şöyle
örneklendirir: “Nasıl ki, saatin saniye, dakika ve saatleri sayan millerinden
her biri diğerini ikmal eder. Kur’ân cümlelerinden herbirinin heyetlerinin
nazmı, kelimeleri arasındaki nizam, herbir cümlenin diğerine müteveccih
münasebetindeki intizam da aynen böyledir. Bakara sûresinin baş tarafını tefsir
ederken Kur’ân kelamının eczalarının birbiriyle olan irtibatı üzerinde
durmuştur. Ona göre münasebetler üç çeşittir: Ayetlerin makablleriyle
münasebeti, cümleleri arasındaki nazım ve her bir cümlenin heyetlerinin
birbirine bakmasıdır.
2) Mânâsındaki belağat-ı harikadır. Şöyleki, Kur’ân, belağatının
resanetine ve ifadesinin yüksekliğine ilave olarak kelamın mânâlarına da kuvvet
vermiştir.
3) Lafzındaki fesahat-ı harikadır. Kur’ân’ın lafzı nihayet
derecede selis ve fesihdir. Bunun delili usanç ve bıkkınlık vermemesi ve
âlimlerin buna şahitlik etmeleridir. Buna Al-i İmran sûresinin 145. âyeti örnek
verilmiştir. Bu âyetin, bütün heca harflerini içinde bulundurduğu halde,
güzelliğine güzellik katmasıdır.
Bediüzzaman Kur’ân kelimelerinin de i’câzın mazharlarından biri
olduğunu vurgulayarak şöyle der: “Kur’ân’da hiçbir kelime bulunmuyor ki,
mevkiiyle münasebetdar olmasın. Veyahut mevkiinin başka bir kelimeye münasebeti
daha çok olsun. Evet, Kur’ân’ın herhangi bir yerinde bulunan bir kelime, o
mevkiin başında bir tac-ı zerrin gibi görünür. Ve aralarındaki münasebetlerden
dolayı, aralarında geçimsizlik yeri yoktur.” Bunun için de tercümesi mümkün
değildir.
4) Beyanındaki beraat-ı faikadır. Kur’ân hitab tabakalarının ve
terğib ve terhib, medh ve zem, isbat ve irşad, ifhâm ve ifham gibi kelam
kısımlarının en yükseğinde bulunmaktadır.
5) Üslubundaki harika güzelliktir. Bediüzzaman buna Mukattaat
Harflerini örnek vermiş, bunların İlâhî şifre ve remizler olduğunu ve heca
harflerinin bütün çeşitlerinin yarısını aldığını belirtir. “Elif Lâm Mîm”in
bedî bir üslup ve garîb bir tarz olduğunu ifade eder.
Bediüzzaman, îcazın kaynağının, i’câzın da kaynağı olduğu
görüşündedir. Ona göre, belağat mutabakat-ı muktaza-yı haldir. Gerçekte, Kur’ân
muhatapları değişik tabakalarda ve muhtelif asırlarda bulunmaktadırlar.-Her nevi
muhatabın kendisine ayrılan hissesini alması için-bu tabakaları müraat etmek ve
asırları göz önünde bulundurmak ve tamim ve tevzi’ gayesiyle Kur’ân, çoğu yerde
haziflerde bulunmuş. Teşmîl ve taksim için birçok yerde mutlak söylemiş. Belagat
nazarında müstahsen ve ilm-i arabîce makbul ihtimalleri ihtiva etmek ve
vecihleri çoğaltmak için nazmı irsal etmiş. Böylece her zihne kendi zevki
ölçüsünde feyiz vermeyi gerçekleştirmiştir. Feteemmel!
Bediüzzaman, Kur’ân’ın beliğ irşad üslubunun, onun i’câz
vecihlerinden biri olduğuna dikkat çeker ve Kur’ân’ın fıtrî selasetini muhafaza
ettiğini ve tekellüf elinin kendisine ulaşmasından münezzeh bulunduğunu
belirtir.
Kur’ân’da tekrar
Bediüzzaman,-cahillerin bir kusur ve medar-ı tenkid
zannettikleri-Kur’ân’ın üslubundaki tekrarı i’câz vecihlerinden birisi sayar ve
tekrarın hikmetlerini açıklar. Bu hikmetler şunlardır:
1) Kur’ân bir kitab-ı zikir, dua ve davettir. Dua tekrar, davet
de terdid ve te’kid edilir.
2) Her bir sûre küçük bir Kur’ân hükmündedir. Onun için,
Kur’ân’ın ekser maksatları ekser sûresine dercedilmiştir. Böylece, herkesin
bütün Kur’ân’dan istifadesi sağlanmış, hiç kimse bundan mahrum bırakılmamıştır.
Bu gayeyle tevhid, haşr ve Hz. Musa’nın kıssası… tekrar edilmiştir.
Bediüzzaman’a göre, Kur’ân’ın maksatları dörttür: Tevhid, nübuvvet, haşir ve
adalet.
3) Kur’ân’ın tekrarı, insanın manevi ihtiyaçlarının teceddüdüne
münasib düşmektedir.
4) Kur’ân, bu dinin müessisidir. Müessisi, tesbit etmek için
tekrar lâzımdır. Te’kid için terdad lâzımdır. Te’yid için takrir, tahkik, tekrir
lâzımdır.
5) Hem Kur’ân, öyle mesail-i azîme ve hakaik-i dakikadan
bahsediyor ki: Umumun kalblerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif
sûretlerde tekrar lâzımdır.
Bediüzzaman merhum, hülasa olarak Kur’ân’da gerçekte tekrar
bulunmadığını, her bir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücuh ve
tabakaları bulunduğunu, her bir makamda ayrı bir mânâ, faide ve maksatlar için
zikredildiğini, dolayısiyle tekrarın ancak sûreten olduğunu söyler.
Kur’ân’ın hepsi belağat bakımından aynı derecede midir?
Âlimler, Kur’ân’ın, belağatın zirvesinde olduğunda
birleşiyorlar. Ancak İzz ibn Abdüsselam ve Ebu Nasr el-Kuşeyrî, Kur’ân’ın
fesahat mertebeleri bakımından farklı olduğunu söylemişlerdir. Kadî ise, bu
görüşün tersini savunmaktadır.
İmam Ebu Süleymân el-Hattabî şu görüştedir: İ’câz beliğ kelamda
gizlidir. Mu’ciz kelam şu üç sınıftan hariç olamaz: Birincisi: Belîğ, rasîn ve
cezil. İkincisi: Fesîh, karîb ve sehl. Üçüncüsü: Câiz, talîk ve rasl. Kur’ân,
bütün bunları ihtiva etmektedir. Çünkü muhataplar eşit değildirler. Dilini
tehzib eden şehirli bulunduğu gibi, bedeviliğin kendisine kuvvet ve resanet
kazandırdığı bedevî de vardır.
Muhtemelen Bediüzzaman merhum bu sözden etkilenmiştir. Çünkü,
i’câz bakımından Mekkî üslubun, Medenî üsluptan farklı olduğu görüşünü ileri
sürer. Çünkü ona göre, muhatab ve muarızların tabiatları muhteliftir. Mekkî
üslup âlî, kaviyy, mu’ciz ve mukni’ gelmiştir. Medenî üslupta ise, sadelik,
açıklık ve tafsilli oluşuyla mu’cize bir hava hakimdir.
Bediüzzaman, Kur’ân’da edebî tasviri kavramış, büyüleyici
güzelliğini zevketmiş ve şu neticeye varmıştır: “Sihr-i beyânî, kelamda tecelli
ettiği vakit, arazları cevherlere, mânâları cisimlere, cemadatı zî ruhlara,
nebatatı akıllı varlıklara dönüştürür. Aralarına muhavere atar. Bu muhavere
bazan muhasemeye, bazen de muhabbete varır. Cemadat hayalin nazarında
raksederler.”
"Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş
hurma dalının ince yay halinin alıncaya kadar incelir." 3âyetini
açıklarken şöyle diyor: “Âyet, şu teşbih ile semanın yeşil perdesi arkasında
güya bir ağaç bulunuyor gibi beyaz, sivri, nûranî bir dalı, perdeyi yırtıp
başını çıkarıp, süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sâir yıldızlar o gizli
hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak işitenin hayalî olan gözüne
göstermekle…”
Kur’ân-ı Kerim ve şiir
Özellikle Bakıllanî döneminde Kur’ân’ın üslûbu bazı mülhidlerce
tartışma konusu edilmiş olacak ki, Kur’ân’ı bazı şiirlerle mukayeseye
kalkışmışlar, bu yüzden de Bakıllanî özel olarak şöyle demiştir: Kur’ân’ın
i’câzı konsunda tercihe değer görüş, onun, beşer kelamındaki mu’tad bütün nazım
çeşitleri dışında bir nazım olması ve bütün hitap üsluplarından farklı
bulunmasıdır. Kur’ân, ne şiir, ne seci’, ne de kafiyeli olmayan mevzun kelam
türünden değildir. Bu yüzden de muarazası mümkün olmamıştır.”
Bediüzzaman ise, Kur’ân’ın şiir olmaktan münezzeh bulunmasının
hikmetlerini açıklar ve bunları üç noktada özetler:
Birincisi: Kur’ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri
câmi olduğundan, şiirin hayalatından müstağnîdir.
İkincisi: Âyetlerin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip tâ
ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mabeynlerinde mevcud
münasebet-i maneviyeye rabıta olmak için, o dâire-i muhîta içindeki âyetlere
birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest her bir âyetin, ekser
âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var… İşte intizamsızlık
içinde kemâl-i intizamı gör!
Üçüncüsü: Şiirin şe’ni küçük ve sönük hakikatları, büyük ve
parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’ân’ın hakikatleri,
o kadar büyük, âlî ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere
nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır.
Bediüzzaman’ın bu yaklaşımı, Bakıllanî’ninkinden çok daha güçlü
ve sağlamdır.
Kur’ân’da fasıla
Bediüzzaman, Kur’ân’daki fasılanın mucizelik yönünü açıklamaya
özel bir bahis tahsis etmiştir. Bu fasılalara, “hulasât ve fezlekât” adını
verir. bunların, ya Esma-i Hüsnâyı veya mânâlarını tazammun ettiğini veya aklı
tefekküre sevketmek için akla havale ettiğini, veyahut makasıd-ı Kur’ânîyeden
bir kaide-i külliyeyi tazammun ettiğini, böylece âyetin te’kid ve te’yidi için
fezlekeler yapıldığını söyler. Sözkonusu fezlekeler bu özellikleriyle Kur’ân-ı
Kerimin mu’ciz birer mazharıdır. Bediüzzaman Kur’ân’ın fasılalarını ele alırken
şu neticeleri ortaya çıkarır:
1) Kur’ân, Sani-i Zülcelal’in ef’al ve eserlerini nazara karşı
serer, basteder. Sonra o âsar ve ef’alinde esma-i İlahiyyeyi istihrac eder; veya
haşir ve tevhid gibi bir makasıd-ı asliyye-i Kur’ânîyeyi isbat ediyor. Bunun
misali, Bakara Sûresi 29. âyettir.
2) Kur’ân, beşerin nazarına san’at-ı İlâhiyyenin mensûcâtını
açar, gösterir. Sonra fezlekede o mensûcatı, esma içinde tayyeder veyahut akla
havale eder. Misâl: Yûnus Sûresi 31-32. âyetler ve Bakara Sûresi 164. âyet.
3) Bazen Kur’ân, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsîl ediyor. Sonra
bir fezleke ile icmâl eder. Tafsîliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir,
bağlar. Misâl: Yûsuf Sûresi, 6 ve Al-i İmran Sûresi 27. âyet.
4) Kur’ân, gâh olur mahlûkat-ı İlâhiyyeyi bir tertiple zikreder;
sonra o mahlukat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri
olduğunu göstermekle güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o
ayine misal tertibinden cilvesi bulunan Esmâ-i İlâhiyyeyi gösteriyor. Güya o
mahlukat-ı mezkûre, elfazdır; şu esmâ onun mânâları, yahut o meyvelerin
çekirdekleri, yahut hulasalarıdırlar. Meselâ: Mu’minûn Sûresi 12-14. âyetler;
A’raf Sûresi 54. âyet.
5) Kur’ân, bazen tagayyura maruz ve muhtelif keyfiyyata medar
maddî cüz’iyâtı zikreder. Onları hakaik-i sâbite sûretine çevirmek için, sâbit,
nûranî, küllî esma ile icmal eder, bağlar. Veyahut, tefekküre ve ibrete teşvik
eder bir fezleke ile hatime verir. Misâl: Bakara Sûresi: 31-32. Nahl Sûresi:
66-69. âyetler.
6) Gâh oluyor ki âyet, geniş bir kesrete ahkâm-ı Rubûbiyyeti
serer, sonra birlik ciheti hükmünde bir rabıta-i vahdet ile birleştirir, veyahut
bir kaide-i külliye içinde yerleştirir. Meselâ: “Vesi’a kürsiyyuhu’s-semâvâti
ve’l-arda velâ yeûdühü hıfzuhüma ve hüve’l-aliyyü’l-azîm” 4
7) Gâh oluyor ki âyet, zâhirî sebebi, icadın kabiliyetinden
azletmek ve uzak göstermek için müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor.
Tâ anlaşılsın ki, sebep yalnız zâhirî bir perdedir.
Âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücudda
müsebbebât ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat, hakikatte beynlerinde uzak
bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en
büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebep ve
müsebbeb arasındaki uzak mesafede Esmâ-i İlâhiyye birer yıldız gibi tulu’
eder… Esbâb ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i maneviyye var ki,
imanın dürbiniyle, Kur’ân’ın nûriyle görünür. Meselâ: Abese Sûresi: 24-32.
âyetler; Nûr Sûresi: 43-45. âyetler.
8) Kur’ân, gâh oluyor ki, Cenab-ı Hakk’ın ahirete bakan hârika
ef’allerini kalbe kabul ettirmek için izhariye hükmünde ve zihni tasdika müheyya
etmek için bir idadiye sûretinde dünyadaki acaib ef’alini zikreder veyahut,
istikbalî ve uhrevî olan ef’al-i acibe-i İlâhiyyeyi öyle bir sûrette zikreder ki
meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatımız gelir. Meselâ: Yasîn
Sûresinin son âyetleri, Tekvîr ve İnşikak Sûreleri gibi.
9) Kur’ân-ı Hakîm, gâh olur cüz’î bazı maksatları zikreder.
Sonra o cüz’iyat vasıtasiyle küllî makamda zihinleri sevketmek için, o cüz’î
maksadı, bir kaide-i külliye hükmünde olan esma-i hüsna ile takrir ederek tesbit
eder, tahkik edip isbat eder. Meselâ: Mücadele, İsra ve Fatır Sûrelelerinin ilk
âyetleri gibi.
10) Gâh oluyor; âyet, insanın isyankârane amellerini zikreder,
şedîd bir tehdit ile zecreder. Sonra şiddet-i tehdit, ye’se ve ümitsizliğe
atmamak için, rahmetine işaret eden bir kısım esma ile hatime verir, teselli
verir. Meselâ: İsrâ Sûresi: 42-44. âyetler.
Bunlar, Kur’ânî fasılaların te’siri ve Kur’ân nazmının belağatı
konusundaki rollerini açıklayan güzel yorumlardır. Ben, Bediüzzaman’ın
fasılalar konusunda yazdıklarıyla Dr. Ahmed Bedevî’nin yazdıklarını
karşılaştırdım. Bedevî’nin genellikle herbir fasılanın sonunda yer aldığı âyetle
olan münesebeti açıklamakla yetindiğini ve Suyûtî’nin el-İtkan’da yazdıkları
çerçevesinde dönüp dolaştığını gördüm. Bediüzzaman, sözkonusu fasılalara
kapsamlı bir nazarla bakar, içinde bulundukları âyetle münasebetlerini
belirtir, insanın ruh, akıl ve vicdanı üzerinde etkili olan imanî tesirlerini
ortaya koyar. Bunu da, Allah’ın isim ve sıfatlarını ta’rif ederek, san’at-ı
İlâhiyyenin enfüs ve afaktaki eserlerini açıklayarak yapar. Bu açıklamalarında,
Dâiretü’l-Mearifi’l-Biritaniyyenin aynı alandaki iddialarına çok etkili ve
parlak bir cevap vardır.
İ’câzı zevketme
Bediüzzaman şu kanaattedir: Kur’ân’ın i’câzını tam olarak
zevketmek isteyen kişi, kendisini Kur’ân’ın nüzûlünden evvel olan o asr-ı
cahiliyette ve sahra-ı bedeviyette farzetsin ki, her şey perde-i cehil ve
gaflet altında perde-i cümûd-u tabiata sarılmış olduğu bir anda birden Kur’ân’ın
lisan-ı ülvîsinden: "Göklerde ne var, yerde ne varsa, herşeyin hakikî sahibi
olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti herşeye galip olan ve
hikmeti herşeyi kuşatan Allah’ı tesbih eder." 5gibi âyetleri işitsin,
baksın: o ölmüş veya yatmış mevcûdat-ı âlem "sebbaha.. yusebbihu…" (tesbih
etti, tesbih eder) sadasiyle işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar
oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Böylece o asra şuuren gitmekle i’câzın
dakaikını zevkedebilirsin. Fakat şimdi o âyetlere ülfet ve perdesi arkasından
bakmakla herbir âyetteki mu’ciz güzelliğin derecesini hakiki mânâda
göremezsin.”
Ben de derim ki: Her ne kadar tabiatler körelmiş ve ülfet galebe
etmiş olsa da, Kur’ân, mu’ciz güzelliğiyle feyizlerini akıtmaya devam
etmektedir. Merhum Seyyid Kutub’un edebî tasvir konusundaki eseri, bu mu’ciz
güzelliği isbat etmektedir. Diğer taraftan paslı yürekler, cahiliyet döneminde
de olsa, Kur’ân’ın güzelliğini yansıtamazlar.
Kur’ân’daki nazım güzelliğini zevketme konusunda ise,
Bediüzzaman Abdulkahir Cürcânî’nin görüşünü benimser. Cürcanî, i’câzın bu
yönünü, edebî zevke ve sanat duygusuna sahip olanlardan başkasının
zevkedemeyeceğini söyler.
Bediüzzaman, i’câzın ifade edilebileceği konusunda da
Abdulkahir’in görüşünü benimser. Merhum bu konuda şunları söyler: “Sekkakî
demiştir ki: ‘İ’câz zevkîdir; tarif ve tabir edilemez. ‘Men lem yezuk lem yedri’
Yani; fikri ile i’câzı zevketmeyen, tarif ile vakıf olamaz… bal gibidir’
Lâkin Abdulkahir’in iltizam ettiği veche göre, i’câzı tarif ve tasvir etmek
mümkündür. Biz de bu vechi kabul ediyoruz.”
Diğer i’câz vecihlerine gelince, gündüzün ortasındaki güneş gibi
açıktır. parmaklarını kulaklarına tıkayan, kafalarını kuma sokan, kibir ve
inatlarından inkârlarında ısrar edenlerden başkası onları inkâr etmiyor.
Neden belağat i’câzı?
Beidüzzaman Kur’ân nazmının i’câzına ve belağatının harikalığına
bu kadar ihtimam göstermesinin sırrı belağat ve edebin, insanın hasiyeti
olduğunu idrak etmesidir. O bu konuda şöyle der: Beşerin ruhunu terbiye eden en
a’la, vicdanını tasfiye eden en latîf, fikrini tezyin eden en güzel, kalbini
tevsi’ eden en geniş şey bir nevi edebiyattır. Sen bu nev’i, fenlerin alan
bakımından geniş, tesir bakımından nafiz, beşer kalbine en alakadar ve sanki
onların sultanı olarak görürsün.”
Bediüzzaman, Kur’ân’ın başka bir sözle mukayese edilmesinin
mümkün olmadığını söyler. “Çünkü kelamın tabakaları, ulviyyet ve kuvvet ve
hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatab, biri
maksad, biri makamdır. Yani, kim söylemiş, kime söylemiş, ne için söylemiş ve ne
makamda söylemiş? Kur’ân’ın menbaına dikkat edilse, Kur’ân’ın derece-i belagatı,
ulviyet ve hüsnü anlaşılır.”
Kur’ân nazmının mu’cizeliğini açıklama konusunda Bediüzzaman
ile Zemahşeri arasında bir mukayese
Kanaatıma göre, nazım nazariyyesinin âyetlere uygulanması
konusunda Zemahşerî ile Bediüzzaman’ı karşılaştırma, Bediüzzaman’ın meânî ve
beyan ilimlerini kullanarak Kur’ân nazmındaki harika vecihleri açıklamasını
nakletmekle yetinmekten daha yararlı olacaktır. Bu mukayeseden maksadımız,
Bediüzzaman’ın orijinallik ve istiklaliyetini, Kur’ân nazmının mu’cizeliğini
idrak konusundaki derinliğini ve nazım nazariyesini âyetlere tatbik etmesindeki
şümul ve ihatasını göstermektir. Misal olarak, Bakara Sûresinin ilk beş âyetini
ele alalım. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi: Çünkü bir müfessir, tefsirinin
ilk cüzlerinde fikrinin bütün yüklerini ortaya döker, bütün maharetini
gösterirler. İkincisi: Çünkü Bediüzzaman İşârâtü’l-İ’câz’da sadece Fatiha
Sûresini ve Bakara Sûresinin ilk otuz üç âyetini tefsir etmiştir.
İşte mukayeseye başlıyoruz:
"Elif Lâm Mîm. Zâlike’l-kitâbu lâ raybe fîhi… ve ülâike
hümü’l-müflihûne" (Bakara Sûresi, 1-5)
Önce şu âyetlerin açıklamasına bakalım:
"Elif Lâm Mîm. Zâlike’l-kitâbu lâ raybe fîhi hüden lil
müttekîne."
Gerek Zemahşerî ve gerekse Bediüzzaman, bu âyetlerin nazmındaki
pek çok ifade sırlarını ortaya çıkarmışlardır. Her ne kadar ikisi de, bu
nüktelerde ittifak ediyorlarsa da, bunları gerekçelendirmede ve açıklama
üslubunda farklılık göstermişlerdir. Zemahşerî’ye göre, uzaklar için kullanılan
bir ism-i işaret olan "zâlike" nin kullanılmasındaki sır, tamamlanmış bir söze
işaret etmesidir. Onun için böyle bir kelama uzaklar için kullanılan zalike
ism-i işaretiyle işarette bulunulmuştur. Zamehşerî, bu kelam uzak olmadığı halde
neden, kendisine "zâlike" ile işaret edilebildiğini, müşarun ileyh olan “sûre”
müennes olduğu halde neden müzekker bir ism-i işaret kullanıldığını açıklar.
Bediüzzaman ise, "zâlike"nin ta’zim ve ehemmiyete işare ettiğini, Kur’ân’ın,
mıknatıs gibi zihinleri kendisine çektiğine, hayale müracaat ettiğin takdirde
gözler, arkasındakini görecek derecede tezahür ettiğine işaret eder. Lisan-ı
haliyle, Kur’ân’ın doğruluğuna olan güvenine, hile ve zaaftan münezzeh olduğuna
remzeder. Yine bu ism-i işaret, Kur’ân’ın mükemmelliğini ifade eden yüksek
mertebesini gösterdiği gibi, emsallarinin yürüdükleri yoldan uzak olduğunu
belirtmekle de bu iddiasının deliline ima eder.
Zemahşerî, "Zâlike’l-kitâbu" ın "Elif Lâm Mîm" ile olan
münasebetini açıklar ve "Zâlike’l-kitâbu"ın şunu ifade ettiğini bilirtir: “Kamil
kitab işte budur. Sanki diğerleri onun karşısında eksiktirler. Kitab ismine
ancak bu layıktır.”
Bediüzzaman ise, ilave olarak “Kitab” tabirinin
kullanılmasındaki sırrı keşfeder. Bu tabirin, Kur’ân’ın, okuma yazma ehli
olmayan bir ümminin eseri olamayacağına işaret ettiğini belirtir.
Zemahşerî, "lâ raybe fîhi"deki zarfın takdim edilmemesinin
sırrına değinip, bunu "lâ fîhi ğaulün" örneği ile açıklarken, Bediüzzaman’ın
başka bir inceliği yakaladığını görüyoruz. O da, diğer zarf edatlarının değil
de "fî" nin kullanılması ve "fîhi" deki zarfiyettir. Bu konuda şöyle der: “Ve
keza zarfiyyeti ifade eden "fî" tabiri, Kur’ân’ın sathına ve zahirine konan şek
ve şüphe varsa, içerisindeki hakaik ile defedilebileceğine işarettir.”
Zemahşerî, "hüden lil müttekîne"in sırrını açıklar. Müttakîlerin
zaten doğru yolda olduğunu, neden "hüden lil müttekîne" denilmediğini sorar ve
cevabını verir. Ayrıca, masdarın "hüden" ism-i fail "hâdî" yerine
kullanılmasının, masdarın nekre olarak getirilmesinin, ve "müttekîn" deki îcazın
ve cümleler arasında atıf edatının bulunmamasının sırrını açıklar. Bediüzzaman
da bu incelikleri vurgular. Fakat onları daha ziyada tafsil ve izah eder.
"Ellezîne yu’minûne bi’l-gaybi ve yukîmûne’s-salâte ve mimmâ
rezaknâhum yünfikûne"âyetine bakalım.
Zemahşerî, nahiv açısından âyetlerin makablleriyle olan
münasebet sırrını açıklar ve “el-imânu bi’l-ğayb” ile nitelendirmesi üzerinde şu
soruları sorur: “Acaba, müttakîleri keşf ve beyan etmek için mi gelmiş, yoksa
"lil müttekîne" ile birlikte getirilerek onunkinden farklı bir mânâ mı ifade
ediyor veya medih olsun diye mi getirilmiş?” Bu kaydın, beyan olma ihtimalini
de, müstakil bir sıfat olma ihtimalini de ve mevsûf için bir medih olma
ihtimalini de tek tek açıklıyor. Bediüzzaman da bu bu noktalar üzerinde duruyor.
Ayrıca âyetin makabliyle münasebet inceliğini açıklarken, önceki âyetin
Kur’ân’ın medhi olduğunu, bu âyetin ise müttakîleri methettiğini ve ikinci
methin birincisinin neticesi olduğunu belirtir. Sonra da şöyle der:
"Ellezîne" ile "müttekîne" arasındaki münasebete gelince:
Bunların biri "tahliye" diğeri "tahliye" dir.
"Tahliye", tathir etmek ve temizlemektir.
"Tahliye" ise, tezyin etmek ve süslendirmek mânâsınadır. Bunlar
birbiriyle arkadaş olup, burada olduğu gibi, daima birbirini takip ediyorlar.
Onun için kalb, takvâ ile seyyiattan temizlenir temizlenmez, hemen onun ardında
imanla tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim, takvâyı üç mertebesiyle zikretmiştir:
Birincisi, şirki terk,
İkincisi, maâsiyi terk,
Üçüncüsü, mâsivâullahı terk etmektir.
"Tahliye" ise, hasenat ile olur. Hasenat da, ya kalble olur veya
kalıp ve bedenle olur veyahut malla olur.
A’mâl-i kalbînin şemsi, imandır.
A’mâl-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.
A’mâl-i mâliyenin kutbu, zekâttır.”
Bediüzzaman Zemahşerî’den fazla olarak "mü’minune" yerine
"ellezîne yu’minûne" nin tercih edilmesindeki sırrı açıklayarak şöyle diyor:
"mü’minune" kelimesine bedel, fiil sigasiyle "yu’minûne" fiilinin tercihi, İman
fiilini hayal nazarına gösterip, keyfiyetin tasvir edilmesine ve harici
delillerin tecellisiyle iman istimrar ve devam ile teceddüt etmesine
işarettir.”
Yine Bediüzzaman ziyade olarak "yukîmûne’s-salâte" ifadesindeki
muzari’ sigasının sırrını açıklayarak şöyle der: “Ruha hayat veren namazın o
geniş hareketini ve Âlem-i İslâma yayılmış olan o intibah-ı rûhânîyi muhataba
ihtar edip göstermektir. Ve o güzel vaziyeti ve o muntazam haleti hayale götürüp
tasvir etmekle sâmi’lerin namaza meylini ikaz edip artırmaktır.”
Zemahşerî, ve "mimmâ rezaknâhum yünfikûne" da rızkın azamet
nûn’u olan "nâ" ya isnad edilmesindeki sırrı, kendi i’tizal mezhebi yararı
doğrultusunda açıklar. Ayrıca, tab’îz ifade eden "min" tabirinin ve fiilin
faline takdiminin sırrını açıklar. Oysa Bediüzzaman, âyetin nazmındaki sırları
daha üstün bir şümul ve ihatayla açıklayarak asrındaki problemlerin çözümü
doğrultusunda incelikler ortaya çıkarır. Zekât müessesesiyle, çağımız
medeniyetindeki iktisadî ve ictimâ’î nazariyelere karşı meydan okur. Daha sonra
şunları kaydeder:
“Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için
birkaç şart vardır:
“1) Sadakayı vermekte israf etmemesi. Tâ ki, zelil ve çaresiz
olarak muhtaç duruma düşmesin. Bunu tab’îz mânâsına gelen ‘min’ ifade ediyor.
“2) Başkasından alıp başkasına vermek sûretiyle halkın malından
olmayıp kendi malından olması. Bunu da, "mimmâ"nın takdim edilmesinden
anlıyoruz.
“3) Minnetle in’amın bozulmaması. Bunu da ‘rızk’ın azamet "nun"
una isnad edilmesi ifade ediyor. Çünkü veren Allah’tır. Kul ise bir vasıtadır.
“4) Fakir olmak korkusuyla sadakanın terkedilmemesi. Bunu da,
rızkın azamet "nun"na isnadından anlaşılıyor.
“5) Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı
bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara
sadakanın verilmesi. Bu da, fiilin mutlak bırakılmasından anlaşılıyor.
“6) Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hacat-ı
zaruriyesinde sarfetmesi lâzımdır. İşte "yünfikûne" maddesiyle, sadakanın zarurî
ihtiyaçlara sarfedilmesi şartı getirilmiştir.”
Şimdi de şu âyet-i kerimeye bakalım:
"Vellezîne yu’minûne bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile min kablike
ve bi’l-âhireti hüm yûkınûne."
Zemahşerî, burada sözü edilen kimselerin, öncekilerin aynısı mı,
yoksa başkaları mı olduğu sorusunu soruyor ve her iki ihtimale de cevap veriyor.
“Vâv” ile atıf yapılmasındaki sırrı ve mânâsını açıklıyor. Yine, bunların
öncekilerden farklı kimseler olması ihtimaline göre, bunlardın da müttakilerin
kapsamına girip girmediklerini soruyor ve bunun atfe bağlı olduğunu söylüyor.
Ayrıca, henüz Kur’ân’ın tamamı inmediği halde ünzile’deki geçmiş zaman sigası
ile tabir edilmesindeki sırrı, "el-ahira" kelimesinin takdimindeki inceliği ve
yu’minûne ‘nun "hüm" zamirine bina edilmesindeki hikmeti açıklıyor.
Bediüzzaman ise bunlara ilave olarak şu incelikleri de beyan
ediyor: "ellezîne" tabirinin kullanılması, hükmün medarı ve maksadın esasının
iman sıfatı olduğuna işarettir. "yu’minûne" nin muzari’ gelmesi, nüzûl ve zuhur
tekerrür ettikçe imanın teceddüd ettiğine işarettir. "mâ"daki ibhamın, iman-ı
icmâlînin kâfi geldiğine ve imanın Hadîs gibi batınî ve Kur’ân gibi zahirî
vahiylere şâmil olduğuna işarettir. "ünzile" nin maddesi itibariyle, Kur’ân’a
iman, Kur’ân’ın Allah’tan nüzûlüne iman demek olduğunu gösteriyor. Mazi
siygasiyle gelmesi, henüz nâzil olmayanın nüzulu, nazil olanın nüzulu kadar
muhakkak olduğuna işarettir. "aleyke" ye bedel, "ileyke"nin zikri, Resûl-i
Ekrem’in teklif edilen risalet vazifesini cüz’-i ihtiyarisiyle haml ve kabul
etmiş olduğuna… işarettir.
Bediüzzaman yine, Zemahşerî’nin izahlarından ziyade olarak, "ve
mâ ünzile min kablike"nin nazım inceliklerini açıklayarak şunları söylemiştir:
“Bu cümlenin ma kabline atfı, medlûlün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki: ‘Ey
insanlar! Kur’ân’a iman ettiğiniz gibi, kütûb-u sabıkaya da iman ediniz.’ (…)
Yahut o atf, delilin medlûle olan atfıdır. Şöyle ki: ‘Ey Ehl-i Kitab! geçmiş
olan enbiya ve kitablara iman ettiğiniz gibi, Hz. Muhammed ile Kur’ân’a da iman
ediniz.’ (…) Yine bu cümlede şöyle bir işaret vardır. Şöyle ki: ‘Zaman-ı
Saadette Kur’ân’dan neş’et eden İslâmiyet, sanki bir şeceredir. Kökü zaman-ı
Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat menbalarından kuvvet ve
hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal
semasına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve manevî semereleri yetiştiriyor.
Evet, İslâmiyet mazî ile istikbali kanatları altına almıştır… (…)” Yine o
cümlede, Ehl-i Kitabı imana teşvik vardır. Onlara bir ünsiyet, bir sühûlet
gösteriyor.
Bediüzzaman, "ve bi’l-âhireti hüm yûkınûne." cümlesindeki
incelikleri açıklayan Zemahşerînin tesbitlerini teyit etmekle beraber, cümledeki
atfın, "el-ahira" in başındaki lâm-ı ta’rifin, "el-ahira" tabirinin ve
"yu’minûne"a bedel "yûkınûne" kelimesinin kullanılmasının sırrını da fazladan
olarak açıklıyor.
"Ulâike alâ hüden mirrabbihim ve ülâike hümü’l-müflihûne."
âyet-i kerimesine gelince, Zemahşerî, i’rab vecihlerini, "ulâike" ism-i
şaretinin kullanılmasının sırrını, "alâ hüden"deki isti’lânın mânâsını, "hüden"
nin nekire gelmesindeki inceliği, "ülâike"nin neden tekrar edildiğini, "ve
ülâike hümü’l-müflihûne."un neden atıfla makabline bağlandığını, "hüm" fasıl
zamirinin kullanılış sebebini, ve "hümü’l-müflihûne."un ma’rife gelmesinin
sırrını açıklamıştır.
Bediüzzaman ise, aynı noktaları vurgulamakla beraber, ayrıca
âyetin makabliyle vech-i ittisalını ve şu noktalara işaret eden
"hümü’l-müflihûne."deki sırrı açıklıyor: Hidayetlerindeki halk ve tevfik
Allah’tandır. Hidayet Rubûbiyyetin şe’nidir. Onları rızıklar terbiye ettiği gibi
hidayetle de besliyor. Bediüzzaman, “el-müflihûn”deki mutlaklığın sırrını da,
muhatapların tabaka tabaka olduklarını, herbirisinin felahın bir vechini
istediğini söyleyerek açıklıyor.
Böylece, Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın nazmı konusundaki derin idrakı
ve bunu ne derece şumullü ve geniş bir biçimde zevkedip açıkladığı ortaya
çıkıyor. Yine Bediüzzaman’ın, nazmın sırlarını açıklarken, yaşadığı asırda
İslâmiyete cephe alan materyalist ve ladinî akımlara karşı İslâmiyet yararına
bu inceliklerden istifade ettiği açıkça belli oluyor. Zemahşerî’nin bakış açısı
ise, bu incelikleri mezhebi olan İ’tizal lehine kullanmak istemesi cihetiyle
oldukça dar görünüyor. Bediüzzaman bu nükteleri açıklarken, sözlerinin daha iyi
anlaşılması için, kolay ve açık tabirleri tercih ediyor. Yine, aynı âyette
cümlelerin birbiriyle olan bağ ve münasebetlerine özellikle dikkat çekiyor.
Böylece, sözkonusu cümlelerin kendi aralarında ve makablleri olan diğer âyetler
arasındaki mükemmel tenasübü ve parlak uyumu gösteriyor.
Burada, Prof. Dr. Muhsin Abdulhamid’in, İşârâtü’l-İ’câz tefsiri
için yazdığı mukaddimede söyledikleri şu tesbitlere aynen katıldığımı belirtmek
isterim: “Bediüzzaman, geçmiş müfessirlerin, nazm nazariyesini, tam bir
tafsilatla Kur’ân’ın bütün sûre, âyet, lafız ve kelimelerini kapsayacak şekilde
ve mütekamil bir bütün olarak uygulamadıklarını görmüş ve bir tefsir yazarak
nazım nazariyesini detaylı bir biçimde tatbik etmek istemiştir.”
Allah, Zemahşeriye de, Bediüzzaman’a da ve bütün İslâm
âlimlerine de rahmet eylesin.
İkinci vecih: Kur’ân-ı Kerimin camiiyeti
Kur’ân-ı Kerimin camiiyeti şu beş noktada kendisini gösterir:
1) Lafzındaki harika camiiyettir. Elfaz-ı Kur’âniye öyle bir
tarzda vaz’edilmiş ki, her bir kelamın, hatta her bir harfin çok vecihleri
bulunuyor. Bediüzzaman bunu "Dağları birer kazık yapmadık mı?" 6âyetini
misal veriyor. Herbir âmînin, şairin, belîğ bedevînin, edîb coğrafyacanın,
medeniyet ve heyet-i ictimaiyye ilmi mütehassısının, hikmet-i tabiiyye
feylesofunun bu lafızdan birer nasibi bulunduğunu belirtir.
Bediüzzaman bu veche terettüb edecek genişlik ve şümûlün
farkındadır. Bu nedenle âyetin anlaşılması konusunda her söz ve yaklaşım için
bazı şartlar ortaya koyar ki, âyet heva ve heves sahiplerinin keyfî
müdahelelerine konu olmasın ve onları uygun olmayan bir söz söylemeye
sevketmesin. O şartlar da şunlardır: “Nazar-ı belağatta müstahsen, arabiyece
sahih olması ve sırr-ı teşri’in layık görmesi.”
2) Mânâsındaki camiiyet-i harikadır. Evet Kur’ân, bütün
müctehidlerin me’hazlerini, mânâsının hazinesinden ihsan etmektedir.
3) İlmindeki camiiyyet-i harikadır. Evet Kur’ân, şeriatın
müteaddit ve çok ilimlerini kendi ilminin denizinden akıttığı gibi, daire-i
mümkinatın hakikî hikmetini, daire-i vücubun ulum-u hakikiyesini ve daire-i
ahiretin maarif-i gamızasını o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor.
4) Mebahisindeki camiiyet-i harikadır. Evet, insan ve insanın
vazifesi, kâinat ve Halık-ı kâinatın, arz ve semavatın, dünya ve ahiretin, mâzî
ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebahis-i külliyelerini cemetmekle beraber,
nutfeden halketmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak adabından tut, ta
kaza ve kader mebhaslerine kadar herşeyi beyan eder.
5) Kur’ân’ın üslûb ve îcazındaki camiiyyet-i harikadır. Bu da
yine beş noktayı ihtiva ediyor:
a- Üslûb-u Kur’ân’ın o kadar acîb bir camiiyeti var ki, bir tek
sûre, kâinatı içine alan bir bahr-ı muhit-i Kur’ânî’yi içine alır. Bir tek âyet,
o sûrenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre,
sûrelerin çoğu herbiri birer küçük Kur’ân’dır.
b- Ayât-ı Kur’âniye, emir ve nehy, vaad ve vaîd, terğîb ve
terhîb, zecr ve irşad, kasas ve emsal, ahkâm ve maarif-i İlâhiyye ve ulûm-u
kevniye ve kavanîn ve şerait-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı ictimaiyye ve hayat-ı
kalbiye ve hayat-ı maneviye ve hayat-ı uhreviyye gibi umum tabakat-ı kelamiye ve
maarif-i hakikiye va hacat-ı beşeriyeye delalâtiyle, işaratiyle cami’dir. (….)
Ayât-ı Kur’âniyede öyle bir camiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda
olabilir.
c- Kur’ân’ın i’câzkârane îcâzidir. Gâh olur ki, uzun bir
silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir.
Hem gâh olur ki, bir kelimenin içine sarihan, işareten, remzen, imaen bir
dâvânın çok bürhanlarını derceder.
d- İcâz-ı Kur’ânî, o derece câmi’ ve harıkdır, dikkat edilse
görünüyor ki: Bazen bir denizi bir ıbrıkta gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun
ve küllî düsturları ve umûmî kanunları, basit ve amî fehimlere merhameten basit
bir cüz’iyle, husûsî bir hadise ile gösteriyor. (…) Meselâ, Şahs-ı Adem’e
ta’lim-i esmâ ünvaniyle nev’-i benî âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünûnun
talimini ifade eder.
e- Kur’ân’ın makasıd ve mesâil, maanî ve esâlib ve letâif ve
mehâsin cihetiyle camiiyet-i harikasıdır. Elhak, o kadar ecnâs-ı muhtelifeyi bir
yerde toplayıp, bir münakaşa, bir karışıklık çıkmamak, kahhar bir nizâm-ı
i’câzînin işi olabilir.
Bediüzzaman merhum gibi bu vechi bu kadar güzel ve harika bir
tarzda beyan eden kimseyi görmedim.
Üçüncü vecih: Ma’rifet ve medeniyetle ilgili i’câz
Bediüzzaman, beşeriyetin inkılab ve ıstırabından hareketle bir
tahminde bulunuyor ve bu infılak ve inkılabda Kur’ân hidayetinin her tarafta
yükselip hakim olacağını haber veriyor. Çünkü, Kur’ân, her asırda taze nazil
oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Özellikle şu asr-ı hazır
insanları Kur’ân’ın "Yâ ehle’l-kitâb" hitabına çok muhtaçtırlar. Çünkü Kur’ân
bütün beşer tabakalarına teveccüh eden bir hitab-ı ezelîdir.
Meselâ, “En ziyade kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı
kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitab insanları Kur’ân’ın
hitab-i mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitab doğrudan doğruya şu
asra müteveccihdir ve "Yâ ehle’l-kitâb"lafzı “Yâ ehle’l-mekteb!” mânâsını dahi
tazammun eder.” Bunlara karşı Kur’ân nasıl i’câzını gösteriyor? Şimdi, şu müthiş
yeni muarazacıya karşı i’câz-ı Kur’ân’ı isbat etmek için medeniyet muaraza
sûretiyle vaz’ettiği esasatı ve desatirini, esasat-ı Kur’âniye ile
karşılaştıracağız.”
Bediüzzaman’a göre, modern medeniyetin Kur’ân karşısındaki
acizliği üç cihetten ileri geliyor:
Birinci cihet: Bu cihette, Kur’ân’ın, beşerin dünya ve ahiret
saadetini temin için getirdikleriyle, günümüz medeniyetinin insanı mutlu etmek
için getirdikleri mukayese edilir ve beşer medeniyetinin acizliği ortaya konur.
Müslümanın açık ve kesin olarak doğru yolu bulduğu bir çok konuda, günümüz
medeniyetinin büyük sapmalar göstererek yolunu kaybettiğini görüyoruz. Meselâ,
Müslümanın bütün hal ve hareketlerinde kendisine rehber edindiği “Bismillah
(Allah’ın adıyla hareket ederim)” şiarı, iman, mü’minin dünyaya bakışı, Allah’ın
birliği, başta namaz olmak üzere ibadet, insanın gerçek vazifesi, malını ve
canını Cenab-ı Hakka satmak, kâinatın muammasını çözen Allah’a ve âhiret gününe
iman, dünyanın hakikatı ve insanın dünyadaki görevi, haşir ve âhiret esasları
ve dünya hayatına tesirleri, âlem ve insanın yaratılış hikmet ve muammasının
halli, nefsin te’dib ve terbiyesi, Risalet-i Ahmediyenin isbatı, kaza ve kader
konuları… gibi. Bütün bu meselelerde günümüz medeniyeti yolunu şaşırmış ve
Kur’ân mu’cizeliği sabit olmuştur.
İkinci cihet: Bu cihet, Kur’ân’ın kâinat ve hayata bakışı,
ahlakî terbiye konusundaki düsturları; esası, hedefi, prensipleri, rabıtası,
gayesi ve neticesi itibariyle hayat-ı içtimaiyyeye bakışı ve bu konudaki
kanunları ile günümüz medeniyetinin aynı konulara bakışı ve düsturu mukayese
ediliyor. Böylece, Kur’ân’ın üstünlüğü ve medeniyet-i beşeriyeye galebesi
gösteriliyor. Bediüzzaman’ın sosyal hayat açısından yapmış olduğu mukayese
şematik olarak şöyle açıklanabilir:
Üçüncü cihet: Bu cihet, desatir-i Kur’âniyenin ezelden geldiği
için ebede gideceğini, medeniyet kanunları gibi ihtiyarlamadığını belirtiyor.
Meselâ, günümüz medeniyeti taaddüd-ü zevcatı kabul etmemekle birçok
fahişehaneleri açmaya mecbur olmuştur. İktisad, miras ve benzeri konularda
Kur’ân’ın kanunları sabit ve ebedî olmaya devam ediyor. Yine meselâ, günümüz
medeniyetinin bütün cem’iyyat-ı hayriyeleri ile, bütün cebbarane şedid inzibat
ve nizamlarıyla, bütün ahlakî terbiyegahlariyle, Kur’ân-ı Kerimin iki
meselesine karşı muaraza edemeyip mağlub düşmüşlerdir: Bu iki mesele, vücûb-u
zekât ve hürmet-i ribadır. Bediüzzaman açıklamalarına devamla şunları söylüyor:
“Bütün ihtilalat-ı beşeriyyenin madeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlak-ı
seyyienin menbaı dahi bir kelimedir. Birinci kelime, ‘Ben tok olayım, başkası
açlıktan ölse bana ne.’ İkinci kelime ise, ‘Sen çalış ben yiyeyim.’ Sen yorul ki
ben istirahat içinde yaşayayım. İşte medeniyet, beşerin havas ve avam (zengin ve
fakir) tabakalarını müsalaha edemediği halde, Kur’ân, bu iki düsturu kökünden
kesmiştir.”
Kısaca, nasıl Avrupa felsefesi ve modern medeniyeti hikmet-i
Kur’ân’ın ilmî ve amelî i’câzına karşı mağlub oluyor. Öyle de, medeniyetin
edebiyat ve belağatı da, Kur’ân’ın edeb ve belağatına karşı mağlub oluyor.
Kur’ân-ı Kerim, herkese saadeti temin eden bir medeniyeti kabul
ediyor. Oysa şu mediniyet-i hazıra, ekseriyetin rahatını selbederek onları bir
meşakkat ve şekavete atmıştır.
Onun içindir ki Bediüzzaman, vatan gençlerini, hakikatı
karalayan ve bu dinin mensuplarına türlü türlü sıkıntılar çektiren Avrupa’yı
taklitten sakındırmış ve ikinci bozuk Avrupa dediği kısmına şöyle seslenmiştir:
“Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalaletli bir felsefeyi ve sol
elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, beşerin saadeti bu
ikisi iledir. Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını
yesin ve yiyecek”
Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerimin, Hz. Âdem’e bütün isimlerin
öğretilmesi, Hz. Musa kıssasında bakaranın kesilmesi, İsrailoğullarının
kalblerinin taş gibi, hatta taştan daha sert olmakla nitelendirilmesi gibi cüz’î
hadiseleri zikrederek, bunların arkasında beşer hayatı için şümullü kanunlar
vazetmeyi hedeflediğini belirterek şöyle diyor: “Kur’ân-ı Hakîm’de bazı
hadisat-ı tarihiye sûretinde zikredilen cüz’î hadiseler, küllî düsturların
uçlarıdır.” “Herkesin her zaman muhtaç olduğu bir ders-i hikmettir.”
Bediüzzaman, bu üslubun sırrını da şöyle açıklıyor:
“Evet, i’câz-ı Kur’ân’ın bir esası olan îcâz, hem hidayet-i
Kur’ân’ın bir nûru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifhâm, iktiza ediyorlar ki:
Kur’ân’ın muhatabları içinde ekseriyeti teşkil eden avama karşı küllî
hakikatları ve derin ve umûmî düsturları, me’luf ve cüzî sûretler ile
gösterilsin ve fikirleri basit olan umûmî avama karşı, muazzam hakikatlerin
yalnız uçları ve basit bir sûreti gösterilsin.”
Dördüncü vecih: Bediüzzaman ve bilginin İslâmîleştirilmesi
Öyle görünüyor ki, Bediüzzaman’ın Kur’ân-ı Kerime olan geniş
bakışı ve ümmetin şahit olduğu dış kaynaklı meydan okuma döneminde yaşaması
ona, kesin ilmî ve imanî yakine sevketmiştir ki: Kur’ân muhtelif ilimlerin temel
merciidir. Bütün bu ilimler, Kur’ân’ın nur kaynağından çıkmışlardır. Onların
gerçek kaynağı Kur’ân’dır. Kısaca, Bediüzzaman’ın fikirlerinde,
el-Ma’hedü’l-Alemî Li’l-Fikri’l-İslâmî’nin dünyanın dört bir yanındaki
şubeleriyle tahkikine çağırdığı “Bilginin İslâmîleştirilmesi” konusunda çok
verimli bir zemin bulunmaktadır. Kur’ân’ın bahislerindeki harika camiiyeti;
maksat, mesele, ma’na, üslup ve güzelliklerindeki ihatası konusunda
Bediüzzaman’ın açıklamaları, sözkonusu fikrin, yani “Bilginin
İslâmîleştirilmesi” fikrinin gelişip boy atması için çok zengin ve verimli bir
topraktır. Bediüzzaman’ın bu konudaki orijinal görüşlerinden birisi de şu
açıklamalarıdır:
“Sair enbiya (a.s)’ın mu’cizatları, birer havarık-ı san’ata
işaret ediyor ve Hz. Âdem’in (a.s) mu’cizesi ise; esasat-ı san’at ile beraber,
ulûm ve fünûnun havarık ve kemâlatının fihristesini bir sûret-i icmâlîde işaret
ediyor ve teşvik ediyor. Amma mu’cize-i kübra-i Ahmediye olan Kur’ân-ı
Mu’cizü’l-Beyan ise, ta’lim-i esmanın hakikatına mufassalan mazhariyetini; hak
ve hakikat olan ulûm ve fünûnun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kamâlatı
ve saadâtı vazıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla, beşeri onlara
sevkediyor. Hem öyle bir tarzda sevkeder, teşvik eder ki; o tarz ile şöyle
anlattırıyor: ‘Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’la, tezahür-ü Rububiyyete
karşı, ubûdiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete
ulûm ve kemalat ile yetişmektir.’ Hem öyle bir sûrette ifade ediyor ki, o ifade
ile şöyle işaret eder ki: ‘Elbette nev’-i beşer ahir vakitte ulûm ve fünûna
dökülecektir.’ (….) Netice: Madem enbiyaya dâir olan âyetler, şimdiki
terakkiyat-ı beşeriyyenin harikalarına birer nevi işaretle beraber, daha
ilerideki hududunu çiziyor gibi bir tarz-ı ifadesi var ve madem her bir âyetin
müteaddit mânâlara delaleti muhakkaktır; belki müttefakun aleyhtir ve madem
enbiyaya ittiba etmek ve iktida etmeye dâir evamir-i mutlaka var. Öyle ise, şu
geçmiş âyetlerin maani-i sarihalarına delaletle beraber, san’at ve fünûn-u
beşeriyyenin mühimlerine işârî bir tarzda delalet, hem teşvik ediliyor
denilebilir…”
Yine meselâ Bediüzzaman’ın,
"Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim yanımızda olmasın.
Herşeyi Biz belirli bir miktar ile indiririz." 7 âyetini zikrederken,
İsm-i Hakîm’in tecelli-i a’zamından olan, bütün kâinatı ihata eden umûmî
hikmetin, iktisad ve israfsızlık mihveri etrafında döndüğünü, hatta iktisadı
emrettiğine işaret ettiğini görüyoruz. Rahmân Sûresin’de dört defa “mizân”
kelimesinin geçmesinden şu neticeyi çıkardığını müşahede ediyoruz: “İşte,
hakaik-ı Kur’âniyeden ve desatir-i İslâmiyeden olan, adalet, iktisad, nezafet
hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı bir düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı
Kur’âniye ne derece kâinatla alakadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış
bulunduğunu ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve sûretini değiştirmek gibi
mümkün olmadığını bil!”
"Biz demiri de indirdik ki, onda hem kuvvet ve şiddet, hem de
insanlar için faydalar vardır." 8âyetini açıklarken de şöyle
demektedir:
Bediüzzaman şunları da söylüyor: “Allah Tealâ, şahs-ı Âdem’e
ta’lim-i esmâ ünvaniyle nev’-i benî ademe ilham olunan bütün ulûm ve fünûnun
talimini ifade eder.” “…Meselâ, hendese ilmi, Cenâb-ı Hakkın ‘Adl ve Mukaddir’
isimlerine dayanıyor. Tıb ilmi, Allah’ın ‘Şâfî’ ismine dayanıyor. Fizyoloji,
kimya, botanik ve biyoloji gibi hakîkat-ı mevcûdatdan bahseden ilimler,
Allah’ın Hakîm ismine dayanır.
Bediüzzaman, Risalelerinin pek çok yerinde, şu gerçeği
vurgulamaktadır: “Ayât-i Kur’ânîye, enva-i ulûm ve mearif-i hakikiye ve bütün
hülasat-ı ulûm-u kevniye ve kavanîn ve şerait-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı
ictimaiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı maneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum
mearif-i hakikiye ve hacat-ı beşeriyeye delaletiyle, işaretiyle cami’dir.”
Hatta, kelimat-ı Kur’âniyenin bile bu hususiyeti bulunmaktadır. "De ki:
Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, hattâ bir o
kadarını daha getirip ilâve etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler
tükenirdi." 9âyetini açıklarken bu mânâya dikkat çekmekte ve
"Rabbimin sözleri"nden maksadın “Kur’ân” olduğunu belirtmektedir. Kur’ân,
hayattar olup, hayat fışkırmaktadır.
Bediüzzaman merhûmun bu bakış açısı, tabirlere kadar uzanır.
Çünkü o, etrafındaki her şeye Kur’ân-ı Kerim’in mefhumlarıyla bakar. Böylece,
dışı süslü, içi ise kof bir cehalet olan Garb felsefesinin bu mefhumları
karalamasını reddeder. Meselâ, sersem ve geveze felsefe şöyle der: “Güneş bir
kitle-i azîme-i mâiye-i nâriyedir. Hem merkez ve medarında döner. Birer kıvılcım
gibi ondan fırlamış olan dünyamız ve diğer seyyaratı, etrafında döndürür…”
Oysa Bediüzzaman, güneşi, bir me’mur-u musahhar ve bir sırac-ı münevver olarak
görür. Ona göre, "Güneşi de bir kandil yaptı." (Nuh Sûresi, 16) âyet-i
kerimesinde azamet-i Rububiyet içinde Halık’ın rahmetine, vüs’at-ı rahmeti
içinde ihsanının ifhamına, azamet-i saltanatı içinde keremenin ihsasına işaret
vardır. Yine Bediüzzaman, bu mevcûdattan zat ve mahiyetleri için bahsedilmediği,
bilakis ma’rifet-i Sani’a alamet olmaları cihetiyle bahsedildiği görüşündedir.
Dolayısiyle bu mefhumların, bir kemal-i ilmî, bir zevk-i rûhî, gaye-i insaniye
ve fevaid-i diniyyeyi netice vermesi gerekir.
Bediüzzaman’ın, i’câzü’l-Kur’ân’ın bu yönü üzerinde önemle
durduğunu görüyoruz. O bu konuda şöyle diyor:
“Şeriat-ı İslâmiye, aklî bürhanlar üzerinde müessestir. Bu
şeriat ulûm-u esâsiyenin hayatî noktalarını tamamiyle tazammun etmiş olan ulûm
ve fünûndan mülahhastır. Evet, tehzîbu’r-ruh, riyâzetü’l-kalb,
terbiyetü’l-vicdan, tedbiru’l-cesed, tedvîru’l-menzil, siyasetü’l-medeniye,
nizamatü’l-âlem, hukuk, muamelat, hadâb-ı içtimaiye ve saire ve saire gibi ulûm
ve fünûnun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, Şeriat-ı İslâmiyedir. (….)
Binaenaleyh, vicdanı insaf ile müzeyyen olan zat, bu şeriatın hakîkatının bütün
zamanlarda, bilhassa eski zamanda, takat-ı beşeriyeden hariç bir hakikat
olduğunu tasdik eder.”
Şu halde Kur’ân, ancak kâinat kitabının ışığında anlaşılabilir.
Kâinat kitabı da ancak Kur’ân’ın esaslarına göre fehmedilebilir. Bediüzzaman,
Kur’ân’ın anlaşılması konusunda bu gerçeğe ve bu esasa dikkat çekerek şöyle
der: “Evet, Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı azîm-i kâinatın en âlî bir müfessiridir
ve en belîğ bir tercümanıdır.”
Beşinci vecih: Kur’ân’ın beyanındaki birlik
Bediüzzaman’ın bu konudaki sözlerinden anlaşılıyor ki: Kur’ân-ı
Kerim, tam bir bütünlük içindedir. Bir kısmı bir kısmını tasdik için inmiştir.
Birbirini tefsir etmektedir. İçinde en ufak bir şüphe ve ihtilafa yer yoktur:
“Kur’ân-ı Mübîn, yirmi senede hacetlerin mevkileri itibariyle
necim olarak, müteferrik parça parça nüzûl ettiği halde, öyle bir kemâl-i
tenasübü vardır ki, güya bir defada nazil olmuş gibi bir tenasüb gösteriyor. Hem
yirmi senede, mütebâyin esbâb-ı nüzûle göre geldiği halde, tesânüdün kemalini
öyle gösteriyor; güya bir sebep-i vahidle nüzûl etmiştir. Hem mütefavit ve
mükerrer suallerin cevabı olarak geldiği halde, nihayet imtizac ve ittihadı
gösteriyor. Güya bir sual-i vahidin cevabıdır. Hem mütegayyir, müteaddit
hadisatın ahkâmını beyan için geldiği halde, öyle bir kemal-i intizamı
gösteriyor ki, güya bir hadise-i vahidenin beyanıdır. Hem, muhtelif, mütefavit
halette hadsiz muhatabların fehimlerine münasib üslüblarda tenezzülat-ı
kelamiye ile nazil olduğu halde, öyle bir hüsn-ü temasül ve güzel bir selaset
gösteriyor ki, güya halet birdir, bir derece-i fehimdir, su gibi akar bir
selaset gösteriyor. Hem, mütebaid, müteaddid muhatabîn esnafına müteveccihen
mütekellim olduğu halde, öyle bir sühûlet-i beyanı, bir cezalet-i nizamı, bir
vuzûh-u ifhamı var ki; güya muhatabı bir sınıftır. Hatta her bir sınıf zanneder
ki, bil asale muhatab yalnız kendisidir. Hem mütefavit, mütederric irşâdî bazı
gayeler isal ve hidayet etmek için nazil olduğu halde, öyle bir kemal-i
istikamet, öyle bir dikkat-i muvazenet, öyle bir hüsn-ü intizam vardır ki, güya
maksat birdir.”
Bu, Kur’ân’ın bedi’ ve emsalsiz bir i’câz vechidir. Bediüzzaman
merhumdan başka bu i’câz vechine dikkat çekeni görmedim. Gerçekten de Kur’ân,
muntazam bir vahdet teşkil etmektedir. Ne önünden, ne de arkasından hiçbir batıl
kendisine yanaşamaz. Hakîm ve Hamîd olan Allah Teala tarafından indirilmiştir.
Onda niza ve çekişmeye düşmek asla doğru değildir. Bu nokta, Kitab-ı Azîz olan
Kur’ân’la muamelenin önemli esaslarından biridir.
Altıncı vecih: Dengeli bir yol ortaya koyması
Bediüzzaman, İ’câzın bu vechini müstakil bir bahiste ele
almıştır. Bu i’câz vechiyle şunu kastetmektedir:
“Kur’ân, bütün aksam-ı tevhîdin bütün meratibini, bütün
levazımatiyle muhafaza ederek beyan edip muvazenesini bozmamış, muhafaza etmiş.
Hem bütün hakaik-i aliye-i İlâhiyyenin muvazenesini muhafaza etmiş; hem bütün
Esmâ-i Hüsnâ’nın iktiza ettikleri ahkâmları cem’etmiş, o ahkamın tenâsübünü
muhafaza etmiş. Hem Rubûbiyet ve Ulûhiyyetin şuunatını kemâl-i muvazene ile
cem’etmiştir. İşte şu muhafaza ve muvazene ve cem’ bir hâsiyettir. Kat’iyen
beşerin eserinde mevcut değil…”
“Kur’ân, bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i
imaniyenin herbirisini tafsilen, erkân-ı hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasden
ve cidden ve saadet-i dareyni te’min eden bütün düsturları görür, gösterir.
Muvazenesini muhafaza edip, tenasübünü idame edip o hakaikın hey’et-i
mecmuasının tenasübünden hasıl olan hüsün ve cemalin menbaından Kur’ân’ın bir
i’câz-ı manevîsi neş’et eder. İşte şu sırrı-ı azîmdendir ki, ulemâ-i ilm-i
kelâm, (….) bir kısmı onar cild olarak erkân-ı imaniyeye dâir binler eser
yazdıkları halde, aklı nakle tercih ettikleri için Kur’ân’ın on âyeti kadar
vuzuh ile ifade ve kat’î isbat ve ciddi ikna edememişler.”
Bediüzzaman, o büyük müsademeler ve o acib inkılab ile birlikte,
“Hz. Muhammed (a.s.m) getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın
kanunlarındaki muvazeneyi muhafaza etmiştir. İctimaiyatın rabıtalarına lâzım
gelen münasebetleri ihlal etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda
olmuştur. Bundan da anlaşılır ki; İslâmiyet nev’-i beşer için fıtrî bir dindir
ve ictimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegane bir amildir” der.
“O Kur’ân-ı câmiin nusus ve vücuhundan ve işarat ve rumuzundun
çıkan şeriat-ı kübra-yı İslâmiyetin kemal-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn-ü
tenasübü ve resaneti; cerhedilmez bir şahid-i adil, şüphe getirmez bir bürhan-ı
katı’dır. Demek oluyor ki: Beyanat-ı Kur’âniye, beşerin ilm-i cüz’îsine müstenid
olamaz.”
Bilemiyorum, bu harika izahlar varken, ez-Zerkânî,
İ’câzü’l-Kur’ân konusunda bu vechi, neden ma’lul vecihlerden saymıştır?
Yedinci vecih: Kur’ân-ı Kerimin hakemliği ve murakabeciliği
Bediüzzaman i’câzın bu yönü hakkında şöyle diyor:
“Kur’ân’ın bir cenahı mazîde, bir cenahı müstakbelde, kökü ve
bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu, onları tasdik
ve te’yid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri
gibi, öyle de: Evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri, hayattar
tekemmülleriyle, şecer-i mübarekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakikatmedar
olduğuna delalet ediyorlar”
Kur‘an, bütün kütûb-u sâlifenin güzelliklerini ve eski
şeriatların kavaid-i esasiyelerini cem’etmiş olduğundan, usulde muaddil ve
mükemmeldir.
Kur’ân’ın mazi ve müstakbeli kanatları altına alması, onun
murakebesine delildir. Geçmiş semâvî kitablardaki hakikatleri ta’dil ve ikmal
etmesi onun hakemliğini isbat eder. Alimlerin ve evliyaların büyük çoğunluğunun
ondan derslerini almaları yine onun hakimiyetini gösterir. Bu murakabe ve
hakemliğin sözkonusu olduğu en önemli nokta, hayatî ve amelî yönün yanısıra,
ilim ve ma’rifet cihetidir.
Sekizinci vecih: Gaybi ihbarları
Kur’ân’ın ihtiva ettiği ihbarat-ı gaybiye üç çeşittir.
(el-Mektûbât’ın 143 sayfasında belirttiği gibi dört çeşit değildir): Maziye ait
ihbarat-ı gaybiye: Kur’ân, Hz. Adem’den tâ en hayırlı asır olan Asr-ı Saadete
kadar pek çok haberleri nakletmiştir. İstikbale ait ihbarat-ı gaybiye: Hz.
Muhammed’in korunacağına, düşmanlarının hezimete uğratılacağına, Rumların
Sasanîlere galib geleceklerine, Müslümanların Mekke’yi fethedip Mescid-i
Haram’a gireceğine dair ihbarlar bu nev’e girer. Hakaik-ı İlahiyeye, hakaik-ı
kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dair ihbarat-ı gaybiyesidir.
Bediüzzaman, Fetih Sûresinin ihtiva ettiği gaybî haberleri
zikrederken şu değerlendirmeyi yapar: “İşte Kur’ân’ın enva-ı i’câzından olan
ihbar-ı gayb nev‘inin lemeat-ı i’câziyesi ayat-ı Kur’âniyede o kadar çoktur ki,
hasra gelmez. Ehl-i zahirin kırk elli âyete hasretmeleri, nazır-ı zahirî iledir.
Hakikatte ise binden geçer. Bazen bir âyette dört beş vecihle ihbar-ı gaybî
bulunur.”
Kur’ân’ın i’câzını isbat eden ihbarat-ı gaybiyenin diğer bir
çeşidini de Bediüzzaman nazım sûretindeki Lemeat risalesinde şöyle açıklar:
“Nakil ve hikâyatında, ihbar-ı sadıkada hazır müşahid gibi bir üslûb-u bedi-i
pür meanî naklederek, beşeri onunla ikaz eder. Menkulatı şunlardır: İhbar-ı
evvelîni, ahval-i ahirîni, esrar-ı cehennem ve cinanı. Hakaik-ı gaybiye, hem
esrar-ı şehadet, serair-i İlâhî, revabıt-ı kevniye dair hikayatıdır, hikayet-i
iyânî ki ne vaki’ reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabul etmezse redd
de bile edemez. Semâvî kitabların ki matmah-ı cihânî. İttifakî noktalarda
museddikane nakleder. İhtilâfî yerlerinde musahhihane bahseder.”
Bu açıklamaların önceki vecihle de münasebeti bulunmaktadır.
Şu kadar var ki: Ben, Bediüzzaman’ın: “Ulemâ-i batın için Kur’ân
baştan başa ihbarat-ı gaybiye nev’indendir” derken kendisine katılmıyorum.
Çünkü, “Ulema-i batın” tabiri, âlimler nezdinde mazbut değildir. Ayrıca bu gibi
ikiliklerden uzak durmak gerekir. Çünkü bu ümmeti yanlış anlamaya sevkeden
hususlardandır. Bundan dolayı biz Müslümanlarda şu gibi ikilikler ortaya çıkmış:
Ulemâ-i zahir-Ulemâ-i batın, dünya-ahiret, ilim-din…
Dokuzuncu vecih: Bütün insan tabakalarına hitab etmesi
Bediüzzaman’a Kur’ân terkib yönleri konusunda müfessirlerin
ihtilaf etmelerinin sırrı sorulmuş, o da şu şekilde cevap vermiştir:
“Kur’ân’ın i’câz vecihlerinden biri odur ki; nazmı öyle bir
üsluptadır ki, bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.”
Kur’ân gençliğini ve tazeliğini muhafaza etmiş ve “her asırdaki
tabakat-ı beşerin her bir tabakasına güya doğrudan doğruya husûsî müteveccihdir,
hitab ediyor. Evet bütün benî Ademe bütün tabakatiyle en yüksek ve en dakik ilim
olan imana ve en geniş ve nuranî fen olan ma’rifetullaha ve en ehemmiyetli ve
mütenevvi maarif olan ahkham-ı İslâmiyeye davet eden, ders veren Kur’ân ise, her
neve her taifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders birdir,
ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakat bulunmak lâzımdır. Derecâta göre
herbiri, Kur’ân’ın perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini alır.” Kur’ân,
hiç kimseyi i’câzından mahrum bırakmıyor.
“İşte Te’nis-i ezhan için akl-ı beşere karşı İlâhî tenezzülat.
Tenzîlin üslubunda tenevvüü, mûnisliğidir mahbhub-u ins-u cânnı.” “Hatta yalnız
gözü bulunan, kulaksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kur’ân’ın bir
nevi alamet-i i’câzı vardır. Şöyle ki: (….) Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın yazılan
kelimeleri birbirine bakıyor. Meselâ Sûre-i Kehf’de ‘Ve sâminuhum kelbuhum’
kelimesi, altında yapraklar delinse, Sûre-i Fatır’daki ‘Kıtmîr’ kelimesi, az
bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi de anlaşılacak”
Bana öyle geliyor ki, gözünden başka bir şeyi olmayan kimseye
i’câzın isbatında bir nevi tekellüf ve mübalağa vardır. Çünkü, mushafların tab’
ve baskısı üzerinde yapılacak bir müdahale bu gibi delilleri ortadan kaldırır.
Öte yandan, bu gibi şeylerle meşgul olmak, Bediüzzaman merhumun da bizzat
belirttiği makasıd-ı Kur’ânîyeden değildir.
Onuncu vecih: Bir din te’sis etmesi ve hayatı değiştirmesi
Kur’ân öyle bir din te’sis etmiştir ki, ne geçmişte onun misli
var, ne de gelecekte olacak. “Arzımızı, senevî yevmî dairesinde şu hayt-ı
semâvîdir; tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş.
Bırakmıyor isyanı.”
“Kur’ân, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir
sûrette bir tebdîl-i hayat-ı ictimaiye ile beraber, insanların; hem
nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı
şahsiyelerinde, hem hayat-ı ictimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde bir
inkılab yapmış ve idame etmiş ve idare etmiştir…”
Onbirinci vecih: Uzun zaman geçmesine rağmen kendisine muaraza
edilmemesi
“On üç asır müddette meylü’t-tehaddi varmış Kur’ân’ın a’dasında,
şevk-i taklid uyanmış Kur’ân’ın ahbabında. Şu iki meyl-i şeditle milyonlarca
kütûb-u arabiye yazılmıştır, meydanda. Onlar ile Tenzil muvazene edilse, en amî
adam bile onların beşerî kitaplar, Kur’ân’ın ise semâvî olduğuna hükmedecek.
Kur’ân, beşerin önünde kapıları açık bırakmış, bu uzun zaman zarfında kendi
mazmun ve muhtevasını neşretmiş. Ruhları ve zihinleri de kendine davet etmiş.
Buna rağmen beşer onun muarazasına muktedir olamamış. İmtihan zamanı artık
geçti.”
Ben ise diyorum ki: Kıyamete kadar bu meydan okuma sona
ermeyecek ve devam edecektir.
Onikinci vecih: İ’câz-ı ilmi
Bediüzzaman, modern ilmin keşfiyatından da bahseder. Kur’ân’ın
bu konuyu da ihmal etmediği görüşündedir. Çünkü Kur’ân, bütün beşeriyete hitab
etmektedir. Kur’ân buna iki cihetle işaret etmiştir: Birincisi: Mu’cizat-ı
enbiya sûretiyle. İkincisi: Bazı hadisat-ı tarihiyeyi serdederken. Bediüzzaman
ayrıca bu konuda araştırma yapmanın çok büyük bir dikkat gerektirdiği
kanaatındadır.
“Ra’d” ve “Berk” kelimelerini tefsir ederken bu konuya temas
ederek şöyle der:
“Onlar (ra’d ve berk) âlem-i gayb cihetinden bulutlar âlemindeki
kanunlarının tanzimi için müvekkel kılınmış meleklerin elinde iki açık delildir.
Sonra, hikmet-i İlâhiye sebepleri müsebbelere bağlamıştır. Bulut, havada dağınık
bulunan su buharından teşekkül edince, bir kısmı negatif elektrikle, bir kısmı
da pozitif elektrikle yüklü olur. Bunlar birbirine yaklaşınca aniden çarpışır ve
şimşek meydana gelir. Sonra birbirine girme, anî yer değişikliği ve-âlemde
boşluk bulunamayacağı için-yerinin başkasıyla dolması sebebiyle de titreme olur,
tabakaları dalgalanır ve gök gürültüsü doğar. Bu durumlar, ancak Ra’d ve Berk
meleklerinin temsil ettikleri bir nizam ve kanun altında cereyan eder.”
Bediüzzaman’ın risaleleri i’câz’ın bu nev’inin örnekleriyle
doludur.
Onüçüncü vecih: Allah Teala’nın marifetine ulaştıran yol
Kur’ân’dır
“…105…”
Bediüzzaman Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif
bulunduğunu söyler ve bunları şöyle sıralar: Birisi: Şu kitab-ı kâinattır.
İkincisi: Şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrası olan Hz. Muhammed (a.s.m)’dır.
Üçüncüsü ise: Kur’ân-ı Hakîm’dir.
Bundan anlaşılıyor ki: Bütün ma’rifetlerin en mühimmi, Allah’ın
kulları üzerindeki en büyük hakkı ve diğer hakikatleri bilmenin kaynağı olan
ma’rifet-i Halık’ın kaynağı ikidir: Birincisi: Vahiy; ikincisi ise: Kâinat, yani
duyular, tecrübe ve müşahede. Bu, ta’lim ve terbiye alanında yararlanılması için
gerçekten anlaşılması ve geliştirilmesi gereken bir yaklaşımdır.
Bediüzzaman merhum, i’câz yolları arasında bir tezahum
bulunmadığını belirtir. İ’câz vecihlerinin bitmez tükenmez olduğuna,
anlattıklarını İ’câzü’l-Kur’ân’ın sadece bir parçasını keşfeden kısa bir bahis
olduğuna ve konuyu layık olduğu şekilde izah etmediğine inanır.
Kur’ân, dünya durdukça duracak ve yeni yeni mu’cizeleri de
ortaya çıkacaktır. Kur’ân’ın diğer i’câz vecihlerini sadece zaman ortaya
çıkarmayacak, âyetleri üzerinde derin tefekkür ve teemmül, özellikle de Kur’ân
atmosferinde yaşama da bu hizmeti ifa decektir.
İ’câzü’l-Kur’ân’a dair şüpheler
Bediüzzaman, asrın mülhidlerinin Kur’ân-ı Kerim hakkında
uyandırdıkları şüpheleri görmezlikten gelmemiş, aksine, bunlara karşı son
derece uyanık davranmıştır. Kur’ân’ın kendi kendisini müdafaa ettiğini ve
hükmünü icra ettiğini önemle belirtmiştir.
Bediüzzaman sözkonusu şüphelerin en önemlilerini ele alır. Şöyle
ki:
Birincisi: Kur’ân’da müteşabihat ve müşkilat denilen, hakîkî
mânâları anlaşılmayan, bazı şeylerin bulunması, i’câzına münâfidir. Zira
Kur’ân’ın i’câzı, belağat üzerine müessestir. Belağat da ancak ifadenin zuhur
ve vüzûhuna mebnîdir.
İkincisi: Yaratılışa ait meseleler, mübhem ve mutlak
bırakılmıştır. Ve keza kâinata dair fünundan pek az bahsedilmiştir. Bu ise
talim ve irşad mesleğine münafidir.
Üçüncüsü: Kur’ân’ın bazı âyetleri zahiren aklî delillere
muhaliftir. Bundan o âyetlerin hilaf-ı vaki oldukları zihne geliyor. Bu ise,
Kur’ân’ın sıdkına muhaliftir.
Bediüzzaman bu şüphelere şöyle cevap verir: Kur’ân’ın
üsluplarında cumhûr-u nasın fehimleri müraat edilmiştir. Beşerin akıl seviyesine
tenezzülatta bulunulmuştur. Ta ki, avam onları idrak ve fehmedebilsin. Onun için
müteşabih gelmiştir.
"Gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti." (Bakara Sûresi, 29)
10 kaydını tefsir ederken aynı gerçeği şöyle te’yid etmektedir: “Pek
geniş olan Kur’ân-ı Hakîmin hitablarına, mânâlarına, işaretlerine dikkat
edilmekle bir amîden tut bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum efkâr-ı
ammeye olan müraatları, okşamaları fevkalade hayrete, taaccübe mucibtir. Her bir
kısım insanlar, ("yedi gök" hakkında) istidatlarına göre feyz-i Kur’ân’dan
hisselerini almışlardır.”
Bediüzzaman’ın “İşkâl dedikleri şey, ya üslubun pek yüksek ve
muhtasar olmasiyle mânânın çok derin ve inceliğinden ileri gelir, Kur’ân’ın
müşkilatı bu kabildendir” sözünde ise bir îtham vardır. Çünkü, zorluk
anlayışlardan kaynaklanmaktadır, Kur’ân’ın kendisinden değil. Meselâ, müşkil
diye iddia ettikleri âyetlere bakın. Bu kimselerin, sözkonusu âyetlerin sayıları
ve neden müşkil sayıldıkları konusunda farklı görüşler ileri sürdüklerini
görürsünüz. Öyleyse, her işkâl, ilminin azlığından ve bu konudaki
yetersiliğinden dolayı sahibinin anlayışından kaynaklanmaktadır. Kur’ân, lafzını
muğlaklaştırmaktan ve ibaresini güçleştirmekten münezzehtir.
Bediüzzaman, ikinci şüpheye ise şöyle cevap vermektedir: Eğer
Kur’ân ta o zamanda kevnî ilimlerde tafsilata girseydi, cumhur-u nasın
zihinlerini teşviş ederdi. En iyisi insanlarla akıllarının derecesine göre
konuşmasıdır.
Üçüncü şüpeyi ise şöyle cevaplandırıyor: “Kur’ân’ın maksatları
dörttür. Kur’ân’da kâinatın bahsi, san’at-ı İlâhiyye ve nazm-ı nizam-ı bedi’
ile Nazzam-ı Hakikî’ye istidlal etmek için ancak tebe’î ve istitradîdir.”
“Hülasa: Madem ki Kur’ân bütün zamanlardaki bütün insanlara
nâzil olmuştur, şu şüphe addettikleri umûr-u selase, Kur’ân’a nakîsa değil,
Kur’ân’ın yüksek i’câzına delillerdir. Evet Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanı talim
eden Cenab-ı Hakka kasem ederim ki; o Beşîr ve Nezîr’in basar ve basîreti,
hakîkatı hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celîldir, celîdir; veya
insanları kandırarak muğalatalara düşürtmekten, meslek-i alileri ganîdir,
alîdir, temizdir, tahirdir.”
Bediüzzaman, aynı şekilde Kur’ân’ın üslubu ile ilgili olarak da
bazı şüphelere yer veriyor ve bunları kesin cevaplarla çürütüyor:
Meselâ, “Allah, celal ve azametiyle insanların konuştukları gibi
nasıl insanlar ile tekellüm etmeye tenezzül eder? Ve cüz’î ve hakir şeylerden
nasıl bahseder? Azamatine yakışır mı?”
Bediüzzaman bu şüpheye şöyle cevap veriyor:
“Allah’ın iradesi, ilmi, kudreti, kullî, umumî, muhît ve
şamildir. Cenab-ı Hakkın azametine mikyas, ancak mecmu’ âsarıdır. Meselâ, şems
ziyasını bütün âleme neşrettiği bir sırada, pis mülevves bir zerre de onun
ziyasından istifade ettiği vakit, şemse karşı: ‘Ne için bu pis, bu mülevves
zerre ile meşgul oldu ve ne için ona ziyasını verdi?’ diye itiraz edilebilir mi?
(….) Hülasa: zerre gibi küçük şeyler veya âdî fiiller, Halık’ın halkıyla
vücûda geldikleri için, O’nun dâire-i ilminde dahil oldukları bedîhîdir. Bu
itibarla, onlardan bahsetmekte bilbedahe, müşahhat (münakaşa etmek) yoktur.
(….) Kur’ân’ın muhatabı beşer olduğuna göre, Kur’ân beşerin hissiyatiyle
memzuc olan üsluplarını giyer ve şivesiyle söyler ki, beşerin fehmi söylenilen
sözden tevahhuş edip ürkmesin. Evet yüksek bir insan bir çocukla konuştuğu
zaman, çocuğun şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. (….)
Kur’ân’ı inzal etmekten maksat, cumhur-u nası irşad etmektir. Cumhur ise
avamdır. Avam-ı nas çıplak olan hakaikı göremez; ülfet peyda etmedikleri
akliyat-ı mahzayı ve mücerredâtı fehimleri alamaz. Bunun için Cenab-ı Hak, lütuf
ve ihsaniyle hakikatları onların ülfet ettikleri bir libas ile, bir şive ile
göstermiştir ki, tevahhuş edip ürkmesinler.”
Araştırmanın sonuçları
Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın mu’cizeliğini isbat ve beyan
konusundaki metodunda gözlenebilen bazı önemli hususlar vardır. Öncelikle
İ’câzü’l-Kur’ân’ı açıklarken üzerinde durduğu arka plana bakmak gerekir. Daha
önce de belirttiğimiz gibi, hiç kuşkusuz o Kur’ân’a yapılan hücumlardan ve bu
hücumlara karşı Kur’ân’ın bizzat verdiği cevaplardan hareket etmiştir.
Alimlerimiz, Kur’ân’ın mu’cizeliğini Araplara detaylı olarak, Arap olmayanlara
ise icmâlî bir biçimde açıklamaya özen göstermişler. Bediüzzaman ise, Kur’ân’ın
mu’cize yönlerini bütün insanlara tasilatlı bir biçimde açıklamaya büyük ihtimam
göstermiştir.
Bediüzzaman’ın, İ’câzü’l-Kur’ân’ı açıklama konusunda kendisinden
önceki âlimlerden etkilendiği doğrudur. Ancak, bu konuda daha önce hiç temas
edilmeyen önemli bir takım çizgiler belirlediğini de itiraf etmeliyiz.
Abdulkahir Cürcânî ve onun nazmu’l-Kur’ân konusundaki nazariyesini takdir
etmekle birlikte, Abdulkahir’in vardığı çizgide kalmamış, aksine bu nazariyeden
çıkan başka bir meselede tafsilatta bulunmuştur. O da, münasebetler meselesidir.
Bediüzzaman, buna büyük önem vermiş ve tefsir ettiği âyetlere kapsamlı bir
şekilde uygulamıştır. O kadar ki, bu uygulamasında Zemahşeri’yi aşmıştır.
Sözkonusu münasebetler üçtür: Ayetin âyetle münasebeti. Aynı âyetin cümleleri
arasındaki münasebet. Her bir cümlenin keyfiyet ve unsurları arasındaki
münasebet. Yani aynı cümlenin, lafız ve eczaları arasındaki ilişki, mânâsındaki
münasebetler. Bu Kur’ân-ı Kerimdeki i’câz sırrını anlamak için “nazım
nazariyesi”ne Bediüzzaman tarafından getirilen çok güzel ve önemli bir
yeniliktir.
Aynı şekilde Abdulkahir Cürcanî’ye takdir ve hayranlığını
bildirmekle birlikte Bediüzzaman’ın, Kur’ân’ın i’câz vecihlerinden sadece bir
tanesiyle yetinmek konusunda onu taklit etmediğini, yani “Nazım Nazariye”sini
i’câz konusunda tek ölçü kabul etmediğini görüyoruz.
Bediüzzaman’ın başka bir yönüne daha dikkat çekmek gerekir. O
da, İ’câz konusunda bazı orijinal ve yeni vecihler getirmesidir. Meselâ:
Kur’ân’ın marifet ve medeniyet konusundaki i’câzına dikkat çekmesi, Kur’ân’daki
ilimlerin birliğini vurgulaması, Kur’ân’ın ilim ve ma’rifetin temel bir kaynağı
olduğunu belirtmesi, Kur’ân’ın yapısındaki bütünlük ve ahengi açıklaması,
Kur’ân’ın bütün semâvî kitaplara murakıb ve hakem olduğunu ifade etmesi… gibi
konular Bediüzzaman’ın i’câzü’l-Kur’ân konusunda getirdiği yeniliklerdir.
Bediüzzaman, i’câz vecihlerinden her birisine ve hatta bu
vecihlerin şıklarına orijinal ve güzel misaller getirmiş ve bu açıklamalarında
eski âlimler tarafından tekrar edilen misallerle yetinmemiştir.
İ’câz konusunu ele alan kitaplara göz attığımızda,
müelliflerinin Kur’ân’ın mu’cizeliğini âlimler seviyesindeki kimselere
göstermeye çalıştıklarını görüyoruz. Dolayısiyle onların muhatapları sadece
âlimlerdir, başkalarını nazara almazlar. Fakat, Bediüzzaman’ın onlardan farklı
olarak, i’câzü’l-Kur’ân konusunda avam-ı nasa özel bir itina gösterdiğini
gördüm. Bu gerçek, avamın da Kur’ân’ı anlayabileceği ve Kur’ân’ın avam tabakası
için de mu’cize teşkil ettiğini tekrar tekrar ifade etmesinde açıkça göze
çarpıyor. Acaba, avama gösterdiği bu itinanın sırrı ne olabilir? Hiç şüphesiz
Bediüzzaman “alim-i mürşid”e güzel bir örnektir. Çünkü, avamın seviyesini
yükseltmeye çalışmış, böylece bir çoklarının Kur’ân’ı anlayıp mânâlarını idrak
etmelerine, dolayısiyle iki dünya saadetini kazanmalarına ve Kur’ân’a muhatap
olma seviyesine çıkmalarına imkân sağlamıştır.
Bediüzzaman İ’câz konusunda-özellikle-iki nokta üzerinde
açıklamalarını teksif etmiştir. Birincisi: Beyan i’câzı. İkincisi ise: Batı ve
materyalist felsefe karşısındaki ma’rifet ve medeniyet i’câzı. Acaba, bizzat
Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi Arap olmayanların Araplaşıp, Arapların arasına
karışınca lafız sanatının galebe etmesi sebebiyle insanların dil konusundeki
selikaları bozulmuşken beyan i’câzının rolü ne olabilir? Bir âlim-i mürşid olan
Bediüzzaman, terbiyenin en evvel metod ve usule ihtiyacı olduğu inancındadır.
Bunun en güzel yolu ise, belağat ve edebiyattır. Çünkü, bu insanın hassasıdır.
İnsanın ruhunu en güzel şekilde terbiye, vicdanını en okşayıcı olarak tasfiye,
fikrini en güzel biçimde tezyin eden ve kalbini en iyi şekilde genişleten bir
nevi edebiyattır. Bundan dolayıdır ki, bu nevi edebiyatı, bütün ilimlerin
sultanıymış gibi, hepsinden daha yaygın, daha geniş, daha nafiz ve beşer kalbine
daha yakın olarak görürsünüz. Bediüzzaman, belağatın ehemmiyetine ve akıl ve
vicdana olan te’sirine önemle dikkat çeker. Bu sebeplerden dolayıdır ki,
Bediüzzaman bu i’câz vechine son derece önem verir.
Bediüzzaman, “Beyanî i’câz”ı açıklarken iki metod takip etiğini
görüyoruz. Birincisi: Buna yeterli derecede delil ve bürhan getirmesi. Fatiha
Sûresinin tamamı ile Bakara Sûresinin ilk otuz üç âyetini içine alan parlak
tefsiriyle bu metoda gözel bir örnek sergilemiştir. İkincisi: İ’câzü’l-Kur’ân
konusundaki bu veche yöneltilebilecek bütün şüpheleri defetmek. Meselâ,
Kur’ân’daki tekrarların sırları ve Kur’ân’ın şiir olmaktan münezzeh olduğu
konusundaki ikna edici izahlarını gördük. Bana öyle geliyor ki Bediüzzaman, bu
konuda, İ’câzü’l-Kur’ân isimli kitabının büyük bir kısmını şiirin tenkidi,
tahlili ve Kur’ân’ın şiire olan üstünülüğüne tahsis eden el-Bakillânî’den daha
iyi yapmıştır. Çünkü Bakıllânî, bu noktada israfa kaçmıştır. Eğer, Kur’ân
nazmının güzelliğini açıklamaya yönelseydi daha önemli ve üstün bir hizmet
yapmış olurdu.
Yine Bediüzzaman’ın, Kur’ân’ın fasılaları (ayet sonları)
konusunda ne güzel açıklamalar yaptığını gördük. Bu açıklamaları yaparken,
sadece âyet sonunun âyetle olan münasebetini belirtmekle yetinmemiş, aksine, bu
fezlekelerin Allah’a iman ve sıfatullahla ilgili temel kaideler ihtiva ettiğini,
Kur’ân’ın külli maksatlarını isbat ettiğini belirtmiş ve Kur’ân fasılalarının
insanın vicdanı ve kalbi üzerindeki imanî ve psikolojik tesirlerini
açıklamıştır. Bu güzel ve orijinal açıklamaları Bediüzzaman’dan başka bir
kimsenin yaptığını görmedim.
Kur’ân’ın marifet ve medeniyet konusundaki i’câzına gelince,
Bediüzzaman bu i’câz yönünü kavrayıp el atabilmiş, onu isbat edebilmiş ve
Kur’ân’a hücum edildiği bu asırda bununla Kur’ân muarızlarına karşı koyabilmiş,
ve bundan hareketle Batının bozuk medeniyetinin çürüklüğünü ve bu medeniyetin
nasıl beşeriyeti dalalete sürükleyip hak ve hakikati görmesine engel olduğunu
isbat edebilmiştir. Bediüzzaman bunu yaparken, realiteyi konuşturmuş ve İslâm
Ümmetinin, Allah’ın Şeriat ve nizamını terkederek harfi harfine ve adımı
adımına Batıyı taklid etmesi karşısında duyduğu teessüf ve üzüntü haliyle
gerçekleri dile getirmiştir. Onun sözleri, Kur’ân-ı Kerimi yeniden hayat ve
marifet alanına aktarmaya, Ümmetin inanç ve kültürünü tashih ve medeniyetini
kurma konusunda Kur’ân’ı tekrar en büyük merciiyet makamına iade etmeye açık
bir davettir.
Mediüzzaman merhumun, ictimaî, beşerî ve tabii ilimlerin
Kur’ân-ı Kerimin nur kaynağından çıktığını ve özellikle de Allah’ın güzel
isimlerine dayandığını açıklamasıyla “bilginin İslâmîleştirilmesi” fikrinin en
büyük öncülerinden birisi olmuştur. Bu nedenle, Bediüzzaman’ın fikirleriyle
“el-Ma’hedü’l-Alemî Li’l-Fikri’l-İslâmî” arasında bir köprü kurulmasını zarurî
görüyorum.
Bediüzzaman’ın İ’câzü’l-Kur’ân konusundaki fikirleri öylesine
gerçekçi ve canlıdır ki, günlük hayata aktarılmaya rahatlıkla imkân verir. Bu
da, onun fkirlerini araştırmak, onları geliştirmek, üzerinde yeni fikirler bina
etmek ve bunların üzerinde donup kalmamakla olur. İslâmın sancağını asırlarca
taşıyan bu millet, Batının materyalist medeniyetine karşı koyabilen
Bediüzzaman’ı örnek alarak Kur’ân-ı Kerimin esas ve düsturları üzerinde eski
şanlı tarihini yeniden kurabilir ve buna muktedirdir.
Hülasa: Kur’ân, âlimlere enerji kaynağı olmaya devam edecek,
hayranlık uyandırıcı sırları bitip tükenmeyecek, bütün kitaplara ve bilcümle
ma’rifetlere olan hakemliği sürecek ve âlimler: “Kur’ân hâlâ taptazedir!”
demeye devam edeceklerdir.
Ben, Bediüzzaman’ın eserlerinde zengin bir fikir madeni buldum.
Her fikri, Kur’ân-ı Kerimin i’câz vechinden biri sayılabilir. Bu açıklamalarımla
maksadımı ifade edip edemediğimi bilemiyorum.
Dipnotlar
1. Kamer Sûresi: 20.
2. Mâide Sûresi: 31.
3. Yâsîn Sûresi: 39.
4. Bakara Sûresi: 255. âyet; İbrahim Sûresi: 32-34. âyetler.
5. Cum’a Sûresi: 1.
6. Nebe’ Sûresi: 7.
7. Hicr Sûresi: 217.
8. Hadîd Sûresi: 25.
9. Kehf Sûresi: 109.
10. Bakara Sûresi, 29