"Bu yerliler, dünyanın en iyi, en nazik
insanları…
kötülüğün ne olduğunu bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar.
Komşularını kendileri kadar seviyorlar.
Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur.
Her zaman gülüyorlar…
Bunlardan çok iyi hizmetkâr olur.
Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine
kolayca boyun eğdirebiliriz ve her istediğimizi yaptırabiliriz."
—Kristof Kolomb

Giriş

Dünyaya gelen ilk insanlardan itibaren fertler ve toplumlar sürekli birbiriyle
ilişkiler içinde olmuşlardır. Bu ilişkiler, en iptidaî halden en gelişmiş ve
karmaşık hale kadar hemen hemen aynı temelden hareketle meydana gelmiştir ve
gelmektedir. Bunlar, barış ve çatışma gibi iki zıt anlayışın arasında çeşitli
tonlarda kendini göstermektedir. Esasında bu, fıtrat kanununun da bir gereğidir.
Zira kâinat zıtlarla kaimdir ve bununla bir bütünlük arz etmektedir; yani,
karanlık-aydınlık, soğuk-sıcak; iyilik-kötülük… Ve nihayet, zıtların mücadele
halinde olması, gelişmenin, olgunlaşmanın veya tam tersine gerilemenin
(alçalmanın) sebebi olduğu bilinmektedir. Bu anlayış genellikle bütün eski çağ
toplumlarının düşünce ve inanış temelinde de mevcuttur. Çin, Eski İran ve hatta
Yunan düşüncesinden anlaşıldığına göre zıtlıklar kâinatın, dünyanın ve hayatın
temelini oluştururlar.

Vahiy temelli inançlara göre, özellikle İslâm inancına göre, dünya bir
misafirhanedir ve burada yaşanan hemen her olayın ahirette bir karşılığı
olacaktır. Dolayısıyla, iyilik ve kötülüğün nihaî olarak hesabının görüleceği
bir dönemin geleceği mukadderdir ve bunun kâinat içinde meydana gelen zaman
akışının durmasını müteakip olacağı düşünülmektedir (yani zerre kadar iyilik ve
kötülük yapanlar mutlaka karşılığını görecektir). Bunun için inanan insan
barışçıl olmak durumundadır ve bu bağlamda zanla hareket etmemekle yükümlüdür.

Bununla beraber, toplumlar arasındaki ilişkilerde barış esas alındığı gibi,
çatışmaların, anlaşmazlıkların da yoğun olduğu bir gerçektir. Ancak, çatışma ve
savaş başlı başına kötü bir hadisedir. Çatışmaya ve hatta savaşa maruz kalan bir
toplum açısından bu böyledir. Zaferle taçlansa dahi o toplum için savaş ve
çatışma birçok kayıplara sebep olabilmektedir. Bundan dolayıdır ki, "selâmet
sulhtadır" denmiştir. Ancak, bir toplumun veya şahsın maruz kaldığı veya muhatap
olduğu bu kötü durumun arkasından felaketler gelebileceği gibi, müspet anlamda
yeni bir değişim ve dönüşüm de kendini gösterebilir. Bu ise olayın hikmet tarafı
olsa gerektir. Barışı korumak için savaşa hazırlık, son savaş… gibi ifadeler
bu sonuçları elde etme veya istismar etmenin gerekçesi olarak da karşımıza
çıkmaktadır. İki yönü olan bu düşünce ve hareket tarzının ayırt edici en önemli
-görülmeyen ancak hissedilebilen- unsuru insanların taşıdığı niyetle ortaya
çıkmaktadır. İnsanların ve toplumların arasındaki ilişkilerin özünü oluşturan
niyetin şekillenmesinde hukukîlik ve meşruiyet temelinden hareket etme gayesi ve
endişesi en önemli göstergelerdir.

Diğer taraftan, insanlar arasındaki ilişkilerden önce, olayın fert bazında başka
bir boyutu da vardır. O da insanın içiyle barışık olması veya olmaması
durumudur. İnsanın iç dünyasındaki çatışma veya huzurlu hali o insanın esas
kimliğini oluşturmaktadır. Bunun üzerine bina edilen kimlikler bu yapıya uyduğu
oranda ya mecazi, ya da hakiki olarak ortaya çıkarlar. Bu da insanların
ilişkilerindeki safiyetini veya riyakarlığını gösterir. Yani iç dünyasıyla
barışık olan bir insanın dışa vurduğu sevgi, saygı, dostluk ve yardımlaşma
temelli davranışları onun tabii halini; şu veya bu sebepten dolayı buna uygun
düşmeyen bir davranışı onun mecazi halini ortaya koymaktadır. Kişiliği bunun tam
tersine oluşan bir insanda sevgi, saygı ve dostluk gibi barışçıl davranışlar
riyakâr halini, kötülük, nefret… gibi davranışları da onun hakiki veçhesini
göstermektedir. Bunu bir yönüyle toplumlara ve milletlere de teşmil etmek
mümkündür.

İnsanın, diğer canlılarla olan ilişkisi, eşyaya bakışı da önemli bir kişilik
yönünü ortaya koymaktadır. Dünyanın nimetlerini kullanış biçimi, onlardan
istifade yöntemleri iç dünyasının şekillenmesine paralel olarak ortaya
çıkmaktadır.

XXI. Yüzyıla Kalan Miras

XXI. yüzyılın başlarında bulunduğumuz şu günlerde, dünya barışı, yani halkların
ve toplumların huzur ve güven içinde bulunması, insanların fert olarak
özgürlüğünü teneffüs edebileceği bir ortamda yaşayabilmesi hususunda ne kadar
ümitli olunabilir? Canlılar bir kez dünyaya geliyorlar ve burada yaşayacakları
mahdut bir ömrün neticesinde göçüp gidecekler. Bu geçici hayatın en önemli
varlığı olan ve eşref-i mahlukat olarak yaratılan her insan, kendi huzur ve
saadetinin başkasının huzur ve saadetine bağlı olduğu gerçeğini ne derece
anlamıştır? "Başkasına ne olursa olsun bana ne" gibi bir düşünce ne zamana kadar
hakim olacaktır? Bu sualler dünya barışı için hayatî mahiyettedir ve herhalde
tatmin edici bir karşılığı da yoktur.

XX. yüzyıldan XXI. yüzyıla geçtiğimiz şu zamandan maziye bakıldığında, adeta
müstakbelin ayak izlerini görmekteyiz. Örneğin, son yüzyılda eski çağların bütün
vahşetini gölgede bırakacak derecede olaylarla karşılaştı Âdemoğlu… ve
milyonlarca insanın sapkın ideolojiler ve hakim zümrelerin menfaatleri
doğrultusunda ziyan edildiği bilinmektedir. Bu dehşetengiz zulüm dalgasını
ortadan kaldırmak iddiasıyla meydana gelen her teşebbüs, ya kaynağında
bitirilmiş, ya da yalancı bir kurtuluşun (yani fecri sadık yerine fecri kâzib)
serabı içinde kaybolup gitmiştir. XX. yüzyılı geride bıraktığımız şu birkaç yıl
içinde dahi, bir kısım toplumlar daha büyük vahşetle yüz yüze gelmektedirler:
Ülkeler bir bir yakılıp yıkılırken, -öyle ki, kültürel varlıkları, yani
geçmişleri ağır bombardımanlar altında küle çevrilirken- galipler tarafından
"ebedî adalet"in geldiğine dair müjdeler verilmesi dikkate şayandır. Bütün bu
yanlışlıklar, yanlış bilinçlenme ve yanlış bir dünya tasavvurundan kaynaklandığı
gibi; maneviyatsızlıktan, insanlara karşı olan sevgisizlikten de
kaynaklanmaktadır.

“Ülkelerin çıkarları vardır; dostlukları bununla kaimdir” şeklindeki -büyük
ölçüde zulmün felsefesini ortaya koyan- ibareleri şu sıralar sık sık
duymuşuzdur. Bu, siyasetin ve insanî ilişkilerin tamamen menfaate
indirgenmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak, dünya yaşlandıkça -insan misali-
millî enaniyetlerin kuvvet bulduğu bir ortamda "sulh-u umumiyi" temin etmenin
zorluğu da ortaya çıkmaktadır. Kendi dışındaki dünyayla hak-hukuk bir tarafa
bırakılarak sadece menfaat ekseninde ilişki kurma düşüncesi, bilindiği üzere
canavar misali insanlar meydana getirmektedir. Bu insanlardan bir kısmının dahi
önemli mevkilerde bulunması hayatı cehenneme çevirmektedir. Bu gelişmeler,
insanları menfaatleri uğrunda karınca gibi gören -Yunan-ı Kadim tanrıları
misali- bazı zümrelerin, ellerindeki güçlü enstrümanlarıyla uyguladığı
politikalar sonucu ortaya çıkmaktadır. Hasılı, dünyalıların bu gidişattan
kendilerini kurtararak Rahmanî yola avdet etmeleri gerekmektedir.

Dünya Barışı İçin Hakim
Tasavvurun Değişmesi Gereği

İnsanlığa karşı yapılan ve hâlâ devam eden haince suikastlardan, ilkel
davranışlardan fertleri ve toplumları kurtarmanın çareleri nelerdir?

Bunun çaresi, yanlış bilinçlenme, yanlış yetişme ve yanlış dünya tasavvurlarının
ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Başta üç yüz yıldır hakim konumda olan
Batı medeniyetinin içinde yetişen ilim ve siyaset adamlarıyla kanaat önderlerine
iş düşmektedir. Zira, Batı medeniyetinin dışında yer alan toplumlara yönelik
bakış açıları yanlışlarla doludur. Bu zümreler hem kendi medeniyet çizgisinde
hayatiyetini sürdüren toplumları, hem de kendilerine rakip seçtikleri toplumları
aldatmaktadırlar. Bu yanlış tasavvurların hedefinde büyük ölçüde İslam
toplumları ve İslam medeniyetinin yer alması dünya barışının geleceği açısından
çok büyük bir açmazdır.

Barış ve diyalogdan, alışverişten ve dayanışmadan uzak bir şekilde oluşturulan
bu anlayış ve davranış kalıpları, -insan fıtratına ters düşen sömürgeci
politikalarını gerçekleştirmek için- toplumları sindirme, kültürlerini ve
medeniyetlerini tahrip etme biçiminde kendini göstermektedir. Buna rağmen
tasarladıkları sistemlerle suretihaktan görünebilmektedirler. Zira, dünya
kurulalı beri insanların ortak malı olarak meydana gelen müspet birikimler, daha
ziyade bir medeniyete mal edilmektedir; yani, beşerin bütün bu hasenatı Batının
rengine bürünmektedir. Bu yapılırken bilim, özellikle tarih ilmi -bilerek veya
bilmeyerek- araç olarak kullanılmaktadır. Halbuki tarih yorumu ve inşası
toplumları etkileyen en önemli alanların başında gelmektedir ve bundan dolayı
oluşan yanlış kanaatlerin düzeltilmesi hayli zaman almaktadır. Bu bakımdan,
geçmişte meydana gelen iktisadî, siyasî ve sosyal olayların doğru bir şekilde
anlaşılması için tarih ilminin usulüne uygun olarak ortaya konulması gerekir.
Bu, insanların doğruyu öğrenme, hatta kendini ve toplumunu gerçek boyutlarıyla
tanıma hakkı olarak da düşünülmelidir. Zira, tarihî olayların yanlı ve
egosantrik bir şekilde ele alınması, imtiyazlı toplumlar ve zümreler vücuda
getirmektedir. Yani, hem dünya milletleri arasında, hem de milletlerin kendi
içinde efendiler ve köleler zihniyetinde bir tabakalaşma meydana getirmektedir.

Diğer taraftan, meydana getirilen tarih tasavvuru ve bunun üzerine bina edilen
tarih incelemeleri, hem ülke içindeki barışı hem de dünya barışını
etkilemektedir. Yalanlarla şişirilen tarih kitapları toplumları ve çeşitli
zümreleri birbirlerine karşı şartlandırmakta; böylece, insanların enerjileri
ziyan olmaktadır. Ayrıca ideolojik ağırlıklı bir tarih tasavvurunun gölgesinde
değerlendirilmeye tabi tutulan vesikalar veya tarihî malzemelerin sahihliği de
önemini bir noktadan sonra kaybetmektedir. Tarih araştırmalarının bu şekildeki
tasavvurlardan arınmış olması halinde, yanlış malzeme dahi bir noktadan sonra
doğruların ortaya çıkmasına mâni olamamaktadır.

Hodgson’ın
Batı Tarihçiliğine İtirazları

Büyük ölçüde şarkiyatçılıktan (orientalism) kaynaklanan bu yanlış tasavvurlara
karşı bazı Batılı düşünürler tavır almakta ve dikkat çekmektedirler. Bunlardan
biri, Marshall Goodwin Simms Hodgson’dır.1 Konuyla ilgili eseri Dünya Tarihini
Yeniden Düşünmek (Rethinking World History, Essays on Europe, İslam and World
History)2 adını taşımaktadır.

Hodgson, farklı bir paradigma çerçevesinde ve önemli tarihî çalışmaların hız
kazandığı bir dönemde, kendi paradigmasını ortaya koymayı başarmıştır. Edmund
Burke’nin de belirttiği üzere, yakın bir dönemde "medeniyet çalışmaları
paradigmasında kökleşmiş bulunan akademik bir gelenek hem içeriden, hem de
dışarıdan meydan okumalarla karşılaştı. Yeni bir küresel (karşılıklı) bağımlılık
anlayışının yanı sıra, Batı’yı insanlığın kalanının üzerinde imtiyazlı bir
konuma yerleştirmiş olan ahlaki olağandışılık anlayışının da çöküşünün bir
neticesi olarak tarihçiler ilgi alanlarını genişlettiler." Buna göre, güçsüz
toplumların güçlü toplumlar etrafında "eklenme"si biçiminde yeni bir düşünme
tarzı meydana geldi. Böylece, kapitalizmin oluşumu ve yükselişiyle meydana gelen
dünya ekonomisinin düzenleyici etkisi ön plana çıkarıldı. Marksizm’den etkilenen
bu düşünce tarzıyla tarihî olaylar yeniden ve farklı bir biçimde yorumlanmaya
başlandı.

William McNeill’in "antropolojiden alınan kültürel yayılma kavramı üzerinde
oturan dünya tarihi" düşüncesi "modernliğin doğuşunu insanlık tarihinin
bütününün çerçevesi içine yerleştirir. Bu, nispeten insanlık tarihinin her
dönemini kendi şartları içinde değerlendirme ve daha az Avrupa merkezli
perspektifle yaklaşma imkanı tanımaktadır… Gerçekten hem Marksistler, hem de
McNeill’in takipçileri için insanlık tarihinde Avrupa’nın ve küresel zaman
perspektifinde modernliğin yeri proplematik bir alan olarak kalmaktadır. İşte
tam bu noktada, Marshall G. S. Hodgson’ın katkısından bahsedilebilir."3

Batı medeniyetini de derinlemesine inceleyen Hodgson, klasik şarkiyatçıların
düşündüğünün aksine, İslam medeniyetini Orta Doğu tarihi perspektifi yerine
dünya tarihi içine yerleştirir. Eserinde yer alan makalelerin muhtevası
incelendiğinde, konular kapsamlı bir şekilde ele alınmaktadır. Bunları ana
hatlarıyla şu şekilde toparlayabiliriz: Tarihte toplumların ilişkileri,
haritacılığın Batı merkezli bir anlayışla dizayn edilmesi, dünya tarihi,
Batı’daki dönüşüm, medeniyet incelemeleri ve tarih usulü, dünya tarihi
tasavvurundaki sapmalar, dünya tarihinde İslâm’ın rolü, modernlik ve İslâm’ın
mirası, tarih ilminin kendine mahsus hassasiyetleri…

Hodgson, Batı medeniyeti kavramının, Batı Avrupa’nın insanlığın kalanına
kültürel ve ahlaki bakımdan üstünlüğü hissine dayandırıldığına dikkat çeker.
Ancak, o bu görüşte değildir. Ona göre, İslâm medeniyeti Batı medeniyetine yakın
bir medeniyettir ve hatta kardeşidir. Zira dini ve düşünce yönüyle aynı köklere
dayanmaktadırlar. Aynı zamanda birçok benzerlikleri de mevcuttur. Bu bakımdan
İslam medeniyeti dünya tarihi içinde ele alındığında Avrupa tarihi de yeniden
ele alınıp incelenmesi gerekecektir. Böylece Avrupa tarihi de dünya tarihi
içinde ele alındığından olağandışılığı zamanla ortadan kalkacak, gerçek
boyutlarına daha yakın bir şekilde anlaşılabilecektir.

Hodgson, "Tarihte Toplumların Karşılıklı İlişkileri" başlığı altında dile
getirdiği görüşlerinde, dünya tarihini Avrupa merkezli tarih ve medeniyet
tasavvurundan farklı bir şekilde yorumlamıştır. Ona göre, büyük oranda
medeniyetlerin menşei Asya’da olması sebebiyle, medeniyet tarihi incelemelerinde
bu nokta daha ziyade nazar-ı itibara alınmalıdır. Zira, Afro-Avrasya’da tarıma
dayalı bir ekonominin üzerinde gelişen şehirleşmiş toplumların birbirleriyle
ilişkilerini ortaya çıkaran bağın daha ziyade Asya’dan çıktığını düşünmektedir.
Batı Avrupa, diğer büyük Afro-Asya medeniyetlerinin kültürel seviyesine ancak
XVI. yüzyılda ulaşabilmiştir. Bundan dolayı, "tarihte bölgeler arası yarımküre
ölçeğinde bir yaklaşım Batıyı tarihin merkezine yerleştiren yaklaşımlardan daha
üstündür."

Coğrafî İlimlerde Yapılan
Yanlışlıklar

Hodgson, ön kabullerden hareket etmeden, Batılıların tarihe bakışını
sorgulamaktadır. Buna coğrafî anlayışı da eklemektedir. Ve coğrafi bakış
açısında meydana gelen arızaların insanları ne şekilde yanılttığının üzerinde
durmaktadır. Evvela bu yanlışların giderilmesine inanmaktadır. Zira Marcator
projeksiyona göre çizilen haritaların Avrupa’yı olduğundan daha büyük gösterdiği
bilinmektedir. Onun deyimiyle, "haritalarla ilgilenmek önemsiz gibi görülebilir
fakat bu daha temel durumların bir paradigmasını sunacaktır. Çünkü haritalarda
bile hislerimizi anlatmanın yollarını bulmuşuzdur."

Bu, dünyanın kıtalara bölünmesindeki yanlı tutumda kendini göstermektedir:
Avrupa, Hindistan’dan biraz daha büyük olmasına rağmen kıta olarak kabul
edilmiştir. Fakat ne Hindistan, ne de Güneydoğu Asya, büyüklüklerine rağmen kıta
olarak kabul edilmemiştir. Halbuki burada yaşayan halkların yoğunluğu ve karanın
büyüklüğü bakımından; hatta, medeniyetin menşeî noktasından Avrupa’dan eksiği
olmadığı gibi, birçok noktada da ilerde olduğu bilinmektedir. Ancak, tabiî
büyüklüğüne uymayan bir konumda değerlendirilmesi hayli ilgi çekicidir. Ayrıca,
iş bu kadarla bitmiyor; yazarın deyimiyle, "Mercator projeksiyonuna dayalı dünya
haritalarımız da Batılı dünya tasavvurumuzla ilgili olarak hemen hemen aynı şeyi
yapmıştır." Bu sayede Hindistan, Endonezya ve bütün Afrika daha küçük
algılanmaktadır.4

Denizciliğe elverişli olduğu söylenen bu projeksiyonun, yaygın olarak
kullanılmasının Avrupalılar için önemli gayeleri bulunmaktadır. Ayrıca,
Avrupalıların gururu okşanmaktadır; yazarın deyimiyle, "bu bizim önyargılarımızı
pekiştirmekte, benliklerimizi pohpohlamaktadır." Bu projeksiyon sayesinde
Avrupa’da İsveç ne şekilde algılanıyorsa, Asya’da Hindistan da benzer şekilde
algılanmaktadır. "Ve böyle bir dünya haritasında Avrupa’daki sayısız detayları,
bizim için meşhur olan nehir ve kasabaları göstermek mümkün olmasına karşın
sözgelimi Hindistan ve Endonezya, ilk planda en göze çarpan hatlarla…
genellikle hepimizin işittiği özelliklerle çok çabuk dolduruluvermektedir."

Tarihi Yeniden Yorumlama Gereği

Hodgson, dünya tarihi yazımında büyük etkinliğe sahip olan Batılı tarihçilerin,
"tarihin ana akış istikameti"nin bütün bölgelerini zaman zaman Batı ile
özdeşleştirmelerinin yanlışlığına dikkat çeker. Bizans Yunanistan’ı daha ziyade
Doğu içinde mütalaa edilmesine rağmen, Antik Yunanistan, Batı kültürü ve
medeniyetinin menşei olarak ele alınmıştır. İslam medeniyeti de bu bağlamda
Doğuludur, ancak ilim ve medeniyet meşalesinin burada parlaması geçici bir
hadise olarak görülür ve esas sahibi olan Batıya teslim edilmesiyle görevini
tamamlamış sayılır. Ayrıca, Hindistan, Çin ve Japonya, kadim medeniyetlere sahip
olmalarına rağmen, "tarihin ana damarından veya esas akış istikametinden" ayrı
tutulmuşlardır; zira Batı Avrupa’ya daha az katkıda bulunmuşlardır.

Bu bakış açısı, "klasik bir ırk merkezli ikilem inşa etmemize izin verir": Batı
ve Doğu, Grekler ve Barbarlar… Böylece, "tarihin ana akış istikameti"
bütünüyle Batıyı ihtiva ettiği düşünülmekte ve buna göre Doğu statik olarak
görülüp, tecrit edilmektedir.

Hodgson, medeniyetlerin köklerine inildikçe ve kültürler incelendikçe
Afro-Avrasya tarih bütünü içinde keskin sınırlar çizmenin imkansız olduğunu
belirtmektedir. Ancak buna rağmen tarihçilerin mütemadiyen bu nevi keskin
sınırlar çizdiklerini de yazmaktadır. Ona göre, "yazılı kültür İndus,
Dicle-Fırat ve Nil vadileri ve muhtemelen bir ölçüde daha sonra Huang-Ho ve
Girit gibi diğer daha az müstakil yerlerde hemen hemen aynı zamanda, fakat
farklı biçimlerde -genellikle şehirli olmakla- birlikte ortaya çıktı."
İktisadi-siyasi ilişkiler sonucunda zamanla bu birikimler çevre bölgelere
yayılmıştır. Dünya üzerinde bu tür kümelenmeler beşeri hayatın gelişmesi
bakımından önemlidir. Ancak pek çok tarihçi, sanat, edebiyat, din vs. gibi
konulara ilgi duyarken, ilgilendikleri konulara istisnai roller atfederek pek
çok yanlış yorumlara sapmışlardır. Yazarın deyimiyle "onlar bu söz konusu yazılı
gelenekleri tarihsel dünyalara dönüştürerek hak etmedikleri ölçüde
mutlaklaştırmışlardır."

Diğer taraftan, orta dönemler İslam tarihi, -budanmış bir Avrupa versiyonu
yerine- dünya tarihi içinde yeniden ele alınıp incelenmesi gerekir. Zira,
İslamiyet geldikten sonra kısa zamanda dinamik ve kendi içinde tutarlı bir
sistem kurmayı başarmıştır. Kendine ait kuşatıcı ve kapsamlı bir hukuk sistemi
ortaya koyduğu bir süreçte "Hıristiyan cemaatlerin putperest Roma hukukunu
devraldıkları" bilinmektedir.

İslam ve Modernlik Meselesi

Hodgson, İslam ve Modernlik ekseninde meydana gelen sorunların üzerinde çeşitli
vesilelerle durmaktadır. Buna göre evvela, 1500’ler sonrası oluşan modern
tarihin içinde Avrupa’nın yerinin tekrar gözden geçirilmesi gerektiğine
inanmaktadır. Zira, bu dönemde meydana gelen baş döndürücü gelişmeler bir çok
tarihçiyi etkilemiş ve Batı’ya has mucizevî mânâlar yüklenmiştir. Hodgson ise,
tarihin bir çok alanında yaptığı araştırmalar ve özellikle İslam tarihinde
uzmanlaşması sonucunda, Batı merkezli yapılan kalıplaşmış tarih yorumlarının
etkisinden kendini kurtarmıştır. Bu sayede modernlik görüşünde Batı
olağandışılığından kısmen arınmıştır.

Yazar, Modernliğin Batılılaşmayla karıştırılmaması gerektiğine inanmaktadır. Ona
göre, Modernleşme küresel bir süreçtir ve bunun Batı Avrupa eksenine
indirgenmesi yanlıştır. Batı Avrupa’da yaşayan toplumlar, tarıma dayalı iktisadi
ve kültürel yapıyı aşmaları sebebiyle modernlik yönünde meydana gelen ilk
değişim burada kendini gösterdi. Ancak, bu küresel süreçte değişim Batıda
gerçekleşmeseydi başka bir yerde kendini göstereceği muhakkaktı. "Batı olmamış
olsaydı, bu muhtemelen ya Sung Çin’inde ya da İslam dünyasında ortaya
çıkacaktı." Zira, her iki medeniyet ikliminde bu kapıları zorlayacak bir birikim
ve iktisadi altyapı mevcuttu. Hodgson’a göre, İslam toplumlarında modern anlayış
ilk kez ortaya çıksa idi, modern toplumun eşitlikçi ve kozmopolit eğilimleri
daha çok yükseltilecekti. Ayrıca, "-Batı deneyimine bağlı bir biçim olan- ulus
devletin krizalit içinde vuku bulmak yerine, modern dünya bir yüce ulema ve bir
yüce şeriat himayesinde eşitlikçi evrensel bir devletle tanımlanacaktı."

Hodgson, Batı tarihinin, sanıldığının aksine, süreklilikleri değil, kesintileri
olduğu hususunun altını çizmektedir. Avrupa’nın, tarihin büyük bir bölümünde
Asya ana kıtasının önemsiz bir parçası olduğunu belirten yazar, Rönesans’ın,
modernliği hareket ettirici güçten mahrum olduğunu belirtir. Bu değişimin
Avrupa’yı daha yüksek kültürlerin seviyesine taşımak gibi bir fonksiyon icra
ettiğinin önemine işaret eder. Daha önce başka topraklarda gelişip Avrupa’ya
yayılan ve hayati önemi haiz olan birçok yeniliğin bulunması gerçeği, -o
dönemde- Avrupa’daki gelişmelerin varlığını kabul emekten insanı
alıkoymamalıdır. Bununla beraber, "Sanayi devrimi ilk burada baş gösterdi diye,
bir Avrupa tarihi anlayışı İngiltere tarihine nasıl indirgenemezse, dünya tarihi
de sanayileşmenin ilk kez buradan yayılması hasebiyle Batı tarihine
indirgenemez."

Yazar, Batılıların Orta Çağ’ın ırk merkezli dünya tasavvurlarından bazı
özellikleri koruduklarından şikayetçidir. Bu öyle bir alışkanlıktır ki, yeri
geldiğinde akademik argümanlarla da desteklenmektedir. Zaten işin açmazı da
buradadır. Bu tasavvurun en önemli tarafı dünyayı biz ve ötekiler diye ikiye
bölmesidir. Batılılar bu konunun kabulünde ve yaygınlaştırılmasında, hem tarihî
hem de coğrafî yönden zekice ve hileli düşünceler ileriye sürmüşlerdir.

Sonuç

Fertlerin ve toplumların hayatiyetlerini sürdürebilmeleri ve barış içinde
yaşayabilmeleri için birçok değer oluşmuştur: Örf, âdet, ahlâk, hukuk… Ancak,
bütün bunların ötesinde yer alan temel bir husus, birbirini doğru anlama
cehtidir. Gerek ferdî hayatta, gerekse toplumların ve milletlerin hayatında
bunun önemi büyüktür. Bir ferdin veya bir milletin belli şablonlar dahilinde
anlaşılması, hem algılayan kesim, hem de karşı taraf için birtakım sorunlar
meydana getirmektedir. Bu şekilde kurulan ilişkiler barıştan ziyade çatışma
kültürünü beslemişlerdir. Bir nevi ideolojik renge bürünen bazı şablonların
etkisinde inşa edilen bir tarih yorumu, şüphesiz belli zümrelerin menfaatlerinin
teminine ve pekişmesine hizmet etmektedir. Halbuki karşılıklı ilişkilerde esas
olan birbirini doğru bir şekilde anlamaktır. Bu gerçekleşmeden genel bir barış
ve huzurun oluşmasından söz edilemez. Bunun için yapılması gereken, -Hodgson’ın
da belirttiği gibi- ülkelerin, coğrafi konumu ve tarihleriyle beraber, kendi
içinde ve küresel bir düzeyde doğru bir şekilde değerlendirilmesidir. Irk
merkezli bir dünya ve toplum tasavvurunun hayata geçirilmesi, insanî ilişkilerin
özünden sapmasına sebep olmakta ve eşitlik anlayışını tahrif etmektedir. Bu
böyle olunca tarih ilmi, toplumların tarihî süreç içinde meydana getirdikleri
kültür ve medeniyetleri doğru bir şekilde anlamaktan ziyade güçlü olanın
haklılığını meşrulaştırma aracına dönüşecektir. Bir toplumun tarihi tahrif
edildiğinde, onun oluşturduğu kültür ve medeniyet de tahrif olmaya mahkûmdusr.
Böyle bir durumda ne içerde, ne de dışarıda gerçek bir barıştan söz etmek mümkün
değildir.

Dipnotlar

1. 1921 yılında Amerika’da dünyaya gelen yazar, eğitimini burada tamamlayıp
akademik hayata intisap etmiştir. Dünya tarihi çerçevesinde, İslam medeniyeti ve
İslam tarihiyle ilgili araştırmalar yapmış ve bu bağlamda dersler vermiştir.
Batı kültürü içinde yetişen bir tarihçi olmasına rağmen İslam medeniyetiyle
ilgili özgün eserler vermeyi başarmıştır. Daha önce İslâm’ın Serüveni adlı üç
ciltlik bir eseri Türkçe’ye tercüme edilmiştir.

2. M. G. S. Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, Türkçesi: Ahmet
Kanlıdere-Ahmet Aydoğan, İstanbul: Yöneliş, 2001, 487 sayfa.

3. Edmun Burke, "Marshall G. S. Hodgson ve Dünya Tarihi", Dünya Tarihini Yeniden
Düşünmek,
s. 10-11.

4. Yazarın konuyla ilgili naklettiği hatırası dikkat çekicidir: "Kahire’deki bir
hükümet dairesinde dini bütün bir Müslüman’ın duvarında, İslam’ın ne denli
yaygın olduğunu gösteren bir İslam dünyası haritasıyla karşılaşmıştım. Fakat
harita, Mercator projeksiyonuna göre çizilmiş ve dolayısıyla Avrupa ile mukayese
edildiğinde İslam toprakları esaslı bir biçimde küçültülmüş bir Fransız
haritasıydı. Memur, Mercator projeksiyonuna o kadar alışmıştı ki, resmi
emperyalizm şeklinde nitelenebilecek durumun farkında bile değildi."
(s. 38)