The "Human Model" Focused on the Compassion

Giriş

Şefkat, sevgi ve aşk kavramları insanın hayatında önemli yeri olan, birbirine
yakın gibi görünen fakat birbirinden farklı anlamları ve fonksiyonları olan
hayatlı kelimelerdendir. Aşk, büyülü bir kelime olduğu için hem dini, hem de
cinsi anlamda asırlardır ön planda tutulmuş ve insanlar bu kavramların esareti
altına girmişlerdir. Tasavvuftaki aşk olgusu, çok az insanın tecrübe ettiği,
vahdet-i vücudla alakası olan bir kavramdır. İnsanın düşüncesini ve kalbini
sadece Allah’ın zatına odaklaştırdığı, kainatı ademe ve nisyana mahkum eden bir
anlayıştır. Bu anlayış Kur’an’ın tefekkür boyutunu, kainatı bir kitap gibi okuma
ve anlamlandırma boyutunu görmezlikten gelmekte, sadece nazlanma ve övünmeyi ön
plana çıkarmaktadır.

Aşkta kendinden geçme, vecd, manevi sarhoşluk (sekr) gibi durumlar görülmekte,
bu da kişinin şuursuz bir biçimde, dengesiz bir tarzda hareket etmesini
sağlamaktadır. Bunlar çok az sayıda mutasavvıfın tecrübe ettiği durumlardır.

Said Nursi, aşk ile Muhyiddin-i Arabi’nin açtığı hususi bir meşreb olan vahdet-i
vücud arasındaki ilişkiye temas ediyor. Ona göre aşk, vahdet-i vücuda saplanma
sebeplerinden birisidir. Nursi, bunu şu şekilde ifade etmektedir: "Firakı hiç
istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve budiyetten
Cehennem gibi korkan ve zevalden gayet derece nefret eden ve visali ruhu ve canı
gibi seven ve kurbiyetini cennet gibi hadsiz bir iştiyak ile arzulayan aşk
sıfatı, her şeydeki akrebiyet-i İlahiyenin bir cilvesine yapışmakla, firak ve
bu’diyeti hiçe sayıp, lika ve visali daimi zannederek ‘la mevcude illa hu’ diye,
aşkın sekriyle ve o şevk-i beka ve lika ve visalin muktezasıyla, gayet zevki bir
meşreb-i hali vahdet-i vücudda bulunduğu tasavvur ederek, müthiş firaklardan
kurtulmak için, o vahdetü’l-vücud meselesini melce ittihaz etmişlerdir."
(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001, s. 90.)
Bunun menşei, kalbin aşk noktasında fevkalade inkişaf ve inbisat etmesidir. Ona
göre, vahdet-i vücuda saplanmanın bir önemli sebebi de, rububiyet mertebesinin
hallakiyetini azami derecede zihinlerine sığıştıramamış olmalarıdır. Buna göre,
bu yolda gitmenin menşei de aklın gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı iman
hakikatlerine yetişemeyip ihata edememesi ve aklın iman noktasında tamamıyla
inkişaf etmemesidir. (Nursi, Mektubat, s. 90.) Said Nursi, bu anlayışa sahip
olan insanların süslü olan bu kainata bakıp onu aşk ve şevk ile sevdiğini, bunu
yaparken de, "dakik tefekkürü" kısmen bırakarak aşka yapıştığını bildirir.
(Nursi, Mektubat, s. 91.) Sevdiği şeylerin zevalinden dolayı kendisini teselli
etmek isteyen bu yoldaki bir kişi, her şeyin Allah’ın bir nakşı olduğu
düşüncesini dile getirmez, o varlığın içinde Allah’ın olduğunu veya her şeyin
Allah olduğunu iddia eder. Böylece bütün varlıkları "vahdet" eder, yani
birleştirir. Allah’ın dışındaki her şeyi de yok sayar. Bu düşünce, sevdiği
şeylerin firaklarından kaynaklanan elemi ortadan kaldırmak ister. Bu anlayışta
olan bir kişi Muhyiddin-i Arabi gibi yüksek ve kuvvetli bir iman sahibi ise,
zevki, nurani ve makbul bir mertebeye çıkar. Yoksa, vartalara, maddiyata girmek,
esbapta boğulmak ihtimali vardır. (Nursi, Mektubat, s. 91-92) Böyle bir
durumdaki kişinin ağzından İslam’ın özüne uymayan, anlamını kendisinden başka
kimsenin çözemeyeceği ifadeler zuhur etmekte, bu da o durumu yaşamayan kişiler
tarafından yanlış anlaşılmaktadır. Bu tecrübeyi yaşayan mutasavvıfların
"zındıklıkla" bile itham edildiği görülmektedir. Bediüzzaman bu durumdaki
insanların cezbe halinde söylediği sözlerden sorumlu olmayacağını, ama aynı
sözleri şuuru yerinde olan kişilerin söylemesi durumunda onların sorumlu
olacaklarını dile getirmektedir. Bu durumda bir aşırılığı ifade eden aşk, orta
yol dini olan İslam’ın açtığı ana yol olma özelliğini taşımamaktadır. Çünkü bu
tür deneyimleri herkesin yaşaması imkansız olduğu gibi, bu deneyimleri yaşayan
kişilerin eser ve şiirlerini de herkesin anlaması mümkün değildir.

Aynı şekilde aşkın ilahi boyutunda görülen aşırılıklar insani boyutunda da ön
plana çıkmaktadır. Bu durumdaki bir insan, aşkta, sadece sevdiğine nazarını
odaklaştırmakta, onun dışındaki hiçbir şeyi görmemekte, böylece bencilce bir
tutum içine girmektedir. Bu da sosyal ve medeni bir varlık olarak yaratılan
insanın bu yönüyle bağdaşmamaktadır. Bu yüzden aşk, hastalıklı ilişki, iki
kişilik bencillik şeklinde tanımlanmaktadır.

Yapılan çalışmalar, aşkın cinsel duyguyla yakından ilişkisi olduğunu
göstermektedir. Aynı zamanda bir insanın karşı cinse aşırı istediğini ifade eden
aşk, ömür boyu sürmesi mümkün olmayan geçici bir haldir. Aşkta irade söz konusu
değildir. Aşkın güzellikle bir ilişkisi vardır. Bazı filozoflar, aşkın mahbubun
yüzüne fazla bakmaktan doğduğunu söylemişlerdir. Bu demek değildir ki, insan her
yüzüne baktığı kimseye aşık olur. Bu tamamen insanın psikolojik yapısıyla ilgili
bir durumdur.

Geçici bir duygu olan aşkın, bir vecd haliyle birlikte ömür boyu süreceğini
düşünmek bir çok insanı bunalımlara sürüklemektedir. İnsanın iradesiz olarak
karşı cinse aşık olması mümkündür. Ama bunun sadece evlilik için kurulmuş bir
tuzak olduğunu da düşünmek gerekir. Batıda romantik aşk her türlü vasıtayla
yayılmakla, bu İslam toplumlarını da etkilemekte, hatta İslami tandanslı
dergilerde bile insanların romantik aşka sevk edildiği görülmektedir. Halbuki bu
aşk, bizzat Batılı psikologlar tarafından eleştirilmektedir. Bugün Batı’da
boşanma oranlarının yüzde altmış, yetmişlerde olmasının en önemli sebeplerinden
birisinin bu romantik aşk efsanesi olduğu tespit edilmektedir. Karşı cinsler
birbirleriyle tanıştıklarında romantik ortamlarda, birbirlerinin gerçek
kişiliklerini görmeden, yüzlerine değişik maskeler takarak birlikte olmakta,
ilişki evlilikle neticelendiğinde bu büyü bozulmaktadır. Bu durumu anormal gören
çiftler çareyi kısa süre içinde boşanmakta bulmaktadırlar. Aşkın geçici bir
duygu olduğunun bilinmemesi bir felakete yol açmaktadır. Diğer bir sorun da bir
çok insanın evlenmek için "aşık olmayı" veya "aşık olunmayı" bekliyor olmasıdır.
Aşk irade dışı bir tecrübe olduğu için böyle düşünen insanların evlenip mutlu
olabilmeleri çok zor görünmektedir.

Sevgi ise insanın iradesiyle ilgili olan bir kavramdır. Aşk fiziksel güzellikle
ilgili olduğu halde, sevgi manevi güzelliğini (inside beuty), ahlak güzelliğini
de hesaba katmaktadır. İşte bu açıdan sevginin "tanıma" ile yakından bir
ilişkisi söz konusudur. Tanıma ile ortaya çıkan sevgi zamanla oluşur ve bir daha
da kaybolması imkansızdır. Ama güzellik üzerine kurulan bir aşk, güzelliğin
günlük değişiminden etkilenir ve bir kişi karşı cinsi bir kaç gün sonra çekici
bulmayabilir, böylece aşırı istek anlamındaki aşk da bitmiş olur.

Allah’ın kainatla ve insanla, insanın Allah ile, insanla ve kainatla ilişkisinde
sevginin önemli bir rol oynadığını görüyoruz. Şefkat ise Allah’ın insanla
ilişkisinde önemli bir yere sahip iken, insanın Allah ile ilişkisinde önemli bir
rolü yoktur. Diğer taraftan şefkatin insanın insanla ilişkisinde aşktan ve
sevgiden daha geniş ve faal bir rolü olduğunu söylememiz mümkündür.

1. Şefkat Kavramının Anlam Çerçevesi

"Şefkat" kelimesi, "rahmet, re’fet, atıf, hanan, kötü bir durumun ortaya
çıkmasından korkmak, korkuya varacak derecede sevmek, merhamet etmek" demektir.
Kelimenin Arapça’da "Aşfaka" şeklinde fiil olarak kullanımında da bu anlamların
bir kısmı bulunmaktadır. (İbrahim Mustafa, Abdülkadir Hamid, Mu’cemü’l-Vasit,
Çağrı Yayınları, İstanbul, tarihsiz, "Şefkat" maddesi, s. 490.) Ragıb
el-Isfahani fiil olarak kelimeye, korku ile karışık inayet anlamı vermekte ve
"Çünkü müşfik (şefkat eden) şefkat ettiği kişiyi veya şeyi sever ve onun başına
bir şey gelmesinden korkar" demektedir. Nitekim el-Enbiya Suresinde,
"Rablerinden korkanlar, kıyamet gününden korkmaktadırlar (müşfikun)" (Enbiya:
21/49) denmektedir. Isfahani, bu kelimenin "Min" harf-i ceri ile kullanıldığında
"korku" anlamını ifade ettiğini, "Fi" harf-i ceri ile kullanıldığında "inayet"
anlamına geldiğini söylemektedir. Tur Suresi 26. ayette bu kelime "inayet"
anlamında kullanılmaktadır. Burada kullanılan "inayet" ise, yine Isfahani’nin
açıklamalarına göre, "sahib olduğu şeyi izhar etmek"tir. Araplar ekilen bir
tohumun yerden çıkmasını da "inayet" kelimesiyle izah ederlerdi ve "Aneti’l-arzu
bi’n-nebati" derlerdi. Bu cümle, "toprak, bitkiyi çıkardı" demektir. (Ragıb
el-Isfahani, Mu’cemu Müfredati Elfazi’l-Kur’an, Darü’l-Fikr, Beyrut, tarihsiz,
s. 270, 362.)

2. Allah’ın Şefkatinin Tezahürleri

Kur’an-ı Kerim’de şefkat kelimesi "Allah"ın şefkati" şeklinde kullanılmıyor.
Ancak şefkatin inayet ve sevgi boyutlarını içinde barındıran Rahmet
kullanılıyor. Örneğin Allah’ın "Rahim" olduğunu ifade eden, rahmetinin her şeyi
kuşattığını ifade eden ayetler bunun delilini teşkil ediyor. (Bu konudaki
ayetler için bakınız: Muhammed Fuad Abdülbaki, el-Mu’cemü’l-Müfehres, li
Elfazi’l-Kur’ani’l-Kerim, İstanbul, 1984, s. 304-309.)

O halde Allah’ın rahmeti Allah’ın şefkati anlamını da içinde barındırıyor. Ancak
Şeyh Zade’nin bildirdiğine göre, bu, tıpkı insanlarda olduğu gibi, "Rikkat-i
kalb" anlamında değildir. Burada Rahmet, irade ve ihtiyar ile "ihsan etme,
muhtaç olanların ihtiyaçlarını giderme" anlamındadır. Bunun için Rahman ve
Rahim, "Muhsin", yani ihsan eden, nimetler vererek iyilik eden anlamına
gelmektedir. (Şeyh Zade, Haşiyüte Şeyh Zade Ala Tefsir-i Kadi Beydavi, İhlas
Vakfı, İstanbul, 1994, I, s. 27)

Bediüzzaman Said Nursi de, Rahmet kelimesinin bir başka isim formu olan,
"Rahman"ın "Rezzak" anlamına geldiğini ifade ettikten sonra, terbiyenin iki yönü
olduğuna dikkat çekiyor. Ona göre terbiyenin biri menfaatleri celbetmek, diğeri,
zararları defetmek üzere iki esası vardır. Rahman, "Rezzak" anlamına geldiğinden
menfaatleri celbetmeyi ifade ediyor. Rahim ise, Gafur yani çok affeden anlamına
geldiğinden dolayı terbiyenin ikinci esası olan, zararları defetmeye işaret
ediyor. (Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İcaz, çev: Abdülmecid Nursi, Sözler
Yayınevi, İstanbul, 1978, s. 15, 19.)

Buradaki ifadelerden, şefkatin "İhsan etme, ihtiyaçlarını giderme, affetme" gibi
anlamları ön plana çıkmaktadır. Nitekim Zemahşeri de, Rahmet’in "Allah kullarına
nimet vermesinden mecaz olarak kullanıldığına" dikkat çekmekte ve şöyle
demektedir: "Çünkü bir padişah raiyetine şefkat ettiği zaman, onlara ihsanda
bulunur, iyilik eder, ihtiyaçlarına giderir". (Zemahşeri, el-Keşşaf, Darü İhyai
Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1997, I, s. 51.) İmam-ı Gazali, Esmaü’l-Hüsna isimli
eserinde Rahman ve Rahim isimlerini açıklarken tam rahmetin, muhtaçlara hayır
saçmak, umumi rahmetin de müstehak olana da olmayana da ulaşan rahmet olduğunu
söylemektedir. Buna göre Allah’ın Rahmeti hem tam, hem de umumidir. Rahmet, elem
verici bir acıma hissini içinde barındırmaktadır. Yani merhametli olan, öyle bir
his duyar ki, bu his merhamet sahibine elem verir. Merhametli olana arız olan bu
acıma hissi, sahibini, merhamet edicilerin hacetini görmeye sevk eder. Şüphesiz
ki, Allah, elem verici acıma hissinden münezzehdir. Merhamet edenin elem duyması
kendi zaafından ve noksanlığından dolayıdır. Allah şefkatli ve merhametlidir,
aynı zamanda aciz değildir, muhtaçların bütün ihtiyaçlarını giderir.

Ona göre merhamet eden, merhamet ettiğinin hacetini görmekle, kendisinde oluşan
elem verici acıma hissinden kurtulmak ister. Böylece kendisine ihtimam
göstermiş, kendi gayesi için çalışmış olur. Böyle bir durum rahmetin manasını
kemalden düşürür. Kendisini elemden kurtarmak için başkasına yapılan merhamet,
yani şefkat kamil olmaz. Rahmetin kemali yüce Allah’ta vardır. Bu da, sırf
ihtiyaç sahibinin ihtiyacını karşılamak gayesiyle yapılan eylemdir. Buna göre
Allah’ın Rahmeti; yaratması, imana ve saadet sebeplerine yöneltmesi, ahiret
saadeti vermesi, cemalini göstererek insanlara ikramda bulunmasıdır. (Gazali,
Esmaü’l-Hüsna, çev. Yaman Arıkan, Elifba Yayınları, İst. 1982, s. 104-106.)

Bu isimlerden hisse alan kişi, Allah’ın gafil kullarına merhamet eder. Nasihat
ile onları gaflet yolundan ayırır, Allah yoluna sevk eder. Fakat bunu lütuf ve
merhametle yapar. Günahkar insanlara, şefkat ve merhamet gözüyle bakar. Diğer
taraftan Rahmetin, yani şefkatin maddi yansımasına göre de hiçbir muhtacı
ihtiyaç içinde bırakmaz. Eğer maddi imkanı yoksa dua eder. (Gazali, a.g.e., s.
166.)

Said Nursi, Haşir Risalesi’nde, Allah’ın şefkatini, O’nun rahmetini anlatırken
açıklıyor. Ona göre Allah’ın rahmeti, şefkati, en aciz ve en zayıftan en
kuvvetliye kadar, her canlıya bir rızık verilmesiyle, en dertlilere derman
yetiştirilmesiyle, çiçeklerin açıp meyvelerin takdim edilmesiyle, zehirli bir
böceğin eliyle balın yedirilmesiyle, elsiz bir böceğin eliyle ipeğin
giydirilmesiyle ortaya çıkıyor. (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya
Neşriyat, İst., 2001, s. 65.) Diğer taraftan, gerek nebati, gerek hayvani ve
gerekse insani bütün validelerin o rahim şefkatleriyle ve süt gibi o latif gıda
ile aciz ve zayıf yavruların terbiyesi, geniş bir rahmetin cilvesini gösteriyor.
(Nursi, Sözler, s. 65.)

Kur’an’da Rahmetin "nimet" (Rum, 30: 33, 36; Fussilet, 41: 50; Şura, 42: 48),
"rüzgar" (Neml, 38: 63; Furkan, 25: 48), "gece ve gündüz" (Kasas, 28: 73) ve
"yağmur" (Şura, 42: 28 gibi maddi; "Hazret-i Muhammed" (Enbiya, 21: 107),
"mağfiret ve af" (el İnsan, 76: 31; el A’raf, 7: 156) gibi manevi boyutu
bulunmaktadır.

3. Allah’ın Şefkatinin Sebebi

Bütün bunlara göre, Yüce Allah, niçin rahmet ve şefkatini maddi ve manevi bir
şekilde insanlara gönderiyor? Allah’ın şefkatinin bir cilvesi olarak insanlara
rızıklar ve sayısız nimetler vermesi, peygamberler göndermesi, insanları
affetmesi Nursi’ye göre, "kendisini sevdirmesi için"dir. (Nursi, Sözler, s. 66)
Yüce Allah bütün şefkat tezahürleriyle insanları sevdiğini gösteriyor ve
insanlar tarafından sevilmek istiyor. Bunun için Allah’ın kendisini yarattığı
varlıklarla tanıtmak, verdiği nimetlerle de sevdirmek istediğini söyleyebiliriz.
O halde insan da O’nu tanıdığını ve sevdiğini göstermek durumundadır. İnsan
ancak ibadetle kendisini Allah’a sevdirebilir.

4. Annenin Çocuklara Şefkati ve Tezahürleri

Sevgi konusunda yapılan çalışmalarda şefkat kelimesi kullanılmıyor. Bunun yerine
"anne sevgisi" tabiri kullanılıyor. Said Nursi ise, anne sevgisine "şefkat"
diyor. Ona göre validelerin "rahim şefkatleri" var ve bu sayede süt gibi latif
gıdalar ile aciz ve zayıf yavruları besliyorlar. (Nursi, Sözler, s. 65.)

Burada anne şefkatinin en önemli bir tezahürü olan "süt ile bebekleri besleme"
karşımıza çıkıyor. Diğer taraftan bütün anneler, aç yavrularını kendi
nefislerine tercih ediyorlar. (Nursi, Sözler, s. 65. Haşiye 2’de zikrediliyor.)
Böylece anne şefkatinin "fedakarlık ve cesaret" boyutu gündeme geliyor. Şefkatin
lügat anlamıyla anne şefkati arasındaki ilişkiyi şu şekilde ifade edebiliriz:
Anneler kendi çocuklarının zarara uğramasından korkarak onları bu zarardan
korumak için karşılık beklemeksizin fedakarlıklarda bulunuyorlar.

Said Nursi, Lem’alar’da muhabbeti tahlil eder ve "halis ve halis olmayan"
sevgiden söz eder. Ona göre sevginin ihlas ile bir zerresi, batmanlarla "resmi
ve ücretli" sevgiden üstündür. Çünkü karşılığında bir "mükafat ve sevap"
istenilen sevgi, zayıf ve devamsız bir sevgidir. Ona göre halis sevgi, karşılık
beklenmeyen sevgidir. Bu, genel olarak insan fıtratında ve özellikle de
annelerde Allah tarafından yaratılmıştır. Nursi, annelerdeki bu ihlaslı
muhabbetin onların şefkatleri olduğuna işaret ediyor. Onlar bu şefkat sırrıyla,
evlatlarına karşı muhabbetlerine bir mükafat ve bir rüşvet istemiyorlar. Bunun
en büyük delili de ruhlarını, belki uhrevi saadetlerini de onlar için feda
etmeleridir. (Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Germany,
1994, s. 137.)

Burada da Nursi, anne şefkatinin "fedakar" yönüne dikkat çektiği gibi, bir de
onun "karşılıksız" ve "halis" olduğuna temas ediyor. Burada halis olma bir
karşılık istememe anlamındadır. Batılı psikologlar böyle bir sevgiyi
"unconditional love" veya "perfect love" olarak isimlendiriyorlar.

Buraya kadar yapılan izahlardan anlaşıldığına göre Said Nursi, anne şefkatinin
soyut bir kavramdan ibaret olmadığına, çocuğun beslenmesi gibi temel
ihtiyaçlarını karşılamak, fedakarlık yapmak ve onu tehlikelerden korumak için
gerekli cesareti göstermek, karşılık beklememek gibi tezahürleri olduğuna vurgu
yapıyor.

Diğer taraftan psikolojinin bu konuda yaptığı çalışmalar anne-babanın
sözlerinden çok davranışlarının etkili olduğunu gösteriyor. "Sevgiye olan eğilim
insanlarda doğuştan varolan bir eğilimdir. Çocuğun sizin onu sevmenize ihtiyacı
vardır. Bu nedenle anne-babalar, çocuklarına olan sevgilerini, onlara
zamanlarını vermekle gerçekleştirmelidirler. Bu perspektiften sevgi, çocukla
geçirilen zaman anlamına gelmektedir." (Haluk Yavuzer, Ana-Baba ve Çocuk, Remzi
Kitabevi, İst, 1999, s. 34, 35.)

Bu yüzden, çocuğu sevmek, çocukla bütünleşmek, onunla bazı etkinliklerinde
beraber olmak ve bir birey olarak onun gerçeklerini anlamaya çalışmaktır.
(Yavuzer, a.g.e, s. 34.)

Burada, Nursi’nin dikkat çektiği şefkatin "fedakarlık boyutu" ortaya
çıkmaktadır. Çocukla ilgilenmek için zaman ayırmak büyük bir fedakarlıktır.

"Burada insanın kendi bencilliğini yendiği ve özgeci sevgiye ulaştığı
söylenebilir. Bencil insana göre her şey kendisi, ötekiler hiçbir şeydir ve onun
için anlamsızdır ve ancak kendisi için birer araçtır." (Pitirim Sorokin, "Özgeci
Sevgi," Aşkın Anotomisi, çev: Mehmet Harmancı, Say Yayınları, Ankara, 1996, s.
230.)

Bu sebeple sevgi bencilliğin feda edilmesiyle kişiliğin doğrulanması ve
kurtuluşudur. (Sorokin, a.g.e., s. 230)

O halde anne sevgisi "fedakar, özgeci ve bencil olmayan sevgi"dir. Nitekim,
Amerikalı Psikiyatrist Dr. Karl Menninger, "Anne, çocuğuna süt vermekle
sevgisini gösterir. Sevgi için de işe fedakarlık yapmakla başlamalısınız. Bundan
sonra fedakarlıkta bulunan sevgidir." demektedir. (Karl, Menninger, Nefret
Karşısında Sevgi, Aşkın Anatomisi, s. 173.)

Burada da Said Nursi’nin dikkat çektiği, sevginin fedakar yönüyle birlikte,
çocuğa bakma tezahürüne vurgu yapıldığı görülmektedir. Erich Fromm da, "Sevme
Sanatı" isimli kitapta, anne sevgisini tahlil ederken, çocukların 8-10 yaşlarına
kadar, en büyük sorunlarının sevilmek olduğunu söyler. Ona göre de sevme
yeteneğinin gelişmesi, sevgi nesnesinin gelişmesiyle yakından ilişkilidir. Ona
göre anne sevgisi karşılık beklemez. Anne yeni doğan bebeği, kendi çocuğu olduğu
için sever. Ama şu da bir gerçek ki, halis sevgi, sadece çocukların değil, tüm
insanların en derin özlemidir. Ona göre, bir kişinin değerlerinden ötürü hak
ettiği için sevilmesi her zaman yerini "kuşkuya" bırakır. Burada sevginin her an
bitivereceği korkusu vardır. (Erich Fromm, Sevme Sanatı, çev: Işıtan Gündüz, Say
Yayınları, İst., 1997, s. 47-48.) Ama anne sevgisinde, yani şefkatte, çocukta
böyle bir korku ve kaygı meydana gelmez. Fromm’a göre anne sevgisinde "alma"
değil, "verme" özelliği vardır. Bu başkalarını düşünen, bencil olmayan
yapısından dolayı anne sevgisi, sevgilerin en yücesidir. (Fromm, a.g.e, s. 55,
56.)

Fromm’a göre, büyüyen çocuğa karşı duyulan anne sevgisi, kendisi için bir şey
istemeyen sevgi, belki de en güç başarılabilecek bir sevgi dürtüsüdür. Fakat
sadece bu zorluktan dolayı kadın, eğer kocasını, diğer çocukları, yabancıları ve
tüm insanları sevebiliyorsa gerçekten seven bir anne olabilir. Sevmeyen kadınsa,
çocuğu küçük olduğu sürece şefkatli bir anne olabilir, ama seven anne olamaz.
Burada kıstas, çocuğun ayrılmasına gösterilen istek ve ayrıldıktan sonra sevmeyi
sürdürebilmektir. (Fromm, a.g.e, s. 57.)

Said Nursi de eserlerinde, şefkatin pek geniş olduğunu, bir kişinin şefkat
ettiği çocukları münasebetiyle bütün yavrulara, hatta ruh sahibi varlıklara
sevgisini, şefkatini göstermesi gerektiğini ve böylece Allah’ın Rahim ismine bir
çeşit "ayna" olduğunu ifade etmektedir. (Nursi, Mektubat, s. 35.)

Burada şefkat ve sevgideki "yayılmacı" özellik karşımıza çıkmaktadır. Bir kişi
sadece çocuğunu seviyorsa, başka kimseyi sevmiyorsa bu şefkatin genel
karakteriyle bağdaşmayan bir durumdur. Said Nursi’ye göre annelerin çocuklarını
tehlikelerden kurtarması, ücret istemeden ruhlarını feda etmeleri, onların
şefkatlerinin bir yansımasıdır. Ancak Said Nursi, şefkatin bir başka boyutuna da
dikkat çekiyor ve şöyle diyor:

"Bu kahramanlığın inkişafı ile hem dünya hem de ebedi hayatını onunla
kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymetli seciye
inkişaf etmez. Veya su-i istimal edilir." (Nursi, Lem’alar, s. 201.)

Burada Nursi, çocuklara karşı gösterilen şefkatin, yalnızca onların maddi
ihtiyaçlarını gidermekle kalmayıp, manevi ihtiyaçları için de gerekli olduğuna
dikkat çekiyor. İşte psikoloji şefkatin bu boyutuna temas etmemektedir. Ona
göre, bir anne çocuğunu dünyevi tehlikelerden kurtarmaya çalıştığı halde,
ahiretteki tehlikeden kurtarmaya çalışmazsa bu gerçek bir şefkat değildir.
Yukarıdaki ifadeye göre bu, şefkatin suiistimalidir. Yanlış yöne kanalize
edilmesidir. Said Nursi’nin ifadesine göre bu, çocuğu dünya hapsinden korumaya
çalışmaktır, Cehennem hapsini ise nazara almamaktır. "Fıtri şefkatin tam zıddı
olarak o masum çocuğunu, ahirette şefaatçi olmak lazım gelirken davacı ediyor. O
çocuk, ‘benim imanımı takviye etmeden bu helaketime sebebiyet verdin’ diye şekva
edecek. Dünyada da İslami terbiyeyi tam almadığı için, validesinin harika
şefkatinin hakkına karşı layıkıyla mukabele edemez, belki çok kusur eder. Bu
yüzden hakiki şefkat suiistimal edilmemeli. Şefkati idam-ı ebedi olan dalalet
içinde ölmekten kurtarmaya sarf etmeli. Bu durumda çocuk ahirette davacı değil,
duacı olacaktır." (Nursi, Lem’alar, s. 201-202.)

5. Risale-i Nur’un Bir Prensibi Olarak Şefkat

Said Nursi, Risale-i Nur’un dört esasından birisinin de şefkat olduğunu
söylemektedir. Ona göre şefkat, insanı Allah’ın Rahim ismine ulaştırmaktadır.
(Nursi, Sözler, s. 438.) Bediüzzaman’ın "acz, fakr, şefkat ve tefekkür"den
oluştuğunu söylediği Risale-i Nur mesleği, aşkı esas alan diğer mesleklerden
daha umumidir ve cadde-i kübradır. Bu yolun cadde-i kübra olmasında "şefkatin
çok büyük bir rolü" vardır. Aslında şefkat, acz, fakr ve tefekkürle de yakından
ilişkilidir. Çünkü şefkat Cenab-ı Allah’ın rahmetinin bir tecellisidir. Rahmet
ise acz ve fakr içindeki bütün canlı varlıkların yardımına koşmaktadır. Onların
dünyevi ve uhrevi ihtiyaçlarını giderici bir özellik taşımaktadır. Allah’ın
insanlara kainattaki her şeyi musahhar etmesi, O’nun şefkatini göstermektedir.
Onun bu şekildeki şefkati ise ancak tefekkür ile anlaşılacak bir durumdur. Bu
durumda Risale-i Nur’un en önemli bir esası olan şefkatin tefekkür ile yakından
ilişkisi olduğu görülmektedir. Kur’an da bizi, şefkatin tezahürleri olan ihsan
ve ikramlar üzerinde düşünmeye teşvik ediyor. Said Nursi’nin bu esasları
Kur’an’a dayandırması da bu açıdan düşünülmelidir. Halbuki tasavvufun vahdet-i
vücut boyutunda "aşk" sözkonusudur. Aşkta bir içe kapanma, sadece Allah’ın
kendisine odaklanma ve O’nun kainattaki isimlerinin tecellilerini görmezden
gelme vardır. Yani Kur’an’ın bizi teşvik ettiği tefekkür boyutu yoktur. Bu
yüzden umumi değil, hususi kalmaktadır.

Said Nursi’ye göre şefkat, aşktan daha keskin, parlak, ulvi ve nezihtir ve pek
geniştir. Bir kişi şefkat ettiği evladı münasebetiyle, bütün yavrulara, canlı
varlıklara şefkat duyar. Böylece Rahim isminin ihatasına bir nevi ayinedarlık
eder. (Nursi, Mektubat, s. 35) Çünkü Allah’ın Rahim ve Rahman isimleri bütün
insanlığı kapsıyor. Bu isimlerin tecellisi olarak Allah herkese ayırım yapmadan
rızkını veriyor. Kendisine yönelen herkesi affediyor. Dolayısıyla bu isme mazhar
olan kişi, sadece kendisini ve kendi çocuğunu değil, bütün çocukları, insanları
ve varlıkları sevmek durumundadır. Tasavvufun "vahdet-i vücud" anlayışında esas
alınan aşk ise, yalnızca sevilen kişiye nazarları hasretmeyi netice vermektedir.
Bu anlayış herkesi ve her şeyi sevdiğine feda eder. Bu bakımdan aşkın her nevi
bencilcedir. Diğer taraftan şefkat halistir, karşılık istemez. Halbuki aşk ücret
ister. Mukabele talep eder. (Nursi, Mektubat, s. 35)

Risale-i Nur vasıtasıyla Kur’an’a talebe olan bir kişi, Rahim isminin
tecellisine mazhar olarak, sadece kendisinin ve çocuklarının imanlarını
kurtarmak için çaba sarf etmez. Tıpkı Nursi gibi, insanların yanıp tutuşan
imanları karşısında gözünde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu olur.
Böyle bir kişi yaptığı hizmetten de bir karşılık beklemez, ücret talep etmez.
İhlasla çalışır.

Şefkate mazhar olan kişiler, aynı zamanda affedici olurlar. Bu af hem iman
kardeşleri içindir, hem de diğer insanlar içindir. Said Nursi’nin şefkatin bu
tezahürünü hayatının her safhasında gösterdiğini görüyoruz. O, kendisine eziyet
edenleri de affetmiştir.

Ona göre bir kimsenin hatasından dolayı onun yakınlarını ve içinde bulunduğu
toplumu zarara uğratmak şefkatle bağdaşmaz. Bunun yanında bir insana sadece bir
hatasından dolayı düşmanlık beslemek de şefkatin önemli bir boyutunu temsil eden
sevgi ve kardeşliğe aykırıdır.

Şefkatin tezahürlerinden birisi de sabırdır. Anneler sabırlıdır. Çünkü onlarda
şefkat mükemmel derecede yansımaktadır. Şefkate mazhar olan kişi de sabırlı olan
kişidir. Bu musibetlere, karşılaştığı zorluklara karşı sabrı ifade etmektedir.

Sonuç

Tekrar baştaki tariflerden birisine dönecek olursak, şefkat eden kişi şefkat
ettiği kişiyi sever ve onun başına bir şey gelmesinden korkar. Allah, Rahim ve
Rahman isimleriyle şefkatli olduğunu gösteriyor. Yüce Allah bu mukaddes şefkati
ile insanlar arasında ayırım yapmadan onların acz ve fakrlarına binaen her türlü
ihtiyaçlarını gideriyor. Yarattığı şuurlu, akıllı ve irade sahibi insanların da
rahmetinin tecellilerine ebedi olarak mazhar olmalarını istiyor. Bu yüzden
onları azabıyla korkutup, Cennetiyle müjdeliyor. Burada insanın iradesi söz
konusu olduğu için Yüce Allah’ın gösterdiği iki yoldan birini seçme özgürlüğü
rol oynuyor. Ama Allah, insanın iradesiyle O’nun her şeyi kuşatan rahmet ve
şefkatine mazhar olmalarını istiyor. İşte bu yüce şefkatin en güzel tezahürü
annelerde gözüküyor. Annelerin şefkati halis, ücret taleb etmeyen, mükemmel,
şartsız, bencil olmayan ve fedakar ve cesur, sabırlı bir şefkat ve sevgidir.
Annenin şefkatinin gerçek bir şefkat olması, onların şefkatlerini doğru bir
şekilde kullanmalarına bağlıdır. Şefkati doğru bir şekilde kullanmak,
üzerlerinde titredikleri çocuklarının sadece dünya hayatında tehlikelerden uzak
kalmasına çalışmak değil, ebedi hayatlarının kurtulması için de gerekli
fedakarlıkları yapmayı gerektiriyor. Risale-i Nur’un ortaya koyduğu şefkat de
Allah’ın mukaddes şefkat ve rahmetinin tecellisine mazhar olan annelerin
karşılık beklemeyen şefkati gibi olmak durumundadır. Kur’an’a talebe olan bir
kimse insanlar arasında ayırım yapmamalı, herkese bu hakikatleri ulaştırmak için
çalışmalı, onların imansız gitmelerinden korkmalı ve bu yüzden onlara şefkat
etmeli, bencil davranmamalı, affedici ve sabırlı olmalıdır.