"Five principles are necessary and essential, in order
to be saved from anarchy: respect, compassion, refraining from what is prohibited
(haram), security, the giving up of lawlessness and being obedient to authority."
Mahkeme Reisi Ali Rıza Beyefendi,
Hukukumu müdafaa etmek için ehemmiyetli bir talebim ve bir ricam var.
Ben yeni harfleri bilmiyorum ve eski yazım da pek nâkıstır, hem beni başkalarla
görüştürmüyorlar. Adeta tecrid-i mutlak içindeyim. Hattâ iddianame on beş dakikadan
sonra benden alındı. Hem avukat tutmak iktidarım yok. Hattâ size takdim ettiğim
müdafaatımın, çok zahmetle, bir kısmını gizli olarak ancak yeni harfle bir suretini
alabildim. Hem Risale-i Nur'un bir nevi müdafaanamesi ve mesleğinin hülâsası olan
Meyve Risalesinin bir suretini müdeiumuma vermek için ve bir iki suretini Ankara
makamatına göndermek için yazdırmıştım. Birden onları elimden aldılar, daha vermediler.
Halbuki Eskişehir adliyesi, bize bir makineyi hapse gönderdi. Biz müdafaatımızı
onda, yeni harfle, bir iki nüsha yazdık; hem o mahkeme dahi yazdı. İşte ehemmiyetli
talebim: Ya bize bir makineyi siz veriniz veya bize müsaade ediniz, biz celb edeceğiz,
tâ ki hem müdafaatımı, hem Risale-i Nur'un müdafaanamesi hükmündeki risaleyi yeni
harfle iki üç suretini alıp, hem Adliye Vekâletine, hem Heyet-i Vekileye, hem Meclis-i
Mebusana, hem Şûrâ-yı Devlete göndereceğiz. Çünkü, iddianamede bütün esas, Risale-i
Nur'dur. Ve Risale-i Nur'a ait dâvâ ve itiraz, cüz'î bir hâdise ve şahsî bir mes'ele
değil ki çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve memleketi ve hükümeti ciddî
alâkadar edecek ve dolayısıyla âlem-i İslâmın nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir
surette celb edecek bir küllî hadise hükmünde ve umumî bir meseledir.
Evet Risale-i Nur'a perde altında hücum eden, ecnebî parmağıyla bu vatandaki
milletin en büyük kuvveti olan âlem-i İslâmın teveccühünü ve muhabbetini ve uhuvvetini
kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek perde altında küfr-ü
mutlakı yerleştirenlerdir ki, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp der:
"Risale-i Nur ve şakirtleri dini siyasete âlet eder; emniyete zarar ihtimali var."
Hey bedbahtlar! Risale-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü
mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı
mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti, âsâyişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine
yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesidir. Bunu âlî
bir heyet-i ilmiye ve içtimaiye tetkik etsinler. Eğer beni tasdik etmezlerse, ben
her cezaya ve işkenceli idama razıyım.
Mevkuf Said Nursî
Şualar, 252
Bu gelen kısım çok ehemmiyetlidir
Son sözün mühim bir parçası
Efendiler, Reis Bey, dikkat ediniz! Risale-i Nuru ve şakirtlerini mahkûm etmek,
doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına, hakikat-i Kur'âniye ve hakaik-i imaniyeyi
mahkûm etmek hükmüne geçmekle, bin üç yüz seneden beri her senede üç yüz milyon
onda yürümüş ve üç yüz milyar Müslümanların hakikate ve saadet-i dâreyne giden cadde-i
kübrâlarını kapatmaya çalışmaktır ve onların nefretlerini ve itirazlarını kendinize
celb etmektir. Çünkü o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere dualar ve hasenatlarıyla
yardım ediyorlar. Hem bu mübarek vatanın başına bir kıyamet kopmaya vesile olmaktır.
Acaba mahkeme-i kübrada, bu üç yüz milyar dâvâcıların karşısında sizden sorulsa
ki, "Doktor Duzi'nin, baştan nihayete kadar serâpâ İslâmiyetiniz ve vatanınız ve
dininiz aleyhinde ve frenkçe Tarih-i İslam namındaki eseri ki, zındıkların kütüphanelerinizdeki
eserlerine, kitaplarına ve serbest okumalarına ve o kitapların şakirtleri, kanununuzca
cemiyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik
veya pek eski ifsad komitecilik veya menfî Turancılık gibi siyasetinize muhalif
cemiyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir siyasetle alâkaları olmayan ve yalnız
iman ve Kur'ân cadde-i kübrâsında giden ve kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı
ebedîden ve haps-i münferitten kurtarmak için Kur'ân'ın hakikî tefsiri olan Risale-i
Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyasî cemiyetle münasebeti
olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine cemiyet nâmı
verip ilişmişsiniz? Onları pek acip bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz?"
dedikleri zaman ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.
Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete
zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı
mutlaka "cumhuriyet" nâmı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i
mutlaka "medeniyet" ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye "kanun" ismini takmakla
hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye
ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.
Ey efendiler,
Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur
şakirtlerine şiddetli bir surette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve herbir
zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi; ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması
işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimizle gelen semâvî ve arzî belâlardan siz mes'ulsünüz!
Denizli Hapishanesinde tecrid-i mutlak ve haps-i münferitte mevkuf Said Nursî
Şualar, 256
Son Sözün bir kısmı
Efendiler,
Şimdiki hayat-ı içtimaiyeyi bilemediğimden, makam-ı iddianın gidişatına göre,
sizce musammem mahkûmiyetimize bir bahane olmak için, pek musırrâne ileri sürdüğünüz
cemiyetçilik ithamına karşı pek çok katî cevaplarımızı Ankara ehl-i vukufunun dahi
müttefikan tasdikleriyle beraber, bu derece bu noktada ısrarınıza çok hayret ve
taaccüpte bulunurken kalbime bu mânâ geldi:
Madem, hayat-ı içtimaiyenin bir temel taşı; ve fıtrat-ı beşeriyenin bir hâcet-i
zaruriyesi; ve aile hayatından tâ kabile ve millet ve İslâmiyet ve insaniyet hayatına
kadar en lüzumlu ve kuvvetli râbıta; ve her insanın kâinatta gördüğü ve tek başına
mukabele edemediği medâr-ı zarar ve hayret ve insanî ve İslâmî vazifelerin ifasına
mâni maddî ve mânevî esbabın tehacümatına karşı bir nokta-i istinat ve medar-ı tesellî
olan dostluk ve kardeşâne cemaat ve toplanmak ve samimâne uhrevî cemiyet ve uhuvvet,
hem siyasî cephesi olmadığı halde ve bilhassa hem dünya, hem din, hem âhiret saadetlerine
katî vesile olarak iman ve Kur'ân dersinde hâlis bir dostluk ve hakikat yolunda
bir arkadaşlık ve vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüt taşıyan
Risale-i Nur şakirtlerinin pek çok takdir ve tahsine şâyân ders-i imanda toplanmalarına,
"cemiyet-i siyasiye" nâmını verenler, elbette ve herhalde, ya gayet fena bir surette
aldanmış veya gayet gaddar bir anarşisttir ki, hem insaniyete vahşiyâne düşmanlık
eder, hem İslâmiyete nemrudâne adâvet eder, hem hayat-ı içtimaiyeye anarşiliğin
en bozuk ve mütereddî tavrıyla husumet eder ve bu vatana ve millete ve hâkimiyet-i
İslâmiyeye ve dinî mukaddesata karşı mürtedâne, mütemerridâne, anûdâne mücadele
eder. Veya ecnebî hesabına bu milletin can damarını kesmeye ve bozmaya çalışan el-hannâs
bir zındıktır ki, hükümeti iğfal ve adliyeyi şaşırtır, tâ o şeytanlara, firavunlara,
anarşistlere karşı şimdiye kadar istimal ettiğimiz mânevî silâhlarımızı, kardeşlerimize
ve vatanımıza çevirsin veya kırdırsın.
Mevkuf Said Nursî
Şualar, 257
Sâlisen: Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acip zamanda anarşilikten
kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek,
emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı
zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette tesbit ve tahkim ederek, âsâyişin
temel taşını muhafaza ettiğine delil ise, bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur'un,
yüz bin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi haline getirmesidir. Isparta
ve Kastamonu vilayetleri buna şahittir. Demek Risale-i Nur'un, ekseriyet-i mutlaka
eczalarına ilişenler herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana
ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ederler. Risale-i Nur'un, yüz otuz
risalelerinin bu vatana yüz otuz büyük faydasını ve hasenesini vehham ehl-i gafletin
sathî nazarlarında kusurlu tevehhüm edilen iki üç risalenin mevhum zararları çürütemez.
Onları bunlarla çürüten, gayet derecede insafsız bir zâlimdir.
Amma benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurları ise, bilmecburiye, istemeyerek derim
ki: Yirmi iki sene müddetinde, gurbette, haps-i münferit hükmünde, yalnız ve münzevî
olarak hayat geçiren ve bu müddet zarfında ihtiyarıyla bir defa çarşıya ve mecma-ı
nas büyük camilere gitmeyen ve çok tazyik ve sıkıntı verildiği halde, bütün emsali
menfîlere muhalif olarak istirahati için birtek defa hükûmete müracaat etmeyen ve
yirmi sene zarfında hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve merak etmeyen ve tam
iki sene Kastamonu'da ve yedi sene başka menfâlarında bütün yakın ve görüşen dostlarının
şehadetiyle, küre-i arz yüzündeki boğuşmaları ve harpleri ve sulh olmuş ve olmamış
ve daha kimler harp ettiklerini bilmeyen ve merak etmeyen ve sormayan ve üç sene
yakınında konuşan radyoyu üç defadan başka dinlemeyen ve hayat-ı ebediyeyi imha
eden ve hayat-ı dünyeviyeyi dahi elem içinde eleme, azap içinde azaba çeviren küfr-ü
mutlaka karşı galibâne Risale-i Nur ile mukabele ettiğine onun ile imanlarını kurtaran
yüz bin şahidin şehadetiyle ispat eden ve Kur'ân'dan tereşşuh eden Risale-i Nur
ile ölümü yüz bin adam hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çeviren bir adama
bu derece ilişmek ve meyus etmek ve onu ağlatmakla, o mâsum yüz binler kardeşlerini
ağlatmaya hangi kanun var? Hangi maslahat var? Adalet namına emsalsiz bir gadir
olmaz mı? Ve kanun hesabına, emsalsiz bir kanunsuzluk değil mi?
Eğer bu taharrilerde bazı vazifedar memurların itiraz ettikleri gibi derseniz
ki, "Sen ve bir iki risalen rejime ve usulümüze muhalif gidiyorsunuz."
Elcevap: Evvelen, bu yeni usulünüzün, münzevîlerin çilehanelerine girmeye hiçbir
hakkı yoktur.
Şualar, 307
Afyon Mahkemesine ve Ağırceza Reisine beyan ediyorum ki:
Eskiden beri fıtratımda tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı alâkamı kesmiştim.
Şimdi o kadar mânâsız, lüzumsuz tahakkümler içinde hayat bana gayet ağır gelmiş,
yaşayamayacağım. Hapsin haricinde yüzler resmî adamların tahakkümlerini çekmeye
iktidarım yok. Bu tarz hayattan bıktım. Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi talep
ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor. Hapiste kalmak bana lâzımdır. Makam-ı iddianın
asılsız isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat
beni mânen cezalandıracak, vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer
sormak münasipse, sorunuz, cevap vereyim.
Evet, büyük kusurlarımdan bir tek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef
olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında
affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi
bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.
Nur şakirtlerinin hâlis ve sırf uhrevî Nurlara ve tercümanına karşı alâkalarına
dünyevî ve siyasî cemiyet namını verip onları mes'ul etmeye çalışanların ne kadar
hakikatten ve adaletten uzak düştüklerine karşı üç mahkemenin o cihette beraat vermesiyle
beraber deriz ki:
Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususan millet-i İslâmiyenin üssü'l-esası, akrabalar
içinde samimâne muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alâkadarâne irtibat ve İslâmiyet
milliyetiyle mü'min kardeşlerine karşı, mânevî, muavenetkârâne bir uhuvvet ve kendi
cinsi ve milletine karşı fedakârâne bir alâka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur'ân
hakikatlerine ve nâşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi, hayat-ı
içtimaiyeyi esasıyla temin eden bu rabıtaları inkâr etmekle ve şimaldeki dehşetli
anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını
kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı
içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur
şakirtlerine medar-ı mes'uliyet cemiyet namını verebilir. Onun için, hakikî Nur
şakirtleri, çekinmeyerek Kur'ân hakikatlerine karşı kudsî alâkalarını ve uhrevî
kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar ediyorlar. O uhuvvet sebebiyle
gelen herbir cezayı memnuniyetle kabul ettiklerinden, mahkeme-i âdilenizde hakikat-i
hali olduğu gibi itiraf ediyorlar. Hile ile, dalkavuklukla ve yalanlarla kendilerini
müdafaaya tenezzül etmiyorlar.
Mevkuf Said Nursî
Şualar, 340
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Acaba ortalıkta en ziyade zararlı biz ve Nurlar mıdır ki, her muharrir serbest
yazıyor ve her sınıf müdahalesiz toplanma yapıyor? Halbuki din terbiyesi olmasa,
Müslümanlarda istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlakadan başka çare olamaz. Çünkü,
nasıl bir Müslüman, şimdiye kadar hakikî Yahudi ve Nasranî olmaz, belki dinsiz olur,
bütün bütün bozulur. Öyle de, bir Müslüman bolşevik olamaz. Belki anarşist olur,
daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez. Biz Nur talebeleri hem idareye, hem
âsâyişe, hem vatan ve milletin saadetine çalışıyoruz. Karşımızdaki dinsiz anarşist
ve millet ve vatan düşmanlarıdır. Hükûmet için bize ilişmek değil, tam himaye ve
yardım etmek elzemdir.
Said Nursî
Şualar, 443
On Beşinci Mesele
Ye'cüc ve Me'cüc hâdisâtının icmali Kur'ân'da olduğu gibi, rivayette bir kısım
tafsilât var. Ve o tafsilât ise, Kur'ân'ın muhkematından olan icmali gibi muhkem
değil, belki bir derece müteşabih sayılır. Onlar tevil isterler. Belki râvîlerin
içtihadları karışmasıyla, tabir isterler.
Evet,
bunun bir tevili şudur ki: Kur'ân'ın lisan-i semâvîsinde "Ye'cüc" ve "Me'cüc"
namı verilen Mançur ve Moğol kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin'den bir kısım
başka kabileleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa'yı hercümerc ettikleri gibi,
gelecek zamanlarda dahi dünyayı zîr ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir. Hattâ
şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradı onlardandır. Evet, ihtilâl-i
Fransevîde hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd
etti. Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden, aşıladığı fikir,
bilâhare bolşevikliğe inkılâp etti. Ve bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlâkiye
ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan, elbette, ektikleri tohumlar hiçbir kayıt ve
hürmet tanımayan anarşistlik mahsulünü verecek. Çünkü kalb-i insanîden hürmet ve
merhamet çıksa, akıl ve zekâvet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar
hükmüne geçirir; daha siyasetle idare edilmez. Ve anarşistlik fikrinin tam yeri
ise, hem mazlum kalabalıklı, hem medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler
olacak. Ve o şeraite muvafık insanlar ise, Çin-i Maçin'de kırk günlük bir mesafede
yapılan ve Acaib-i Seb'a-i âlemden birisi bulunan Sedd-i Çinînin binasına sebebiyet
veren Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız kabileleridir ki, Kur'ân'ın mücmel haberini
tefsir eden Zât-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) mucizâne ve muhakkikane haber
vermiş.
Şualar, 507-508
Birinci Mesele
Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselama "Mesih" namı verildiği gibi her iki deccala
dahi "Mesih" namı verilmiş ve bütün rivayetlerde
denilmiş. Bunun hikmeti ve te'vili
nedir?
Elcevap: Allahu a'lem, bunun hikmeti şudur ki: Nasıl ki emr-i İlâhî ile İsa Aleyhisselâm,
şeriat-ı Mûseviyede bir kısım ağır tekâlifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyâtı
helâl etmiş; aynen öyle de, büyük Deccal, şeytanın iğvâsı ve hükmüyle şeriat-ı İseviyenin
ahkâmını kaldırıp Hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları
bozarak anarşistliğe ve Ye'cüc ve Me'cüc'e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan
"Süfyan" dahi, şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve
şeytanın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak, hayat-ı beşeriyenin maddî ve mânevî
rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet
ve merhamet gibi nuranî zincirleri çözer, hevesat-ı müteaffine bataklığında birbirine
saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli
bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdattan
başka zapt altına alınamaz.
Şualar, 512
Hem şu sırdandır ki Mehdî, Süfyan gibi, âhir zamanda gelecek eşhasları çok zaman
evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar.
Hattâ bâzı ehl-i velâyet, "Onlar geçmiş" demişler. İşte bu da, Kıyâmet gibi, hikmet-i
İlâhiye iktizâ eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü, her zaman, her asır, kuvve-i
mâneviyenin takviyesine medâr olacak ve yeisten kurtaracak "Mehdî mânâsına muhtaçtır.
Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak
ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifâkın başına geçecek müthiş şahıslardan
her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tâyin edilseydi, maslahat-ı irşâd-ı umumi zâyi
olurdu.
Şimdi, Mehdî gibi eşhâsın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki:
Ehâdisi tefsir edenler, metn-i ehâdisi tefsirlerine ve istinbâtlarına tatbik etmişler.
Meselâ, merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medîne'de olduğundan, vukuât-ı Mehdiye
ve Süfyâniyeyi merkez-i saltanat civârında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur
ederek öyle tefsir etmişler. Hem de, o eşhâsın şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri
cemaate âit âsâr-ı azîmeyi o eşhâsın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler
ki, o eşhâs-ı hârika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil
vermişler. Halbuki, demiştik, bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat
ihtiyârı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccâl dahi çıktığı
zaman çokları, hattâ kendisi de bidâyeten deccâl olduğunu bilmez. Belki nur-u imânın
dikkatiyle o eşhâs-ı âhir zaman tanınabilir.
Alâmet-i Kıyâmetten olan deccâl hakkında hadîs-i şerifte, "Birinci günü bir sene,
ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyâm-ı sâire gibidir.
Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer." rivâyet ediliyor. İnsafsız
insanlar bu rivâyete muhâl demişler. Hâşâ, şu rivâyetin inkâr ve iptaline gitmişler.
Halbuki, hakikati şu olmak gerektir ki:
Alem-i küfrün en kesâfetlisi olan şimâlde tabiiyyunun fikr-i küfrîsinden süzülen
bir cereyân-ı azîmin başına geçecek ve Ulûhiyeti inkâr edecek bir şahsın şimâl tarafından
çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb-u şimâlîye
yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Altı ayı gece, altı ayı gündüzdür.
"Deccâlin bir günü bir senedir," o daire yakınında zuhuruna işarettir. "İkinci günü
bir aydır" demekten murad, şimâlden bu tarafa geldikçe, bâzan olur yazın bir ayında
güneş gurûb etmez. Şu dahi deccâl şimâlden çıkıp, âlem-i medeniyet tarafına tecavüzüne
işarettir. Günü deccâle isnad etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe
bir haftada güneş gurûb etmiyor. Daha gele gele tulû ve gurûb ortasında üç saat
devam ediyor. Ben Rusya'da esârette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir
hafta güneş gurûb etmeyen bir yer vardı; seyir için oraya gidiyorlardı. "Deccâlin
çıktığı vakit, umum dünya işitecek" olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk
günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyâre halletmiştir. Eskiden bu
iki kaydı muhâl gören mülhidler, şimdi âdi görüyorlar.
Alâmet-i Kıyâmetten olan Ye'cüc ve Me'cüc'e ve Sedde dâir bir risâlede bir derece
tafsîlen yazdığımdan, ona havale edip, şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur,
Moğol ünvânıyla içtimâât-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden tâifeler ve Sedd-i Çinî'nin
yapılmasına sebebiyet verenler, Kıyâmete yakın yine anarşistlik gibi bir fikirle
medeniyet-i beşeriyeyi zîr ü zeber edecekleri rivâyetlerde vardır.
Bâzı mülhidler derler: "Bu kadar acâibi yapan ve yapacak tâifeler nerede?"
Elcevap: Çekirge gibi bir âfât, bir mevsimde pekçok kesretle bulunur. Mevsim
değiştikçe memleketi fesada veren kesretli o tâifelerin hakikatleri mahdut bâzı
ferdlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe, emr-i İlâhî ile o mahdut ferdlerden
gayet kesretli aynı fesad yine başlar. Güyâ onların hakikat-i milliyetleri inceliyor,
kopmuyor. Yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor. Aynen öyle de, bir zaman dünyayı herc
ü merc eden o tâifeler izn-i İlâhî ile mevsimi geldiği vakit, aynı o tâife, medeniyet-i
beşeriyeyi herc ü merc edecekler. Fakat, onların muharrikleri başka bir sûrette
tezâhür eder.
Sözler, 309-311
Risale-i Nur'un bu vatan ve millete kazandırdığı büyük ve çok mukaddes iki neticeyi
beyan etmesi, filhakika aynen bu iki neticenin tezahürü bu memlekette ve Âlem-i
İslâmda görülmüş olması dolayısıyla bu mektup çok ehemmiyetlidir.
Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir halâskârı olmak cihetiyle; şimdi
iki dehşetli mânevî belâyı defetmek için matbuat Âlemi ile tezahüre başlamak, ders
vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.
O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren
şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı bu vatanı mânevî istilâsına karşı Risale-i
Nur bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'ânî vazifesini görebilir.
İkincisi: Âlem-i İslâm'ın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz
ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime
ihtar edildi.
Ben dünyanın halini bilmiyorum, fakat Avrupa'da istilâkârane hükmeden ve edyân-ı
semâviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatları
bir kal'a olduğu gibi, Âlem-i İslâm'ın ve Asya kıtasının hâl-i hazırdaki itiraz
ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir
mu'cize-i Kur'âniyedir.
Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur'u
tab'ederek resmen neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun.
Acaba bu yirmi sene zarfında imân-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda
neşreden Risale-i Nur olmasaydı; bu dehşetli asırda, acip inkılâp ve infilâklarda
bu mübarek vatan, Kur'ân'ını ve imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir
miydi?
Said Nursî
Mektubat, 467
On Beşinci Rica
Bir zaman Emirdağı'nda ikamete memur ve tek başıma, menzilde adeta bir haps-i
münferit ve bana çok ağır gelen tarassutlar ve tahakkümlerle bana işkence vermelerinden,
hayattan usandım, hapisten çıktığıma teessüf ettim. Ruh u canımla Denizli hapsini
arzuladım ve kabre girmeyi istedim. ve "Hapis ve kabir bu tarz-ı hayata müreccahtır"
diye, ya hapse veya kabre girmeye karar verirken, inâyet-i İlâhiye imdada yetişti,
kalemleri teksir makinesi olan Medresetü'z-Zehrâ şakirtlerinin ellerine yeni çıkan
teksir makinesini verdi. Birden, Nurun kıymettar mecmualarından her tanesi, bir
kalemle beş yüz nüsha meydana geldi. Fütuhata başlamaları, o sıkıntılı hayatı bana
sevdirdi, "Hadsiz şükür olsun" dedirtti.
Bir miktar sonra, Risale-i Nur'un gizli düşmanları, fütuhat-ı Nuriyeyi çekemediler,
hükümeti aleyhimize sevk ettiler. Yine hayat bana ağır gelmeye başladı. Birden inâyet-i
Rabbâniye tecellî etti. En ziyade Nurlara muhtaç olan alâkadar memurlar, vazifeleri
itibarıyla, müsadere edilen Nur Risalelerini kemâl-i merak ve dikkatle mütalâa ettiler.
Fakat Nurlar onların kalblerini kendine taraftar eyledi. Tenkit yerine takdire başlamalarıyla
Nur dershanesi çok genişlendi, maddî zararımızdan yüz derece ziyade menfaat verdi,
sıkıntılı telâşımızı hiçe indirdi.
Sonra, gizli düşman münafıklar, hükümetin nazar-ı dikkatini benim şahsıma çevirdiler.
Eski siyasî hayatımı hatırlattırdılar. Hem adliyeyi, hem maarif dairesini, hem zabıtayı,
hem Dahiliye Vekâletini evhamlandırdılar. Partilerin cereyanları ve komünistlerin
perdesinde anarşistlerin tahrikâtıyla o evham genişlendi. Bizi tazyik ve tevkif
ve ellerine geçen risaleleri müsadereye başladılar. Nur şakirtlerinin faaliyetine
tevakkuf geldi. Benim şahsımı çürütmek fikriyle, bir kısım resmî memurlar, hiç kimsenin
inanmayacağı isnatlarda bulundular, pek acip iftiraları işâaya çalıştılar. Fakat
kimseyi inandıramadılar.
Sonra, pek âdi bahanelerle, zemherîrin en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif
ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta, tecrid-i mutlak içinde
hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş
varken, zaafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette, hem soğuktan
bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inâyet-i İlâhiye
ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti. Mânen, "Sen hapse medrese-i Yusufiye namı
vermişsin. Hem Denizli'de, sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem mânevî
kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların
fütuhatı gibi neticeler, size şekvâ yerinde binler şükrettirdi. Her bir saat hapsinizi
ve sıkıntınızı on saat ibadet hükmüne getirdi, o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşaallah,
bu üçüncü medrese-i Yusufiye'deki musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli
bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip sevinçlere çevirecek.
Ve hiddet ettiğin adamlar, eğer aldanmışlarsa, bilmeyerek sana zulmediyorlar; onlar
hiddete lâyık değiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalâlet hesabına seni incitiyorlar
ve işkence yapıyorlarsa, onlar pek yakın bir zamanda ölümün idam-ı ebedîsiyle kabrin
haps-i münferidine girip daimî sıkıntılı azap çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden
hem sevap, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem mânevî lezzetleri, hem vazife-i
ilmiye ve diniyeyi ihlâsla yapmasını kazanıyorsun" diye ruhuma ihtar edildi.
Ben de bütün kuvvetimle "Elhamdülillâh" dedim. İnsaniyet damarıyla o zalimlere
acıdım, "Yâ Rabbi, onları ıslah eyle" diye dua ettim. Bu yeni hadisede, ifademde
Dahiliye Vekâletine yazdığım gibi, on vecihle kanunsuz olduğu ve kanun namına kanunsuzluk
eden o zalimler, asıl suçlu onlar olması gibi, öyle bahaneleri aradılar, işitenleri
güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak iftiraları ve uydurmalarıyla ehl-i insafa
gösterdiler ki, Risale-i Nur'a ve şakirtlerine ilişmeye, kanun ve hak cihetinde
imkân bulamıyorlar, divaneliğe sapıyorlar.
Ezcümle, bir ay bizi tecessüs eden memurlar bir şey bahane bulamadıklarından,
bir pusula yazıp ki, "Said'in hizmetkârı bir dükkândan rakı almış, ona götürmüş,"
o pusulayı imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayıp, sonra yabanî ve sarhoş bir
adamı yakalamışlar, tehditkârâne "Gel bunu imza et" demişler. O da demiş: "Tövbeler
tövbesi olsun, bu acip yalanı kim imza edebilir?" Onları, pusulayı yırtmaya mecbur
etmiş.
İkinci bir numune: Bilmediğim ve şimdi dahi tanımadığım bir zat, atını, beni
gezdirmek için vermiş. Ben de, rahatsızlığım için, teneffüs kastıyla, ekser günlerde,
yazda bir iki saat gezerdim. O at ve araba sahibine elli liralık kitap vermeye söz
vermiştim-tâ kaidem bozulmasın ve minnet altına girmeyeyim. Acaba bu işte hiçbir
zarar ihtimali var mı? Halbuki, "O at kimindir?" diye, elli defa bizlerden hem vali,
hem adliyeciler, hem zabıta ve polisler sordular. Güya büyük bir hadise-i siyasiye
ve âsâyişe temas eden bir vakıadır! Hattâ, bu mânâsız soruşların kesilmesi için,
iki zat, hamiyeten, biri "At benimdir," diğeri "Araba benimdir" dedikleri için,
ikisini de benimle beraber tevkif ettiler. Bu nümunelere kıyasen, çok çocuk oyuncaklarına
seyirci olup gülerek ağladık ve anladık ki, Risale-i Nur'a ve şakirtlerine ilişenler
maskara olurlar.
Lem'alar, 257
İkinci hakikat: Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü âmmeyi
kırmak kastıyla tahkirkârâne, aldanmış mahdut adamların bed muamelelerine mukabil,
hadsiz ehl-i hakikatin ve nesl-i âtinin takdirkârâne alkışlamaları var diye ihtar
edildi.
Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli
çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirtleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın
her tarafında o müthiş ifsadı durduruyor ve kırıyor, emniyeti ve âsâyişi temine
çalışıyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden,
bu yirmi senede alâkadar üç dört mahkeme ve on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle
dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş. Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım
zabıtaları demişler: "Nur talebeleri mânevî bir zabıtadır. Âsâyişi muhafazada bize
yardım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile, Nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı
bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar."
Bunun bir numunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve mahpuslar için yazılan
Meyve Risalesi girmesiyle, üç dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle
fevkalâde itaatli, dindarâne bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir
adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana
nâfi bir uzuv olmaya başladı. Hattâ resmî memurlar bu hale hayretle ve takdirle
bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: "Nurcular hapiste
kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız, tâ onlardan
ders alıp onlar gibi olacağız, onların dersiyle kendimizi ıslah edeceğiz."
İşte bu mahiyette bulunan Nur talebelerini emniyeti ihlâl ile itham edenler,
herhalde ve gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya bilerek veya bilmeyerek
anarşistlik hesabına hükümeti iğfal edip bizleri eziyetlerle ezmeye çalışıyorlar.
Biz bunlara karşı deriz:
"Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular
gayet sürat ve telâşla, kafile kafile arkasında toprak arkasına girip kayboluyorlar;
elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün cezasını dehşetli
bir surette göreceksiniz. Hiç olmazsa mazlum ehl-i iman hakkında terhis tezkeresi
olan ölümün, idam-ı ebedî darağacına çıkacaksınız. Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle
aldığınız fâni zevkler bâki ve elîm elemlere dönecek."
Maatteessüf gizli münafık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer milyon velî
makamında olan şehidlerinin, kahraman gazilerinin kanıyla ve kılıcıyla kazanılan
ve muhafaza edilen hakikat-i İslâmiyete bazan tarikat namını takıp ve o güneşin
tek bir şuâı olan tarikat meşrebini o güneşin aynı gösterip, hükümetin bazı dikkatsiz
memurlarını aldatıp, hakikat-i Kur'âniyeye ve hakaik-i imaniyeye tesirli bir surette
çalışan Nur talebelerine "tarikatçi" ve "siyasî cemiyetçi" namını vererek aleyhimize
sevk etmek istiyorlar. Biz, hem onlara, hem onları aleyhimizde dinleyenlere, Denizli
mahkeme-i âdilesinde dediğimiz gibi deriz: "Yüzer milyon başların feda oldukları
bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i
Kur'âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden
vazgeçmeyecekler inşaallah!"
Lem'alar, 260
"Kendi Kendime Hasbihal" namındaki parçaya lahika olarak
Adliye Vekiliyle ve Risale-i Nur la alakadar mahkemelerin hakimleriyle bir hasbihaldir.
Efendiler! Siz, niçin sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur la uğraşıyorsunuz? Kat
iyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki
sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü, Risale-i Nur ve hakiki şakirtleri,
elli sene sonra gelen nesl-i atiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan
ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle
uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhal olarak, o saadet
ve selamet hizmeti bir mübareze olsa da, kabirde toprak olmaya yüz tutanları alakadar
etmemek gerektir.
Evet, Hürriyetçilerin ahlak-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir
derece laubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlakça, namusça
şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu
dindar, namuskar, kahraman seciyeli milletin nesl-i atisi, seciye-i diniye ve ahlak-ı
içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu
fedakar millet, bütün ruh u canıyla Kur'ân ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri
halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir
kısım nesl-i atinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli
sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın
insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.
Evet, efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf ahirete bakar; gayesi Rıza-yı İlahi
ve imanı kurtarmak ve şakirtlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebediden
ve ebedi haps-i münferitten kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede
gayet ehemmiyetli bir hizmettir; ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden
ve nesl-i atinin biçareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir
Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslamiyet seciyesinden çıkan bir Müslim
dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.
Emirdağ Lahikası, 20
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Şimdiye kadar gizli münafıklar Risale-i Nur a kanunla, adliye ile ve asayiş ve
idare noktasından hükumetin bazı erkanını iğfal edip tecavüz ediyorlardı. Biz, müsbet
hareket ettiğimiz için, mecburiyet olduğu zaman tedafüi vaziyetinde idik. Şimdi
planları akim kaldı. Bilakis tecavüzleri Risale-i Nur'un dairesini genişlettirdi.
Bu defa yeni hurufla Asa-yı Musa’yı tab etmek niyetimiz, ihtiyarımız olmadığı halde,
tecavüz vaziyeti Risale-i Nur’a veriliyor gibidir. Bu hadisenin ehemmiyetli bir
hikmeti şu olmak gerektir:
Risale-i Nur, bu mübarek vatanın manevi bir halaskarı olmak cihetiyle, şimdi
iki dehşetli manevi belayı def etmek için matbuat alemiyle tezahüre başlamak, ders
vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.
O dehşetli beladan birisi: Hıristiyan dinini mağlup eden ve anarşiliği yetiştiren
şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı manevi istilasına karşı Risale-i
Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'âni vazifesini görebilir ve alem-i İslamın
bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ithamlarını izale etmek
için matbuat lisanıyla konuşmak lazım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.
Ben dünyanın halini bilmiyorum. Fakat Avrupa da istilakarane hükmeden ve edyan-ı
semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatleri
bir kale olduğu gibi, alem-i İslamın ve Asya kıt asının hal-i hazırdaki itiraz ve
ithamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mucize-i
Kur'âniyedir. Bu memleketin vatanperver siyasileri çabuk aklını başına alıp Risale-i
Nur u tab ederek resmi neşretmeleri lazımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.
Acaba bu yirmi sene zarfında iman-ı tahkikiyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda
neşreden Risale-i Nur olmasaydı, bu dehşetli asırda, acip inkılap ve infilaklarda
bu mübarek vatan, Kur'ân ını, imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir
miydi? Her neyse… Risale-i Nur a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle
tecavüz edilmez; daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip,
din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid a taraftarı veya enaniyetli sofi
meşreplileri bazı kurnazlıklarla Risale-i Nur a karşı-iki sene evvel İstanbul da
ve Denizli civarında olduğu gibi-istimal etmek ve Risale-i Nur a ve şakirtlerine
ayrı bir cephede tecavüz etmeye münafıklar çabalıyorlar. İnşaallah muvaffak olamazlar.
Emirdağ Lahikası, 90
Afyon Emniyet Müdürlüğüne!
Zatınızı tanımadan bir defa gördüğüm vakit insaflı ve adaletli gördüğümden herkesten
evvel, alakadar olduğum bir hakikati size beyan ediyorum. O hakikati alakadar makamata
vazifeniz itibarıyla bildirmeyi, size bırakıyorum. O hakikat de şudur:
Benim şimdiki vaziyetim, tarihte emsali yoktur. Herşeyden tecrid-i mutlak içinde,
herkesten, hatta camideki cemaat adamlarından ve temastan memnu olduğum halde; ihtiyarlık,
hastalık, yoksuzluk içinde birden kalbime geldi ki:
Madem ben de bu vatanın bir evladıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim
için farzdır. Maddi cihette elimden hiçbir şey gelmiyor. Yalnız Kur'ân dan anladığım
ve kaleme aldığım Meyve Risalesi ile Hüccetü l-Baliğa yı yeni hurufla tab etmek
için bazı kardeşlerime izin verdim. O iki risaleyi iki seneye yakın alakadar Ankara
makamatı ve ehl-i vukufu, hem Denizli Mahkemesi tetkikten sonra mucib-i mes uliyet
hiçbir şey bulamayarak bize resmen teslim ettiler.
Hem cevap gönderdim ki, sansüre ve büyük muharrirlere göstersinler, sonra tab
etsinler. Hem tab dan sonra resmen hükumetin on iki makamatına vermek bir usuldür.
Sonra da İhlas Risalesi ile İktisat Risalesi ni de o iki risalenin ahirine ilhak
edip yeni hurufla tab edilsin.
Kat iyen size beyan ediyorum ki benim maksadım, bunun tab'ında, bu mübarek milleti
ve vatanı manevi ve maddi anarşilikten muhafaza etmek ve asayiş ve inzibata manevi
yardım etmek ve anarşiliği uyandıran harici bir cereyanın istilasına manevi sed
çekmek ve alem-i İslamın bize karşı itiraz ve ithamını izaleye ve eski muhabbet
ve uhuvvetini celb etmeye çalışmaktır. Fakat maatteessüf ben dünya ile alakadar
olmadığımdan ve ehl-i idare ile de görüşmediğimden ve dünya halini bilmediğimden
ve kanunsuz ilişmek belasına maruz kaldığımdan, eskiden beri perde altında bana
husumet eden bazı insanlar, fırsat bulup zabıtayı, ya adliyeyi evhamlandırıyorlar.
Emirdağ Lahikası, 93
Amma şahsımın teessürü ise, katiyen size haber veriyorum ki, bir iki dakika asabiyetle
bir teessüratıma mukabil, birden öyle bir teselli buluyorum ki, bin derece sizlerin
hakaret ve ihaneti ziyadeleşse o teselliyi kıramaz. Çünkü, Risale-i Nur'un keşf-i
katisiyle, dinsizlik hesabına bize hücum edenler, ebedi azaplar ve haps-i münferitte
ve idam-ı ebedi ile ihanetini gördükleri gibi, Risale-i Nur la imanını kurtaran
şakirtleri, ölümle terhis tezkeresi ve saadet-i ebediye vesikasını alıp, ebedi bir
hürmet ve merhamet ve ikrama mazhar olacaklarını, filozofları susturan binler hüccetlerle
beyan etmişiz.
Hem bu Yeni Said, Eski Said gibi kendine hürmet ve teveccüh kazanmak ve şan ve
şeref bulmak, katiyen aleyhindedir, katiyen kabul etmez. Onun için, yirmi senedir
inzivayı tercih etmiş.
Eğer asayiş ve idare hesabına nüfuzunu kırmak ve umumun nazarında çürütmek için
yapıyorsanız, pek büyük bir hata ediyorsunuz. İki sene üç mahkeme, yirmi senelik
hayatımın yüz yirmi eserinde, yüz yirmi bin Risale-i Nur şakirtlerinden, mucib-i
ihtilal ve medar-ı mesuliyet ve vatan ve millet aleyhinde hiçbir şey bulmadıklarına,
beraatimizle ve Risale-i Nur eczalarının bütününü iade etmeleriyle gösterdiği cihetle,
katiyen size beyan ediyorum ki, dinsizlik hesabına bizi ezen sizler, vatan ve millet,
asayiş ve idare aleyhinde ve anarşilik lehinde ve müthiş bir ecnebi hesabına beni
sıkıştırıp, bir sarsıntı çıkarıp, o cereyanın müdahalesini istiyorsunuz. Onun için,
bütün ihanet ve hakaretlerinize beş para kıymet vermem; asayiş, idare lehinde sabır
ve tahammüle karar verdim.
Elbette dünya daimi olmadığı gibi, hadisatı da fırtınalı, daima değişir. Birkaç
saat cinayetlerle, dünyevi ve uhrevi binler zakkum ve azap neticeleri var. O zaman,
faydasız yüz binler teessüf diyeceksiniz. Ben, resmi makamata ve bizimle tam alakadar
vazifedarlara yazdığım gibi, sizin gibi bedbahtlara dahi derim: Biz, Risale-i Nur
la, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def etmeye çalışıyoruz
ve bilfiil çok emarelerle, hatta mahkemede de kısmen ispat etmişiz.
Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeye çalışan
anarşiliğe karşı sed çekmek.
İkincisi: Üç yüz elli milyon Müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle,
bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.
Emirdağ Lahikası, 111
Ehemmiyetli bir hakikat ve Demokratlarla Üniversite Nurcularının bir hasbihalidir.
Şimdi milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar,
hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi, ittihad-ı
İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır. Eski zamanda İngiliz, Fransız,
Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mâni olurdular. Şimdi menfaatleri
ve siyasetleri buna muarız değil, belki muhtaçtırlar. Çünkü komünistlik, masonluk,
zındıklık, dinsizlik, doğrudan doğruya anarşistliği intaç ediyor. Ve bu dehşetli
tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur'âniye etrafında ittihad-ı İslâm
dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmaya vesile olduğu gibi, bu vatanı istilâ-yı
ecanipten ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikate binaen,
Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikate istinad edip komünist ve masonluk cereyanına
karşı vaziyet almaları zarurîdir.
Bir ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) serbestiyetiyle kendi kuvvetlerinden yirmi defa
ziyade kuvvet kazandılar. Milleti kendilerine ısındırdılar, minnettar ettiler. Hem
mânen eski İttihad-ı Muhammedîden (a.s.m.) olan yüz binler Nurcularla, eski zaman
gibi farmason ve İttihatçıların mason kısmına karşı ittifakları gibi, şimdi de aynen
İttihad-ı İslâmdan olan Nurcular büyük bir yekün teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i
istinaddır. Fakat Demokrata karşı eski partinin müfrit ve mason veya komünist mânâsını
taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar.
Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda onları devirdiler.
Onların müttefiki olan İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) efradının çoklarını astılar.
Ve "Ahrar" denilen Demokratları kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar.
Aynen öyle de, şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları din aleyhine
sevk etmek veya kendileri gibi tahribata sevk etmek istedikleri kat'iyen tebeyyün
ediyor. Hattâ ulemânın resmî bir kısmını kendilerine alıp Demokratlara karşı sevk
etmek ve Demokratın tarafında, onlara mukabil gelecek Nurcuları ezmek, tâ Nurcular
vasıtasıyla ulemâ, Demokrata iltica etmesinler. Çünkü Nurcular hangi tarafa meyletseler
ulemâ dahi taraftar olur. Çünkü onlardan daha kuvvetli bir cereyan yok ki, ona girsinler.
İşte madem hakikat budur, yirmi beş seneden beri ehl-i ilmi, ehl-i tarikatı ezen,
ya kendilerine dalkavukluğa mecbur eden eski partinin müfrit ve mason ve komünist
kısmı bu noktadan istifade edip Demokratları devirmemek için, Demokratlar mecburdurlar
ki hem Nurcuları, hem ulemâyı, hem milleti memnun ve minnettar etmek, hem Amerika
ve müttefiklerinin yardımlarını kaybetmemek için bütün kuvvetleriyle ezan meselesi
gibi şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ için mümkün oldukça tamire çalışmaları lâzım ve elzemdir.
Emirdağ Lahikası, 271
Hâmisen: Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik
ve maddiyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var. O da Kur'ân'ın hakikatlerine
sarılmaktır. Yoksa koca Çin'i az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye,
siyasî, maddî kuvvetlerle susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur'âniyedir.
Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir meselesi, şimdi hem Amerika, hem Avrupa'da
eseri görülüyor. Onun için, şimdiki bu hükûmetimizin hakikî kuvveti, hakaik-i Kur'âniyeye
dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla, ihtiyat kuvveti olan üç yüz elli milyon uhuvvet-i
İslâmiye ile ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır. Eskiden Hıristiyan devletleri
bu ittihad-ı İslâma taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik
çıktığı için, hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur'ân'a ve ittihad-ı İslâma taraftar
olmaya mecburdurlar.
Sâdisen: Yanıma Nur talebesi bir meb'us geldi, dedi ki:
"Ben Adliye Bakanlığına gittim. Afyon'da Nurların müsadere kararını söyledim."
Adliye Vekili Özyörük dedi ki: "Ben Afyon Mahkemesine Nur'ların tamamen verilmesine
emir verdim. Hattâ bendeki Asâ-yı Mûsâ'yı da müellifine iade edeceğim diye bana
söyledi. Halil Özyörük'ün bu sözü Demokratlara ve Nurlara taraftarlığını gösteriyor."
Umuma binler selâm.
Kardeşiniz Said Nursî
Emirdağ Lahikası, 297
Aziz, sıddık ve mübarek kardeşlerim,
Evvelâ: Kardeşimiz İnebolu Hüsrevi Nazif Çelebi bana yazıyor ki: "Hizb-i Nûriye
ve Salâvatın neşrini bitirdikten sonra ne münasip ise neşredeceğim" diye soruyor.
Bence sizin tensibinizle Hastalar ve İhtiyarlar Lem'aları ve On Yedinci Mektup
olan çocukların kısacık tâziyenamesi ve Yirmi Birinci Mektup (ihtiyarlara hizmet
hakkındaki kısa mektubun) neşri münasiptir. Fakat Medresetü'z-Zehranın erkânı, hangi
cümle ve hangi fıkra münasip görürlerse kaldırabilirler ve ıslah edebilirler. Ve
daha kısa başka münasip risaleler varsa ilâve edebilirler. Bu mealde, kahraman Nazif'e
çabuk cevap gönderiniz. Hakikaten, o kardeşimizin Cevşenü'l-Kebîri ve Hizb-i Nuriyeyi
Salâvat ile beraber neşri, Nurculara ve ehl-i imana büyük bir hizmettir. Cenab-ı
Hak herbir harfine mukabil ona ve yardımcılarına bin sevap ihsan etsin. Âmin.
Saniyen: Yeni ehl-i hükûmet yavaş yavaş anlıyor ki, hakikî kuvvet Kur'ân'dadır.
Ve İslâmiyet uhuvvetiyle ve imanın hakaikiyle tahribatçı düşmanlara karşı dayanabilirler.
Evet, bir tahripçi, yirmi tamirciyi telâşa düşürür ve bazan mağlûp edebilir.
Koca Çin'i kendine tâbi yapan bir kuvveti, buradaki yirmi milyon Müslümana karşı
âdetâ mağlûp bir vaziyette tecavüzden durduran, maddî kuvvetler, haricî-dahilî tedbirler,
ittifaklar değil, belki yalnız Kur'ân ve imanın hakikatleri, onların en büyük kuvveti
olan mâneviyat-ı kalbiyeyi tahribatlarına karşı sed çekmesi ve mânevî yaralarını
tedavi etmesidir. Ve yeni hükûmetin Maarif Vekili bu hakikati hissetmiş ki, seleflerine
muhalif olarak, en ziyade iman hakikatlerinin neşrine, din derslerine ehemmiyet
veriyor. Hattâ büyük bir ehemmiyetle, şimdi de Şark Darülfünunu -tâbirlerince Doğu
Üniversitesi- için yüz bin lira tahsis edildiğini gazeteler yazmış.
Hem mezkûr hakikati, hem Ankara, hem İstanbul Üniversiteleri o dehşetli, tahribatçı
kuvvete karşı hem vatanı, hem gençliği kurtaracak hakaik-ı Kur'âniye ve imaniye
olduğunu kat'iyen bildiler ki, Ankara'daki üniversiteliler 1700 imza ile Maarif
Vekilinin din derslerini cebrî mekteplere koyması için tebrik etmişler. Ve İstanbul
Üniversitesinde yeni hükûmetin en mühim bir rüknüne demişler ki:
"Anadolu'da din lehinde kuvvetli bir cereyan var. Onlara da, solcular gibi bir
derece meydan vermeyeceğiz" demesine mukabil, o üniversitenin mümessili, din neşriyatı
yapanlar aleyhinde olduğu halde, o reise demiş ki:
"Eğer dediğin o cereyan Risale-i Nur ise, ne siz ve ne de Avrupa onu mağlûp edemez."
Bu mesele münasebetiyle, meslek ve meşrebime muhalif olarak Eski Said'in bir
iki dakika kafasını başıma alarak diyorum ki:
Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyete karşı komünist mücadelesi
ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası, üç meslek icap ettirir. Eğer İngiliz, Fransız
deseler hakları var. "Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet" diyebilirler.
Fakat bu vatanda, küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyetten başka bir din, bir mezhep
olamaz. Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü hakikî bir Müslüman hiçbir
zaman Yahudi ve Nasranî olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.
İnşaallah, Maarif ve Adliye Vekilleri gibi, sair erkânlar da bu ehemmiyetli hakikati
tam anlayacaklar. Sağ-sol tâbiri yerine, hak ve hakikat ve Kur'ân ve iman kuvvetine
dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli
tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını rahmet-i İlâhiyeden bütün ruh u canımızla
niyaz ve rica ediyoruz.
Emirdağ Lahikası, 301
Üçüncüsü: "Dini siyasete âlet yapmak istiyor" diye beni suçlu yapıyorlar. Sebilürreşad'ın
116. sayısındaki "Hakikat Konuşuyor" namındaki makalem buna kat'î bir cevaptır.
O makalenin kısaca hülâsası şudur:
Elcevap: Bütün dünyasını, hattâ lüzum olsa kendi şahsî âhiretini dine feda etmeye
bütün hayatı şehadet eden ve otuz beş seneden beri siyaseti terk eden ve beş mahkeme
bu meseleye dair kat'î delil bulamadığı halde seksen yaşını geçmiş, kabir kapısında,
hem dünyada hiçbir şeye mâlik olmayan bir adam hakkında "dini siyasete âlet yapıyor"
diyenler, yerden göğe kadar haksızdırlar, insafsızdırlar. Hem bu iftiralarıyla beraber,
o adam hakkında güya âsâyişi ve emniyeti ihlâl etmek istiyor, diyorlar. Halbuki
o adamın Kur'ân-ı Hakîmden aldığı hakikat dersi ve talebelerine verdiği ders şudur:
Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur'âniye
o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını
men ettiği halde, dokuz mâsumu birtek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi
yakmak ve o gemiyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan,
dahilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve
zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur'âniye ile şiddetle men edildiği
için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur'ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi
dinen mecbur biliyoruz.
Bu üç dört madde ile bizi itham edenler ve lüzumsuz, mahkemeleri bizimle meşgul
eden gizli düşmanlarımız, şüphe yoktur ki, onlar ya siyaseti dinsizliğe âlet etmek
istiyorlar veya komünist perdesi altında bu mübarek vatanda, bilerek veya bilmeyerek
anarşiliği yerleştirmek istiyorlar. Çünkü, bir Müslüman İslâmiyet dairesinden çıksa,
mürted ve anarşist olur, hayat-ı içtimaiyeye zehir hükmüne geçer. Çünkü anarşi hiçbir
hakkı tanımaz, insaniyet seciyelerini canavar hayvanların seciyesine çevirir. Âhir
zamanda gelecek Ye'cüc ve Me'cücün komitesi, anarşistler olduğuna Kur'ân işaret
ediyor.
Said Nursî
Emirdağ Lahikası, 383
Üstadımız diyor ki:
"Ben elli altmış senedir küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmek ve küfr-ü mutlakın
neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak için bütün kuvvetimle iman hizmetindeki
ihlâsın neticesi olan âsâyişi muhafaza ile, bir câni yüzünden on mâsumu zulümden
kurtarmak için rahatımı, şerefimi, haysiyetimi, hattâ lüzum olsa hayatımı feda etmekle,
herbir tazyikata, mânâsız, lüzumsuz şeylere karşı sabır ve tahammül ettim. İşte,
benim otuz kırk senedir bu hizmet-i imaniye için, benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp,
bir bardak suda fırtına çıkarıp beni tâciz ettikleri halde, sırf hizmet-i imaniyenin
bir neticesi olan âsâyiş için sabır ve tahammül ettim. Bir misali, beş mahkeme huzurunda
hiç benim kıyafetime ilişilmediği halde ve mütemadiyen gezdiğim halde ve hattâ İstanbul'da
mahkememde yüz yirmi polis bulunduğu halde, aynı kıyafetime ilişmediler ve iki ay
İstanbul'da yaya gezdiğim halde, mümânaat etmediler ve ilişmeye hiç kimsenin hakkı
yok.
"Çünkü, hem münzevî, hem de camie gitmiyor ve çarşıda kalabalık yerlerde gezmiyor,
yalnız otomobiliyle çıkıyor. İnsanlarla zaruret olmadan konuşmuyor, yalnız teneffüs
için dağlar başında ve hâli yerlerde geziyor. Şimdi ehl-i dünyanın hiçbir hakkı
yoktur ki vaziyetime, hâlime ilişsinler."
Bir seyahat münasebetiyle ve otomobili içinde İstanbul'a en mühim bir mesele-i
imaniye için gitmesinden, şimdi İstanbul'un bazı resmî adamları yirmi cihette kanunsuz
bir tarzda kanun namına Üstadımızı bir bardak suda fırtına koparmak nev'inden, milyonlar
fedakâr talebeleri bulunan bir zata sinek kanadı kadar bir ehemmiyeti olmayan bir
mesele için resmî adamları yanına göndermek olan yüz cihette ehemmiyetsiz, mânâsız
ve bir habbeyi yüz kubbe yapmak gibi bu şeye karşı Üstadımız diyor:
"Madem iman hizmetinde ihlâs-ı etemle, anarşiliği durdurmakla, âsâyişi muhafaza
etmekle sabır ve tahammül gerektir. Ben de bunun için rahatımı, haysiyetimi feda
ediyorum. Onları da helâl ediyorum."
Emirdağ Lahikası, 416
Üçüncü mesele: Şimdi küfr-ü mutlak, öyle cehennem-i mânevî neşrine çalışıyor
ki, kâinatta hiçbir kâfir ona yanaşmamak lâzım geliyor. Kur'ân'ın "rahmeten lil'âlemîn"
olduğunun bir sırrı budur ki: Nasıl Müslümanlara rahmettir; âhirete iman, Allah'a
iman ihtimalini vermesiyle de, bütün dinsizlere ve bütün âleme ve nev-i beşere rahmet
olmasına bir nükte, bir işarettir ki, o mânevî cehennemden dünyada da onları bir
derece kurtarmış. Halbuki şimdi fen ve felsefenin dalâlet kısmı, yani Kur'ân'la
barışmayan, yoldan çıkmış, Kur'ân'a muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı komünistler
tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice verecek bir
surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla
neşir ile aşılanmaya başlandığı için, şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil değildir,
yaşamaz. "Dinsiz bir millet yaşamaz" hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü mutlak olduğu
zaman, hakikat-i halde yaşanmaz. Onun için, Kur'ân-ı Hakîm, bu asırda bir mucize-i
mâneviyesi olarak Risale-i Nur şakirtlerine bu dersi vermiş ki, küfr-ü mutlaka,
anarşistliğe karşı sed çeksin. Hem çekmiş. Evet Çin'i, hem yarı Avrupayı ve Balkanları
istilâ eden bu cereyana karşı bizi muhafaza eden Kur'ân-ı Hakîmin bu dersidir ki,
o hücuma karşı sed çekmiş, bu suretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.
Demek bir Müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hıristiyan ve Yahudi,
hususan bolşevik gibi olmak… Çünkü, bir İsevi, Müslüman olsa, İsâ Aleyhisselâmı
daha ziyade sever. Bir Mûsevî, Müslüman olsa, Mûsâ Aleyhisselâmı daha ziyade sever.
Fakat bir Müslüman, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın zincirinden çıksa, dinini
bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemâlâta medar hiçbir hâlet
kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.
Onun için, Cenab-ı Hakka şükür, Kur'ân-ı Hakîmin işârât-ı gaybiyesi ile, kahraman
Türk ve Arap milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir
mucize-i Kur'âniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış. Ve on altı
sene evvel 600 bin adamın imanını kurtardığı gibi, şimdi milyonlardan geçtiği sabit
olmuş.
Demek Risale-i Nur, beşeri anarşistlikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu
gibi, İslâmın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arabı birleştirmeye, bu Kur'ân'ın
kanun-u esasîlerini neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.
Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur'ân'a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta Cehennemden
ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünkü, ölüm madem öldürülmüyor. Hergün
beşerde otuz bin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka düşenlere,
yahut taraftar olanlara, hem şahsın idam-ı ebedîsi ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının
da idam-ı ebedîsi olarak düşündüğü için, Cehennemden on defa daha fazla dehşetli
cehennem azâbı çeker. Demek o cehennem azâbını küfr-ü mutlakla kalbinde duyuyor.
Çünkü, herbir insan akrabasının saadetiyle mesut, azabıyla muazzep olduğu gibi Allah'ı
inkâr edenlerin itikadlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azaplar geliyor.
İşte bu zamanda, bu dünyada bu mânevî cehennemi insanların kalbinden izale eden
tek bir çaresi var. O da Kur'ân-ı Hakîmdir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir
mucize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur eczalarıdır.
Emirdağ Lahikası, 457
Ezcümle: Hayat-ı içtimaiyeyi idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet
gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler
hakkında dehşetli neticeler veriyor.
Cenab-ı Hakka şükür ki, Risale-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde
mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye'cüc ve Me'cüclerin
dünyayı fesada vermesi gibi, şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) olan sedd-i Kur'ani'nin
tezelzülüyle ve Ye'cüc ve Me'cücden daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli
bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.
Risale-i Nur'un şakirtleri, böyle bir hadisede manevi mücahedeleri, inşaallah
zaman-ı Sahâbedeki gibi, az amelle, pek büyük sevap ve âmâl-i sâlihaya medar olur.
Aziz kardeşlerim,
İşte böyle bir zamanda, bu dehşetli hadisata karşı, ihlas kuvvetinden sonra bizim
en büyük kuvvetimiz, iştirâk-i âmâl-i uhrevî düsturuyla birbirimize kalemlerle,
herbirinin âmâl-i saliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi; lisanlarıyla, herbirinin
takvâ kalesine ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme
hedef olan bu fakir ve aciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede ve eyyâm-ı
meşhurede yardıma koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe'nidir.
Bütün ruhumla bu imdad-ı maneviyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, iman ve sadakat
şartıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevi kazançlarıma, yirmi
dört saatte, iştirak-i âmâl-i uhreviye düsturuyla, bazan yüz defadan ziyade "Risale-i
Nur talebeleri" ünvanıyla hissedar ediyorum.
Said Nursî
Kastamonu Lahikası, 111
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Her vakit ihtiyat iyidir. Zaten Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh de kerametkârane
bize ihtiyatı tavsiye ediyor. Şimdi, Şark tarafında yeni bir hâdise: Bir şeyh tarafından,
kendi müridleri ve halifeleri vasıtasıyla din lehinde, eskiden beri meşhur olmuş
Şeyh Ahmed namında türbedâr-ı Nebevî tarafından vasiyetname-i Peygamberî (a.s.m.)
namında bir eser, o havalide gezmiş, intişar etmiş. Oralarda çalışan kahraman Selâhaddin'i
bir derece ihtiyata sevk edip, bütün siyasetlerin fevkinde ve siyasetlere tenezzül
etmeyen Risale-i Nur cereyanı, öyle siyasete temas edebilen cereyanlarla iştiraki
görünmemek için, daha ziyade ihtiyat ve tevakkufa mecbur olmuş. Bugün, beş ay, Ankara'ya
bir vazifeyle gitmek için buraya geldi. Bir hafiye onu takip edip o da arkasından
girdi. Ben o casusa, Selâhaddin kalktıktan sonra, dedim ki:
Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirtleri, değil dünya siyasetlerine,
belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur'u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz.
Biz ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.
Evvelâ: Kur'an bizi siyasetten men etmiş, ta ki elmas gibi hakikatleri, ehl-i
dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.
Saniyen: Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokata müstehak
dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi sekiz masum biçare, çoluk
çocuk, zayıf, hasta, ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse, o sekiz masumlar o belaya
düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset
yoluyla, idare ve âsâyişi ihlâl tarzında, neticenin husulü de meşkûk olduğu halde
girmek, Risale-i Nur'un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirtlerini
men etmiş.
Salisen: Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükümet, ne şekilde olursa
olsun, Risale-i Nur'a eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adâvet
etmek, en dinsizleri de, onun dindârâne, hakperestane düsturlarına taraftar olmak
gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslamiyeye hıyanet
ola.
Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak
ve büyük tehlikelerden halâs olmak için, beş esas lazım ve zarurîdir.
Birincisi: Merhamet.
İkincisi: Hürmet.
Üçüncüsü: Emniyet.
Dördüncüsü: Haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek.
Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmelidir.
İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası temin edip,
hem âsâyişin temel taşını tesbit ve temin eder. Risale-i Nur'a ilişenler kat'iyen
bilsinler ki, onların ilişmesi, anarşilik hesabına, vatan ve millete ve asâyişe
düşmanlıktır. İşte bunun hülâsasını o casusa söyledim. Dedim ki:
"Seni gönderenlere böyle söyle. Hem de ki: On sekiz senedir bir defa kendi istirahati
için hükümete müracaat etmeyen ve yirmi bir aydır dünyayı hercümerc eden harplerden
hiçbir haber almayan ve çok mühim makamlarda çok mühim adamların dostane temaslarını
istiğna edip kabul etmeyen bir adama, ondan korkup, tevehhüm edip, dünyanıza karışmak
ihtimaliyle evhama düşüp tarassutlarla sıkıntı vermekte hangi mana var? Hangi maslahat
var? Hangi kanun var? Divaneler de bilirler ki ona ilişmek divaneliktir" dedik.
O casus da kalktı gitti.
Umum kardeşlerimize, hususan erkânlara ve matbaacılara, hususan Hizb-i Nuriyenin
naşirleri olan Hafız Ali, kahraman Tahirî ve Hafız Mustafa ve rüfekalarına birer
birer selam ediyoruz.
Kastamonu Lahikası, 186
Sual : Sen dedin ateş değil; şimdi ateş nazarıyla bakıyorsun.
Cevap: Evet, nur, fenalara nardır.
Sual: O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi adamlardır.
Cevap: Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.
Sual: Nasıl iyilikten fenalık gelir?
Cevap: Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep
bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiâtına
tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist
nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi-Allah etmesin-bin sene yaşayacak olsa,
âdetâ mümkün hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın
neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sureti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin
fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşcı
fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır.
Sual: Belki onlar eski hali istiyorlar?
Cevap: Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber edebilirsiniz: İşte, eski hal muhal;
ya yeni hal veya izmihlâl…
Suâl: "Acaba daha Sultan Hamid gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır? Eski hal
olmayacak mıdır?"
Cevap: Acaba sizin şu siyah çadırmız parça parça edilip yandırılırsa havaya savrulursa
o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kâbil midir?
Suâl: "Neden?"
Cevap: Zîrâ eskiden bin adamdan yalnız onu mütenebbih iken, istibdat o dehşetli
kuvvetiyle karşısmda duramadı, parçalandı. Şimdi, istibdâdın kuvveti binden bire
indi; tenebbüh ve iltihâb-ı ezhân birden bine çıktı.
Münazarat, 51-52
Sadâ-yı Hakîkat
27 Mart 1909
Tarîk-ı Muhammedî (a.s.m), şüphe ve hil münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi
ima eden gizlemekten de müstağnîdir. Hem de o derece azîm ve geniş ve muhit bir
hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-ı umman nasıl
bir destide saklanacak! Tekraren söylüyorum ki, ittihad-ı İslâm hakikatında olan
ittihad-ı Muhammedînin (a.s.m.) cihetü'l-vahdeti Tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini
de îmandır. Müntesibîni, umum mü'minlerdir. Nizamnâmesi, sünen-i Ahmediyedir (a.s.m.).
Kànunu, evâmir ve nevâhi-i şer'iyedir. Bu ittihat; âdetten değil, ibâdettir.
İhfa, havf; riyâdandır. Farzda riyâ yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazîfesi,
ittihad-ı İslâmdır. Ittihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib, muhit, merâkiz
ve maâbid-i İslâmiyeyi birbirine rabtettiren bir silsile-i nuraniyi ihtizaza getirmekle
onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-ı terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile
sevk etmektir. Bu ittihadın meşrebi mabbettir. Husumet ise, cehalet ve zaruret nifakadır.
Gayr-i müslimler emin olsunlar ki bu ittihadımız bu üç sıfata hücumdur. Gayr-i müslime
karşı harekecimiz iknadır. Zira, onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbub ve
ulvî göstèrmektir. Zira, onlan munsıf zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki,
dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zîra, mesleksizliklerini
göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dahil
olanlar, onları taklit edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) olan ittihad-ı
İslâm'ın efkâr ve meslek ve hakikatını, etkâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir
itirazı varsa etsin; cevaba hazırız.
[Farsça ibâre: Cihânın bütün arslanlarının bağlandığı bu zinciri hilekâr bir
tilkinin koparmasına imkân var mıdır?]
Hutbe-i Şamiye, 94
Dokuzuncu Cinayet: Mart'ın otuz birinci gününde dehşetli hareketi, iki-üç dakika
uzaktan temaşa ettim. Müteaddit metalibi işittim. Fakat yedi renk sür'atle çevrilirse
yalnız beyaz göründüğü gibi, o ayrı ayrı matlaplardaki fesadâtı binden bire indiren
ve avâmı anarşilikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyaseti mucize gibi muhafaza
eden lâfz-ı şeriat yalnız göründü. Anladım iş fena, itaat muhtel, nasihat tesirsizdir.
Yoksa, her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avâm
çok; bizim hemşehriler gafil ve safdil; ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyorum.
Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköyüne gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar.
Rastgelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı, zaten
elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu. Bu
işte pek büyük görünecektim. Belki, Ayastafanos'a kadar tek başıma olsun, Hareket
Ordusuna karşı mukabele ederek ispat-ı vücut edecektim.Merdane ölecektim. O vakit
dahlim bedîhî olurdu. Tahkika lüzum kalmazdı. İkinci günde bir ukde-i hayatımız
olan itaatı askeriyeden sual ettim. Dediler ki: "Askerlerin zâbitleri asker kıyafetine
girmiş. İtaat çok bozulmamış." Tekrar sual ettim: "Kaç zâbit vurulmuş?" Beni aldattılar,
dediler: "Yalnız dört tane. Onlar da müstebit imişler. Hem Şeriatın âdap ve hududu
icra olunacak." Ben de gazetelere baktım; onlar da o kıyamı meşrû gibi tasvir ediyorlardı.
Ben de bir cihette sevindim. Zirâ; en mukaddes maksadım, Şeriatın ahkâmını tamamen
icra ve tatbiktir. Fakat itaat-ı askeriyeye halel geldiğinden, nihâyet derecede
me'yus ve müteessir oldum. Ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki: Ey askerler!
Zâbitleriniz bir günah ile nefislerine zulüm ediyorlarsa, siz o itaatsizlikle otuz
milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfusu İslâmiyenin haklarına bir nevi zulmediyorsunuz.
Zirâ; umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saâdet ve bayrak-ı tevhîdi, bu zamanda
bir cihette sizin itaatınız ile kaimdir.
Hem de Şeriat istiyorsunuz. Fakat itaatsizlikle Şeriata muhalefet ediyorsunuz.
Ben onların hareketini ve şecâatlannı okşadım. Zirâ, etkâr-ı umumiyenin yalancı
tercümanı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşru göstermişlerdi. Ben de
takdirle beraber nasihatımı bir derece tesir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım.
Yoksa böyle âsân olmazdı. Ben ki, bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım.
"Neme lâzım, böyle işleri akıllılar düşünsün," demediğimden cinayet ettim.
Yaşasın Kur'ân-ı Kerîmin Kanûn-u esasîleri
26 Şubat 1324 (Mart 1909)
Dinî Ceride, no. 73
Ey Meb'usan! Uzunluğu ile beraber gayet mûciz birtek cümle söyleyeceğim. Dikkat
ediniz, zira itnâbında îcaz var. Şöyle ki:
Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adalet
ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet, bu ünvan ile beraber, asıl mâlik-i hakikî ve
sahib-i ünvan-ı muhteşem olan, ve müessir ve adâlet-i mahzâyı mutazammın bulunan
ve nokta-i istinadımızı temin eden, ve meşrutiyeti ve cumhuriyeti bir esas-ı metine
istinad ettiren, ve evham ve şükûk sahibini varta-i hayretten kurtaran, ve istikbal
ve âhiretimizi tekeffül eden, ve menafi-i umumiye olan hukukullahı izinsiz tasarruftan
sizi tahlis eden, ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden, ve umum ezhanı manyetizmalandıran,
ve ecanibe karşı metanetimizi ve kemalimizi ve mevcudiyetimizi gösteren, ve sizi
muahaze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran, ve maksat ve neticede ittihad-ı umumîyi
tesis eden, ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden, ve çürük mesâvi-i
medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden, ve bizi Avrupa
dilenciliğinden kurtaran, ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkiyi sırr-ı i'câza
binaen, bir zaman-ı kasırda tayyettiren, ve Arap ve Turan ve İran ve Sâmileri, yani
beraber olanları tevhid ederek az zaman içinde bize bir büyük kıymet verdiren, ve
şahs-ı mânevi-i hükûmeti Müslüman gösteren, ve kanun-u esasînin ruhunu ve on birinci
maddeyi muhafaza ile sizi hıns-ı yeminden (yemin bozmaktan) kurtaran, ve Avrupa'nın
eski zann-ı fasidlerini tekzip eden, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın hâtemü'l-Enbiya
ve şeriatının ebedî olduğunu tasdik ettiren, ve muharrib-i medeniyet olan ve anarşiliğe
yol açan dinsizliğe karşı set çeken, ve zulmet-i tebâyün-ü efkârı ve teşettüt-ü
ârâyı safha-i nuranîsi ile ortadan kaldıran, ve umum ulema ve vâizleri ittihad ve
saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti, meşruta-i meşruaya hâdim eden, ve adalet-i
mahzâsı merhametli olduğundan anâsır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyade telif ve rapt
eden, ve en cebîn ve âmi adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakikî-i terakki
ile ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden, ve hadim-i (yıkıcı) medeniyet
olan sefahet ve israfattan ve havayic-i gayr-ı zaruriyeden bizi halâs eden, ve muhafaza-i
âhiretle beraber imâr-ı dünya etmekle sa'ye neşat veren, ve hayat-ı medeniye olan
ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin düsturlarını öğreten, ve herbirinizi, ey
meb'uslar, elli bin kişinin takazasını, yani haklarını sizden dâvâ etmelerini hakkınızda
tebrie eden, ve sizi icma-ı ümmete küçük bir misal-i meşru gösteren, ve hüsn-ü niyete
binaen âmâlinizi ibadet gibi ettiren, ve üç yüz milyon Müslümanın hayat-ı mâneviyesine
suikast ve cinayetten sizi tahlis eden, ol Kur'ân-ı mukaddesin düsturları ünvanıyla
gösterseniz ve hükümlerinize me'haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz, acaba
bu kadar fevaid ile beraber ne gibi birşey kaybedeceksiniz? Vesselâm,Yaşasın Kur'ân'ın
Kanun-u Esasîleri!
Said Nursî
Divan-ı Harb-i Örfi, 70-72