The Language of Risale-i Nur and the Issue of Simplification
Genelde eserlere, o eserlerin beslendiği kaynakların dili
yansır. Risale-i Nur dili için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Risale-i Nur
müellifi kimin taliminden geçmişse, kimden ders almışsa, ne ile yoğrulmuşsa,
eserlerinde kullandığı dilin de onlardan nebean edip çıkması gayet doğaldır.
“Ben Resulü Ekrem’in dersiyle ve Kur’an-ı Hakim’in talimiyle anladım ki”1
diyen Bediüzzaman manen dersinden ve taliminden geçtiği kaynakları açıkça
belirtmektedir. Demek ki Risale-i Nur Kur’anî ve Nebevî terminolojiyi
kullanmıştır. Risale-i Nur dilinin omurgasını Kur’an’a ve sünnete ait kelime,
kavram ve terimler oluşturmaktadır. Çünkü Risale-i Nur’un izah ve ispat ettiği
ve üzerinde tahşidat yaptığı ana konular, Kur’an’ın ve Resul-u Ekrem’in de
üzerinde en çok durduğu ve bahsettiği tevhid, haşir, nübüvvet, adalet ve ibadet
gibi konulardır. Mesela bunlardan “haşir” konusu neredeyse Kur’an’ın üçte
birisini teşkil etmektedir. Hz. Peygamber’in de tevhidden sonra en büyük davası
haşir ve ahiretin izah ve ispatı olmuştur. Dolayısıyla bu son derece önemli ve
derin meselelerin mütekamil anlamda izah ve ispatı ancak o konulara ait kelime
ve kavramlarla mümkün olacaktır. Kur’an ve sünnetle hemhal olan Said Nursi’nin
düşüncesinde ve yazılmasına vesile olduğu Risale-i Nur dilinin merkezinde bu
kavramların yer alması adeta kaçınılmaz olmuştur. Nursi’nin devamlı okuduğu ve
özel bir önem atfettiği Cevşenü’l-Kebir Hz. Peygamber’in harika bir münacatıdır.
Cevşenü’l-Kebir Cenab-ı Hakk’ı bin bir ismiyle tavsif ve tarif eder. Yani baştan
başa tefekkürî bir Esmaülhüsna dersidir. Ondaki tefekkürî ruhun esma
kalıplarıyla, esma kelimeleriyle Risale-i Nur diline nüfuz etmemesi düşünülemez.
Kur’an Arş-ı Azam’dan, İsm-i Azam’dan ve her ismin mertebe-i azamından geldiği
gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.) de bütün isimlerin mertebe-i azamının mazharıdır.2
Bütün bu kudsî kaynaklardan beslenen Risale-i Nur dili de baştan sona
Esmaülhüsna ile örülmüş, onunla boyanmış ve onu ders vermektedir. Meselâ 30.
Lem’a olan İsm-i Azam risalesi Hz. İmam-i Ali’nin İsm-i Azam olarak kabul ettiği
Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs isimlerini derinlemesine tefsir
etmektedir. Risale-i Nur’da tevhid ve haşir gibi konuların da esma ile izah ve
ispat edildiğini görmekteyiz. Kainat da bin bir ilahî ismin yansıdığı büyük bir
aynadır. Bu büyük aynanın (kainatın) küçük bir özeti olan insan ise kainatta
tecellî eden ilahî isimlerin odak noktasıdır. Risale-i Nur geliştirdiği dil ile
Allah-insan-kainat münasebetlerini bize anlatmaktadır. Varlık dünyasının dilini
keşfederek onu konuşturmakta, onun (varlık dünyasının) bin bir dille yaratıcıya
nasıl tanıklık ettiğini açıklamaktadır.
Kainattan yaratıcısını soran bir gezginin gözlemlerinin
anlatıldığı Ayetü’l-Kübra risalesinde her bir varlığın nasıl dile geldiğine bu
risalenin sayfaları arasında gezinince şahit oluyoruz. Kainattaki her bir unsur
marifetullahı ders veren, Allah’ı tanıtan sayfalar olarak açılır önümüze. Kainat
baştan başa okunabilir büyük bir kitaba inkılap eder. Hal dili kal (konuşma)
diline dönüşür risale sayfalarında:
“….en başta, göklerin nur yaldızlanan o güzel yüzü görünür:
‘Bana bak, aradığını sana bildireceğim’ der. O da bakar görür ki”3
“Sonra o seyahat-ı fikriyeye alışan o mütefekkir misafire küre-i
arz, lisan-ı haliyle diyor ki: ‘Gökte, fezada, havada ne geziyorsunuz? Ben sana
aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sayfalarımı oku’
diyorlar. O da bakar görür ki…”4
“Sonra dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu
çağırıyorlar, ‘sayfalarımızı da oku’ diyorlar. O da bakar görür ki…”5
“Sonra o yolcu, dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcar ve
nebatat aleminin kapısı ona açıldı. Onu içeriye çağırdılar: ‘Gel dairemizde de
gez, yazılarımızı da oku’ dediler. O da girdi, gördü ki…”6
“Sonra, seyahat-i fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile
zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir
güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken, hayvanat ve tuyur aleminin kapısı
hakikatbin olan aklına ve marifetaşina olan fikrini açıldı. Yüz bin ayrı ayrı
seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar. ‘Buyrun’ dediler. O da
girdi ve gördü ki…”7
Ve hakezâ… Böylelikle Ayetü’l-Kübra risalesinde Said Nursi bizi
kâinatın diline aşina kılmakta, varlık kelimeleriyle yazılan bu dev levhalarda
marifetullah dersleriyle baş başa bırakmaktadır. Okuyup tefekkür edelim diye.
Bununla da yetinmez Said Nursi. Elimizden tutup bizi varlıkların esası olan
zerreler alemine götürür, onlarla tanıştırır, onların dilini de öğretir bize.
Sözler isimli kitabının 30. Sözün İkinci Maksadında tam on sayfalık bir bahis
açar zerreler dünyasına. O küçücük dilleriyle ve küçük dünyalarıyla büyük
hakikatlerden haber verdiklerini öğretir bize. Abesiyet esasına dayanan
felsefenin kara gözlüğüyle bakıldığında tesadüfe bağlı anlamsız hareketler
olarak görülen zerrelerin hareketleri gerçekte yaratıcılarının varlığını ve
birliğini binler diller ile haykıran, hikmetli, anlamlı, düzenli, görev aşkından
gelen dönüşümler olduğunu fısıldar kalp ve fikir kulağımıza.
Zerre Risalesi Sebe’ Suresinin 3. ayetinin bir tefsiridir. Daha
doğrusu bu ayette geçen “zerre” kelimesinin yorumudur. Said Nursi’nin ifadesiyle
“Şu ayetin pek büyük hazinesinden bir miskal zerre miktarında, yani zerre
sandukçasında olan cevheri gösterir.”8 Ayetü’l-Kübra Risalesi de İsra
suresinin 44. ayetinin kainat aynasında karşılık bulan yorumudur. Haşir Risalesi
olan 10. Söz’e baktığımızda burada da Rum suresinin 50. ayetinin kainat ile ve
Esma-i Hüsna ile bağlantılarının kurularak yorumlandığını görmekteyiz. Bu, çok
orijinal, çok farklı, alışılmışın dışında bir metottur, bir keşiftir. Allah’ın
kainat kitabındaki ayetleriyle Kur’an ayetleri arasındaki uyumu ortaya koyan bir
metod, bir okuma biçimi. Kur’an’daki hakikatlerin kâinata nasıl kök saldığının
gözler önüne serilmesidir. Kur’an’ın bahsettiği gerçekleri, kâinat kitabının
tanıklığından mahrum bırakmama çabasıdır. Bu, gerçekten yeni bir yaklaşımdır.
Risale-i Nurları, Arapçaya tercüme eden değerli ilim adamı İhsan Kasım
Salihi’nin tabiriyle “Kâinatı okumada yeni bir dil”dir. (Fas’ta 27-29 Nisan
tarihleri arasında yapılan sempozyumdaki konuşmasından.)
Risale-i Nur Dili Anlaşılmaz mıdır?
Risale-i Nur herkesin her bir meselesini tam olarak
anlayamadığı, fakat hiçbir okuyucunun da istifadesiz kalmadığı enteresan bir
eserdir. Yani herkesin düzeyine göre istifade ettiği, fakat önyargısız ve samimi
bir yönelişle daha çok istifade ve istifaza edebildiği bir kaynaktır. Ele aldığı
meselelerin derinliği ve inceliği, bu derinlik ve inceliğin gerektirdiği kelime
ve kavram haritası ilk başlarda bizi şaşırtabilir, alışılmışın dışında bir
metinle karşı karşıya olduğumuzu bize hissettirebilir. Ben dahil, hemen her
risale okuyucusunun ilk muhatabiyetlerde yaşadığı şeylerdir bunlar. Fakat, bütün
bunlar geçicidir, yeter ki, okuyucu kararlı ve samimi olsun. Biraz gayret, biraz
kafa yorma, biraz bu hakikatlerle hemhal olma bu “anlaşılmaz” denilen problemi
kolaylıkla aşmamıza vesile olacaktır. Bu tanışma evresi bu şekilde aşıldıktan
sonra risale diline bir muhabbet oluşur içinizde ve artık onu bırakmak
istemezsiniz. Çünkü bir kere onun tadına varmışsınızdır. Ondaki hakikatlerin
manevi bünyenizin zaruri gıdaları olduğunu bizzat tecrübe etmişsinizdir. Artık
onlar, aldıkça lezzet veren besinlere dönüşür. Aklın, kalbin, ruhun ve birçok
latifelerin manevi gıdaları, iman hakikatlerinde bulunmaktadır. Risale-i Nur ise
iman hakikatlerinin izahıdır.
Elbette risalelerde havassı ilgilendiren onlara hitap eden
çetrefilli konular da yok değildir. Elbette bu gibi konuları ortalama bir
okuyucu anlamakta zorlanabilir. Risalelerin sadece bize hitap etmediğini
bilmemiz ve kabullenmemiz gerekir. Eğer havassa ait konulara da talipsek bu da
imkansız değildir. Daha çok meşguliyetle ve anlama çabalarına hız vermekle buna
ulaşmak mümkündür. Risale-i Nur’un bir özelliği de tedrisine aldığı ami bir
okuyucuyu alim derecesine çıkarmaktır. Risale-i Nur mektebine ami girip alim
çıkan insan sayısı az değildir. Mesela ümmî iken alimlerin işini gören ve Kur’an
hakikatlerine karşı bir kentin (Isparta’nın) uyanışına sebep olan Adilcevazlı
Bekir Ağa bunun en belirgin örneklerinden birisidir.9
Özellikle Eski Said dönemine ait Muhakemat, İşârâtü’l-İ’caz ve
kısmen Mesnevi-i Nuriye gibi eserleri bu zor anlaşılan gruba dahil etmek
mümkündür. Bu eserlerin anlaşılmaz olduklarını, bu nedenle okuyucu
bulamayacağını ve zayi olup gideceklerini düşünen ve buna üzülen iyi niyetli
insanların var olduklarını biliyoruz. Hatta bu konudaki kaygılarını Eski Said
döneminde Bediüzzaman’a bir şekilde ilettiklerini, yine Bediüzzaman’ın
beyanlarından öğreniyoruz. Said Nursi’nin bu konuyla ilgili söyledikleri de
enterasandır:
“Malum olsun ki, bana deniliyor: insanlar diyorlarmış ki; onun
eserlerinin çok yerlerini anlayamıyoruz. Böyle kalırsa, bu eserlerin zayi
olmasından korkulur.
Ben de derim: Her şeyin anahtarı elinde olan Cenab-ı Hakk’ın
izniyle inşallah zayi olmayacaklardır. Ve bir zaman gelecek ekser dindar
mütefekkirler onları anlayacaklardır. Çünkü bu risalelerdeki ekser meseleleri
nefsimle tecrübe ettim. Furkan-ı Hakîm’in bana ita etmiş olduğu ilaçlardır.
Bununla beraber mümkündür ki, sair insanlar, benim bitamamiha anladığım gibi
anlamasınlar.
Hem de ben sünühât-ı kalbiyemde, izahat için tasarruf yapmıyorum
ki, tahririnden gelen acz ve tağyirinden gelen havf dolayısıyla… ancak kalbime
doğduğu gibi yazıyorum." 10
Özellikle, “Ve bir zaman gelecek, ekser dindar mütefekkirler
onları anlayacaklardır” cümlesi, havas tabaktasına bakan entelektüel bir
birikimin risalelerde mevcut olduğunu, bu derinliğin onlar tarafından fark
edileceğini müjdelemektedir.
Uzun zamandır gerçekleştirilen ve artık bir gelenek halini alan
Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumları bu müjdenin tahakkuku noktasında atılan
önemli adımlardır. Gerek İslam dünyasından, gerekse Avrupa ve Amerika’dan bu
sempozyumlara katılıp tebliğler sunan mütefekkirler risalelerdeki bu entelektüel
mirası keşfedip insanlığın yararına sunmaya çalışmaktadırlar. Aslında risalelere
muhatap her insan tabakası, avam olsun havas olsun, sanki risalelerin sırf
kendilerine hitap ettiğini, asıl muhatabın kendileri olduğunu zannederler. Bir
aydın, entelektüel bir nazarla risaleleri incelediğinde risalelerin gerçek
muhatabının avam değil havas olduğu çıkarımında bulunabiliyor. “Bediüzzaman’ın
yazdıkları ve yaptıkları avamî ve umumî şeyler değildir. Avamı ve umumu da hiç
şüphesiz ki derinden ilgilendiren ama son derece hususi şeylerdir; bir silkiniş,
diriliş ve var oluş projesidir. O yüzden Bediüzzaman’ın asıl muhatapları
havastır. Bediüzzaman heves için değil, havas için yazmıştır ve yaşamıştır.”11
Bir entelektüelin penceresinden bakınca bu tesbit yanlış
değildir. Risale-i Nur dilinin kuşatıcılığını ve ihtişamını da belki ancak bu
entelektüel bakışla fark etmek mümkündür. “Bediüzzaman ancak alim, arif ve hakîm
figürlerinin özelliklerini üzerinde barındıran bir kişinin yapabileceği bir şey
yapmıştır. İki dil geliştirmiştir. Birinci dil, kendine mahsus geliştirdiği Türk
dilidir. Bu Türkçe bugün Türkiye’de hiç kimsenin vakıf olmadığı ama en fazla
vukufiyet kesbetmeye ihtiyaç hissettiğimiz muhteşem ve muazzam bir Türkçe’dir;
hem etimolojik, hem linguistik, hem de semantik yapısı açısından sadece
Bediüzzaman’a mahsus, sembolik ve metaforik yapısı açısından son derece derin ve
zengin bir dildir ve Türkçe’nin bir anıt-eseri, şahikasıdır.
Bediüzzaman’ın Türkçenin bir anıt-eserini, bir şahikasını ortaya
koymasını sağlayan asıl şey, kurduğu ikinci dildir. Birinci dil vasıtadır;
ikinci vasata aittir Bu iki dil birbiriyle kopmaz bir irtibat halindedir; biri
olmadan öteki de olmaz ve var olamaz. Bu ikinci dil, bütün bir İslam medeniyeti
birikimini, münhasıran da tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe,
tarih, gramer, mantık, lisan gibi ilimlerden müteşekkil bütün bir İslam
düşüncesi geleneğini harekete geçirerek kurulmuş bir dildir. Dünya ve hayat
tasavvurumuzun kaynağını oluşturan kavramlarımızın İslamî bir düşünce inşası
ameliyesi ile şifrelenerek yeniden deşifre edilme çabasıdır bu.
Medeniyetimizin solmaya yüz tutan dilini, bu dile hayatiyetini
kazandıran ruhu, ruh kökünü kavrayabilmek ve yeniden üretebilmek için
Bediüzzaman’ı tanımak zorundayız.”12
Bu coğrafyalarda, avam olsun havas olsun, bütün bir İslam
toplumunun ait oldukları medeniyet ve İslam düşünce mirasıyla bağları
koparılmıştır. Nesiller kendi medeniyetlerine, kendi kutsallarına
yabancılaştırılmıştır. Bir aydınımız, Risale-i Nur dilinin koparılan bu bağları
yeniden nasıl başarıyla tesis ettiğini, bu dilin kutsalın mânâsına tercümanlık
etme noktasında nasıl bir yeteneğe haiz olduğunu mükemmel bir tespitle şöyle
ifade etmektedir:
“Said Nursi’nin dili, mantıki kurgu ve kavram seçimi ve
kullanımı açısından muhteşemdir. 13. yüzyıl Türkçesinin yeni Müslümanlaşan bir
toplumun ihtiyaçlarına paralel olarak Arapça-Türkçe birlikteliğine dayalı melez
bir nitelik taşıması gibi; Said Nursi’nin Türkçesinin de İslami olan her şeyle
bağları koparılmış bir kitlenin bu dil ile bağını yeniden kurabilmek gibi aslî
bir sembolik kodu vardır. Bu yüzden de, Ortodoks dil bilimi açısından
yanlışlıklar içerse de, amacı açısından son derece fonksiyonel bir niteliğe
sahiptir. Bugün bu ülkede İslam düşünce mirasının dili bir şekilde yaşıyorsa,
bunda risale dili öncelikli paya sahiptir. İlahî marifetin bilgisini estetik ve
teorik boyutlarıyla soğuran ve bunu sözelleştiren bir dile sahip olan risale
dilinin kutsalın anlamına tercümanlık yapabilme kabiliyeti, kıyaslanmayacak bir
seçkinliğe sahiptir.”13
Edip, şair ve düşünce adamı Sezai Karakoç’un da Risale-i Nur’un
bu topraklarda yaptığı büyük hizmetin avam ve havas üzerinde icra ettiği tesirin
deruniliğiyle ilgili şu tespiti kayda değerdir:
“Risale-i Nur’un son derece etkili bir sesi ve üslubu vardır.
Bir bakıma, Risale-i Nur, tek başına, bir İslam kültürü külliyatıdır. Onun,
Anadolu’da okumamış insandan aydın insana kadar büyük bir kütleyi yeniden İslam
kültürü ve inancıyla eğittiğini, adeta Anadolu’da yeni bir kültür akımı
doğurduğunu ve bir kültür savaşına girdiğini görmemek mümkün değildir.”14
Demek ki Risale-i Nurlar, okumuş, okumamış her sınıf insanın
istifade edebileceği bir dille yazılmıştır. Yoksa yediden yetmişe her yaştan ve
her katmandan yüz binlerce insanın Risale-i Nur’a yönelişlerini nasıl izah
edebiliriz?
Risale-i Nur avam ve havas herkese hitap eden bir Kur’an tefsiri
olduğu için Kur’anî hakikatlerden herkesin rahatlıkla istifade edebileceği bazı
metodları kendi içinde geliştirmiştir. Mesela Arapça ve Farsça bazı kelimelerin
Türkçe karşılıklarını cümle veya paragraf içinde vererek adeta bir iç lügat
oluşturmuştur. Bundan maksat hem anlamayı kolaylaştırmak hem de Kur’an diliyle
bizi tanıştırarak meselenin gerçek kaynağına götürmektir. Daha önce ifade
ettiğimiz gibi Kur’ani hakikatler ancak Kur’ani terminoloji ile gerçek anlamda
anlaşılır. Said Nursi’nin bilinçli ve kastî bir tercihle Kur’anî terimleri
kullandığı açıktır. Kur’an dilini unutturmamak, muhafaza etmek amaçlanmıştır. İç
lügatlandırmaya birkaç örnek: (Sayfa numaraları Envar Neşriyatının Yayınladığı
Sözler kitabına göre verilmiştir.)
Sever, muhabbet eder (s. 620)
Gerek, lazım (s. 621)
Mahir, usta (s. 623)
Tevfik ve durdurma (s. 624)
İstinad eder…dayanır (s. 627)
İnce ve dakik (s. 627)
Geniş, vüsatli (s. 508)
Vahşi, hiç şehir görmemiş (s. 508)
Hâlidir, boştur (s. 508)
Hakir, küçük (s. 508)
Nardan, ateşten (s. 508)
Nurdan, ışıktan (s. 508)15
Said Nursî’nin kullandığı diğer bir metod da Kur’an’dan aldığı
temsil (Analoji) metodudur. Kur’an bütün insanlığa hitap ettiği için her kesin
anlayabileceği bir şekilde zor ve derin meseleleri temsiller yoluyla
anlatmıştır. Temsil ve örneklendirme Kur’anî bir metottur. Buna bizzat Kur’an
bir ayetiyle işaret eder: “Anlasınlar diye Allah insanlara misaller verir.”
(İbrahim suresi, 25) Said Nursi de Risale-i Nurlarda adına “Temsilat-ı
Kur’aniye” dediği bu metodu örnek alıp çokça kullanmıştır. Başta Sözler kitabı
olmak üzere, Mektubat, Lem’alar, Şualar gibi neredeyse bütün eserlerinde bu
metodu kullanmıştır. Bu metod, en zor ve ancak havassın anlayabileceği en derin
meseleleri herkesin istifadesine sunma noktasında çok önemli imkanlar sunmuştur.
“Bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsilat vasıtasıyla
en ami ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük
alimler tefhim edilmez deyip değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.”16
Temsillerin Risalelerdeki rolü çok yönlüdür. Bazen uzak
hakikatleri en yakın gösteren bir dürbün, bazen en dağınık meselelerin
toplattırıldığı bir vasıta, bazen en yüksek hakikatlere kolaylıkla ulaştıran bir
merdiven, bazen gaybî hakikatlere açılan bir pencere olarak karşımıza çıkar.
Temsillerin bu fevkalade kolaylaştırıcı özelliklerinden dolayı imanî ve İslamî
esaslara şuhuda yakın bir iman halini kazandırır insana. Böylelikle “akıl ile
beraber vehim ve hayal hatta nefis ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan
dahi teslim-i silaha mecbur olur.”17 Said Nursî, İ’caz-ı Kur’an’ın en
parlak aynası olan temsilatın şualarının Risale-i Nur’un yazılarına da
yansıdığını ve bunun kendisi için Allah’ın bir ihsanı olduğunu söyler.18
Said Nursi Sadeleştirme İşine Nasıl Bakmıştır?
Acaba Risale-i Nurlar nasıl yazılmış veya yazdırılmıştır? Kesbî
mi, yoksa vehbî bir ilim ile mi yazdırılmıştır? Yoksa hem kesbî hem de vehbî bir
ilim ile mi? Hangisi daha ağır basıyor? Nursi hayatta iken sadeleştirme
girişimleri olmuş mudur? Olmuşsa, buna karşı Nursi’nin tavrı nasıl olmuştur?
Bugün Risale-i Nurları sadeleştirme girişiminde bulunanlar Said Nursi’nin
hayatından veya Risale-i Nur’dan buna cevaz bulabilmişler midir?
Sanırım sadeleştirme tartışmalarını sağlıklı bir neticeye
bağlamak için bu soruların cevaplarını kaynağından; yani Said Nursi’nin
hayatından ve Risale-i Nurlardan bulup ortaya koymak gerekmektedir.
Said Nursi’nin daha gençliğinin erken dönemlerinde İslam’a ait
seksen-doksan temel kitabı hafızasına alıp ezberlediğini, ayrıca modern çağın
fen ve felsefesiyle de meşgul olduğunu Tarihçe-i Hayat’ından öğreniyoruz. Yani
hem pozitif hem de dini ilimlere vakıf bir şahsiyet olan Bediüzzaman’da, kesbî
ilim ziyadesiyle mevcuttur. Fakat bununla birlikte bir gerçek daha vardır. O da
risaleleri yazdırırken yanında Kur’an’dan başka hiçbir kitabın bulunmadığı
gerçeğidir.19 Nursi, kesbî ilmin bu noktada Kur’an hakikatlerine
ulaşmak için bir merdiven görevi gördüğünü ve sadece bir hazırlık devresi
oluşturduğunu belirtir. Risale-i Nurlardaki hakikatlerin ise bundan daha öte bir
şey olduğunu, Kur’an’ın mucize-i maneviyesinden feyz ve ilham yoluyla alınan
nurlar olduğunu bildirir.20
İlhamat, sünuhat, ihtarat Risale-i Nur’un telifinde ekseriyet
itibariyle vuku bulan hallerdir. Said Nursi bu durumu Risale-i Nur’un birkaç
yerinde açıkça ifade eder:
“Risale-i Nur’un mesaili ilimle, fikirle ve kastî bir ihtiyar
ile değil, ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.”21
“Hakaika dair mesailde külliyatları ve bazan da tafsilatları sunûhat-ı ilhamiye
nevinden olduğundan hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’idir.”22
“Hem telif ihtiyarımız dahilinde değil.”23
“İslamiyet’e olan hücumları akim bırakan Said Nursi gibi bir
müellifi elbette dahi bir müfessir-i Kur’an ve onun ilminin vehbi ve vasi
olduğuna eserleri olan Nur risalelerinin bir hayat boyunca okunmaya layık harika
bir şaheser olduğuna şüphe edilmez.”24
Risale-i Nurlar için Bediüzzaman “Kur’an’ın bir mucize-i
manevisidir” der. Bu tanımlama risalelerde çok zikredilir. Yaklaşık olarak 120
civarında bu tarz ifadeler görülmektedir. “Risasel-i Nurlar, Kur’an-ı
Mucizu’l-Beyanın bu asırda bir mucize-i manevisi olan yüksek ve parlak bir
tefsiridir.” (Nursi, Sözler, s. 716) cümlesi bunun örneklerinden birisidir.
Mucize-i manevi veya i’caz-ı manevi tabiriyle ifade edilmek istenen manevi ve
mânâ cihetindeki mucizeliktir. Bu ifade Kur’an’ın mucize olan manevî ve mânâ
cihetinden ilham yoluyla gelen bir kısım mucizevî hakikatlar” anlamını ifade
eder. (Güneşten aynaya yansıyan parıltı ve tecellileri gibi.) Yani Risale-i
Nurlar beşerî ve kesbî bir ilim ile değil, belki vehbî bir ilim ile yazılmıştır,
dolayısıyla beşerî ilmin tasarruf edemeyeceği hakikatlardır. (Risale-i Nur’un
Mahiyeti ve Sadeleştirme Meselesi, s. 106.107)
Belki bu sebepten dolayı Bediüzzaman kendisini Risale-i Nur’un
bir talebesi olarak kabul ediyor ve yazılmasına vesile olduğu eserleri tekrar
tekrar okuma ihtiyacını hissediyor. Bir yazar kendi yazdığı bir eseri yirmi,
otuz, kırk defa okur mu? Bediüzzaman okuduğuna göre bu eserleri kendi fikrinin
mahsulü olarak değil, Kur’an’dan gelen hakikatler olarak görüyor demektir. “Said
Nursi, bazan Risale-i Nur’dan okuyuvermek nimetini lutfettiği zaman der ki: Bu
benim dersimdir. Ben kendim için okuyorum. Bu risaleyi şimdiye kadar belki yüz
defa okumuşum. Fakat şimdi, yeni görüyormuşum gibi tekrar okumaya ihtiyaç ve
iştiyakım var.”25
Ve yine belki bu sebepten dolayı kendisi dahi Risale-i Nur’a
tasarruf etmekten, müdahale etmekten çekiniyor, hatta korkuyor: “Hem de ben
sünuhat-ı kalbiyemde, izahat için tasarruf yapamıyorum ki, tahririnden gelen acz
ve tağyirinden gelen havf dolayısıyla… Ancak kalbime doğduğu gibi yazıyorum.”26
Sadeleştirmeye Bediüzzaman’ın Tepkisi
Bediüzzaman’ın sağlığında sadeleştirme girişimleri olmuş mudur?
Olmuşsa, Nursi bunları nasıl karşılamıştır? Bediüzzaman ve Risale-i Nur
konusunda araştırmalara hayatını adamış, bu mevzuda en çok ve sağlıklı belgelere
sahip ve yine bu konuda epey eser vermiş olan ve hayatta iken Bediüzzaman’ı
birkaç defa ziyaret etmiş olan Abdulkadir Badıllı’nın sadeleştirme ile ilgili
tespitleri şöyledir: “İlk başlarda Hz. Üstad bazı talebelerine risalelerin
tanzim ve cümle dizilişleri vs için bir çok kere izin ve müsadeleri varid
olmuşsa da, 1949’dan itibaren hem ifadeleriyle hem de davranışlarıyla bu kapıyı
kapadığı gibi, aynı tarihlere rastlayan sadeleştirmeye ait bazı niyet ve
teşebbüsler karşısında da kesin tutumunu göstermiştir.”27
Mevzuyla ilgili yaşanmış hadiselere bakalım:
1. Bediüzzaman tarafından “Nur’un manevi avukatı” olarak iltifat
gören edib ve alim insan Ahmed Feyzi (Kul) Efendi 1949 yılında Afyon hapsinde
Bediüzzaman’a mektup yazarak Gençlik Rehberini sadeleştirerek yayınlamak
arzusunda olduğunu arzedince, Bediüzzaman bu işe razı olmadığını şu cümleyle
ifade eder: “Ancak o zaman benim imzamı değil, kendi imzanı atarsın.”28
2. Bediüzzaman 1955’te talebesi Hüsrev Altıkbaşak’a Muhakemat
isimli eserini Kur’an hattıyla teksiri için gönderir. Hüsrev Altınbaşak ise
Bediüzzaman’ın daha önce kendisine iltifaten verilmiş tanzim izinlerine binaen
“Muhakemat bu haliyle anlaşılmaz” diyerek sadeleştirerek mumlu kağıda basıp
Bediüzzaman’a gönderir. Muhakemat’ın yeni halini gören Bediüzzaman, Hüsrev
Altınbaşak’a yeni görevler vererek Muhakematın neşrini durdurur. Sonra
talebelerini toplayarak, “Siz hakem olun. Bakın şurada ben şu manayı
kastetmiştim, fakat o, bakınız başka şekilde anlamış ve yazmıştır. O halde bu
şekilde Muhakemat olarak neşri caiz midir? diye sorar.”29
3. Şu örnek de şair ve edip Necip Fazıl Kısakürek ile ilgilidir.
1952’de Necip Fazıl Risale-i Nur’dan bazı metinleri sadeleştirerek Büyük Doğu
mecmuasında neşretmeye başlar. Bunun üzerine Bediüzzaman talebelerini harekete
geçirerek neşriyatı durdurur.
Bediüzzaman’ın talebelerinden Ceylan Çalışkan ile Zübeyir
Gündüzalp, konuyla ilgili olarak Necip Fazıl’a uzun mektuplar yazarlar. 33
sayfalık Zübeyir Gündüzalp’in mektuplarından bir parçayı iktibas edelim: “Şu
ince noktayı siz gibi tasavvuf ehline arz ederiz ki; Risale-i Nur Bediüzzaman
hazretlerinin irade ve ihtiyarı ile telif edilen bir eser değildir. Zaman zaman
şedit ihtiyaç sıralarında ihtar-ı Rabbani ve ilham-ı İlahi ile yazdırılan
Kur’an-ı Hakim’in yirminci asırdaki bir mucize-i maneviyesidir. Bu hüccetli ve
aşikar hakikate nazaran; allâme-i cihan bir müellif dahi, Risale-i Nur’un bir
cümlesinde bile değişiklik yapmaya asla cesaret edemez.
Sizin "İdeolocya Örgüsü" ve diğer yazılarınız da başka
muharrirlere benzemiyor. Sizin size has üslubunuz, okuyucularınız üzerinde bir
tesir bırakıyor. Bununla beraber, "İdeolocya Örgüsü"nü bazı kimseler, "muğlak,
ağır, anlaşılmıyor" derler. Bu deyişler üzerine birisi kalksa da, sizin o
yazılarınızı, -mânâ bozulmasa dahi- cümlelerde değişiklik ve metin içinde
izahata kalkışsa, harika olan üslubunuzun hassasiyetini büsbütün kaybetmiş
olacaktır. Buna kat’iyyen müsaade etmezsiniz ya… Faraza ses çıkarmasanız, o
yazılardaki üslubun ciddiyet ve değeri ile alışkanlık peyda eden bizler hemen
itiraz ederiz.
Bir fikr-i beşer yazısındaki değişiklikler, üslubu tamamen
bozarsa; ilham-ı İlahi olan eserlere beşer fikrinin mahsulü sözler karıştığı
zaman, o şaheserlerin ne derece rencide olacağını, iz’an ve idrakinize havale
ediyorum.”30
Sonuç
Risale-i Nur, Allah, kainat, insan, hayat, ölüm vb. gibi en
temel meselelere Kur’anî bir perspektifle izahlar getiren bir yorumlar
külliyatıdır. Bu külliyatın, onu başka eserlerden ayıran, kendine özgü, güçlü
bir mantığa ve sağlam bir örgüye sahip, çok fonksiyonel bir dili vardır. Bu dil,
bu haliyle güzel, anlamlı ve etkilidir. İnsanı ilgilendiren en temel meseleler
ancak böyle bir lisanla ifade edilebilir. Dolayısıyla sadaleştirme anlamında
metnin aslına yapılacak bir müdahale onu bozar. Onu o olmaktan çıkarır. Başka
bir şey yapar. O şeye de artık “Risale-i Nur” demek mümkün olmaz. O derinlik, o
halavet, o te’sir, o ruh kaçar, kaybolur. Geriye kuru, yavan, ruhsuz, zevksiz
kelimeler yığını kalır.
Özet
Risale-i Nur adlı Kur’an tefsiri her katmandan geniş bir insan
kitlesine hitap eden bir külliyattır. Buna paralel olarak Risale-i Nur diliyle
ilgili mülahazalar hep gündemde kalmıştır. Risale-i Nur dili, Arapça, Farsça ve
Türkçe harmanlanması Osmanlı Türkçesi görünümünü verse de gerçekte Kur’an,
sünnet, Esmaü’l-Hüsna gibi kudsî kaynaklardan beslenir ve bunlara ait
terminoloji ile bizimle konuşur. Allah-insan-kainat ilişkilerini bu terminoloji
üzerine kurar. Varlık dünyasını da konuşturur. En temel meselelerin izahında
bilinçli olarak tercih ettiği bu dil ile Bediüzzaman, İslam’ın temel
kaynaklarıyla yeniden bağlantımızı kurmak istiyor ve bizi onlarla tanıştırıyor.
Risale-i Nur dili, gördüğü iş itibariyle çok fonksiyoneldir. Sadece akla hitap
etmekle kalmayıp kalp ruh ve diğer latifeleri de tatmin edecek bir muhtevaya
sahip bir lisan olması onu orijinal kılmakta ve adeta sadeleştirmeyi imkansız
hâle getirmektedir. Vehbilik tarafının bulunması ve ekseriyet itibariyle
ilhamat, sünuhat ve ihtarat mahsûlü bir eser olması da metnin aslına müdahale
etmeye izin vermemektedir. Bu sebeplerden dolayı, Bediüzzaman hayatta iken
sadeleştirme girişimlerine müsaade etmemiştir. Metin içinde geçen Arapça ve
Farsça kelimelerin Türkçe karşılıklarının verilmiş olması ve ayrıca temsili
hikayeciklerle en zor meselelerin dahi anlaşılır kılınmış olması okuyucuya
istifade noktasından büyük imkanlar sunmaktadır. Bu gün yüz binlerce insanın
risaleleri okuyarak ondan istifade ediyor olması, “Risale-i Nur dili
anlaşılmıyor, sadeleştirilmeli” iddiasını fiilen çürütmektedir.
Anahtar Kelimeler: Allah, kainat, Esmaü’l-Hüsna, insan,
Risale-i Nur, Bediüzzaman
Abstract
The Qur’an exegesis called as Risale-i Nur is a collection
talking to a vast body of people from every ranks of society. This leads to the
heavy discussions on the language of Risale-i Nur. Its language seems to be on
the surface as Ottoman Turkish with a number of words from Arabic and Persian.
However, it is based upon the Qur’an, tradition and the beautiful names of the
God, ultimately and communicates with us with their terminologies. It
establishes the relations between God-man-cosmos upon this terminology and makes
the world of being to speak. Bediüzzaman wants to re-establish our relationship
to the basic sources of Islam and to make them familiar to us while preferring
this language in the explanation of the basic issues. Therefore, the language of
Risale-i Nur is very functional. It is an original language in the sense that it
does not only address the reason but has a content that satisfies the heart,
spirit and other beauties of human being. For all of these reasons, the
simplification of the language of Risale-i Nur seems to be impossible. The
features of the work as an inspired work and its content full of warnings do not
allow to make any change in the original text. Owing to all of these facts,
Bediüzzaman did not allow to the simplification attempts during his life. The
Turkish correspondent of Arabic and Persian words and the small stories which
make the most difficult issues very understandable lead the reader to benefit
from the work easily. Today, the fact that hundred thousands of people can read
and understand these works disproves the claim of "the language of Risale-i Nur
is not understandable and therefore should be simplified".
Keywords: God, cosmos, Beautiful Names, human being, Risale-i
Nur, Bediüzzaman
Dipnotlar
1. Nursi, Said, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994.
s. 44
2. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994,
s. 303
3. Nursi, Said, Ayetü’l-Kübra, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul,
2000, s.22)
4. Age., s. 25
5. Age., s. 34
6. Age., s. 36
7. Age., s. 39
8. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş, İst, 2002, s. 504
9. Nursi, Said, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul, 1994, s. 45)
10. Nursi, Said, Mesnevi-i Nuriye, Abdulkadir Badıllı
Tercümesi, İstanbul,1998, s. 256)
11. Kaplan, Yusuf, Yeni Şafak Gazetesi, 04-07-2007
12. Kaplanı Yusuf, Agm.
13. Yıldız, Ahmet, İktidar Herşey Değildir, Karakalem
Yayınları, İstanbul, 2004, s. 190.
14. Karakoç, Sezai, İslam’ın Dirilişi, Diriliş Yayınları,
İstanbul, 1986, s. 38.
15. Risale-i Nur’un Mahiyeti ve Sadeleştirme Meselesi,
İttihad Yayıncılık, İstanbul, 1994, s. 77-78
16. Nursi, Said, Barla Lahikası, Yeni Asya Neş., İst, 2002
s. 16)
17. Nursi, Said, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Yeni Asya Neş,
İst., 2002, s. 209)
18. Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, Germany,
1994, s. 365
19. Nursi, Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neş., İst.,
s.146.
20. Nursi, Said, Sikke-i Tasdik-i Gaybi,Yeni Asya Neşriyat,
Germany, 1994, s.86
21. Nursi, Said, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
Germany, 1994, s.163; Barla Lahikası, s. 17, 97, 175
22. Nursi, Said, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
Germany, 1994, s. 94
23. Nursi, Said, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
Germany, 1994, s. 105
24. Gündüzalp, Zübeyir, Konferans, Sözler, Yeni Asya Neş,
Germany, 1994, s. 709
25. Age., s. 713
26. Nursi, Said, Mesnevi-i Nuriye, çev. Abdülkadir Badıllı,
İstanbul, 1996, s. 256
27. Badıllı, Abdülkadir, Risale-i Nur’un Neşir Tarihçesi,
Timaş Yayınları, İstanbul,1987, s. 41
28. Age., s. 41
29. Badıllı, Abdülkadir, Sadeleştirme Asri Bir Tahriftir,
tarihsiz, s. 15
30. Badıllı, Abdülkadir, Sadeleştirme Asri Bir Tahriftir,
tarihsiz, s. 18-19