The two important choices of Said Nursi
Türkiye ve Türkçe…
Bediüzzaman Said Nursi’nin, hayatının Yeni Said safhasında
yaptığı iki mühim tercihti bunlar. Pek çok hayatî tehlikeyi göze alıp Türkiye’yi
vatan, Türkçe’yi de lisân olarak seçerken niyeti, münhasıran yaşayacak yer ve
konuşacak dil bulmak değildi.
Zîra vatanı, misak-ı millîde çizdikleri hudutlarla sınırlandıran
devlet adamları vehmî korkuya kapılarak onu Van’dan sürgün etmek istediklerinde,
şehir eşrafının götürmeyi teklif ettiği Hicaz tarafları da kaybedilen vatan
topraklarının bir parçası idi.
Kendisini çok seven o insanların tekliflerini kabul ederek oraya
veya bir başka Müslüman beldesine gittiği takdirde aynı dine inandığı, hâllerine
âşina olduğu ve dillerini konuştuğu insanların arasında huzur içinde
yaşayabilirdi.
Onların, hayatları pahasına da olsa söylediklerini yapacaklarını
bildiği hâlde, “Ben Hicaz’da olsaydım buraya gelirdim” diyerek vatan tercihini
Anadolu’dan yana kullandı ve Türk milleti içinde yaşamaya karar verdi.
Maksadı sadece hayatını idame ettirmek değildi. “Kur’ân’ın
sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu âleme ispat etmek”1
İslâm’ın intişarını, imanın ihyasını sağlamak gibi ulvî hedefleri vardı.
Aslında götürülmek istendiği İslâm diyarlarında da bu ve benzeri
hedefler için çalışması mümkündü. Harekete geçtiği zaman pek çok din kardeşinin
yanında yer alıp kendisine yardım edeceğinden emindi.
Fakat o, hayatının gayesi hâline getirdiği o uhrevî hedeflere,
“Bin senedir İslâm’ın bayraktarlığını yapan” ve daha bin sene de yapma istidadı
gösteren bu milletle birlikte gitmeyi tercih etti.
Bu tercih, aynı zamanda konuşup yazacağı lisânı da ihtiva
ettiğinden, “Bir milletin mizacı, o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi,
lisân-ı millîsi de hissiyatının ma’kesidir”2 diyerek eserlerini
yazmak için lisân-ı millîyi, yani Türkçe’yi seçti.
Böylece dili için milleti değil, milleti için dili seçen Said
Nursi; eserlerini, Osmanlı hakimiyeti sayesinde kullanma sahası kıtaları içine
alacak kadar genişleyen ve kelime haznesi pek çok millete hitap edecek şekilde
zenginleşen Osmanlı Türkçesi ile yazmaya başladı.
Gerçi, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra vatanın sınırları ile birlikte
kendi düşünce hudutlarını da daraltan Cumhuriyet idarecileri; varlıklarının
esası olan din, dil, vatan ve millet hususunda Osmanlı’dan çok farklı temayüller
içine girmişlerdi.
Onun için devletin işleyişine hakim olduktan sonra, bazı Batılı
devletlerin de tahrikiyle İslâm dinini milletin hayatından çıkarmak, Türk
Dili’ni de tarihî bağlarından kopararak “yalnız Türkçeleşmiş sözleri değil,
bizzat Türkçe sözleri de değiştirip, kelime diye zevksiz, âhenksiz ve mâzisiz
bir takım sevilmez, anlaşılmaz sözcükler îcad etmek”3 suretiyle
kendilerine has yapma bir lisân hâline getirmek için devletin bütün imkânlarını
seferber ettiler.
Bu maksatla İsmail Habib gibi zamanın hükümetinin fikir
sözcülüğünü yapan bazı yazarlar “Vatan, milletin meydana getirdiği mefharetler
mecmuasıdır. Vatanı teşekkül ettiren milletse, milleti de millet yapan dildir.
Dilin vatandan daha mukaddes olduğunu anlamak için tarihlere bakmak yeterlidir”4
gibi iddialarla vatanı, milleti meydana getiren unsurların arasında kast-ı
mahsusla dine yer vermediler.
Resmî makamlar, sadece kendilerine destek olan yazarların
fikirlerini devlet imkânları ile yaymakla kalmadılar. Muhaliflerini susturmak
veya sindirmek için her yola başvurdular, susmayanları hapse atıp sürgüne
gönderdiler.
Said Nursi de çeşitli makam ve imkân ikramlarıyla susturulmak
istenmiş, onları kabul etmeyip Van’a giderek inzivaya çekilmesine rağmen, o
havalideki ahâlinin üzerindeki tesirinden korkularak Batı Anadolu’ya sürgün
edilmişti.
O bütün baskılara, zulümlere ve zecrî tedbirlere rağmen susmadı.
Her vesile ile gittiği yerlerde dinin, milleti meydana getirip vatanın
bütünlüğünü koruyan temel unsurlardan biri olduğunu ve milletin hayatında yer
alması gerektiğini anlattı.
Bunu yaparken, zaman zaman Menfi milliyetçilerin ve
unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi mecbur olup
demiş: “Dil, din bir ise millet birdir” gibi ifadelerle bazı resmî iddia
sahiplerinin bile milletin esasını teşkil eden unsurlar arasında dini saymaya
mecbur kaldığını hatırlattı.
Ardından da “Hakiki unsuriyet değil, belki dil, din vatan
münâsebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri
noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir”5 diyerek milleti
meydana getiren din, dil, vatan gibi unsurların, ancak birbirleri ile insicamlı
bir şekilde işlediği takdirde faydalı olacağına dikkat çekti.
Aslında devletin dile ve millete müdahalesi sadece Türkiye’ye
has bir hassasiyet değildi. Doğulu liderlerin yanı sıra Batılı devlet adamları
da bu değerlere müdahale ederek hakimiyetlerini sürdürmek istemişlerdi.
Memleketin geleceğine ve milletin huzuruna, mutluluğuna,
refahına dair farklı fikirlerini, lisânı kullanarak anlatmaya çalışan âlimler,
yazarlar, fikir adamları da sık sık bu baskılardan şikayet etmişlerdi.
Meselâ, yalnız Fransız edebiyatının değil, Batı medeniyetinin
mümtaz isimlerinden biri olan Montaigne bile “Kitabımı az insanlar ve az yıllar
için yazdım. Uzun ömürlü olabilmesi için daha sağlam bir dille yazılması
gerekirdi. Bizim dilimizin bugüne kadar sürekli değişmelerine bakılınca elli yıl
sonra şimdiki hâlinde kalacağını kim umabilir? İyi ve yararlı yazılar onu
kendilerine bağlayabilirse bağlar, göreceği rağbet de devletimizin kaderine göre
değişir”6 diyerek dili kendine bağlayan yazılarının tesir süresini ve
sahasını, devletinin kaderi ile sınırlamıştı.
Fakat Türkiye’de devlete hakim olan zihniyetler, muhataplarının
böyle makul düşüncelerle teselli bulmalarına fırsat vermeyecek kadar ağır
baskılar uyguladıklarından âlimler, şairler, yazarlar ve fikir adamları ya
kalemlerini onların emrine vermek ya da ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.
İnsan eli ile yapılabilecek baskı ve zulümlerin en
dehşetlilerine maruz bırakılan Said Nursi ise ne kalemini zalimlerin emrine
verdi, ne de vatanını terk etti. Sürgün sıfatı taşıyarak da olsa milletin
sinesine çekildi ve eserlerini telif etmeye başladı.
Isparta gibi “En ümmîsinden en okumuşuna kadar fevkalâde İslâm
yazısı bilen”7 insanların bulunduğu bir şehre sürülmesi ve
‘köylerinde bile inci gibi İslâm yazısı yazan erkek, kadın, yaşlı, çocuk pek çok
insanın onun etrafında toplanması, kaderin güzel bir tecellisi idi.
Hâl böyle olunca resmî yasaklar, fiilî baskılar, zecrî zulümler,
ümmî ama ârif insanları yıldıramadı. O söyledi talebeleri yazdı, köylüler
istinsah etti ve Risâleler matbaalarda basılmışçasına hızla çoğaltılıp
memleketin her yerine dağıtıldı.
Mütefekkir Cemil Meriç’in; “Said Nursi’nin kitapları tahkikî
imanın birer kalesi; kendi gönlümüzden, kendi toprağımızdan fışkıran saf bir
kaynak. Risâle-i Nurları anlamaya çalışmak, ancak bize nasip olabilecek en büyük
mükâfattır”8 şeklinde millî ifadelerle de tavsif ettiği Risâle-i Nur
külliyâtına millet sahip çıktı.
Bu umumî teveccühte, Bediüzzaman’ın eserlerinde her seviyeden
insana hitap etmek istediği için millet ekseriyetinin kullandığı kelimelerden
müteşekkil, yaşayan Türkçe tâbir edilen sade bir dil kullanmasının da tesiri
vardı.
Eserlerin muhtevasının Kur’ân tefsiri olması hasebiyle, lafzına
da mânâsına da müdahale edilemeyen Kur’ânî, imanî, İslâmî kelime ve terkipler
sıkça geçtiği için dil biraz ağırlaşmıştı ama o kelimeler milletin ibadet
dilinde de yer aldığından o ağırlık kitaplara gösterilen alakayı arttırdı.
Nitekim Bediüzzaman da Âyetü’l- Kübrâ eserini takdim ederken “Bu
ehemmiyetli risâlenin herkes her bir meselesini anlamaz; fakat hissesiz de
kalmaz. Büyük bir bahçeye giren kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri
yetişmez, fakat eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil.
Belki elleri uzun olanların hisseleri de var” diyerek Risâle-i Nur’un lisânının
bu hususiyetini nazara verdi.
Risâle-i Nurlar, resmî makamlar tarafından kanunsuz da olsa
yasaklanmak istendiği ve okuyanlara, yazanlara, üzerinde taşıyıp evinde
bulunduranlara ağır cezalar verildiği hâlde millet mâbeyninde mâkes buldu.
Onun için Said Nursi, Montaigne gibi kitaplarının geleceğini
devletin kaderine bağlayıp tesir süresini, hitap sahasını zamanın şartları ve
vatanın hudutları ile sınırlamak yerine eserlerini milletin imanına, irfanına,
iz’anına emanet etti.
Çünkü milletlerin hayatı devletlerin ömrü ile mukayyet olmadığı
ve devletler yıkılsa da milletler içlerinden yeni devletler çıkararak yaşamaya
devam ettikleri için millete mal olan Risâleler de asırlar boyu o milletlerle
birlikte yaşayacaktı.
Montaigne’nin kendi eseri için söylediği “Uzun ömürlü olabilmesi
için daha sağlam bir dille yazılması gerekirdi” sözleri, sağlam bir dille
yazılması hasebiyle bir bakıma kendisinin “Risâle-i Nur, bu asrı ve gelecek
asırları tenvir edecek olan bir mu’cize-i Kur’âniyedir” şeklinde tavsif ettiği
eserlerinde tecelli etti.
Bu itibarla Said Nursi, muhteva itibariyle bütün insanlığa hitap
eden Risâle-i Nurları, Türkçe’nin asırlarca konuşularak zenginleşip olgunlaşmış
en sağlam şekliyle yazdığı için o lisâna da Nurlarla birlikte asırlarca
yaşayarak dünya dillerinin arasına girme şansı kazandırdı.
Bununla da kalmadı, Birinci Şua adlı eserinde, İbrahim
Sûresi’nin dördüncü âyetinden aldığı işaretle Kur’ân-ı Kerim’in, “Risâle-i
Nur’un Türkçe olmasını tahsin ettiğini” anlatarak Türkçe’ye bir nevi kudsiyet
kazandırdığını da ima etti.
Risâle-i Nur’un muhtevası ve lisânı birbiriyle öylesine kaynaştı
ve insicamlı bir terennüm hâline geldi ki Said Nursi, 1933 yılında başlatılan
dil inkılâbı ile Arap elifbası bırakılıp Lâtin alfabesine geçildikten sonra da
tercihinde herhangi bir değişiklik yapmadı.
Hatta, Hüsrev Efendi gibi “Nurun elmas kalemi” diye tavsif
ettiği ve vârisleri arasında saydığı talebesinin karşı çıkmasına rağmen
Risâlelerinin Lâtin harfleri ile neşredilmesine izin verdi. Lâkin, hangi
mülahaza ile olursa olsun, Risâle-i Nur’un kelimelerinin değiştirilmek
istenmesine – velev ki bazı uzun sesleri kısa, yumuşak sesleri sert okumak
kabilinden de olsa – müsaade etmedi.
Zaten merhum Cemil Meriç’in “Bediüzzaman Said Nursi’nin
eserlerini, ancak Said Nursi kabiliyetinde ve İslâmî kelime hazinesini onun
kadar iyi bilen birisi nihayet tevil ve tefsire kalkışabilir. Bunu da ne kadar
yapabileceği, yaptıktan sonra belli olur. Risâle-i Nur’un kelimeleri üzerinde
oynamak kimsenin hakkı da değildir, haddi de değildir”9 sözleri ile
ifade ettiği gibi buna tevessül ve teşebbüs etmek cür’etkârlık olurdu.
Zîra “En derin mesâili en âmiye, belki bir çocuğa zararsız
olarak bildiren ve gıda hükmündeki hakikatlerinden hem aklın, hem kalbin, hem
ruhun, hem nefsin, hem hissin hissesini alabildiği Risâle-i Nur” müellifinin
bile müdahale etmediği hârikulâde bir üslûp mükemmelliğine ve hitap zenginliğine
sahipti.
Buna rağmen, resmî sıfat taşıyan veya belli gruplara tarafgirâne
fikrî mensubiyet hisseden bazı şahıslar, sahanın mütehassısı pek çok insan
tarafından defalarca dile getirilen bu gerçeği bir türlü görmek istemediler.
Onun için Risâle-i Nur’a muaraza nazarı ile bakan bazı muannit
insanlar, lisânını bahane ederek mânâsına sırt çevirdiler ve imanın, Kur’ân’ın
ebedî nurundan kendilerini de çevrelerini de mahrum bıraktılar.
Bazı münekkit mizaçlı heveskârlar ise mânâ için lisânı feda
ederek Risâle- i Nurları sadeleştirmeye kalktılar. Fakat başarılı olamadılar ve
hem mânâsının uhrevî letafetinden, hem de lisânının edebî terennüm lezzetinden
mahrum kaldılar.
Hâlbuki onlar da Said Nursi’ye biraz insafla bakabilselerdi,
Bilgi Üniversitesi’nden Yusuf Kaplan’ın, “Medeniyet dilinin kurulabilmesi için
kesinlikle Bediüzzaman birincil kaynak. Bediüzzaman’ın eserlerinde, dilinde
müthiş bir şiirsellik var. Bediüzzaman hem düşünce dilinin muhkemliği açısından,
hem de grametik zenginliği açısından çok önemli bir kaynak. Bunu özellikle bizim
‘entel/dantel’ takımının kavraması lâzım” sözleri ile ifade ettiği gerçeği
görecekler ve Risâle-i Nur külliyâtının lisânı hususunda milletin zihninde
teşekkül ettirilmek istenen kanaat kargaşasına âlet olmayacaklardı.
Böylece, hem tarihî gerçeklere mugayir hareket etmeyecekler, hem
de milletin hassasiyetlerine saygı gösterecekler ve yetişmelerine vesile olan
cemiyete hizmet etme mükellefiyetinin icaplarını yerine getirme fazileti
göstereceklerdi.
Fakat Risâle-i Nur’un diline, üslûbuna, muhtevasına,
meselelerine ve mefhumlarına yabancı kalan o insanlar -sayıları istisna
addedilecek kadar az da olsa- kanaatlerini ulu orta yazıp söyleyerek milletin
müsamahasının tezahür etmesine vesile oldular.
Şurası muhakkak ki, geçmişte olduğu gibi bu gün de, gelecekte de
bu milletin; imanını kurtarıp kuvvetlendirmek için olduğu kadar, dilini öğrenmek
ve medeniyetini anlamak için de Risâle-i Nur’a ihtiyacı var.
Çünkü Cemil Meriç’in mezkur kaynakta da dediği gibi “Risâle-i
Nurları okumadan ne Türk Dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi öğrenilebilir.
Risâle-i Nurlar bizim millî hazinelerimizdir.”
Öz
Türkiye ve Türkçe, Bediüzzaman Said Nursi’nin, hayatının Yeni
Said safhasında yaptığı iki mühim tercihtir. Türkiye’yi vatan, Türkçe’yi de
lisân olarak seçen Bediüzzaman’ın niyeti, sadece yaşayacak bir yer ve konuşacak
bir dil bulmak değildir. Bediüzzaman’ın “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez mânevî
bir güneş hükmünde olduğunu âleme ispat etmek” gibi İslâm’ın intişarı ve imanın
ihyası gibi ulvî hedefleri vardır. Bu nedenle o, “Bir milletin mizacı, o
milletin hissiyatının menşei olduğu gibi, lisân-ı millîsi de hissiyatının
ma’kesidir” diyerek, eserlerini yazmak için lisân-ı millîyi; yani Türkçe’yi
seçer. Bu çalışmada bu tercihin nedenleri ile bu dilin önemi üzerinde
durulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Dil, lisan-ı milli, Türkçe, din, millet
Abstract
Bediüzzaman Said Nursi made two important choices during his
life period of New Said: Turkey and Turkish language. Said Nursi, who preferred
Turkey as his homeland and Turkish language as the language did not only intend
to find out a place to live and a language to speak. He has very sublime targets
as proving that Qur’an is an endless spiritual sun, spreading Islam and renewing
the faith. For this reason, he mentions that "as the characteristic of a nation
is the origin of the feeling of the same nation, the national language is the
mirror of the feelings" and choose the national language, i.e., Turkish. This
article notices the reasons of this choice and the significance of the language.
Keywords: Language, national language, Turkish, religion,
nation
Dipnotlar
1. Bediüzzaman Said Nursi, Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı,
Yeni Asya Neş., s. 44
2. Bediüzzaman, Muhakemât, Yeni Asya Neş. İstanbul 2007, s.
122
3. N. Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyatı
İstanbul 1975, s. 4
4. Nejat Muallimoğlu, Deyimler, Atasözleri…, Muallimoğlu
yay. İst. 1983 s. 8
5. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubât, Yeni Asya Neşriyat,
1994 s. 314
6. Montaigne, Denemeler, Cem Yayınevi, İstanbul 1979, s. 188
7. Necmeddin Şahiner, Nurculuk Nedir? Yeni Asya Yay,
İstanbul 1990. (Şerif Mardin mad. s. 21)
8. A.g.e, (Cemil Meriç Mad.), s. 12
9. A.g.e, s. 17