Türkiye’nin milli güvenlik konsepti içerisinde en önemli yeri, hiç kuşkusuz "irtica tehlikesi" almaktadır. Bu "tehlike" 28 Şubat Sürecinde gündemde olduğu gibi, Türkiye’nin bir asırlık geçmişinde de derin izler bırakmıştır. Resmi söylemde
irtica bir "gulyabani" gibidir. Bu dehşetli tehlike o kadar etkilidir ki, önleyebilmek için, temel hak ve hürriyetlerden Türkiye’nin demokratikleşmesine kadar birçok şey, feda edilmiş, hala da feda edilmeye devam edilmektedir.
1909’da II. Meşrutiyetin sağladığı hürriyetçi ortam, irticayı önlemeye kurban verilmişti. O tarihte başlayan mekanizma, daha sonraki yıllarda da işlemeye devam etti. Şeyh Said Olayı bahane edilerek 1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Menemen Olayı bahane
edilerek 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası kapatıldı. 1960’dan itibaren her on senede bir, periyodik olarak askeri ihtilal yapılmasının gerekçesi de irtica oldu. "28 Şubat Süreci" diye tanımlanan dönemde, irtica bahane edilerek yapılan uygulamalar hayatın her alanını
etkiledi: Siyaset, eğitim ve sermaye üzerinde düzenleyici çalışmalar yapıldı. İrtica ile ilgisi olduğu düşünülen partiler kapatıldı. İmam-hatip okulları incelemeye alınarak yeni düzenlemelere tabi tutuldu. Bu yoldaki önemli bir icraat, bu okulların orta kısımlarını kapatmak
oldu. Başörtüsü ile okullara girilmesi yasaklandı. Kur’an kurslarına giden öğrenciler için yaş sınırı getirildi. İrtica ile ilişkilendirilen devlet memurlarının görevine son verildi. Sermaye piyasasında da irtica ile ilgisi olduğu düşünülen şirketler kamuoyuna ilan edildi,
gelişmelerinin önüne geçebilmek için tedbirler alındı.
Gerçekten "ne"ydi bu irtica? Böyle bir tehlikenin varlığından sözedebilir miydik; yoksa irtica, zihinlerdeki mevhum bir tehlike ya da ardına başka emellerin gizlendiği bir maske miydi?
İşte, "İrtica" dosyamızı hazırlamaya bu kaygılarla başladık. İrticanın "ne" olduğu sorusuna cevap sadedinde bulunacağımız katkının hazzıyla çalıştık. Temennimiz, bu ülkenin sağ duyulu aydınlarını sembol ve sloganları terkederek düşünmeye
ve sorgulamaya sevkedebilmektir.
Aslında, "ileri" ve "geri" kavramları, subjektif ve ideolojik bir tanımlama biçimi ile algılandığından, tarafsız ve objektif bir tanımı üzerinde ittifak etmek imkansız gibi görünmektedir. Çünkü ileri/geri ifadelerinin "ne"yin
ilerisinde/gerisinde olduğunu söylerken "tasavvur edilen" bir ölçüye gönderme yapılır. Şayet bu ölçü evrensel değerler olmazsa farklı farklı ileri/geri tanımlarının olması kaçınılmazdır.
Türkiye’de bu kavramın ele alınış biçimi, Batılılaşma tarihimizle doğrudan ilgilidir. Batılı değerlere aşina olmaya başladığımız Tanzimat’la beraber, "ilerleme fikri" tartışılmaya başlanmış; "terakki", "tedenni",
"icab-ı asra intibak", gibi kavramlar sürekli gündemde kalmıştır. Ancak bu aşamada; geri olan, kendini yenilemekte güçlük çeken, bunun sonucu olarak da cephelerde sürekli yenilen Osmanlı Devleti; ileri olan ise, on altıncı yüzyıldan itibaren her alanda büyük gelişmeler
gösteren Batı olarak algılanmıştır. Batının teknolojik üstünlüğü, dünyanın diğer -Batı dışı- toplumları üzerinde medeniyet açısından üstünlük kurmasına zemin hazırlamıştır.
On altıncı yüzyıldan yirminci yüzyılın başlarına kadar, Batı Aydınlanmasının ürettiği bilim anlayışı, fizik alemi akla dayalı "matemaktiksel kanunlar" ve "determinizm" çerçevesinde ele aldı. Bu anlayış, Batı’da "objektif ve
mutlak" olarak algılanıyordu. Bunun sonucu olarak, fizik alemle ilgili yaklaşık öngörülerde bulunabilme cesareti de kazanılmıştı. Bu cesaret, tabii bilimlerdeki bu anlayışın sosyal bilimlere de taşınabileceği sonucunu getirdi.
Fransız İhtilali’nden sonra, tabii bilimlerde ulaşılan nokta, sosyoloji ilminde de uygulanarak tasavvur edildiği gibi toplumların inşa edilmesi için çalışılmaya başlandı. 19. yüzyılda gelişen ulus-devletlerin zeminini böyle bir durum oluşturur. "Mutlak
iyi" ve "objektif bilgi" elde edilmiş ve bu malzemeler toplumsal alana ulus-devletlerle taşınmaya başlanmıştır.
Osmanlı Devleti’nde, İttihad ve Terakki Partisi’nin heterojen yapısı içerisinde beliren milliyetçi ve pozitivist ruh, böyle bir arkaplanla açıklanabilir. Cumhuriyet devrinde yapılan reformlarla, hatların daha da netleştiği görülür. Kemalist reformlar, 20. yüzyıla
kadar, Batı’da büyük bir ekseriyet tarafından mutlak bilgi olarak kabul edilen Pozitivist yaklaşımları esas alarak hayata geçirmeye çalıştı. Dolayısıyla da toplumun sekülerleştirilmesi sürecinde dinin toplum hayatındaki yeri yavaş yavaş yok edilmeye çalışıldı. Bu anlayışta
din geriliği temsil eden, eski zamanlarda kalması gereken bir çağdışılık simgesi olarak sunuldu.
Halbuki Pozitivizmin dini dışlayan yapısı 20. yüzyılın başlarında büyük yara almıştı. Tabii bilimlerdeki "akılcı, rasyonel ve olgucu" bilgi edinme yöntemi, "genelgeçer", "objektif" dolayısıyla da "mutlak" niteliğini,
izafiyet teorisi ve kuantum mekaniği ile önemli ölçüde yitirdi. Ancak, bu gelişme toplum bilimlerine taşınmamış; "mutlak bilgilerle donatılmış medeni toplumlar üretme çabası" ulus-devletler eliyle sürdürülmüştür.
İşte Türkiye’deki irtica tartışmaları bu zeminde düşünülmelidir. Resmi ideoloji, tabii ve sosyal olayları mutlak objektif bilgi dediği Pozitivist nedensellik ile açıklama yoluna gitmiştir. Böyle bir anlayışa sahip olmayanlar da "irtica" ile suçlanmış;
mürteci şeklinde nitelendirilmiştir.
Bediüzzaman, resmi ideolojinin dini referans alanları, dini hayatına taşıyanları, Pozitivizmin dini kabul etmeyen ilkelerini reddedenleri "mürteci" olarak suçlayan tutumuna şiddetle karşı çıkmıştır. Gerçek bir adalet ve insaniyet olan İslamiyet’in
irtica ile irtibatının kurulmasındaki tersliğin büyüklüğünü "mel’un Yezid’in zulmünü adalet-i Ömeriyeye tercih etmek" örneğiyle anlatılır. Yani, İslamiyeti irtica olarak görmek, Yezid’in zulmünü Hz. Ömer’in adaletine tercih etmek kadar dehşetli bir yanılgıdır.
Bediüzzaman’a göre irtica, "Gizli menfì komitelerin" amaçlarına ulaşabilmek için, dindar insanları suçlama aracı olarak kullandıkları bir maskedir. (Tarihçe-i Hayat, 212) Bediüzzaman, Kemalist reformcuların "ileri" olarak sundukları Pozitivist nedenselliğin, boşluk
ve tutarsızlıklarını Risale-i Nur Külliyatı adı verilen eserlerinde yazar. Ona göre İslamiyet’i irtica ile suçlayanlar, "siyaseti dinsizliğe âlet yapan" ve insanlığın yaşadığı "vahşet ve bedevîliğin bir kanun-u esasîsine irticaa" (dönmeye) çalışan ve
"hamiyet maskesi"ni başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanlarıdır.
Bediüzzaman, irticanın evrensel tanımı ile Kemalist reformcuların tutumunu da kıyaslar: İrtica evrensel olarak, "vahşet ve bedeviyet zamanları"nın bir özelliği olan istibdat ve zulümdür. (Emirdağ Lahikası, 318) "Bu milleti İslamiyet’ten evvelki
adetlerine" döndürmeye çalışmaktır. (Münazarat, 142) Yani "ileri" ya da "geri" olan zamanla değil, değerlerle ilgilidir. Geri olan değerler sadece Cahiliyye döneminde bulunmaz; her zaman bulunur. Bütün zamanlarda "zulüm", "istibdat" ve
"sefahat" gibi durumları hayatlarına taşıyanlar "mürteci" ismine layık kişilerdir. İleri olan ise, İlahi mesaj çerçevesinde oluşturulan hayat tarzıdır. Yani, "adalet", "hürriyet" ve "ahlak"tır. Bu anlamda "ilerici" ve
"gerici" her asırda ve her yerde vardır. Dünya var oldukça da var olmaya devam edecektir.
Dosyamızda yazısı yer alan yazarlarımızdan M. Ali Kaya ve Hüdaverdi Adam’ın çalışmaları, Bediüzzaman’ın Vahşet ve Bedeviyet dönemlerinin özelliği dediği irtica kavramını anlamak için önemli malzemeler sunuyor. Kaya, Kur’an ve Sünnette irticanın ifade
ediliş biçimine dikkatleri çekerek, Bediüzzaman’ın "Vahşet ve Bedeviyet zamanlarının" özellikleri olarak ifade ettiği irticanın, kutsal metinlerdeki yerini arıyor. Adam ise, din ile irtica arasında irtibat aramanın yanlışlığına vurgu yaparak; bu temel yanılgıyı açıklayabilmek
için dinin ne olduğu üzerine duruyor. Ayrıca, insanları bu yanılgıya iten temel faktörün dinin gereği kadar bilinmemesinden kaynaklandığını ifade ediyor. Yazısını dinin gereği kadar bilinmemesi üzerine inşa eden bir yazı da Feyzullah Cihangir’e ait. Cihangir, bu çalışmasında
Müslümanların kendilerini yeterince anlatamadıkları ve dünyadaki gelişen kültüre paralel olarak kendilerini yenileyemedikleri tezi üzerinde duruyor; özellikle 1950’lerden sonra yetişmiş aydın sayısının yeterli olmamasının İslam’ın doğru tanıtılmasını engellediğini iddia
ediyor.
Yazısını irticanın ne olduğu konusuna ayıran Hüseyin Hatemi, irticanın soykütüğünü çıkarmış, Batı’da ve bizde kavrama yüklenen anlamlar, bu yazıda okunabilir. Hatemi’nin lügatler dünyasındaki seyahati, irtica kelimesine ilk defa 1881’de Wiesenthal lügatinde
rastlandığını göstermesi bakımından önemli bir nokta. Bu sözlükte, irticanın tanımlarından birisinin de "men-i hürriyet mesleği" olması oldukça ilgi çekici bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Yusuf Kaplan, Reha Fırat ve Durmuş Hocaoğlu irticanın evrensel ölçekteki izlerini arıyorlar. Kaplan, küresel seküler sistemin içerisinde irticanın durduğu yeri tespite çalışıyor. Ona göre irtica söylemi, İslam dünyasının geri kalmaya başladığı andan
itibaren var olmuştur. Bu söylemin İslam dünyasını görünüşte çağdaşlaştırmak ama gerçekte İslam kültüründen uzaklaştırmak amacıyla icat edildiğini belirtir. Ayrıca ortaya çıkarılış nedeni de Batı’nın meydan okuyuşuna karşı güçlü bir İslam medeniyetinin ortaya
çıkmasının önlenmek istenmesidir. Kaplan’ın dikkat çektiği, Batı’nın meydan okuması karşısındaki benzer zihin yapılarının özelliklerini, Fırat’ın anlamaya çalıştığını görüyoruz. Fırat, yenilik karşısındaki bireylerin kendilerini güvensizlik içerisinde hissettiğini
belirtiyor. Bunun nedeni tehdidin belirsizliğidir. İşte değişimin duygu karşılığı "tehdidin belirsizliği" değil, ancak "belirsizliğin tehdidi"dir. İkisi de kişideki "güven içinde olma" duygusunu zedelemektedir.
Hocaoğlu, Türkiye’deki irtica tartışmalarının yapıldığı zeminin sığlığından şikayet ettiği yazısında, öncelikle insanlığın genel olarak bir "ilerleme" yeteneğine sahip olduğu fikrinin özü îtibâriyle kabul edilmeye değer olduğundan sözediyor.
Ancak bu ilerlemenin zamana bağlı olarak ifade edilen ilerleme olmadığını anlatıyor. Ona göre, tarihte ileriye gitmek için zaman zaman geri dönüşlerin de olması gerekir.
Dosyamızdaki yazılardan bir kısmı da irtica tartışmalarında önemli bir yeri olan 31 Mart olayıyla ilgili tartışmalardan oluşuyor. Bu bağlamda ele alınan üç yazı Nazmi Eroğlu, Kemal Kızıltoprak ve Selim Sönmez’e ait. Eroğlu bu çalışmasında, 31 Mart olayının
önemli bir nedeni olan İttihad ve Terakki Partisi’nin istibdadını inceliyor. Kızıltoprak ise, olayda ulemanın rolünü aydınlatma bağlamında, Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin beyannameleri üzerinde duruyor. Bu beyannameler, isyan olayı karşısında ulemanın tavrını ortaya koyarak,
31 Mart Olayı ile ilgili yerleşmiş kanaatlerden birisi olan, ulemanın isyanı desteklediği yönündeki yanılgıya dikkati çekiyor.
Sönmez de öteden beri üzerinde polemikler yapılan bir konu üzerinde çalışmış. "Bediüzzaman Said Nursi’nin 31 Mart olayındaki tavrı" başlığı altında, Bediüzzaman’ın o dönemdeki tavırlarını dönemin gazetelerindeki bilgiler ışığında
inceliyor. Bu çalışmada dikkat çeken noktalardan birisi, 31 Mart Olayının iki farklı süreçten oluşan yapısının dikkatlere sunulması; diğeri ise, Bediüzzaman’ın 31 Mart olayında askerleri yatıştırmak ve isyanın daha az zararla atlatılması için yaptığı gayretlerin anlatılmasıdır.
Sönmez’in Bediüzzaman’ın 31 Mart Olayındaki tavrını inceleyen çalışmasının Kızıltoprak’ın yazısı ile beraber düşünülmesi neticesinde, Bediüzzaman’ın dönemin uleması ile Meşrutiyeti koruma ve sahip çıkmada aynı şeyleri düşündüğü görülecektir.
Dosya konusu "Müzik" olan Yaz/2002 sayımızla yeniden buluşmayı ümit ederek, irticanın farklı boyutlarının analiz edildiği dosyamızla sizleri başbaşa bırakıyoruz.