Padişahlıkla idare edilen Osmanlı Devletinin, Hitler
Almanya’sında veya Mussolini İtalya’sında olduğu gibi ırkçı bir diktatörlükle
idare edildiğini söylemek tarihi realiteleri saptırmak anlamına gelir. Çünkü
Osmanlı yönetim şeklinde padişahlar tamamen sınırsız bir yetkiye sahip
değillerdi. Aynı zamanda İslamın “kardeşlik” potasında eridikleri için de
ırkçılığı ön plana çıkarmamışlardı.

Osmanlı döneminde idarecilerin yapması muhtemel yanlışlıklar,
İslamdan kuvvetini alan çeşitli kontrol mekanizmaları tarafından engelleniyordu.
Örneğin; Kanuni Sultan Süleyman tarafından çıkarılan Kanunnamelerin, böyle bir
kontrol mekanizmasını oluşturma hedefine yönelik olduğu söylenebilir. Diğer
taraftan Yavuz Sultan Selim ile birlikte padişahların “halife” de olmaları, dini
bir yükümlülük de getirmiş ve “otokontrol” sistemi teşekkül etmiştir.

Ancak mutlakıyet benzeri bir yönetim şeklinin, İslamın ilk
başlarında ortaya çıkıp, dört halife ile devam eden bugünkü seçimi de
çağrıştıran “biat” sistemine uygunluk arz ettiği söylenemez. Babadan oğula geçen
padişahlık ve halifelik Emevi döneminden beri devam eden İslamın ruhuna aykırı
bir geleneğin uzantısından ibarettir. Bunun için halkın veya idari sistemin,
bazen keyfî, bazen de “mecburi” bir şekilde istibdada kaydığı vaki olmuştur.
İslamın hürriyet anlayışında ise istibdat yoktur; kula kul olmak değil, Allah’a
kul olmak vardır. Aslında baskıyı netice veren diktatörlük insan fıtratına
aykırıdır. Bir dine inansın inanmasın herkeste baskıya karşı koyma ve isyan etme
duygusu vardır. Bu se-beple diktatörlük, yalnız İslam topluluklarında değil,
bütün toplumlarda toplumsal muhalefetle karşılaşmıştır. Avrupa’da ortaçağda
kilisenin halk üzerindeki baskısı, reform hareketlerini doğurmuş, Hıristiyanlık
çeşitli mezheplere bölünmüştür. Dünya tarihinde baskıya boyun eğmeyen pek çok
örnek görmek mümkündür.

İşte Sultan Abdülhamid’in Bediüzzaman’ın ifadesiyle “mecbur
kaldığı istibdadına” karşı toplumun her kesiminden yükselen muhalefet sesleri,
esasen fıtrata uygun seslerdi. Bu yüzden Birinci ve İkinci Meşrutiyet denemeleri
ile bu toplumsal muhalefet bastırılmaya, frenlenmeye çalışılmıştır.

Dini atmosfer

Ülkemizi işgal eden İngiliz, Fransız İtalyan ve Yunan gibi
düşman kuvvetlere karşı Anadoludan başlayan kurtuluş hareketinin önemli bir
karakteristiği vardır. Bu özellik Anadolunun çeşitli yerlerinde yapılan
kongrelerde hazırlanan bildirilerde de kendini göstermektedir.

Örneğin Erzurum Kongresinde “saltanat ve hilafetin kurtuluşu
için yapılacak faaliyetler”den bahsedilmektedir. İşte yokluklar içinde kıvranan
Anadolu insanını harekete geçiren hususların başında hilafet merkezinin ve
halifenin tehlikede olması vardır. Yani burada “din unsurunun” büyük bir
ehemmiyeti haiz olduğu anlaşılmaktadır. Kurtuluş Savaşında sarıklı mücahitlerin
oynadıkları rol de inkar edilemez gerçekler arasındadır. Hatta Celal Bayar’ın
“Galip Hoca” adıyla Anadoluyu karış karış dolaşıp halkın dini hissiyatını
galeyena getirmeye çalıştığı da yakın tarihimizin unutulmaz sayfaları arasında
yer almaktadır.

Halkın topyekün gayretleriyle elde edilen zaferin akabinde, 23
Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılmıştır. BMM’nin açılışında da Kurtuluş
Savaşının ve o savaşı zaferle sonuçlandıran halkın ruhuna uygun olarak, “dini
atmosferin hakim olduğu” tarihen sabittir. BMM’nin açılışının Cuma gününe
tesadüf ettirilmesi, Hacı Bayram Camiinde kılınacak Cuma namazından sonra,
sakal-ı şerif ve sancak-ı şerif taşınarak, mevlidler okunarak, kurbanlar
kesilerek, dualarla açılışın yapılması dini atmosferin hakimiyetini açık bir
şekilde göstermektedir.

Bunun yanında BMM’de de demokratik bir hava vardı. Hassas
konuların müzakere-sinde çok şiddetli tartışmaların çıktığı, ikinci ve birinci
gruba mensup olan milletvekillerinin birbirlerine girdikleri bilinmektedir.

Dikensiz gül bahçesi

Mecliste milletin ve dinin lehinde olan konuların
savunucularının çok olması Meclis başkanını rahatsız etmiş olacak ki, birinci
Lozan görüşmelerinin inkıtaa uğradığı bir zamanda meclis aniden feshedilmiştir.
Kısa bir müddet sonra ise iki dereceli bir seçimle Meclis yeniden teşekkül
ettirildi. Fakat yeni kurulan meclis adeta dikensiz bir gül bahçesine
çevrilmişti.

Birinci Mecliste problem çıkardığı ileri sürülen ve ikinci gruba
mensup olan milletvekillerinden çoğu bu meclise sokulmamıştır. İşte bu uyumlu
meclis, hem Lozan antlaşmasını imzalamış, hem Cumhuriyeti ilan etmiş, hem de bir
dizi inkılapları gerçekleştirmiştir. İşte Cumhuri-yetin ilanından sonra ortaya
koyulan tavrın, ne dinî, ne de demokratik bir yönü vardır.

Halbuki Bediüzzaman Said Nursi, Mustafa Kemal’in ısrarlı
davetleri üzerine gittiği Ankara’da BMM’de yayınladığı bir bildiride ekseriyeti
dindar olan bu milletin fıtratına uygun bir cereyan verilmesini
milletvekillerinden istemiş, onları dinde laubalilik yapmamaya çağırmış, namaz
gibi hususlarda hassas olmaya davet etmiştir. Hatta bu beyannamenin sonunda “bu
inkılabın temel taşları sağlam gerek” ifadesini kullanma ihtiyacı duymuştur.
(Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1976, s. 125-126)

İstismar edilen cumhuriyet

Zaman zaman diktatörlüğe kayan padişahlıktan Meşrutiyete,
Meşrutiyetten Cumhuriyete geçilmiş olması elbette Türkiye için bir kazançtır.
Fakat geçen süre, Cumhuriyetin çeşitli şekillerde istismar edilerek, istibdada
alet edildiğini göstermiştir. Esasen Cumhuriyetin kendisi böyle bir istismarı
hak etmemektedir. Ona bu zulmü reva görenlerin, Cumhuriyetle beraber “cumhur”u
yani halkı, kamuoyunu da “rencide” ettikleri çok iyi bilinmelidir.

Burada ilginç olan bir nokta var: Kurtuluş Savaşında ve BMM’de
hakim olan “dini atmosfer” Cumhuriyetin kuruluşunda da egemendir. Nasıl olduğunu
Süleyman Demirel’in bir beyanatından öğrenelim: “TC Devleti kuruluşta dinî bir
devlettir. 1928’e kadar devam eden bu anayasa, “dev-letin dini, din-i İslam”dır
diyor. 1928’de “din-i İslam”dır tabiri kaldırılıyor. Laik tabiri yok. 14 sene
sonra, 1937’de laiklik tabiri geliyor. (Cumhuriyet, 5 Ocak 1987)

Buradan anlaşılan mânâ, TC’nin M. Kemal’in Cumhurbaşkanlığını
yaptığı beş senelik devrede, Laik bir devlet olmadığıdır. Bu tarihi gerçeği
görmezden gelmenin veya saptırmanın mümkün olmadığı açıktır. O halde
Cumhuriyetimiz kendisini o güne getiren şartlara da uygun olarak “dindar bir
cumhuriyet” idi. İşte bu Cumhuriyet Bediüzzaman’ın hürriyet, meşrutiyet ve
cumhuriyet tahlilleri ile de paralellik arz etmektedir. Onun bu tahlillerdeki
çizgisi, “meşrutiyet-i meşrua”, “hürriyet-i şer’iye”, “dindar cumhuriyet”
kavramlarıyla hatlarını belirgin hale getirmiştir.

Cumhuriyetin özellikleri

Said Nursi’nin cumhuriyetle ilgili değerlendirmelerine dikkat
edildiğinde, cumhuriyetin kuruluş amacına nasıl hizmet edebileceği ve
özellikleri fark edilebilir.

Her şeyden önce o kendisinin “dindar bir cumhuriyetçi” olduğunu
söylemektedir. Cumhuriyete taraftar olmanın selef-i salihine muhalefet anlamı
taşımadığına temas eden Nursi, meseleye şu şekilde açıklık getirmektedir:
“Hulefa-i Raşidin hem ha-life, hem reis-i cumhur idiler. Sıddik-i Ekber (r.a.)
Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat
manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi
taşıyan mana-yı dindar cumhuri-yetin reisleri idiler.” (Said Nursi, Şualar,
Sözler Yayınevi, İstanbul, tarihsiz, s. 304)

Diğer taraftan Said Nursi, meşrutiyetle aynı kategoride gördüğü
cumhuriyetin özelliklerini sayarken, “adalet, meşveret ve kanunda inhisarı
kuvvet”i zikretmektedir. (26 Şubat 1909, Volkan, sayı 70) Bunun yanında,
cumhuriyetin fikir ve vicdan hürriyetini en geniş mânâsıyla tatbik ettiğini ve
demokrasi kanunlarını içinde barındır-dığını” ifade etmektedir. (Said Nursi,
Emirdağ Lahikası II, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1959, s. 192)

Buna göre Bediüzzaman’ın “dindar cumhuriyet” anlayışının ana
umdeleri de ortaya çıkmış olmaktadır. Bu umdeler din ile cumhuriyet arasında bir
paralellik olduğunu da göstermektedir.

Adil cumhuriyet

Her şeyden önce, cumhuriyetin dayanması gereken en önemli
prensip “adalet”tir. Bir devletin zulümle payidar olması mümkün değildir.
Adaletin kelime anlamı, eğri olan bir şeyi doğrultmak demektir. Buna göre adalet
toplumda meydana gelen ve hukuk dilinde haksızlık olarak nitelendirilen
“eğrilikleri” doğrultmak anlamında kullanılmaktadır. Buna bağlı olarak adaletin
esas amacı, kanun önünde herkesi eşit hale getirmektir, fertlerin veya
yöneticilerin kimseye haksızlık etmemesi, mahkemelerin adalet dağıtmasıdır.
Birilerine zulmedildiği zaman da bu zulme taraftar olmamak, zalimin değil
mazlumun yanında yer almaktır.

Bediüzzaman’ın cumhuriyetin temel bir niteliği olarak zikrettiği
bu adalet kavramının, Kur’an’ın temel kavramlarından biri olduğunu ifade etmemiz
yerinde olacaktır. Cenab-ı Allah Kur’an’da adaleti emretmektedir. (Nisa/58,
Nahl/90) Zulüm ise Allah’ın sevmediği bir sıfattır. (Al-i İmran/57) Kur’an’a
göre Allah, zalimleri hidayete erdirmez. (Al-i İmran/86)

“Bir kişinin hatasıyla başkası sorumlu tutulmaz” anlamındaki
ayet, adalet-i hakikiyeyi ifade etmektedir. Buna göre, toplum için ferdin feda
edilmesi, bir cani için bir geminin yakılması veya batırılması mümkün değildir.
Hatta doksan dokuz caninin yanında bir masum dahi olsa, yine masuma zulmedilip,
“kurunun yanında yaş da yanar” denilerek onun hakk-ı hayatı elinden alınamaz.
Cumhuriyetle idare edildiği iddia edilen bir ülkede, bir kaç cani yüzünden bir
köyün yakılmaması gerekir. Eğer yakılıyorsa, Cumhuriyetin adalet prensibi tam
işlemiyor demektir.

Meşverete dayalı cumhuriyet

İkinci olarak cumhuriyet, meşveret esasına dayanmalıdır.
Kur’an’da iki ayet meşvereti teşvik etmektedir. (Şura/38, Al-i İmran/159)
Meşveretin nasıl olacağı, meşveret edilecek kişilerin sayısı ve niteliği örfe
bırakılmıştır. Önemli olan meşveret prensibini ihya etmektir. Dindar bir
cumhuriyet idaresi diyebileceğimiz Hulefa-i Raşidin döneminde, tıpkı
Peygamberimiz zamanında olduğu gibi meşverete gerekli ehemmiyet verilmiştir.
Ancak Emevi döneminden itibaren bu meşveret yaşatılmadığı için, kendi başına
buyruk idareciler çıkmıştır ve zulümler de eksik olmamıştır.

Kur’an’a uygun olan cumhuriyetin bu meşveret prensibi,
diktatörlüğü engelleyici bir özellik taşımaktadır. Bu sistemde fertlerin
ağızlarından çıkan kanun değildir. Kanunlar bir danışma organında alınan
kararlarla ortaya çıkar. İdareciye ise o kanunları icra etmek düşer.

Bu sebeple meşveret keyfi idarenin önünde bir sed
oluşturmaktadır. Burada şunu da ifade etmekte yarar vardır: Cumhuriyetin önemli
bir prensibi olan meşveretin, yani danışmanın toplumun bütün tabakalarında
yerleştirilmesi gerekir. Meşveretin toplumsal altyapısı oluşmadan tam olarak
uygulanabilmesi mümkün değildir.

Bunun için meşveretin edebiyatını yapmak yetmemektedir. Bunun
aileden başlayarak uygulanması önem arz etmektedir. Bir ailede ortak alınan
kararların uygula-nabilirliğinin daha fazla olduğu ve aile fertleri arasındaki
dayanışmayı arttıracağı da bilinmelidir. Hazret-i Peygamberin, meşveret edenin
pişman olmayacağını bildirmesi bu açıdan önem arz etmekte ve evrensel bir
özellik taşımaktadır.

Kuvvetin kanunda olduğu bir cumhuriyet

Diğer taraftan cumhuriyetin üçüncü bir prensibi de, kuvvetin
kanunda olmasıdır. Buna göre böyle bir sistemde kuvvetli olanlar haklı değil,
haklı olanlar kuvvetlidir. Çünkü kanunlar haksızdan yana değil, haklıdan yana
olmak mecburiyetindedir. Bu sebeple burada haklı olanın üstünlüğünü ve
rahatlığını görmek mümkündür. Kuvvetin kanunda olması prensibinin, adalet ve
meşveret prensipleriyle bir bütünlük arz ettiği de anlaşılmaktadır.

“Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad tevzi olunur” sözü iyi
tahlil edilmelidir. Cumhuriyet idaresi, kanunlara istinat etmezse, o ülkede en
küçüğünden en büyüğüne kadar bütün birimlerde keyfilik ve istibdad hükümferma
olur. Böyle bir ortamda herkes kendisine verilen küçücük yetkileri, istibdada
alet etme cüretini gösterebilir. İslamın da insanlara keyfi muameleyi onayladığı
söylenemez. Cezaların hepsinin bir dayanağı vardır. İslam baştan sona bir
kurallar manzumesidir.

Demokratik cumhuriyet

Cumhuriyetin dördüncü ve beşinci prensipleri de, fikir ve vicdan
hürriyetini esas alıp, demokrasi kanunlarını içinde barındırmasıdır. Bunun için
cumhuriyet idareleri demokrasiyi benimsemek, demokratik bir yapıya sahip olmak
zorundadır. Demokrasisiz bir cumhuriyet tasavvur dahi edilemez. Demokrasi ise
gerekli bütün hak ve hürriyetlerin kabul edilmesini gerektirmektedir. Demokrasi
Allah’a kul olunan, Allah’tan başka kimseye kul olunmayan bir sistemdir.

Bir cumhuriyette din ve vicdan hürriyeti teminat altına alındığı
halde, insanlar ibadet hürriyetinden mahrum ediliyorsa, ibadet yapanlara da
“mürteci” damgası vuruluyorsa, burada tam bir demokrasiden ve cumhuriyetten
bahsetmek mümkün değildir. Demokrasiyi benimseyen bir cumhuri idarede, herkesi
tek tip kafa yapısına sahip kılmaya çalışmanın ne kadar saçma bir davranış
olduğunu ve bunun demokrasi, cumhuriyet adı altında katı bir istibdadın
uygulandığını gösterdiğini görmemek için kör olmak lazımdır. Bunun için zorla
fikirlere ve vicdanlara kelepçe vurmak, cumhuriyetin prensipleriyle bağdaşmaz.

İslam da bu esasları benimsemiştir. İslam bir fıtrat dinidir.
İnsan fıtratı hiçbir zaman baskı ve zorlamalara tahammül etmemektedir. Allah
insanların inanmaya icbar edilmemesini istemektedir. (Baka-ra/256) Onlara bir
irade hürriyeti vermiştir. Dileyen iman eder, dileyen etmez. İsteyen mümin olur,
isteyen kafir. (Kehf/29) Bunun dışında farklı inançtan olan insanların da
İslamın ruhuna uygun olan cumhuri sistemde yeri vardır. Ve onların hayatları da,
namusları da, dinleri de vergilerini vermeleri karşılığında masun kılınmıştır.

Cumhuriyetin uygulanış biçimi

İşte bu prensiplere dayanan cumhuriyet, gerçek bir cumhuriyet
olma niteliği kaza-nabilir. Ne yazık ki cumhuriyet, ülkemizde başlangıçtan
itibaren büyük istismarlara maruz kalmış ve incitilmiştir. Said Nursi’nin
ifadesiyle siz, “istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını verir, irtidad-ı mutlakı
rejim altına alırsanız, sefahat-i mutlaka medeniyet ismi verirseniz, cebr-i
keyfi-i küfriye kanun ismini takarsanız”, (Nursi, Şualar, s. 242) o nazenin
cumhuriyeti üzmüş, incitmiş, hasta etmiş olursunuz. Elbette ki kanun
hakimiyetinin olmadığı, diktatörlüğün izleri görünen ve dinsizliğin dine tercih
edildiği ve adaletin yerine zulmün ikame edildiği bir cumhuriyet, gerçek
cumhuriyet olma hüviyetinden uzaklaşmış demektir. Said Nursi, gerçek hüviyetini
kaybeden böyle bir cumhuriyete muhalefet etmenin (muhalif olduğunu söylemenin)
de suç teşkil etmeyeceği kanaatindedir. Ona göre böyle bir muhalefet hiçbir
hükümette de suç sayılmamaktadır. (Nursi, Emirdağ Lahikası, II, Sinan Matbası,
İstanbul, 1959, s. 127) Burada vurgunun cumhuriyetin kendisine değil, uygulanış
biçimine olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Yoksa cumhuriyet ve demokrasinin
gelişmesi, olgunlaşması, gerçek rayına oturtulması imkansız hale gelir. Bu
ülkenin cumhuriyetle idare edilmesini gerçekten arzu eden kimselerin,
cumhuriyetin eksik uygulamalarına karşı fikri muhalefet içinde bulunan ve
bunları seslendiren kimselere karşı tahammül göstermesi gerekir.

Sonuç

Türkiye Cumhuriyeti, laik değil, dindar bir cumhuriyet olarak
kurulmuştur. Cumhuriyet Halk Fırkasının ilkelerinden biri olarak kabul edilen
laiklik, daha sonra cumhuriyetin bir niteliği haline dönüş-türülmüştür.
Laikliğin de dindarlara ve dinsizlere ilişmeme prensibi göz ardı edilerek,
cumhuriyetin özüyle tezat teşkil eden baskıya alet edildiği görülmüştür.
Laikliğin dinsizlik olarak kullanılması ve istibdada alet edilmesi, birinci
meclisin açılışında ve cumhuriyetin ilk kuruluşunda hakim olan “dini” havayı
bozmuş, esasında cumhuriyeti de isimden ve resimden ibaret olan bir tabelaya
dönüştürmüştür. Bir dönem din adına ne varsa ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.
Cumhuriyet perdesi altında şiddetli bir istibdat dönemi hükmetmiştir.

Bugüne geldiğimizde, cumhuriyeti övme sadedinde bir taraftan
bağımsızlık, eşitlik ve demokrasi sloganlaştırılırken, diğer taraftan bu gibi
hususların sadece sözde kaldığı, bazı insanlara biraz daha fazla eşitlik
tanındığı, kanun hakimiyeti adı altında keyfî muamelelerin yapıldığı da
görülmektedir. Bunun için ülkemizde demokrasi görünümü altında gizli bir
istibdadın hüküm sürdüğü tespiti yapılmaktadır.

Ülkemizde yapılması gereken şey, TBMM’nin ilk kuruluşunda hakim
olan, demokratik atmosferi tekrar yakalamak, milletin devlet için değil,
devletin millet için olduğu gerçeğinden hareket ederek, Cumhuriyeti Müslüman
millete bir baskı aracına dönüştürmekten çıkarıp onu gerçek hüviyetine
kavuşturmak ve dindar bir cumhuriyet oluşturmaktır.

Bediüzzaman’ın bu tespitinden anlaşılacak mânâ, cumhuriyetin
sahip olduğu özellikleri de dikkate alınarak “meşveret” anlamındaki parlamentoyu
tam işletip, meşveretin, toplumun bütün tabakalarında yaygınlaştırılması,
demokrasinin her kesim tarafından hazmedilip insan haklarının eksiksiz
uygulanması, kanun hakimiyetinin tesis edilerek, keyfiliklere son verilmesi,
adaletin başına geçirdiği zulüm külahını atıp insanlara huzur ve mutluluk
verecek bir araç haline getirilmesi şeklinde olmalıdır.

Cumhuriyetin doğru anlaşılıp tatbik edilmesini, bir avuç idareci
elitten bekleme ve ümit etme gafletinden de kurtulunarak, dindar cumhuriyete
inanmış gönül erlerinin-bir zamanlar Bediüzzaman’ın Meşrutiyeti anlatmak için
dolaştığı gibi-bu ülkeyi fedakarlıklar yaparak gezip dolaşmak ve cumhuriyetin
gerçek özelliklerini ve niteliklerini hem hakkıyla yaşayıp, hem de bıkmadan
usanmadan anlatma yoluna gitmesidir.

Halkın bu hususlarda şuurlandırılmasından başka çıkar yol
olmadığını, geçen zaman çok acı tecrübelerle ispat etmiştir. Yoksa Said
Nursi’nin ifade ettiği gibi, millet demokrasi ve cumhuriyetten habersiz olacak,
kendi haklarının da savunmasını yapmaktan aciz kalacak, bunun sonucunda bizi
idare eden bazı “ehl-i hamiyet”i müstebit yapmaya bile sebep olabilecektir.