Giriş

Hiç şüphesiz, yeryüzünde tarihi ve kültürü olan tek varlık
insanoğludur. Aynı zamanda o tarih ve kültürün üretiminde bir aktif rol oynayan
varlıktır. Yani insan, tarihî ve kültürel bir varlıktır. Tarih ve kültürün
bilinçli bir üreticisi ve ondan yararlanarak bilinç düzeyini ve bilgi düzeyini
yükselten (ya da yükseltmesi mümkün olan) bir varlıktır.

Tarih ise her ne kadar “geçmiş” olayları, kültürel ürünleri
hatırlatıyor olsa da; “şu an” ve “gelecek” onsuz olamayacaktır. Bu yüzden tarih,
tarihteki olaylar ve tarihte üretilen kültür, sanat ve bilim ürünleri, aynı
zamanda “şu an” ve “gelecek”deki kültür, sanat ve bilim ürünlerinin bir parçası,
tamamlayıcısı ve bir şartıdır. Eğer bunları birbirinden ayırır ya da
uzaklaştırırsak, insan ve insan topluluklarının oluşturduğu kültürel bütünlük
sahibi gruplar (milletler) dağılır, ya da eksik kalır.

Bir insan, “şahıs” olarak ömrünün bütün dönemlerinde aynı
karakter ve kişilik yapısını koruyabiliyorsa, her yönden sağlıklı bir kişidir.
Eğer farklı kişilik özellikleri gösteriyor, başka başka kişi gibi davranıyorsa,
o insanda psikolojik bozukluk var demektir. Bu yüzden “şahsî tarihi”nin
bilincinde olan bir insan, sağlıklı bir insan demektir. Böyle bir kişilik
bütünlüğüne sahip olmayan insanlarda psikolojik bir rahatsızlık, “şizofreni” var
demektir.

Tıpkı tek tek şahıslar gibi, onların oluşturduğu toplulukların
(milletlerin) da “tarih bilinci” varsa, o millet sağlıklı ve değerli bir millet
demektir. Yoksa, bir tarih bilinci olmayan millet, “yaralı bir bilince”1
yahut “toplumsal bir şizofreni”ye maruz kalmış demektir.

Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin “kişiliği” bütün bir
Müslüman-Türk Tarihi’nden ayrı ve bağımsız olamaz. Tarihinin bir dönemini
reddeden bir millet, “kendine ait bir kişilik” dışında “başka bir kültürel
kişilik” ile var olmaya çalışamaz; “kendisi” olmaktan çıkıp, başkası da olamaz;
soysuzlaşır.

Toplumsal bütünleşmeyi sağlayan tarihi-kültürel değerler
reddedilerek, yeni bir kültür etrafında bütünleşmeye çalışmak, “milletin
tabiatı”na aykırıdır. Belki, kendi tarihi-kültürel değerlerini zenginleştirmek
ve eksiklerini tamamlamak için, diğer değerlerden yararlanılabilir. Bu tavır,
kendi bilincinde olarak gelişme ve olgunlaşma anlamına gelir ki; bu dengeli bir
varoluş için kaçınılmazdır.

Tarih bir “milletin hafızası”dır. Hafıza-sını kaybeden birey,
nasıl bir çocuk gibi her şeyi yeniden tanımak ve öğrenmek zorunda kalıyorsa;
tarihini/hafızasını kaybeden/unu-tan bir millet de tıpkı çocuk gibi her şeyi
yeniden tecrübe etmek zorundadır. Bu ise mümkün değildir. Böyle bir millet
ancak, başkalarının oyuncağı olur.

Medreseden üniversiteye ilk adımlar

Bu girişten sonra, bu yazının esas konusuna geçebiliriz. Bu yazı
ülkemizdeki ilk üniversite niteliğindeki okulun kuruluşu hakkında olacaktır.
Böylece bir hafıza tazelenmesi yoluyla, günümüz üniversitelerinin gelişmesi
yolunda atılan adımlara bir katkı sağlanması amaçlanmaktadır.

Ülkemizin en köklü üniversitelerinden ikisinin gelenekleri
yüzyıllar ötesine dayanır. Bunlardan İstanbul Üniversitesi, Fatih Sultan
Mehmed’in Medâris-i Semâniye’sinden (sekizli medreseler) aldığı feyz ile
gelişmiştir.2

Ülkemizin ikinci köklü üniversitesi, İstanbul Teknik
Üniversitesidir. İTÜ ülkemizde sürekli eğitim yapan en eski (teknik) öğretim
kuruluşudur. 1734 yılında Üsküdar da açılan “Mühendishane”, devrine göre ileri
bir mühendislik okulu idi ve özellikle askerî teknolojinin gelişme-sinde büyük
katkılar sağladı. Ne var ki, ordunun gelişmesinin önünü kapatmak isteyenlerin ve
bazı şahsi hesapları için ülkenin menfaatini hiçe sayanların ittifakı-yla üç yıl
sonra kapatılmak zorunda kalındı. Bu mühendishane dünyanın en eski mühendislik
okulu olarak kabul edilen “Ecole des Pontset Chaussées”den 13 yıl önce
kurulmuştu. 1759 yılında yeniden açılan mühendishane, gerekli ilgiyi göre-mediği
için, uzun yıllar sönük bir vaziyetle varlığını sürdürdü.

1795 te çok ileri görüşlü bir kanun-name3 ile III.
Selim tarafından yeniden ihya edilerek “Mühendishane-i Berrî-i Hüma-yun” adıyla
varlığını sürdürdü. Mühendis-hane daha sonra, Hendese-i Mülkiye, Mühendis
Mekteb-i Âlisi, Yüksek Mühen-dis Mektebi, Yüksek Mühendis Okulu ve nihayet
İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönüştü. Ülkemizde, diferansiyel, integral,
hesaplamaları, fizik, kimya, hidrolik, mekanik ve elektrik konuları ilk defa bu
mühendishanede okutuldu ve bu konulara ait kitaplar, okulun matbaasında basıldı.
Yine ilk defa mühendishanede öğrencilere minder yerine sıralarda ders gördüler
ve kara tahtaya yazı yazdılar ve yabancı dil öğrendiler.4

İki yüz yıllık kanunname: bir ibret vesikası

Bundan tam 203 yıl önce (1210/1795) Sultan III. Selim tarafından
kaleme aldırılan Mühendishanenin Kanunnamesi çok değerli bir belge niteliği
taşımaktadır. Bu belge sadece zamanına göre değil, zamanımıza göre de çok ileri
görüşlü ve geniş kapsamlı bir içeriğe sahiptir. İTÜ’nün tarihini kaleme alan
Çağatay Uluçay, 1958 yılı itibarıyla şu değerlendirmeyi yapmaktadır. “Bugünkü
4936 sayılı Üniversiteler kanunu ve 5246 sayılı İTÜ Teşkilat Kadroları Kanunu
ile karşılaştırıldığında 1210 Kanunnamesinin zamanına göre çok mükemmel ve
şümullü (kapsamlı) olduğu, her türlü esasları ihtiva ettiği anlaşılıyor.”5

III. Selim in “Aslı kalemde saklanarak mühendishanede de sureti
saklanarak ve devamlı olarak buna göre hareket oluna” diyerek başladığı
kanunname, mektebin işleyişi, yönetimi, hocaların ve talebelerin seçimi,
vazifeleri, maaşları, yetki ve sorumlulukları vs. hakkında geniş geniş
açıklamaları içermektedir.6 Kanunnamenin metninden yola çıkılarak
aşağıda hocalar, talebeler ve okulun işleyişi hakkında bilgiler verilecektir.

Mühedishanede ders programı olarak, Fransız askerî mekteplerinin
programı kabul edildi ve teorik ve pratik derslerin yanında Fransızca öğretimine
de yer verildi. Dersler hem teorik, hem de pratik (uygulamalı) olarak
yapılıyordu. Kara mühendishanesinde topçuluk ve istihkamcılık alanlarında
Avrupa’daki gelişmeler izleniyor, hendese, coğrafya, haritacılık, gemi inşaatı,
kale ve tabya inşaatı derslerine yer verili-yordu.

Kanunnamede bu amaçlar şu şekilde belirlenmiştir: “Deniz ve
karaya ait fenlerden geometri, hesap ve coğrafya ilimlerinin öğretilmesi,
devletçe çok önemli olan harp tarihi ve sanayiinin öğretilmesi ve
uygulanması…” Kırk öğrenci, dört hoca ve dört hoca yardımcısından oluşan
eğitim ekibinin hepsinden neler beklendiği konusuna ise şöyle yer veriliyor.
“Bahsi geçen dört hoca ve hoca yardımcılarının ve sairenin yalnız belirtilen
yerlerde, bütün fen ilimlerini yaymaları ve uygulamalı şart kılınmıştır.”

Her sınıfta okutulacak dersler ve sınıflardaki yükselmelerde
uygulanacak sınavlar açıklanmaktadır. Her sınıfın öğrencileri arasından
imtihanla, kabiliyet ve bilgileri temayüz eden üç kişi, baş mülazım, ikinci
mülazım ve üçüncü mülazım olarak diğer öğrencilerin öğretim ve terbiyelerine
hoca yardımcısı olarak yetkili kılınmaktadır.7

Mühendishanede hocalara verilen değer

Bir eğitim müessesesinin başarısı her şeyden önce, hocalarının
kişilik ve bilimsellik yönünden başarısına bağlıdır. Bu insanların başarısında
ise, bürokratik ve siyasal baskıların olmaması ve düşünme ve hareket özerkliği
doğrudan olumlu etkide bulunur. Bu hususlarda III. Selim kanunnamesinde son
derece Çağdaş bir yaklaşım vardır. Mesela, hocanın aynı dönemde farklı
kurumlarla bağlantısının olmasına karışılmamakta; hatta mühendishanedeki
vazifesinde başarı göstererek terfi eden hoca, diğer vazifelerinde de başarılı
kabul edilmektedir. Böylece kadro darlığı ve bürokratik formaliteler ortadan
kaldırılmaktadır.

III. Selim bizzat hocalara verdiği değeri göstermek için, sık
sık ziyaretlerde bulunur ve iltifatlar eder. Mektep mensuplarının bağımsız ve
dış baskılardan uzak olarak çalışmalarını temin etmek için, hoca ve
yardımcılarının ilmi özerkliklerini tanımış, onları hiç bir siyasal ve kişisel
kuvvetin azletmesine izin vermemiştir. Böylece yarınından endişe etmeksizin,
bunun teminatı altına alınması keyfiyeti, memleketimizde ilk defa mühendishane
hocalarına tanınmıştır.8

Öğretim üyelerinin azli söz konusu olmadığından hocalar
genellikle senelerce ders vermeye devam ederlerdi. Yaşı ilerleyen hocaların
kıdemine, ilim ve faziletine hürmeten büyük bir ilgi gösterilip, kürsüsü başında
ölünceye kadar kalma hakkı tanınmaktaydı. İhtiyarlıklarından dolayı ders
okutamayanların yerine yardımcıları ders verirdi.

Hocaların veya diğer mensuplarının herhangi bir suç işlemesi
durumunda (rüşvet alma gibi), cezalarının mühendishane yöneticileri tarafından
verilmesi kuralı getirilerek, yine Mektebin özerkliği tanınmış olmaktadır. Durum
ile alakalı bilginin, saraydaki görevli kişiye sadece rapor edilmesi yeterli
görülmekte, yargılamaya müdahale edilmesine izin verilmemektedir.9

Kanunnamede bütün bu hususlar ayrıntılı olarak karar
bağlanmıştır.

Mühendishanede görev yapan Müslü-manların dışında, gerek Fransa
dan ve İsveç ten gelen yabancı mühendis ve subaylar ve gerekse Musevi, Ermeni ve
Rum Osmanlı vatandaşlarına da özel ayrıcalıklar tanınmaktaydı. Onlarda aynı
kanunlardan ve avantajlardan faydalanmakta, hatta bunlar özel muamele bile
görmekteydi. Mesela mühendishanede tercümanlık yapan Zenob namındaki zimmi,
teknisyen olan babası Manisar’a verilen bazı vergilerden muafiyet beratının,
mühendishane de lüzumlu kitap-ların tercümesiyle meşgul olduğundan kendisine de
verilmesini istiyor. Ve yazılan takrirden anlaşıldığına göre padişah böyle bir
beratın verilmesini emrediyor ve Musevi vatandaşların giydiği sarı mest ve pabuç
ile elbise konusunun kayıtlardan kaldırılması isteniyor.10

Hocaların seçimi ve yetkileri: ömür boyu garanti-özerk bir
statü

Bu konuda çok açık bir şekilde, ilmi yeterlilik ve başarıya
değer verildiğini görüyoruz. İmtihan sonucunda ehil olduğu anlaşılan kişi;
mesleği, düşüncesi, dini, mezhebi kıyafeti, sınıfı gibi özelliklerine
bakılmaksızın hocalığa kabul edilmektedir. Hatta hocanın büyük bir suç işlemesi
(cünha-i azimesi) dışında, hiç bir gerekçeyle azledilmesi ve memuriyetten
çıkarılması mümkün değildir. Daha da ötesi, herhangi bir kayırmaya yol
açılmaması için, hocalık makamına müracaat eden kişinin, daha önce başka bir
yerdeki görevi veya yetiştiği yer göz önüne alınmadan; sadece başarılı olduğunu
ispat etmesi gerekmektedir.

Bu hususlar kanunnamede şu ifadelerle dile getirilmektedir:

“Hâce hangi tarîkden (sınıfdan) olursa olsun tarikleri hususu
(konusu) kaydolunmayıp cünha-i azimesi veyahut istifası veya emr-i hakk zuhûru
(ölümü) vuku bulmadıkça azl ve infisâlden vâreste (muaf) olarak teebbüden
(süresiz) hâce olmaları meşrut kılına…”11

Okula alınan kırk talebe ve kalfaların (asistan) diğer
işlerinden tamamen ilişkilerini kesmeleri istenmektedir:

“İş bu müretteb olan kırk nefer şâkirdan ve kalfaların âhir
tarîklerden kat-ı alâka eylemeleri meşrut ola…”

Dersleri takip etmek için, okula kaydolan kırk talebe ve
yardımcı (kalfa) dışında, istidat sahibi kişilere de engel olunma-yacaktır.
Böylece günümüzde yeni uygulanan açık öğretim yöntemine benzeyen bir işleyişe
yer verilmektedir: Kıyafet konusunda ise tam bir serbestlik olması gerektiği
özellikle vurgulanmaktadır:

“Mektebe hariçten ve ashab-ı dirayet-i istidâddan kimseler gelip
talim-i fünûna rağbet ederler ise, hangi tarîkden olursa olsun, tariklerine ve
kisvelerine mümanaat olunmayıp onlara dahi talim-i fünûn itmeğe haceler me’mur
ve me’zun olalar.”12

Dışarıdan derslere istediği gibi serbest olarak devam edebilen
bu kişiler, mesleklerini, işlerini terk etmeksizin, imtihanlara da
katılabilirler. Eğer başarılı olurlarsa, kurallara uygun olarak, gereken
dereceden hocalığa kabul edilirler.

“Bu misüllü hariçten mektebe devam eden diler ise tarikini terk
etmeyerek bekleyip bir hacelik zuhurunda bil-imtihan hace tayin oluna.”13

Hocaların özerkliğine ve özgürlüğüne o derece önem veriliyor ki,
tekrar tekrar Mühendishane hocasının başka bir işle alakası olup olmaması
hususlarının kaydedilmemesi; hangi tarikden olursa olsun, sadece “hüner ve
marifetlerine bakılması” vurgulanıyor:

“Mühendishane hocasının turûk-u hidemât-ı Devlet-i Aliyyeden bir
tarîkde alâkası olup olmaması hususları kayd olunmayıp herhangi tarikden olur
ise olsun hüner ve marifeti malum olan kimsenin tarîkine mâni olmayarak… Bu
hocaların tarîk-i ulema ve tarîk-i saire-i devletten birisinde alakaları olup
olamaması kayd olunmayıp, ancak ehliyet ve kemâl-i mârifetlerine nazar oluna….”14

Herhangi bir nedenle boşalan mülâzım makamına yeni bir kişinin
yükseltilmesinde bir anlaşmazlık olması durumunda, yine imtihanla, ilmen kimin
daha iyi olduğu tespit edilir ise onun tercih edilmesi gerektiği, böylece tek
ölçünün ilmî başarı olduğu dile getirilmektedir:

“Baş mülazım ile aharı beyninde (arasında) bir gün muaraza
ihtimali olur ise, lede’l-imtihan olup hangisi hüner ve mahareti zâhir olur ise
lede’l-imtihan fünun-u hendese ve sanayi-i sairede ilmen ve amelen mahareti olan
her halde ahara tercih olunmak…”15

Öğrencilerin ve dışarıdan derslere devam etmek isteyenlerin
teşvik edilmesi, ilgilerinin artması ve başarıları için her türlü tedbirin
düşünüldüğü kanunnamede; kıyafet konusunda öğrencilere de tam bir serbestlik
tanınmaktadır. Giyeceklerin en bahası (iyisi) verilmesi ve okulun bağlı olduğu
humbaracı ve lağamcı kıyafetlerinin gi-yimine zorlanmamaları hatta “teklif
olunmaması” istenmektedir:

“…bunlara aba potur ve çuha ve mintan teklif olunmayıp beher
sene miriden yevmiyeli mülazıma verilecek kisvenin (kıyafet) bunlara bahası
verilip kisvelerini ocakları kaidesince kendileri uydurmak…

“Erbab-ı istidat olanlar fenn-i hendese tahsiline rağbet ve
hendesehane şakirtliğine talip olur ise, Humbaracı ve Lağamcıya mahsus libas ve
hey’et teklif olunmayıp mücerret (sadece) fünun-u hendesenin neşri (yayılması)
ve erbab-ı maarifin teksiri (çoğalması) hususuna müsaade-i şahane erzan
buyurulmakla…”16

Bilimsel seviyenin tespiti

Talebelerin mertebelerinin yükseltilmesinde de imtihan,
belirleyici unsurdur. Talebeler gibi, yardımcı hocalar ve maaşlı mühendislerin
de makamlarının yükseltilmesinde imtihan şart koşulmaktadır. İmtihanın aşılması
ise “kanun-u harbiyeye dair Türkî bir risale (makale) telif etmek” veya “bu
konularda muteber olan eserlerden birinin tercümesi” ve bu çalışmaların diğer
mühendisler huzurunda savunulup ispat edilmesine bağlıdır.

“Şakirdanın nakl-i meratib eylemeleri imtihana menut olduğu
misüllü, iş bu hulefa ve eshab-ı menasıb olan mühendislerin dahi terk-i meratib
ve zabt-ı menahib eylemeleri şerait-i imtihan ile meşrut ola ve bunların
imtihanları kunun-u harbiyeye dair Türkî olarak bir risale telifi veyahut
kütüb-ü mutebere-i eslâfdan birinin tercümesi ile inde’l-mühendis isbat-ı vücud
ve izhar-ı maharet eylemek suretine münhasır olup, herbar nakl-i meratib ve
tebdil-i menasıb etmelerinde şart-ı mezkure riayet ve ihtimam oluna…”17

Okulda öğretim yöntemi

Mühendishanede dersler gerek içerik, gerekse uygulama bakımından
son derece yeniliklerle doludur. Mesela; talebeler yerde oturarak değil,
sandalyeler üzerinde oturarak dersleri takip ediyorlar ve egzer-sizlerini
masalar üzerinde yapıyorlardı. Karatahtalar üzerinde uygulamalarla izlenen
dersler, çeşitli araç-gereçlerle destekleniyordu. Öğrenilen bu bilgiler de
dışarıda tatbik ediliyordu.

Okulda zamanın geçerli olan bilgi düzeyi yakalanmaya
çalışılıyor, fizik, kimya, mekanik, elektrik, geometri, topografya, teknik
resim, haritacılık yanında Fransızca öğretiliyordu. Öğrenilen bilgilerin
pekişmesi ve kontrolü için pratik yaptırılıyordu.

Ders tatbikatları zaman zaman padişah, sadrazam ve kaptan paşa
tarafından teftiş ediliyor; başarılı görülenlere teşvik için mükafatlar
veriliyordu. Talebelere okudukları derslerin deneyleri yaptırılıyor, dışarıdan
getirilemeyen hendese aletlerinin çoğu okulun alt katında bulunan atölyelerde
talebeler tarafından üretiliyordu. Günümüzde bile birçok okulda
gerçekleştirilemeyen bir başarı…

Sonuç yada kısa bir ek

Sultan III. Selim gerek ülkenin yönetimini gerekse en önemli
eğitim kurumunda geçerli kılmaya çalıştığı uygulamalarla, her işte “ehil olma”
ve “ilim adamlarına güven ve özerklik verme” ilkelerine uymaya çalışmıştır. Bu
ilkeler, Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarından itibaren uygulanmaya gayret
edilmiştir. Ancak zamanla bu hassasiyet kaybolmuş ve bu durum, devletin ve
kurumlarının zayıflamasında önemli bir etken olmuştur.

III. Selim, kurduğu mühendishane ve buna bağlı olarak askerî
gelişmelere göre eğitim gören Nizam-ı Cedit ordusuyla devleti yeniden
canlandırmayı düşünüyordu. Ancak, devletin ideolojisini korumak ve kollamak
görevini kendi ipotekleri altında gören Yeniçeriler, çeşitli menfaat
grup-larının tahrikleriyle ayaklanarak, bütün gelişmeleri ortadan kaldırmaya
kalkıştı.

III. Selim ülkesinin askerlerini birbirine kırdırmamak için,
yılların emeği ile yetişen yeni orduyu dağıttı. Mühendishane ise bütün bu
olumsuz gelişmelerden en az etki-lenen kurum oldu. Yeni Sultan Mustafa’da aynı
kanunnamenin geçerli olduğunu belirterek, ilme ve irfana olan saygıdan taviz
vermedi.

III. Selimin 200 yılı aşkın bir zaman önce geçerli kıldığı
kanunnamedeki ilkeleri kısaca özetlenecek olursa:

1- Hocalara karşı son derece güven ve saygı duyulmakta, başarılı
olanlara hiç bir alanda sınırlama konulmamaktadır. Başarılı çalışmalarını
sürdürdükçe, diğer işlerine engel olunmamaktadır.

2- Gerek hocaların gerekse talebelerin işledikleri suçların
cezasını verme yetkisi, kurumun yöneticilerine verilerek, özerkliği
tanınmaktadır.

3- Her türlü terfi ve görevlendirmede ölçü olarak kabiliyet ve
başarı durumu dikkate alınmakta, hiçbir dinî, sınıfî ve millî bir fark
gözetilmemektedir.

4- En önemlisi, her sosyal grubun ayrı kıyafetle gezmesi
ilkesinin geçerli olduğu bir dönemde, mühendishane mensuplarının başarılarını
teşvik için serbestlik tanınmaktadır.

Dipnotlar

1. Daryush Shayegen, "yaralı bilinç" kavramını, özelde İran
toplumu, genelde ise Batı kültürüyle geleneksel kültürü arasında bocalayan
toplumlar için kullanmaktadır. (Bak: Doryush Shayegan, Yaralı Bilinç, çev.
Haldun Bayrı, Metis Yay. 1991.)

2. Fatih’in kurduğu medrese, döneminin bütün yüksek öğrenim
kurumları arasında en mümtaz yere sahipti. (Bu konuda ayrıntılı bilgi ve
kaynakça için bkz. Şehabettin Tekindağ, Cumhuriyetin 50. Yılında İstanbul Ünv.
İst. 1973, sf: 3-54.)

3. Kanunname içeriğinden geniş bir şe-kilde bahsedilecektir.

4. Kazım Çeçen, İTÜ’nün Kısa Tarihçesi, İstanbul, 1990:
Ayrıca İTÜ’nün geniş bir tarihçesi için bkz: Çağatay Uluçay-Enver Kartekin,
Yüksek Mühendis Okulu, İstanbul, 1958; Mehmed Es’ad, Mir’at-ı Mühendishane-i
Berrî-i Hümayun, İstanbul Karabet Matbaası, H.1312/M. 1896.

5. Ç. Uluçay-E. Kartekin, Yüksek Mühendis Okulu, s.37.
(Sonuçta, üniversite-lerde geçerli olan en son yönetmeliklerle de bir
karşılaştırma yapılacaktır.)

6. Kanunname metni şu kaynaklarda yer almaktadır: Kolağası
Mehmed Es’ad, Mir’ad-ı Mühendishane-i Berrî-i Hümayun; Ç. Uluçay-Enver Kartekin,
Yüksek Mühendis Okulu, s. 484-497; K. Çeçen, İTÜ’nün Kısa Tarihçesi, s. 51-57.

7. Buradaki mülazımların fonksiyonu, medrese geleneğinde
yeri olan muid veya bu günün asistanının fonksiyonlarıyla benzerlik arz
etmektedir. (Muid, müderris [hoca] ile talebe arsında bir yerdedir. Bkz. M.
Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İst. 1984, s. 34.)

8. Uluçay-Kartekin, Age, s. 69.

9. Age, s. 490.

10. Age, s. 69, 498.

11. Age, s. 456.

12. Age, s. 489.

13. Age, s. 489.

14. Age, s. 491.

15. Age, s. 495.

16. Age, s. 496.

17. Age, s. 487.
Boşalan herhangi bir makamın doldurulmasında da maharetli olan ve lisanı iyi
olanın tercih edilmesi istenmektedir. (Age, s. 493.)