"Ölüm korkusu felsefenin başı ve dinlerin esasıdır."

—A. Schopenhauer

Bu yazıda, çoğunlukla birbirine zıt ve farklı
karakterde görülen hayat ile ölüm arasındaki çelişkiler, ya da ilişkiler
ele alınacaktır. Gerçekten de sanıldığı gibi hayat ölümün zıddı mıdır?
Ölüm hayatın son bulması veya başka bir boyutta devamı mıdır? Hayat gibi
ölüm de bütün canlı varlıklar için aynı oranda bir gerçeklik olduğu
halde insanlar genellikle hayata dört elle sarılıp, ondan ayrılmak
istemezken, neden ölümden uzak olmak isterler? İnsanlar, hayatta kalmak için,
en olmaz fedakarlıklar yapılırken, ölmemek için neden her şeyini feda
ederler?

Bu sorular çoğaltılabilir, şüphesiz. Ancak, insanlar
genellikle, bu sorulara cevap bulmak ve çözmeye çalışmak yerine, hayatı
iyi, istenilen bir olgu olarak kabul ederler. Ölümü ise, mümkün olduğunca
uzaklaştırılması gereken bir kaçınılmaz son olarak görürler. Bu kaçınılmaz
sonu ne kadar uzakta tutabilirler ve ne kadar hatırlamazlarsa o kadar mutlu
olabileceklerini sanırlar. Ama bu, gerçekten de bir sanı/zandır. Öyleyse sağlıklı
bir fikir için, orta yerde varlığından emin olunan insanın kendisinden yola
çıkmak daha doğru olacaktır.

Varlık kategorisi içerisinde insan, en son ve kâmil
halkayı oluşturmaktadır. Canlı varlıklar kategorisinde de bitkiler ve
hayvanlardan fiziki ve psişik taraflarıyla daha karmaşık ve daha mütekâmil
bir yapıdadır. Her ne kadar beden yapısı bakımından hayvanlar alemi içerisinde
sınıflandırılsa da; zihin, ruh ve bilinç bakımından insanla hayvan arasında
bir derece farkından öte, önemli bir mahiyet farkı var ki; bundan dolayı
insan hayvandan daha farklı bir kategoride yer almaktadır.

Bilindiği kadarıyla, bu açık farkı, insandan başka
hiçbir varlığın soramadığı şu sorularda ve onların cevaplarını arama
sürecinde daha net görebiliyoruz. Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye
gidiyorum/gideceğim? Hayatın anlamı ve amacı nedir? Hayatın bilinen yönünün
ölümle değişmesiyle gerçekten ne olmaktadır?

Bu sorular her insanın az yada çok meşgul olmaktan kaçamadığı,
fakat cevapları konusunda da tam ittifak edemediği sorulardır. Gerek ortalama
seviyesindeki insanların, gerekse ortalamanın üzerinde olan filozofların iki
genel cevabı olduğu görülür.

Birincisi, mümkün olduğunca hayvanların yaptığı
gibi, sadece yaşadığı anı düşünmek ve hayattan en yüksek derecede haz
almaya çalışmak.

Bu yöntemle tutarlı bir düşünce oluşturmak mümkün
değildir. Çünkü, hayvanın hayatı sadece yaşadığı ana bağlıdır. Yani
hayvan, içinde bulunduğu anı yaşar, onun için mazi ve müstakbel yoktur. İnsan
ise geçmişini, hatıraları ve geleceğini, hayalleri ile birlikte yaşar.
Hayvan günü gününe yaşarken, insan geçmişte yaşadıklarından mutluluk
duyar veya hüzünlenir; gelecekle ilgili hayaller kurarak ümitlenir yada hüsrana
düşer.

Ayrıca hayvanda bilinç olmadığı için hayatı kendi
canı/nefsi üzerine kuruludur. Çok az bir istisnayla ve sınırlı bir süre içinde,
insiyaki olarak bir aile yada sürü ile bağı söz konusudur. Oysa insan, hem
kendi kendisiyle derunî bir hesaplaşma içindedir; hem de bütün insan türü,
hatta bütün varlıklarla ilgilidir. Onların mutluluğu ile mutlu, acılarıyla
da mutsuz olabilmektedir.

İşte ölüm de insanoğlunun en önemli meselesi olarak
sürekli dünyasını/gündemini işgal etmektedir. Hayat ve ölüm arasındaki
ilişki ve ölüm korkusu hakkında düşünce tarihinden bazı örnekler
vererek konuyu biraz açabiliriz.

İnsanın ölüm korkusunu yenmesi konusunda hayvanları
örnek alan Epikürcülere göre, hayatın bulunduğu yerde ölüm bulunmaz; ölüm
geldiği anda ise hayat bulunmadığına göre o anda korku da yok olacaktır.
Bu yüzden hayata dört elle sarılıp, ölümü unutmak gerekir. Tıpkı
hayvanlar gibi. Hayvan yaşadığı süre içinde ölüm fikrinden habersizdir;
ölüm anında ise zaten hayatta olmadığına göre ölüm acısını
duymayacaktır. Bu düşünce anlayışında ölüm, hiçlik olarak görülmektedir.

Ancak Epikür’ün ölüm karşısında tavsiye ettiği yol
gerçekten gidilebilecek bir yol mudur? İnsana, hayatın diğer alanlarında
bilinçli, akıllı ve tutarlı bir yol izlemelerini salık verirken, ölüm karşısında
bilinç ve hafızayı kullanmamayı ve sadece içinde yaşadığı anı düşünmeyi
tavsiye etmesi bir çelişkidir. Ayrıca insan, hayvan gibi olmayı neden
istesin ve neden hayvanı taklit etsin ki? İnsan aklı, zekası, estetik ve
etik duygularıyla hayvandan farklı olmaya çalışmaktadır. Ki, böyle bir
unutma mümkün de olmaz. Çünkü, insanın bilinç, hafıza ve duygularını
kullanmama gibi bir irade göstermesi, irade ve bilinç olgusunun anlamı ile çelişkili
bir durumdur.

Epikürcüler gibi diğer bir Eski Yunan felsefe okulu
olan Stoacılar da hayat ile ölüm arasında bir uyum oluşturmaya çalışırlar.
Stoacılara göre bütün kainat evrensel bir ruha sahiptir ve bütün varlıklar
gibi insanlar da bu bütünlük içinde bir parçadır. Buna göre ölüm, vücudu
meydana getiren parçaların dağılması ve insanda açığa çıkan ruhun aslına
rücû etmesi, yani kainatın ruhuna dönmesi demektir. Tıpkı nehirlerin
denize dökülmesi gibi, insan ruhu da kainatın ruhuna dökülür. Nasıl ki
deniz suyu buharlaşıp yağmura, sonra nehir ve kaynak suyuna dönüşürse,
bireysel ruhlar da kainatın ruhundan neş’et ederler. Öyleyse, hayatı ölümden
ayrı düşünmeye gerek yoktur. Ölümü de hayatın zıddı olarak kabul
etmemek gerekir. Stoacılara göre ölüm, insanın kaderinde yazılı olan değişmez
durumdur. Bundan dolayı ölümden şikayet etmeyi aptalca ve budalaca bir tutum
olarak görmektedirler.

Stoacıların ölümü korkulacak bir şey olarak görmemek
biçimindeki bu anlayışları, kendi içinde tutarlı bir açıklama olarak görülebilir.
Ancak insanın, bilinçli, irade sahibi, sevinç ve keder duyabilen bir birey
olarak varlığını atlamaktadır. Evrensel ruh içinde, tek tek insanların
ruhunun da yok olmadan varlığını sürdürmesi düşüncesi, ölüm karşısında
bir teselli verebilir. Fakat, canlı bir varlık olarak insanların hayat ile bağlarını
koruma isteği çözümlenmemektedir.

İlkçağ filozofları içinde, insan ile ilgili
konularda, en doyurucu ve kuşatıcı fikirler Sokrates’te bulunabilir. Sokrates
felsefenin konusunu afakî âlemden (göklerden, yıldızlardan veya fiziki
alemden) alıp, doğrudan insanların dünyasına indirmiştir. "Ey insan
kendini bil!" uyarısıyla "felsefesinin en önemli amacını insanın
kendini tanıması" olarak belirlemiştir. Ona göre felsefe, insanın
kendini tanıma gayretinden doğmuştur. İnsanın kendisini tanımaksızın
tutacağı yol ve üreteceği fikirler hep eksik kalacaktır.

Sokrates, hayat ile ölüm arasında hiçbir çelişki
veya farklılık görmez. Ölüm, hayatın farklı bir boyutta devamıdır. Yaşadığı
sürece Sokrates’in gözünde hayatın temel prensibi, sevgidir: İyilik ve güzelliğe
yani erdeme karşı duyulan bu sevgi, her şeyin kaynağıdır. İyi, güzel ve
erdemli bir hayat kadar, aynı amaca götüren ölüm de aynı derecede
istenilen bir şeydir. Korkulması gereken şey, erdemden uzak bir hayat ve
bunun sonucunda ölümdür.

Sokrates ölüm korkusunu bir hata olarak görmektedir.
Hayatını erdemli bir doğrultuda geçiren insanın ölümden korkmasına gerek
yoktur. Her hata akıllıca yollarla ortadan kaldırılıp düzeltilebildiği
gibi, ölüm korkusundan da aklı kullanarak uzaklaşmak mümkün olur. Bunun için
önce ölümün mahiyetini iyi anlamak gerekir. Yani ölüm hakkında en doğru
bilgiye ulaşmak gerekir.

Sokrates’e göre ölüm hakkında iki durum söz konusu
olabilir:

Birincisi; ölüm, mutlak yokluk ve hiçlik demektir. Yani
yok olmaktır. Bu durumda uyanması mümkün olmayan derin bir uykudan farklı
bir şey olmayacaktır. Şu halde ölümden korkmak gereksiz bir şeydir.

İkincisi; ölüm, yaşamakta olduğumuz hayattan başka
boyuttaki bir hayata geçiş için bir tüneldir. Bu durumda da ölümden
korkmak gereksizdir. Çünkü şu anki hayatımızda tâbi olduğumuz bazı görevler,
sorumluluklar ve şartlar olduğu gibi, yani hayatımıza anlam kazandıracak,
yeni tecrübeler de olacaktır. Demek ki erdemli bir hayat sürdüren, yani yaşanması
gerektiği gibi yaşayan bir insan için ölüm, korkulacak bir şey değildir.
Ancak, ünlü savunmasında belirttiği gibi, korkması gerekenler, adil olmayan
kararlar veren, erdemsiz hakimler ile insanlara karşı sorumluluklarını
yerine getirmeyenlerdir. Nitekim Sokrates, dünya hayatını belirlediği bu
ilkeler doğrultusunda geçirmiş ve bu yüzden de ölüme mahkum edildiğinde
ölümü gülerek, hatta alaycı bir tavırla karşılamıştır.

Eski Yunan filozofları içinde ölüme özel ve olumlu
bir anlam veren ilk filozof, Sokrates’tir. Bu bakımdan kitaplı dinlerin
(Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık) tanımlamalarına yakın bir düşüncededir.
Mesela, öldükten sonra yok olmayıp, iyi insanların "hades ülkesine"
(Cennet) gideceğine inanmaktadır. Orada üzüntünün ve adaletsizliğin
olmayacağını belirtmektedir. Bu inancından dolayı, ölüme mahkum olduğunda,
sevenlerinin üzüntü duymamaları için daha iyi bir yere gideceğini söyleyerek
onları teselli etmiştir. Filozoflar tarihinde ölümü bu şekilde karşılayıp
kayıtlara geçen belki de tek örnek, Sokrates’tir. Hayatın anlamı ve ölüm
gerçeği hakkında, öğrencilerinin şahsında, adeta bütün insanlığa ders
vermek istemiş gibidir. Nitekim en yakın öğrencilerinden ve felsefe
tarihinin en önemli işaret taşlarından birisi olan Eflatun da, onun gibi ölümü
sonsuzluğa açılan bir kapı olarak görmekte ve ruh için beden kapısından
bir kurtuluş olduğuna inanmaktadır. Adeta ölüm ile ruh, sonsuz olan idealar
alemine açılan bir kapıyı aralamaktadır.

Özetlersek, Epikürcüler hayat ile ölümü birbirine zıt
iki durum olarak görüyorlar ve ölüm düşüncesini hayattan uzak tutmaya çalışıyorlardı.
Stoacılar, hayat ile ölümü evrensel bir bütünlük içinde görmeye çabalarken,
hayat ile ölüm arasındaki farklılığı yok saymayı tercih ediyorlardı.
Sokrates ise, hayat ile ölüm arasındaki yok saymakla beraber, ölümün hayatın
bir alternatifi olmadığını ve hayatın farklı bir boyutu olarak değerlendirilebileceğini
göstermeye çalışıyordu.

Şüphesiz düşünce tarihinde daha farklı tonlar da
olmakla beraber, bu genel düşüncelere yakın başka fikirlerden söz
edilebilir.

Ölümün korkutuculuğu nereden kaynaklanmaktadır? Ölümün
mahiyetinden mi? Yoksa ölümle karşı karşıya kalacağımız yok olma
korkusu mu?

"Ölüm düşüncesi" diyor Schopenhauer, "ölümün
kendisinden daha ıstıraplıdır". Ölüm hakkında henüz bir bilgiye
sahip olmadığımız yaşlarda, ölüm korkusu duymadığımızı da hatırlarsak,
Schopenhauer haklı görülebilir. Hayatta tattığımız acılar, ya doğrudan,
ya da dolaylı olarak ölümü çağrıştıran, hatırlatan bir özellik taşır.
Bu yüzden hayattaki çeşitli durumlar hakkında bilgimiz artıkça, ölümden
uzaklaştığımızı düşünmek yerine, ölümü hatırlatan birçok yeni
olgularla tanışmış oluruz. Görürüz ki, dünya hayatını tanımakla,
bilmekle, ölüm anlaşılmış olmaz ve ölüm korkulacak bir şey olmaktan çıkmaz.
Belki de kaybedeceğimizi düşündüğümüz fırsatlar ve nimetlerin çokluğundan
dolayı daha çok uzak kalmak isteriz, ölümden. Gençlerin neşe ve hayat dolu
olmalarına karşılık, yaşlıların daha tecrübeli ve daha hayatı tanır
olmalarına rağmen, ölümden daha çok korkmalarının nedeni de bu olmasın!
Evet gençler, hep hayat yumağının yokuşunu çıkmakta olduklarından, yokuşun
öbür tarafındaki ölümü görmez ve tanımazlar. Oysa yaşlılar, o kaçınılmaz
noktaya doğru yuvarlanmakta olduklarını açıkça görürler. Bu yüzden de
geç ölüm, ani ölümden daha korkutucudur. Yani ölümü düşünmek, ölümün
kendisinden daha korkutucudur.

Ölümün bir yokluk, ya da belirsizlik olması ihtimali
bu düşünceyi daha katlanılmaz, daha acı ve ıstıraplı hale getirmektedir.
Yani, ölüm hakkında düşünmekten çok, ölüme olumsuz bir yaklaşımla
bakmanın korkuya yol açtığı görülmektedir. Hayatla birlikte, alışılan,
mutluluk veren, haz veren, kısaca arzu edilen her şeyden mahrum kalmak
ihtimali, ölümle birlikte belirmektedir.

Öyleyse, ölüm korkusundan kurtulmanın yolu, onu düşünmemeye
ve onu hatırlamamaya çalışmak değil, ölüm hakkındaki olumsuz düşünce,
inanç yada sanılardan uzaklaşmak olabilir. Yani ölümü, hayatın bir
tahribi, yok oluşu, ortadan kalkışı olmaktan çıkarıp, hayatın (geniş
anlamda) içinde görmeye çalışmaktır. Bu nasıl olabilir? Bu tam da
metafizik bir soru ya da problem olarak herkesin karşı karşıya olduğu,
kesinlikle çözümlenmesi gereken son hakiki meseledir. Bu problemin çözümü
konusunda felsefe tarihinden Sokrates’i örnek verebiliriz. Diğer taraftan daha
geniş kitlelerin de ikna olmasını sağlayan kitaplı dinlerin ahiret inancı
örnek verilebilir. Sonsuz dairesel bir zaman tüneli biçimindeki Stoacılığı
andıran felsefelerin, bireysel bilinçleri göz ardı etmelerinden dolayı,
ikna edici olmadığı ortadadır.

Herhangi felsefi ya da dini bir öğretiye ihtiyaç
duymayan insanlar için de ölüm, korkulan ve kaçılan bir son hakiki mesele
olmaktan çıkmamaktadır. Ölüm meselesi çözülmeden de hayatın tam anlamıyla
kavranılması ve tam da yaşanması gerektiği gibi yaşanılır kılınması
sağlanamaz. Çünkü gerek biyo-psikolojik, gerekse metafizik bakımdan hayatın
kaynağı problemi ile hayatın sonu (ölüm) problemi birbirinden fazla uzak değildir.
Öyleyse ölüm hakkında sağlıklı bir düşünceye ulaşabilmek için, önce
hayatın mahiyetinin anlaşılması gerekmektedir. Hayatın mahiyeti ve hakikati
yada kaynağı konusunda tutarlı ve ikna edici bir sistem ile ancak ölümün
mahiyeti anlaşılabilir.