Araştırmalar, en ilkel yaşam koşulları içinde
bulunan toplulukların bile sanatları olduğunu göstermektedir. Tarih öncesi
çağlara ait bir çok mağaralarda -Lascaux ve Altamira- türlü tekniklerle
yapılmış, gerçekten şaşırtıcı ölçüde sanat değeri taşıyan, duvar
resimlerine rastlanmıştır.1 Bu bulgular, sanatın ilk insanlardan beri var
olduğunu gösteren işaretlerdir.

Arkeolojik bulgular ilk insandan bu yana ölü gömme,
mezar hazırlama kültürünün oluştuğunu göstermektedir. Aynı kültüre
ait toplulukların mezarları açıldığı zaman benzer gömme şekillerine
rastlanmaktadır. Ölüye duyulan saygı, ölü gömme, mezar hazırlama gibi
etkinliklerin önem kazanmasına zemin hazırlamıştır. Ölüler için yapılan
odalar, yaşama mekanları, araç ve gereçler hep ölüye verilen değere göre
şekillenmiştir. Ölüler için yapılan sandukalar, önceleri pişirilmiş
topraktan, sonra ise taştan oyularak yapılmıştır. Lahit denilen taştan
sandukalar, zamanla büyük oda şeklini almıştır. İri taşlardan ve tek parça
bir çatıdan yapılan bu mezar odalarına dolmen denilmiştir.

Ölüye tahrip edilmesi zor mezarlar yapma düşüncesi,
mimariyi anıtsal bir yönde gitmeye zorlamıştır.

İlk insanlardan bu yana çeşitli yaşama mekanlarının
hazırlanması değişik şekillerde de olsa öldükten sonra yaşanacağına
dair inançların bulunduğunu göstermektedir. İnsanlar varlığının tabii
bir sonucu olarak ebediyete her zaman ilgi duymuşlardır. İnsanların İlahî
mesajı algılama imkanı elde etmedikleri dönemlerde bile ebediyet duygusunun
çeşitli yansımalarını göstermişlerdir. Bunun örneklerinden birisi, o dönemlerde
hem devlet başkanı, hem de tanrı olan Firavunların gücünü ve devletin gücünü
sembolize eden piramitlerdir. İnancın zayıfladığı veya kaybolmaya başladığı
bu dönemde Firavun ebedilik duygusunu bu şekilde tatmin etmiştir. Zira
piramitler incelendiğinde sağlam formlarının içe gömülen cepheleri ile
ebediliğin sembolü gibi görülmüştür. Ölü, piramidin içinde kalır,
kendisini dışarıya göstermez. Ve rahatsız edilmek istemez. Bu rahatsız
edilmeme ifadesini, muazzam taş blokların ayırdığı, dışarı çıkışı
olmayan bir yere çekilerek gösterir.2 Ayrıca ilk olarak Mısır’da karşılaştığımız,
ebedi olma fikrinin bir yansıması olan, ölülerin bozulmaması için yapmış
oldukları (tahnit) mumya tekniğidir.

Mısır sanatında heykel yapımının gelişmesi de
ebediyet duygusu ile açıklanır. Mısır’da heykel, bir insanın hayatını bu
dünyada da temsil ettiğine inanılırdı; heykel bir eser olarak değil, bir
hayat olarak değerlendirilmiştir. Mezarlardaki heykel ve resimler ile, ölümsüzlüğe
ulaşılmak istenmiştir. İnançlarına göre heykeller, kişi öldükten sonra
ona hayatını idame etme imkanı sunduğundan Mısırlılar için heykel zaruri
bir ihtiyaç haline gelmiştir.3

Mısır’da heykel sanatı bu kadar gelişim gösterirken,
aynı dönemlerde örneğin Babil Sanatından bize çok az insan tasvirleri
gelmiştir. Bu, eserlerinin bugüne dek kalanlarının az olmasından değil,
insan figürüne önem vermeyişlerinden kaynaklanmaktadır.4 Heykel yapımının
geliştiğini gördüğümüz uygarlıkta Grek’dir; fakat Grek’deki heykel sanatı
ile Mısır’daki heykel sanatının gelişimini aynı nedenlerle açıklamak mümkün
görünmüyor. Mısır’da heykel dinsel bir esastan kaynaklanırken, Grek’de
efsanelerden kaynaklanmıştır. Mısır sanatı seyirci için yapılmamıştır.
Heykeller bizzat o insanın (ölen) yerini tutmuştur. Yani bir ideal olma
durumu Mısır’da yoktur. Grek’de ise, asıl ilke seyircinin bakış noktası
olmuştur.

Mısır’da heykelin kime ait olduğu belirtilmek istenmiştir.
Grek’te ise ortak ideal insan tipi önem kazanmıştır. Grek heykel sanatında
dikkat çeken bir unsur da Grekler için psikolojik iç niyetler heykel için
bir değer taşımıyor. Hatta maddenin anlatımı da Grek sanatında yoktur.
Heykellerdeki yüz ifadelerinin olmayışının sebebi, olgun insanın hiçbir
şekilde hissiyatını belli etmeme fikri bu dönemde Yunanlının inandığı
bir husustur. Grek efsaneler sanatı olduğu için, eserlerde bir ruhsuzluk ve
manasızlık göze çarpar. Ahiret inancı olamayan Grek sanatı manadan yoksun
bir şekildedir. Ele geçen eserlerde genelde nazarların dünyaya çevrildiği
görülür. İdeal insan tipi arayışı, spor gösteri resimleri ve efsanevi ve
dünyevileştirdikleri tanrılarına yapılan tapınaklardan ibarettir.

İÖ 1000 yıllarında Avrupa’yı özellikle İtalya’ya
iki sanat etkilemiştir. Bunlardan biri Grek sanatıdır. Diğeri ise, ön
Asya’dan İtalya’ya göç edip yerleşen Etrüsklerin sanatıdır. Etrüksler
gelmeden önce ölülerini yakan İtalyanlar, bunların gelmesinden sonra ön
Asya yapı unsurlarından olan kubbeli oda mezar mimarisini benimsemişlerdir.
Ve ölülerini toprağa gömmeye başlamışlardır. Grek sanatının aksine Etrüskler’de
öldükten sonra bir hayatın olduğuna dair inanışlar vardır. Kendine has
bir heykel mimarisi geliştiren Etrüsklerde heykel kişi öldükten sonra, hatıra
olarak kalsın diye yapılmıştır. Heykellerini kadın erkek çift olarak
yapan Etrüskler, hayattaki evlilik durumunun tespitiyle öldükten sonra da yaşamak
istediklerini ifade etmişlerdir.5

Etrükslerde heykeller Mısır kültüründe gördüğümüz
gibi ölünün yanına konulan eşyalar gibidir. Yani bunlar ölünün kendi
hayatı ile ilgilidir. Kısacası kişisel hayata ait zevk ve mutluluğun ölümsüz
olması için bu şekilde tasvirler vardır. Etrüskler’de yer altı mezarlarına
"Nekrapol" denir, anlamı ölüler şehri demektir.6

Hıristiyanlığı İS 312’de resmi din olarak kabul eden
Roma’da, Grek sanatı 300 yıl kadar daha hakim olmuştur. Grekler (Yunanlı) bu
dünyada yaşayan ve insanlarla teması olduğuna inandığı tanrılara tapıyordu.
Dünyevi değerler onlar için tanrısal nitelik olabiliyordu. Bütün harekeler
ve yaşayışıyla dünyevi olan Yunan tanrıları maddi bir güzelliğe ve
fizik yapısına sahiptiler.

Hıristiyanlıkta ise, maddi bütün dünyevi değerler
aldatıcı değerler olarak kabul ediliyordu. İlk Hıristiyanlık öbür dünyanın,
Yunanlı ise bu dünyanın değerlerine bağlıydı. Yunanlı, Hıristiyanlar
gibi öbür dünyanın gerçek kurtuluş yeri olduğunu düşünmüyordu. Yunanlı
taptığı tanrıyı insanlaştırıyor, Hıristiyan ise, tanrısını kainatın
şekillendiricisi ve tasavvuru bile günah olan bir varlık kabul ediyordu.
Bunun için Roma’daki ilk Hıristiyanlar Yunan tapınaklarına nefretle bakıyorlardı.7

Hıristiyanlığın kabulü ile Roma’da verilen ilk sanat
eserleri, kiliseler, vaftiz evleri, mezar kiliseleri denen mausole’lardır.

Hint sanatında ise, ölüm tasavvurunun sanata yansıdığı
en bariz örnek, Buda’nın ölmeden önce talebelerine, "beni bir tümülüse
(stupa) gömün" vasiyetiyle, önceden hiç bilinmeyen bir yapı Hint
mimarisine girmiştir.8

Bu stupalarda Buda’nın hayatıyla ilgili tasvirler
bulunmuştur. Hz. İsa’nın hayatı Hıristiyanlık sanatının anlaşılmasında
nasıl önemliyse, Buda’nın hayatı da Budizm için önem arzeder. Bu yüzden
stupalarda (mezarlarda) Budizm öğretileri ile ilgili resimler yapılmıştır.

Ortaçağda din kilise egemenliğine dayalı dünya görüşünün
bütün olarak, tüm toplu kişiler tarafından paylaşılan birliği sarsılmış
olan Rönesans döneminde dinin sanat üzerindeki etkisinin yavaş yavaş kalktığını
görmekteyiz.

Biz, esasen Roma kiliselerindeki tanrıyı temsil eden
apsis tarafındaki kulelerin, Gotik döneminde krallar tarafını temsil eden
batı tarafındaki kulelerden daha alçak yapılmaya başlandığı görülür.9
Ortaçağdaki Gotik kiliseleri ile Rönesans kiliseleri arasında farklar vardır.
Ufki sistemli bazilikal Gotik yapı Rönesansta merkezi sistemli yapıya dönüşmüştür.

Ortaçağ öbür dünyadaki kurtuluşa, Rönesans ise dünyevi
yetkinliğe ve bu dünyadaki kurtuluşa önem veriyordu. Bunun anlamı insanın
öbür dünya nimetlerinden vazgeçip, bu dünyanın nimetlerine önem vermesi
demekti. Ortaçağda eserine imzasını atmayan sanatçı, Rönesansta kendi
"yapma" gücüne inandığından eserinin altına imzasını atacaktır.
Mimaride ve resimlerde Gotik dikey hatları yerine Rönesansta yatay hatlar
hakim olmuş. Sonsuzluk yerine ölçü, çok parçacılık yerine sakin ve dünyevi
bir yapı tarzı ortaya çıkmıştır. İnancın çizgiler üzerinde bile
tesiri olmuştur.

Rönesans sanatçıları, ortaçağın kutsal öbür dünyası
yerine, bu dünyanın gözlemine dayalı bir mekan dünyası ele alırlar. Özellikle
Rönesansta resim sanatında da inanç ve inancın zayıflamaları etkisi açık
görülmektedir. Ortaçağ resim felsefesine uygun olarak açık hava (manzara)
görülmüyor. Gözleme dayanmayan mantıki bir tasavvurdan ibaret olan ortaçağ
resminde, renkler de doğasına uygun kullanılmıyor. Rönesansta ise gözlemci,
bir noktadan bakışa göre edinilmiş resimler ortaya çıkarıyor. Yani doğasallığa
bir yöneliş vardır.

Rönesansta gördüğümüz bir diğer özellik, ölüden
alınan yüz kalıbı ve bu kalıbın cenazede tabutun üzerinde taşınmasıdır.
Bu davranış çok eskidir ve portre sanatının gelişmesine sebep olmuştur.

Bundan amaç da yine kişinin ölümsüzlüğü
simgelemesidir..

Burada önemli olan nokta şudur, sanat dine hizmet ettiği
sıralarda herkes sırf dini anlattığı için resimle ilgileniyordu. En
cahilinden en kültürlüsüne kadar herkes, sanatla dolayısıyla ilgilenmiş
oluyordu. Ancak sanat dinle ilişkisini kesince, bu kez din yüzünden sanatla
karşı karşıya gelen vasat insanın, sanatla ilişkisi de kopmuş oluyordu. Böylece
sanat artık dar bir zümreye hitap etmeye başlamıştır.

Yeniçağ, insanın bakışını öbür dünyadan bu dünyaya
çevirmiştir. Bu yeni anlayışa göre bütün kurumların da değişmesi
gerekmiştir. Böylece mimariden başlayarak möbleye değin her şey değiştirilmiştir.10

Rönesansta resim sanatında yine Hıristiyan öğretilerin
resmedildiği, Hz. İsa, Meryem tasvirleri, Hz Adem ve Havva tasvirlerinin olduğu
gözlenir. Fakat bu tasvirler Gotikteki gibi bilinmeyen mekanlarda değil, dünyevi
mekanlarda resmediliyor. Meryem tasvirleri önceden tesettürlü çizilirken, Rönesansta
günün modasına uygun kıyafetli açık Meryem tasvirleri ortaya çıkmıştır.

Rönesanstaki heykellere bakacak olursak, Michelangelo
heykellerinde, devasa insanlara rastlamaktayız. Onurlu, düşünceli dev insan
tiplerini çağının büyük haksızlıklarına, gaddarlıklarına karşı yapmıştır.

Rönesans sanatçılarından Giorgione hayatının sonuna
doğru yaptığı en önemli eserlerinden biri olan, "Kırda Konser"
adlı tablosu ilginçtir. Ölüme yaklaşan bir insan düşüncesinin yaşama
sevincine doğru yön aldığı anlaşılıyor. Tabloda iki kız, müzik, güneş
ve sevgi resmedilmiştir. Bu tablo ile Giorgione hayat dolu dünyasını çevresine
sunmaya çalışmıştır. Dikkat edilirse din duygusu da artık resimlerden
elini ayağını sessizce çekmektedir.11

Asya’da Hıristiyanlığın hakim olduğu Rus sanatında
ise, Hıristiyanlıkla ilgili eserler verildiği dönemlerde, Rus sanatçıları
Batı’daki kutsal insan tasvirlerini eleştirmişler ve kutsallıklarını
bozduklarını söyleyecek kadar dindar bir yapı sergilemişlerdir. Hıristiyan
öğretilerine sıkı sıkıya bağlı sanat eserleri vermişlerdir. 19. Yüzyılda
Rusya’da geniş fikir akımları doğmuş, dini kalıplar kırılmaya başlamıştır.
Özellikle 1920’lerden sonra Sosyalizmin egemen olduğu dönemlerde nesneleri
oldukları gibi değil, olması gerektiği şekilde biçimlendirmişlerdir.
Sanatı fikirlerinin yayılması için bir silah olarak görmüşlerdir. Sovyet
Yazarları Derneği Başkanı bir dergide şunları yazıyor; "sanat kendi
kurtuluş savaşını yapan halkların bir silahıdır. Sanatta geniş halk
kitlelerince anlaşılabilecek biçimde, bilgi ışığını ve yeni, ilerici
fikirleri anlatacak kuvvet vardır.12

Rönesanstan sonra gelişim içerisinde Sanat, Barok ve
Rokoko gibi dönemleri yaşamıştır. Bu dönemlerde heyecanın ve aşkın esas
olduğu eserler verilmiştir.

1789 İhtilalinden sonra ise, sanatlarda bazı
etkilenmeler olmuştur. Tarihin karanlık çağlarından tarım kültürüne,
tarım kültürlerinden de bu döneme değin sanatın aristokrat zümrelerin ve
din kurumlarının hizmetinde ve değişen dünya görüşlerine paralel olarak
yeni biçimlere girdiği görülür. Bu dönemde Tanrıyı yalnız evrenin yaratıcısı
olarak kabul ediyor fakat insanı hayatının hakimi olarak görüyordu. Yaptıkları
eserlerde ahlaki değerlere önem artıyor ve doğa manzaraları karşımıza çıkıyor.
Doğanın muazzamlığı karşısında küçüklüğe dikkat çekiliyor yani
Tanrının büyüklüğü vurgulanıyordu. Eserlerde hep ebedilik fikrini işlemişlerdir.
İnançlı sanatçıların verdiği eserler olduğu gibi, inançsız sanatçılar
da olmuştur. Fransız ihtilalinin olduğu dönemlerde yetişen Goya ne dini
kurtuluş ne gelecek için bir inanca sahip olmadı. Aile yönünden perişan
olan sanatçı karısı öldükten sonrada yirmi çocuğundan yalnız bir tek
evladı kalmıştır. Madrit civarlarındaki bir kır evine çekilmiş yalnız münzevi
bir hayat yaşamıştır. Bu yalnız hayatı içinde yalnız cadılar, şeytanlar
gibi hayalleri ona arkadaş olmuştur. Evin bütün duvarlarını devler, öldürülen
erkekler, cadılar ile boyadı. Ümitsizlik onu perişan etti. Ümitsizlik içinde
sembolleri konuşturması onun deli damgası yemesine sebep oldu.13

İnançsızlık tablosunu ortaya koyan bir diğer sanatçı
olan Van Gogh, (1853-1890) bir protestan papazın oğludur. Hayatının büyük
bir bölümü açlık ve sefalet içinde geçer. Kendini din ile sanat arasında
bir ayırım yapma zorunda hisseder ve sanatı seçer. Büyük bir hırsla
resimler yapmaya başlar fakat işler yine bozulur ölüm korkusuna kapılır.
Sonunun geldiğine inanır, çalışmalarına daha da bir hız verir. Ruhen bir
iç huzursuzluğun insanı kahreden ateşi içinde yanar. Bu ruh hali tablolarında
da bu şekilde yansır. Alev alev göğe yükselen serviler, yanan dağlar, sarı
ve turuncunun hakim olduğu renkleri kullanır. İnançsızlık ve ümitsizliğin
ateşiyle karga avlamak bahanesiyle birkaç gün önce boyadığı, "Kargalı
Buğday Tarlası" tablosundaki tarlaya giderek, göğsüne ateş eder, kaldırıldığı
hastanede ölür.

Bu şekilde korku içinde yaşayan bir hayat tarzı bir çok
ünlü ressamda görülür. Bunlardan ikisi Roussean ve Baudelaine’dır.

Türklerde ölüm düşüncesinin sanata etkisini iki grup
içerisinde ele almak mümkündür; İslam öncesi ve İslami dönem olmak üzere..
İslam öncesi Türk kültüründe ölümü karşılamaya dönük çeşitli figür
ve şekiller vardır. Ölüm ve sonrası ile ilgili inançlar Türk sanatına çeşitli
eserler kazandırmıştır; kurganlar, balballar (dikilitaş ve heykeller), anıtkabirler
(kümbet ve türbeler) bunlardandır.14 Göçebe toplulukları halinde yaşayan
Türkler, uçsuz bucaksız otlakların ve bozkırların içerisinde hareket
halinde oldukları halde, sabit olarak bıraktıkları tek şey ölenler için
yapılan kurganlar ve mezarlardır. Bugünün bilimsel çalışmaları, o
zamanki atlı göçebe kültürünü, Türk topluluklarının yaşantılarını,
inançlarını bu kurgan ve mezarlardan öğrenmektedir.

Hunların yerleşik oldukları bölgelerde yapılan kazılar
sonucunda, evcil hayvanlar arasında, atın ön planda olduğu görülür.
Kurganlarda atların gömüldüğü bölümlerde, eğer koşum takımları, eğer
altı örtüleri ve atlarla ilgili zengin malzemeler ele geçmiştir.15 Bu
bulgular Hun Türklerinin inançları hakkında bilgi edinmemize yardımcı
olmaktadır. Zira ölen kişi ile birlikte atının da gömülmesi, ahirette
yine ona sahip olma duygusundan kaynaklanıyor. Burada dikkat edilmesi gereken
nokta inancın sanata yansımasıdır. Bugün Hun mezarlarından çıkan yüzlerce
at koşum takımları, o zamanki Türklere ait giyim, kuşam şekilleri, kullandıkları
örtü ve halılara kadar, bu kurgan (mezarlardan) öğreniyoruz. Hunlardan
kalan bu buluntular bugün dünyanın çeşitli müzelerinde sergilenmektedir.

Göktüklerde de Hunlarda olduğu gibi ölümden sonraki
hayatın varlığına inanıyorlar bu inancın bir yansıması olarak, öldükten
sonra hizmet etmesi hizmetkarlarını ve atlarını da gömüyorlardı.16
Mezarların başına, kendilerine hizmet etsin diye- hayatta iken öldürdükleri
düşman sayısı kadar balbal adı verilen şekillendirilmiş taş dikiyorlardı.
Dirilişe inanıyorlardı ve Cennet-Cehennem fikirlerine sahiptiler. Yapmış
oldukları heykel ve süslemelerinde, inanca ve ahirete yönelik sembolik
ifadeler yer almaktaydı. Örneğin Kültigin mezar külliyesinde 3.75 boyundaki
anıtın altında kaide olarak Kaplumbağa heykeli konulmuştur. Kaplumbağanın
temsil ettiği anlam ise, ‘uzun ömür ve kötü ruhları uzaklaştırmak"tır.17

Uygurların zengin sanat tarihi ile ilgili devirlerini
anlatmaya çalışırken de hiç şüphesiz onların dini durumlarını ele
alamamazlık edemeyiz. Çünkü sanat eserlerinin, plastik sanatların bütünü
dini konulara bağlı olarak yapılmıştır.

Diğer Türklerden farklı olarak resmi dini Mani olarak
kabul eden Uygurlarda da ahiret inancının olduğunu ve bu dinlerini yaymak için
minyatürlü resimlere ve yazma eserlere önem verdiklerini görürüz.

Türklerin geçmiş yaşantılarına, milli bünyelerine
uygun olan İslamiyeti kabul etmeleriyle birlikte, tarihte dev ve uzun süreli
imparatorluklar kurmuşlardır. Kendi istekleriyle İslamiyeti kabul eden Türkler,
bu yeni din içinde tamamıyla Asya’da orijinal büyük bir sanat geliştirmişlerdir.

İnsanlık tarihinde etkin değişiklikler genellikle
dinlerin tesiriyle olmuştur. Türklerin İslamiyeti kabulle başlayan değişiklikleri
de kaçınılmazdır. Kültür, gelenek ve sanatta bu değişimi açık bir şekilde
görmek mümkündür.

Ölüm gerçeğinin sanata yansıdığı en bariz örneklerden
olan türbeler ve mezarlar, İslamiyetten sonra da dikkatle izlenmesi gereken
anlamlar taşımışlardır. Türkler öyle muazzam türbeler inşa etmişlerdir
ki, dünya sanat tarihinde önemli bir noktayı koymuşlardır. Karahanlılar,
Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılardaki bu türbe mimari formlarında dikkat
çeken bir özellik üst örtünün ya konik şekilde veya kubbe biçiminde olduğu
görülür. Bu konik veya kubbe biçiminin, kökleri ise İslamiyetten önceki Türklerdeki
çadır geleneğine kadar uzanır. Türklerde ölülerin ilk mezarları hiç şüphesiz
kendi çadırları idi. Bu yüzden Türklerin yerleşik hayata geçmelerinden
sonra mezarları ister kerpiç, ister tuğla ister taş konstrüksiyon olsun çadır
biçimlerini korudukları dikkatten kaçmaz. Selçuklularda "kümbet",
Osmanlılarda "türbe" adını taşıyan bu mezar yapıları
geleneksel çadır kalıplarını taşır.18

Türkler ölüye o kadar önem vermişlerdir ki, sadece önemli
kişilerin mezarları değil, sade vatandaşların bile mezarları sanat
tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur. Müslüman Türkler İlahi mesajın
"Küllü nefsin zaikatü’l- mevt" (Bütün nefisler ölümü tadacaktır.)
hakikatini mezar taşlarına aktararak insanlara ibret yüklü nasihatlar vermek
istemişlerdir. Mezar taşları diğer bütün sanat dallarına göre örf ve
adetlerimizi daha fazla yansıtan kültür malzemeleri olarak karşımıza çıkar.
Çünkü ölüm insanların bağrını kavurmakta, onlara o denli acılar
vermektedir ki kişi eski inanç ve gelenekleriyle, öldükten sonraki hayatını
düzenleme çabasına girmektedir.19 Mezar taşları üzerine yazılan
hadislerde insanların ölümden korkmamaları ve her nefsin bir gün ölüm acısını
tadacağı vurgulanır.

Mezar taşlarındaki çeşitli figürlerin özel anlamları
vardır. Mesela bazı mezar taşlarında kandil figürü göze çarpar. Bu
kandillerin karın kısımlarında Allah yazısı vardır. Yani kandil Allah’ı
sembolize etmektedir. Yine mezar taşlarında görülen şamdan ise ölenin
ruhunun başka bir aleme yükselmesini temsil eder. Mezar taşlarımızdaki bir
başka figürde servi ağacıdır. Bu ise sonsuzluğun ve doğruluğun timsali
olarak yapılır. Sadece mezar taşlarında değil, bir çok mimari eserlerde
vazgeçilmez bir motif de hayat ağacıdır. Uçlarında haşhaş motifi bulunan
bu figür ebedi uykuyu sembolleştiren ve ölenin ruhunun göğe yükselmesi
gibi anlamlar içerir.20

Sonuç

Tarih boyunca insanların karşılaştıkları en büyük
hakikat ölüm olmuştur. Hayatın bir çok problemlerine çare bulunduğu halde
ölüme çare bulmak mümkün olmamıştır. Her kültür kendine göre bir ölüm
yorumu geliştirirken, bunlardan bir kısmı, semavi mesajlardan yararlanırken
bazıları beşeri mülahazalarla bir yorum getirmiştir. Bu algılayış biçimleri
de tabii olarak o toplumların sanatlarını etkilemiştir. Sanat tarihi çalışmaları
aynı zamanda insanların ruh dünyalarının anlaşılması çalışmalarından
başka bir şey değildir. Bugün sanat eserleri incelendiği zaman ebediyeti
arzulayan çalışmaların ya da ebediyet formasyonları geliştiren eserlerin
çok olması, bu duygunun her çağa hitap eden evrensel bir realite olduğunu gösterir.

1. Kınay, Cahit, Sanat Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1993, s. 1.

2. Kınay, s. 58.

3. Kınay, s. 60.

4. Kınay, s. 97.

5. Kınay, s.166.

6. Kınay, s.168.

7. Kınay, s.168.

8. Kınay, s. 258.

9. Kınay, s. 329.

10. Kınay, s. 339.

11. Kınay, s. 361.

12. Kınay, s. 389.

13. Kınay, s. 439.

14. Aslanapa, Oktay, Başlangıcından Bugüne Türk Sanatı,
Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1993, s. 34.

15. Aslanapa, s. 6.

16. Aslanapa, s. 33.

17. Aslanapa, s. 41.

18. Aslanapa, s. 36.

19. Karamağaralı, Beyhan, Ahlat Mezar Taşları, Kültür
Bak. Yay. Ankara 1992, s. 3.

20. Karamağaralı, s. 3, 4.