“It is impossible to pass to relative justice
when is applicable ultimate justice.”

Üçüncü Mesele: Şu iki mesele, Yirmi Beşinci Sözün, i'câz-ı Kur'ân'a karşı medeniyetin
aczini gösteren misallerinden bir kısmıdır. Kur'ân'a muhalif olan hukuk-u medeniyetin
ne kadar haksız olduğunu ispat eden binler misallerinden iki misal:

1 olan hükm-ü Kur'ânî, mahz-ı adalet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Evet, adalettir.
Çünkü ekseriyet-i mutlaka itibarıyla bir erkek, bir kadın alır, nafakasını taahhüt
eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona yükler, irsiyetteki noksanını
telâfi eder.

Hem merhamettir. Çünkü o zaife kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete
çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur'ân'a göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür.
Pederi, ona "benim servetimin yarısını ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine
sebep olacak zararlı bir çocuk" nazarıyla endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe
ve hiddet karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasetsiz bir merhamet ve himayet
görür. Kardeşi, ona "hanedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını
ellerin eline verecek bir rakip" nazarıyla bakmaz; o merhamete ve himayete bir kin,
bir iğbirar katmaz.

Şu halde, o fıtraten nazik, nazenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sureten
az bir şey kaybeder; fakat, ona bedel, akaribin şefkatinden, merhametinden tükenmez
bir servet kazanır. Yoksa, rahmet-i Hakk'tan ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından
fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür. Belki, zaman-ı cahiliyette
gayret-i vahşiyâneye binaen kızlarını sağ olarak defnetmek gibi gaddarâne bir zulmü
andıracak şu zamanın hırs-ı vahşiyânesi, merhametsiz bir şenaate yol açmak ihtimali
vardır.

Bunun gibi, bütün ahkâm-ı Kur'âniye
2 fermanını tasdik ediyorlar.

Dördüncü Mesele:
3 İşte, mimsiz medeniyet, nasıl kız hakkında, hakkından fazla
hak verdiğinden böyle bir haksızlığa sebep oluyor. Öyle de, valide hakkında, hakkını
kesmekle, daha dehşetli haksızlık ediyor.

Evet, rahmet-i Rabbâniyenin en hürmetli, en halâvetli, en lâtif ve en şirin bir
cilvesi olan şefkat-i valide, hakaik-i kâinat içinde en muhterem, en mükerrem bir
hakikattir. Ve valide, en kerîm, en rahîm, öyle fedakâr bir dosttur ki, o şefkat
saikasıyla, bir valide, bütün dünyasını ve hayatını ve rahatını, veledi için feda
eder. Hattâ, valideliğin en basit ve en ednâ derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin
küçücük bir lem'asıyla, yavrusunu müdafaa için ite atılır, arslana saldırır.

İşte böyle muhterem ve muazzez bir hakikati taşıyan bir valideyi veledinin malından
mahrum etmek, o muhterem hakikate karşı ne kadar dehşetli bir haksızlık, ne derece
vahşetli bir hürmetsizlik, ne mertebe cinayetli bir hakaret ve arş-ı rahmeti titreten
bir küfran-ı nimet ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin gayet parlak ve nâfi bir tiryakına
bir zehir katmak olduğunu, insaniyetperverlik iddia eden insan canavarları anlamazlarsa,
elbette hakikî insanlar anlar. Kur'ân-ı Hakîm’in
hükmünü, ayn-ı hak ve mahz-ı adalet
olduğunu bilirler.

Mektubat, 44-45.

İkinci Suâlinizin meâli: Hazret-i Ali (r.a.) zamanında başlayan muharebelerin
mahiyeti nedir? Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?

Elcevap: Cemel Vak'ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr
ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i
mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:

Hazret-i Ali, adalet-i mahzâyı esas edip Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine
gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye
adalet-i mahzâya müsait idi; fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zayıf muhtelif
akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzânın tatbikatı
çok müşkül olduğundan, "ehvenüşşerri ihtiyar" denilen adalet-i nisbiye esası üzerine
içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir.

Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan
muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir,
ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali'nin içtihadı musîb
ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azâba müstehak değiller. Çünkü, içtihad
eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak
bir sevap alır, hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı
muhakkik, Kürtçe demiş ki:

Yani: "Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kal etme. Çünkü hem katil ve hem maktul,
ikisi de ehl-i Cennettirler."

Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki,
4 ayetin mânâ-ı işarîsiyle,
bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti
için feda edilmez. Cenâb-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne
bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin
rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa,
o başka meseledir.

Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin
hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır.
Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.

İşte, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, adalet-i mahzâyı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i
tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri
ve muarızları ise, "Kabil-i tatbik değil; çok müşkülâtı var' diye, adalet-i izafiye
üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller,
bahanelerdir.

Mektubat, 56-57

Yirmi İkinci Mektup

Şu Mektup iki mebhastır. Birinci Mebhas, ehl-i imanı uhuvvete ve muhabbete davet
eder.

Birinci Mebhas

Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat
ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı
şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır
ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.

Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı veçhini beyan ederiz.

Birinci Vecih:

Hakikat nazarında zulümdür.

Ey mü'mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya
bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark
ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve
zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ bir tek mâsum, dokuz
câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü'minin
vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı
mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin
ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip
ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.

İkinci Vecih:

Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur
ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar.

Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa,
o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü'min, kardeşini
sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla
ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadisle, "Üç günden fazla mü'min mü'mine küsüp
kat-ı mükâleme etmeyecek."

Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit
muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer.

Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü'min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür.
Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan
daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde
olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti
ve ittifakı istediği hâlde, mü'mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar
hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık
ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.

Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi,
vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber
bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın
emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir
memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki,
imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince
vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.

Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir-bir,
bir, bine kadar bir, bir.

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir.

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir.

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti
iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları
hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz
ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak,
ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf
ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu, kalbin
ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.

Üçüncü Vecih:

Adalet-i mahzâyı ifade eden
5 sırrına göre, bir mü'minde bulunan câni bir sıfat
yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak,
ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü'minin fena bir sıfatından
darılıp, küsüp, o mü'minin akrabasına adâvetini teşmil etmek,
6 sîga-i mübalâğa
ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar
ettiği hâlde, nasıl kendini haklı bulursun, "Benim hakkım var" dersin?

Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir;
başkasına sirayet ve in'ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese,
o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet
ve in'ikâs etmek, şe'nidir. Ve ondandır ki, "Dostun dostu dosttur" sözü durub-u
emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, "Bir göz hatırı için çok gözler sevilir"
sözü umumun lisanında gezer.

İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü hâlde, sevmediğin bir adamın sevimli,
mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu,
hakikatbîn isen anlarsın.

Mektubat, 253-255.

Nev-i beşere rahmet olan Kur'ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun
eden bir medeniyeti kabul eder. Medeniyet-i hazıra, beş menfi esas üzerine teessüs
etmiştir:

Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe'ni tecavüzdür.

Hedef-i kastı menfaattir. O ise, şe'ni tezâhumdur.

Hayatta düsturu cidaldir. O ise, şe'ni tenâzudur.

Kitleler mâbeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfi milliyettir.
O ise, şe'ni müthiş tesâdümdür.

Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzularını tatmindir. O hevâ ise,
insanın mesh-i mânevîsine sebeptir.

Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise:

Nokta-i istinadı, kuvvete bedel, haktır ki, şe'ni adalet ve tevâzündür.

Hedefi de, menfaat yerine fazilettir ki, şe'ni muhabbet ve tecâzüptür.

Cihetü'l-vahdet de, unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî ve vatanî ve
sınıfîdir ki, şe'ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız
tedâfüdür.

Hayatta, düstur-u cidal yerine düstur-u teâvündür ki, şe'ni ittihad ve tesanüttür.

Hevâ yerine hüdâdır ki, şe'ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür.

Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa
mahvolursun.

Mektubat, 458.

Adalet-i mahzâ-yı Kur'âniye, bir mâsumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer
için de olsa heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette
de birdir. Hodgâmlıkla, öyle insan olur ki, ihtirasına mâni herzeyi, hattâ elinden
gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.

Mektubat, 459.

Evâmir-i şer'iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i tekviniyeye karşı
da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücâzâtın ekseri âhirette, ikincisinde
ağlebi dünyada olur. Meselâ, sabrın mükâfâtı zaferdir; atâletin mücâzâtı sefalettir;
sa'yin sevabı servettir; sebatın mükâfâtı galebedir. Müsavatsız adalet, adalet değildir.

Mektubat, 462.

Suâl: İtiraz ettiğin şeye nasıl cevap veriyorsun?

Cevap: Ben libâsa ilişiyordum. Hükümet iyi bir adamdır. Pislerin libâsını giymişti.
Biz o libâsı yırtmak ve yıkamak isterdik, olamadı. Zamana bıraktık; tâ yavaş yavaş
yırtılsın. Evet, namazı kılıyordu, kıbleyi tanımıyordu; sonra tanıdı ve tanıyacaktır.
Ehvenüşşerreyn, bir adalet-i izâfiyedir. Fakat kemâl-i telehhüf ile bağırıyorum
ki, şiddete inkılâp eden fikr-i intikâmın tedâhülü ve heyecânâtı intâc eden tecrübesizlik,
üzerimize emri şiddetlendirdi, pahalaştırdı. Muvakkaten, bir nevî karanlık çöktü.
Emîn olunuz ki, çekilecektir.

Münazarat, 3.

Sual: (Bir Arnavut tarafından vuku bulan sualdir.) Taaddüd-ü zevcat ve esir ve
köle gibi bazı mesaili, bazı ecnebîler serrişte ederek, medeniyet nokta-i nazarında
şeriata bazı evham ve şübehâtı irad diyorlar.

Cevap: Şimdilik mücmelen bir kaide söyleyeceğim. Tafsilini müstakil bir risale
ile beyan etmek fikrindeyim.

İşte, İslâmiyet'in ahkâmı iki kısımdır:

Birisi: Şeriat ona müessestir, bu ise hüsn-ü hakikî ve hayr-ı mahzdır.

İkincisi: Şeriat-ı muaddildir. Yani, gayet vahşî ve gaddar bir suretten çıkarıp,
ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikîye
geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünkü, birden
tabiat-ı beşerde umumen hükümferma olan bir emri birden ref etmek, bir tabiat-ı
beşeri birden kalb etmek iktiza eder. Binaenaleyh, şeriat vâzı-ı esaret değildir;
belki en vahşî suretten böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek surete
indirmiştir, tâdil etmiştir.

Hem de, dörde kadar taaddüd-ü zevcat tabiata, akla, hikmete muvafık olmakla beraber;
şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekiz-dokuzdan dörde indirmiştir. Bâhusus
taaddütte öyle şerait koymuştur ki, ona müraat etmekle hiçbir mazarrata müeddî olmaz.
Bazı noktada şer olsa da ehven-i şerdir. Ehven-i şer ise bir adalet-i izafiyedir.
Heyhât! Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.

Münazarat, 122.

Üçüncü Hakikat:

Bâb-ı Hikmet ve Adâlet olup, ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam,
adâlet ve mîzanla Rubûbiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rubûbiyetin cenâh-ı
himâyesine ilticâ eden ve hikmet ve adâlete imân ve ubûdiyetle tevfîk-ı hareket
eden mü'minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan ile isyan
eden edebsizleri te'dib etmesin? Halbuki, bu muvakkat dünyada, o hikmet, o adâlete
lâyık binden biri insanda icrâ edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza
almadan, ehl-i hidâyetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek,
bir mahkeme-i kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.

Evet, görünüyor ki, şu âlemde tasarruf eden Zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor.
Ona bürhan mı istersin? Her şeyde maslahat ve faydalara riâyet etmesidir. Görmüyor
musun ki, insanda bütün âzâ, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyrâtında,
her yerinde, her cüz'ünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bâzı âzâsı,
bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması
gösteriyor ki, nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor? Hem, her şeyin san'atında
nihayet derecede intizam bulunması gösterir ki, nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor.

Evet, güzel bir çiçeğin dakîk programını, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük
bir ağacın sahife-i a'mâlini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihazâtını küçücük
bir çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak, nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini
gösterir.

Hem her şeyin hilkatinde gayet derecede hüsn-ü san'at bulunması, nihayet derecede
hakîm bir Sâniin nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün
kâinatın fihristesini, bütün hazâin-i rahmetin anahtarlarını, bütün esmâlarının
aynalarını derc etmek, nihayet derecede bir hüsn-ü san'at içinde bir hikmeti gösterir.

Şimdi hiç mümkün müdür ki, şöyle icraat-ı Rubûbiyette hâkim bir hikmet, o Rubûbiyetin
kanadına ilticâ eden ve imân ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif
etmesin?

Hem, adâlet ve mîzan ile iş görüldüğüne bürhan mı istersin? Her şeye hassas mîzanlarla,
mahsus ölçülerle vücud vermek, sûret giydirmek, yerli yerine koymak, nihayetsiz
bir adâlet ve mîzan ile iş görüldüğünü gösterir.

Hem, her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını vermek, yani vücudunun bütün
levâzımâtını, bekasının bütün cihazâtını en münâsip bir tarzda vermek, nihayetsiz
bir adâlet elini gösterir.

Hem, istidad lisâniyle, ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle, ıztırâr lisâniyle suâl edilen
ve istenilen her şeye dâimî cevap vermek, nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.

Şimdi, hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hâcâtının
imdadına koşan bir adâlet ve hikmet, insan gibi en büyük bir mahlûkun beka gibi
en büyük bir hâcetini mühmel bıraksın, en büyük istimdâdını ve en büyük suâlini
cevapsız bıraksın; Rubûbiyetin haşmetini, ibâdının hukukunu muhâfaza etmekle, muhâfaza
etmesin? Halbuki, şu fânî dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adâletin
hakikatine mazhar olamaz ve olamıyor. Belki bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor. Zîrâ,
hakiki adâlet ister ki, şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinâyetinin
büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücâzât
görsün. Mâdem, şu fânî, geçici dünya, ebed için halk olunan insan hususunda öyle
bir adâlet ve hikmete mazhariyetten çok uzaktır; elbette, Âdil olan o Zât-ı Celîl-i
Zülcemâlin ve Hakîm olan o Zât-ı Cemîl-i Zülcelâlin dâimî bir Cehennemi ve ebedî
bir Cenneti bulunacaktır.

Sözler, 67.

Ve mâdem, bu hakikatteki bir Rab, hem insanı sever, hem kendini insana sevdirir;
hem bâkîdir, hem bâkî âlemleri var; hem adâletle her işi görür ve hikmetle herşeyi
yapıyor; hem bu kısa hayat-ı dünyeviyede ve bu kısacık ömr-ü beşerde ve bu muvakkat
ve fânî zeminde, o Hâkim-i Ezelînin haşmet-i saltanatı ve sermediyet-i hâkimiyeti
yerleşemiyor; ve nev-i insanda vuku bulan ve kâinatın intizamına ve adâlet ve muvâzenelerine
ve hüsn-ü cemâline münâfi ve muhâlif çok büyük zulümleri ve isyanları ve velînimetine
ve onu şefkatle besleyene karşı ihânetleri, inkârları, küfürleri bu dünyada cezasız
kalıp, gaddar zâlim, rahat ile hayatını ve bîçare mazlum, meşakkatler içinde ömürlerini
geçirirler; ve umum kâinatta eserleri görünen şu adâlet-i mutlakanın mahiyeti ise,
dirilmemek sûretiyle, o gaddar zâlimlerin ve me'yus mazlumların vefât içindeki müsâvâtlarına
bütün bütün zıddır, kaldırmaz, müsaade etmez.

Ve mâdem, nasıl ki kâinatın Sahibi, kâinattan zemini ve zeminden nev-i insanı
intihab edip, gayet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiş; öyle de, nev-i insandan
dahi makasıd-ı Rubûbiyetine tevâfuk eden ve kendilerini imân ve teslim ile Ona sevdiren
hakiki insanlar olan enbiyâ ve evliyâ ve asfiyâyı intihab edip kendine dost ve muhatap
ederek, onları mu'cizeler ve tevfîkler ile ikram ve düşmanlarını semâvî tokatlar
ile tâzib ediyor. Ve bu kıymetli, sevimli dostlarından dahi, onların imamı ve mefhari
olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı intihab ederek, ehemmiyetli küre-i arzın yarısını
ve ehemmiyetli nev-i insanın beşten birisini uzun asırlarda onun nuruyla tenvir
ediyor. Âdetâ, bu kâinat onun için yaratılmış gibi, bütün gayeleri onun ile ve onun
dini ile ve Kur'ân'ı ile tezâhür ediyor. Ve o pekçok kıymettar ve milyonlar sene
yaşayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini, hadsiz bir zamanda almaya müstehak
ve lâyık iken, gayet meşakkatler ve mücâhedeler içinde altmış üç sene gibi kısacık
bir ömür verilmiş. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkânı, hiçbir ihtimâli, hiçbir kabiliyeti
var mı ki, o zât, bütün emsâli ve dostlarıyla beraber dirilmesin ve şimdi de ruhen
diri ve hayy olmasın; idâm-ı ebedî ile mahvolsunlar? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve
kellâ! Evet, bütün kâinat ve hakikat-i âlem, dirilmesini dâvâ eder ve hayatını Sahib-i
Kâinattan talep ediyor.

Ve mâdem, Yedinci Şuâ olan Âyetü'l-Kübrâ'da, her biri bir dağ kuvvetinde, otuz
üç adet icmâ-ı azîm ispat etmişler ki: Bu kâinat, bir elden çıkmış ve birtek zâtın
mülküdür; ve kemâlât-ı İlâhiyenin medârı olan Vahdetini ve Ehadiyetini bedâhetle
göstermişler; ve Vahdet ve Ehadiyet ile, bütün kâinat, o Zât-ı Vâhidin emirber neferleri
ve musahhar memurları hükmüne geçiyor; ve âhiretin gelmesiyle, kemâlâtı sukuttan
ve adâlet-i mutlakası müstehziyâne gadr-i mutlaktan ve hikmet-i âmmesi sefâhetkârâne
abesiyetten ve rahmet-i vâsiası lâhiyâne tâzibden ve izzet-i kudreti zelilâne aczden
kurtulurlar, tekaddüs ederler.

Elbette ve elbette ve herhalde, imân-ı billâhın yüzer nüktesinden bu sekiz mâdemlerdeki
hakikatlerin muktezâsıyla, kıyâmet kopacak, haşir ve neşir olacak, dâr-ı mücâzât
ve mükâfat açılacak. Tâ ki, arzın mezkûr ehemmiyeti ve merkeziyeti ve insanın ehemmiyeti
ve kıymeti tahakkuk edebilsin; ve Arz ve insanın Halıkı ve Rabbi olan Mutasarrıf-ı
Hakîmin mezkûr adâleti, hikmeti, rahmeti, saltanatı takarrür edebilsin; ve o bâkî
Rabbin mezkûr hakiki dostları ve müştakları, idâm-ı ebedîden kurtulsun; ve o dostların
en büyüğü ve en kıymettarı, bütün kâinatı memnun ve minnettar eden kudsî hizmetlerinin
mükâfatını görsün; ve Sultan-ı Sermedînin kemâlâtı naks ve kusurdan ve kudreti aczden
ve hikmeti sefâhetten ve adâleti zulümden tenezzüh ve tekaddüs ve teberrî etsin.

Sözler, 97-98.

Onuncu Hakikat

Bâb-ı hikmet, inâyet, rahmet, adâlettir; ism-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîmin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, şu bekasız misafirhâne-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı
imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece
zâhir bir inâyet ve bu derece kahir bir adâlet ve bu derece vâsi bir merhametin
âsârını gösteren Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâlin daire-i memleketinde ve âlem-i mülk
ve melekûtunda dâimî meskenler, ebedî sâkinler, bâkî makamlar, mukîm mahlûklar bulunmayıp,
şu görünen hikmet, inâyet, adâlet, merhametin hakikatleri hiçe insin?

Hem hiç kabil midir ki, o Zât-ı Hakîm şu insanı bütün mahlûkat içinde kendine
küllî muhatap ve câmi' bir ayna yapıp, bütün hazâin-i rahmetinin müştemilâtını ona
tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın; Kendini bütün esmâsıyla ona bildirsin,
onu sevsin ve sevdirsin; sonra, o bîçare insanı o ebedî memleketine göndermesin,
o dâimî saadetgâha dâvet edip mes'ud etmesin?

Hem hiç mâkul müdür ki, hattâ çekirdek kadar her bir mevcuda bir ağaç kadar vazife
yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatları
taksın da, bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara dünyaya müteveccih yalnız
bir çekirdek kadar gaye versin, bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasını
gaye yapsın; ve bunları, âlem-i mânâya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa
yapmasın; tâ, hakiki ve lâyık gayelerini versinler ve bu kadar mühim ihtifâlât-ı
mühimmeyi gayesiz, boş, abes bıraksın, onların yüzünü âlem-i mânâya, âlem-i âhirete
çevirmesin; tâ, asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin? Evet, hiç mümkün müdür
ki, bu şeyleri böyle hilâf-ı hakikat yapmakla, Kendi evsâf-ı hakikiyesi olan Hakîm,
Kerîm, Âdil, Rahîmin zıdlarıyla -hâşâ, sümme hâşâ- muttasıf gösterip, hikmet ve
keremine, adl ve rahmetine delâlet eden bütün kâinatın hakaikını tekzib etsin, bütün
mevcudâtın şehâdetlerini reddetsin, bütün masnuâtın delâletlerini iptal etsin?

Hem, hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havâssına saçları
adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye
versin, adâlet-i hakikiyesine zıd olarak ve hikmet-i hakikiyesine münâfi, mânâsız
iş yapsın?

Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, meyveler miktarınca, her
bir zîhayata, belki lisân gibi her bir uzvuna, belki her bir masnua o derece hikmetleri,
maslahatları takmakla, kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu ispat edip göstersin,
sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin
en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin,
nimetlerin, rahmetlerin, maslahatların menbaı ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i
ebediyeyi vermeyip terk ederek, bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün;
ve kendini o zâta benzetsin ki, öyle bir saray yapar, her bir taşında binlerce nakışlar,
her bir tarafında binler zînetler ve her bir menzilinde binler kıymettar âlât ve
levâzımât-ı beytiye bulundursun da, sonra ona dam yapmasın; her şey çürüsün, beyhûde
bozulsun. Hâşâ ve kellâ!.. Hayr-ı mutlaktan hayır gelir, Cemîl-i Mutlaktan güzellik
gelir, Hakîm-i Mutlaktan abes birşey gelmez.

Evet, her kim fikren tarihe binip mâzi cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda gördüğümüz
menzil-i dünya, meydan-ı ibtilâ, meşher-i eşya gibi, seneler adedince vefât etmiş
menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek. Sûretçe, keyfiyetçe birbirinden
ayrı oldukları halde, intizamca, acâibçe, Sâniin kudret ve hikmetini göstermekçe
birbirine benzer. Hem görecek ki, o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda,
o bekasız meşherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizamâtını, o derece zâhir bir
inâyetin işârâtını, o mertebe kahir bir adâletin emârâtını, o derece vâsi bir merhametin
semerâtını görecek. Basîretsiz olmamak şartıyla, yakînen bilecek ki; o hikmetten
daha ekmel bir hikmet olamaz ve o âsârı görünen inâyetten daha ecmel bir inâyet
kabil değil ve o emârâtı görünen adâletten daha ecell bir adâlet yoktur ve o semerâtı
görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilmez. Eğer, farz-ı muhâl
olarak şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhâneleri değiştiren Sultan-ı
Sermedînin daire-i memleketinde dâimî menziller, âlî mekânlar, sabit makamlar, bâkî
meskenler, mukîm ahali, mes'ud ibâdı bulunmazsa, ziyâ, hava, su toprak gibi kuvvetli
ve şümûllü dört anâsır-ı mâneviye olan hikmet, adâlet, inâyet, merhametin hakikatlerini
nefyetmek ve o anâsır-ı zâhiriye gibi görünen vücudlarını inkâr etmek lâzım gelir.
Çünkü, şu bekasız dünya ve mâfihâ, onların tam hakikatlerine mazhar olamadığı mâlûmdur.
Eğer, başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit, gündüzü
dolduran ziyâyı gördüğü halde, güneşin vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divânelikle,
şu her şeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, şu nefsimizde ve ekser
eşyada her vakit müşâhede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı
görünen adâleti inkâr etmekHaşiye ve şu her yerde gördüğümüz merhameti inkâr etmek
lâzım geldiği gibi, şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmâne ve ef'âl-i kerîmâne
ve ihsanât-ı rahîmânenin sahibini -hâşâ, sümme hâşâ- sefih bir oyuncu, gaddar bir
zâlim olduğunu kabul etmek lâzım gelir ki; nihayetsiz muhâl bir inkılâb-ı hakaiktir.
Hattâ her şeyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak Sofestâîler
dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaşamazlar.

Elhâsıl: Şu görünen şuûnât, dünyadaki vüs'atli içtimâât-ı hayatiye ve süratli
iftirakat-i mevtiye ve haşmetli toplanmalar ve çabuk dağılmalar ve azametli ihtifâlât
ve büyük tecelliyât ile ve onların bu âleme âit bu dünya-i fânîde kısa bir zamanda
mâlûmumuz olan semerât-ı cüz'iyeleri, ehemmiyetsiz ve muvakkat gayeleri mâbeyninde
hiç münâsebet olmadığından, âdetâ küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler,
gayeler takmak, bir büyük dağa, bir küçük taş gibi muvakkat bir gaye-i cüz'iye vermeye
benzer ki, hiçbir akıl ve hikmete uygun gelemez.

Demek, şu mevcudât ve şuûnât ile ve dünyaya âit gayeleri ortasında bu derece
nisbetsizlik, katiyen şehâdet eder ki, bu mevcudâtın yüzleri âlem-i mânâya müteveccihtir.
Münâsip meyveleri orada veriyor ve gözleri esmâ-i kudsiyeye dikkat ediyorlar. Gayeleri
o âleme bakıyor. Ve özleri dünya toprağı altında, sümbülleri âlem-i misâlde inkişaf
ediyor. İnsan, istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsül alıyor.
Evet, şu eşyanın esmâ-i İlâhiyeye ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan
göreceksin ki; mu'cize-i kudret olan her bir çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var,
kelime-i hikmet olan her bir çiçeğin bir ağaç çiçekleri kadar mânâları var ve o
hârika-i san'at ve manzûme-i rahmet olan her bir meyvenin, bir ağacın meyveleri
kadar hikmetleri var. Bizlere rızık olması ise, o binler hikmetlerinden birtek hikmettir
ki, vazifesi biter, mânâsını ifade eder, vefât eder, midemizde defnedilir. Mâdem,
bu fânî eşya başka yerde bâkî meyveler verirler ve dâimî sûretler bırakır ve başka
cihette ebedî mânâlar ifade eder. Sermedî tesbihât yapar ve insan ise, onların şu
cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur. Fânîde, bâkîye yol bulur.

Demek, bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcudât içinde başka
maksad var. Temsilde kusur yoktur; şu ahvâl taklid ve temsil için teşkil ve tertib
edilen ahvâle benzer. Nasıl, büyük masrafla kısa içtimâlar, dağılmalar yapılıyor;
tâ, sûretler alınsın, terkib edilsin, sinemada dâim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada,
kısa bir müddet zarfında, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimâiye geçirmenin bir gayesi
şudur ki: Sûretler alınıp terkib edilsin, netice-i amelleri alınıp hıfzedilsin;
tâ, bir mecmâ-ı ekberde muhasebesi görülsün ve bir meşher-i âzamda gösterilsin ve
bir saadet-i uzmâya istidadı gösterilsin. Demek, hadîs-i şerifte, "Dünya âhiret
mezraasıdır" diye, bu hakikati ifade ediyor.

Mâdem dünya var; ve dünya içinde, bu âsârıyla hikmet ve inâyet ve rahmet ve adâlet
var. Elbette, dünyanın vücudu gibi katî olarak âhiret de var. Mâdem dünyada her
şey bir cihette o âleme bakıyor; demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya
ve mâfihâyı inkâr etmek demektir.

Demek ecel ve kabir insanı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor
ve gözlüyor.

Sözler, 80-83.

Dördüncü suâl: Mâdem bu zelzele musîbeti hatâların neticesi ve keffâretü'z-zünubdur.
Mâsumların ve hatâsızların o musîbet içinde yanması nedendir? Adâletullah nasıl
müsaade eder?

Yine mânevî cânibden elcevap: Bu mesele sırr-ı kadere taallûk ettiği için, Risâle-i
Kadere havale edip, yalnız, burada bu kadar denildi:

Yani, "Bir belâ, bir musîbetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere
mahsus kalmayıp, mâsumları da yakar."

Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı
teklif ve mücâhededir. İmtihan ve teklif, iktizâ ederler ki, hakikatler perdeli
kalıp, tâ müsâbaka ve mücâhede ile, Ebû Bekir'ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve
Ebû Cehil'ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer mâsumlar böyle musîbetlerde sağlam
kalsaydılar, Ebû Cehil'ler, aynen Ebû Bekir'ler gibi teslim olup, mücâhede ile mânevî
terakkî kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.

Mâdem, mazlum zâlim ile beraber musîbete düşmek, hikmet-i İlâhiyece lâzım geliyor;
acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adâletten hisseleri nedir?

Bu suâle karşı cevaben denildi ki, o musîbetteki gazab ve hiddet içinde, onlara
bir rahmet cilvesi var. Çünkü, o mâsumların fânî malları, onların hakkında sadaka
olup, bâkî bir mal hükmüne geçtiği gibi, fânî hayatları dahi bir bâkî hayatı kazandıracak
derecede, bir nevi şehâdet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat
ve azabdan büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında, aynı
gazab içinde bir rahmettir.

Beşinci Suâl: Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususi hatâlara hususi ceza
vermeyip, koca bir unsuru musallat eder. Bu hal cemâl-i rahmetine ve şümûl-ü kudretine
nasıl muvâfık düşer?

Elcevap: Kadîr-i Zülcelâl, her bir unsura çok vazifeler vermiş ve her bir vazifede
çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun bir tek vazifesinde, bir tek neticesi çirkin
ve şer ve musîbet olsa da, sâir güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir.
Eğer, bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur,
o vazifeden men edilse; o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir
ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler
yapılır. Tâ bir tek şer gelmesin gibi; gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet ve hilâf-ı
hakikat ve kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat kusurdan münezzehtirler. Mâdem
bir kısım hatâlar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümûllü isyandır
ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette o cinâyetin fevkalâde
çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde "Onları terbiye
et" diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adâlettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.

Altıncı Suâl: Zelzele, küre-i arzın içinde inkılâbât-ı mâdeniyenin neticesi olduğunu
ehl-i gaflet işâa edip, âdetâ tesadüfî ve tabii ve maksadsız bir hâdise nazarıyla
bakarlar. Bu hâdisenin mânevî esbâbını ve neticelerini görmüyorlar; tâ ki intibâha
gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikati var mıdır?

Elcevap: Dalâletten başka hiçbir hakikati yoktur. Çünkü, her sene elli milyondan
ziyâde münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler
envâın bir tek nevi olan, meselâ, sinek tâifesinden hadsiz efrâdından bir tek ferdin
yüzer âzâsından bir tek uzvu olan kanadının kasd ve irâde ve meşîet ve hikmet cilvesine
mazhariyeti ve ona lâkayd kalmaması ve başıboş bırakmaması gösteriyor ki, değil
hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercîi ve hâmisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli
ef'âl ve ahvâli, belki hiçbir şeyi, cüz'î olsun küllî olsun, irâde ve ihtiyâr ve
kasd-ı İlâhî haricinde olmaz. Fakat, Kadîr-i Mutlak, hikmetinin muktezâsıyla, zâhir
esbâbı tasarrufâtına perde ediyor. Zelzeleyi irâde ettiği vakit, bâzan da bir mâdeni
harekete emredip, ateşlendiriyor. Haydi mâdenî inkılâbât dahi olsa, yine emir ve
hikmet-i İlâhî ile olur; başka olamaz. Meselâ, bir adam, bir tüfek ile birisini
vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş alması noktasına
hasr-ı nazar edip, bîçare maktûlün büsbütün hukukunu zâyi etmek, ne derece belâhet
ve divâneliktir; aynen öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin musahhar bir memuru, belki bir
gemisi, bir tayyâresi olan küre-i arzın içinde bulunan ve hikmet ve irâde ile iddihar
edilen bir bombayı, ehl-i gaflet ve tuğyânı uyandırmak için, "Ateşlendir!" diye
olan emr-i Rabbânîyi unutmak ve tabiata sapmak, hamakatın en eşneidir.

Sözler, 159.

Üçüncü esas: Muhâkemesiz medeniyet, Kur'ân kadına sülüs verdiği için âyeti tenkid
eder. Halbuki, hayat-ı içtimâiyede ekser ahkâm, ekseriyet itibâriyle olduğundan;
ekseriyet itibâriyle bir kadın kendini himâye edecek birisini bulur, erkek ise ona
yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur.
İşte, bu sûrette bir kadın, pederinden yarısını alsa, kocası noksaniyetini temin
eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüc ettiği kadının idaresine
verecek; kızkardeşine müsâvi gelir. İşte, adâlet-i Kur'âniye böyle iktizâ eder,
böyle hükmetmiştir.

Sözler, 373.

Evet, Kur'ân'ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mesûldür. Çünkü, seyyiâtı
isteyen odur. Seyyiât, tahribât nevinden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribât
yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder; bir kibrit ile bir evi yakmak
gibi. Fakat, hasenâtta iftihara hakkı yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü,
hasenâtı isteyen, iktizâ eden rahmet-i İlâhiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir.
Suâl ve cevap, dâî ve sebep, ikisi de Hakk'tandır. İnsan, yalnız duâ ile, imân ile,
şuur ile, rızâ ile, onlara sahip olur.

Fakat seyyiâtı isteyen, nefs-i insaniyedir -ya istidad ile, ya ihtiyâr ile. Nasıl
ki beyaz, güzel güneşin ziyâsından bâzı maddeler, siyahlık ve taaffün alır; o siyahlık
onun istidadına âittir. Fakat, o seyyiâtı çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u
İlâhî ile icad eden, yine Hakk'tır. Demek, sebebiyet ve suâl, nefistendir ki, mesuliyeti
o çeker. Hakka âit olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu
için, güzeldir, hayırdır.

İşte, şu sırdandır ki, kisb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki
pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam, diyemez
"Yağmur rahmet değil." Evet, halk ve icad da bir şerr-i cüzî ile beraber hayr-ı
kesir vardır. Bir şerr-i cüzî için hayr-ı kesîri terk etmek, şerr-i kesîr olur.
Onun için, o şerr-i cüzî hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur;
belki, abdin kisbine ve istidadına âittir.

Hem nasıl kader-i İlâhî netice ve meyveler itibâriyle şerden ve çirkinlikten
münezzehtir; öyle de, illet ve sebep itibâriyle dahi zulümden ve kubuhtan mukaddestir.
Çünkü, kader hakiki illetlere bakar, adâlet eder; insanlar, zâhirî gördükleri illetlere
hükümlerini binâ eder, kaderin aynı adâletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni
sirkatle mahkûm edip, hapsetti. Halbuki, sen sârık değilsin; fakat, kimse bilmez
gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat,
kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiş; hâkim ise, sen ondan mâsum
olduğun sirkate binâen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte, şey-i vâhidde iki
cihetle kader ve icad-ı İlâhînin adâleti ve insan kisbinin zulmü göründüğü gibi;
başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlâhî mebde' ve müntehâ, asıl
ve fer', illet ve neticeler itibâriyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

Eğer denilse: "Mâdem cüz-i ihtiyârînin icada kabiliyeti yok, bir emr-i itibârî
hükmünde olan kisbden başka insanın elinde bir şey bulunmuyor; nasıl oluyor ki,
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânda Halık-ı Semâvât ve Arza karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti
verilmiş, Halık-ı Arz ve Semâvât ondan azîm şikâyetler ediyor, o âsi insana karşı
abd-i mümine yardım için Kendini ve bütün melâikesini tahşid ediyor, ona azîm bir
ehemmiyet veriyor?"

Elcevap: Çünkü küfür ve isyan ve seyyie, tahriptir, ademdir. Halbuki, azîm tahribât
ve hadsiz ademler, bir tek emr-i itibârîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasıl ki,
bir azîm sefinenin dümencisi vazifesinin adem-i ifâsıyla, sefine gark olup, bütün
hademelerin netice-i sa'yleri iptal olur; bütün o tahribât, bir ademe terettüb ediyor.
Öyle de, küfür ve mâsiyet, adem ve tahrip nevinden olduğu için, cüz-i ihtiyârî bir
emr-i itibârî ile onları tahrik edip, müthiş netâice sebebiyet verebilir. Zîrâ,
küfür çendan bir seyyiedir; fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir
ve delâil-i vahdâniyeti gösteren bütün mevcudâtı tekzib ve bütün tecelliyât-ı esmâyı
tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudât ve esmâ-i İlâhiye nâmına, Cenâb-ı Hakk,
kâfirden şedid şikâyet ve dehşetli tehdidât etmek, ayn-ı hikmettir ve ebedî azap
vermek, ayn-ı adâlettir.

Mâdem insan küfür ve isyanla tahribât tarafına gidiyor; az bir hizmetle pek çok
işleri yapar. Onun için, ehl-i imân, onlara karşı Cenâb-ı Hakk'ın inâyet-i azîmine
muhtaçtır. Çünkü, on kuvvetli adam bir evin muhâfazasını ve tâmirâtını deruhte etse,
haylaz bir çocuğun o hâneye ateş vermeye çalışmasına karşı, o çocuğun velîsine,
belki padişahına mürâcaata, yalvarmaya mecbur olması gibi; müminlerin de, böyle
edepsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için, Cenâb-ı Hakk'ın çok inâyâtına muhtaçtırlar.

Elhâsıl: Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i huzur ve kemâl-i
imân sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakk'a verir, Onun tasarrufunda bilir.
O vakit hakkı var, kaderden ve cüzî ihtiyârîden bahsetsin. Çünkü, mâdem nefsini
ve her şeyi Cenâb-ı Hakk'tan bilir. O vakit, cüz-i ihtiyârîye istinat ederek mesûliyeti
deruhte eder, seyyiâta merciiyeti kabul edip Rabbini takdîs eder, daire-i ubûdiyette
kalıp teklif-i İlâhiyeyi zimmetine alır. Hem, kendinden sudûr eden kemâlât ve hasenât
ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musîbetlerde
kaderi görür, sabreder.

Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i gaflet ise, o vakit kaderden
ve cüz-i ihtiyârîden bahse hakkı yoktur. Çünkü, nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet
sâikasıyla kâinatı esbâba verip, Allah'ın malını onlara taksim eder; kendini de
kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbâba verir; mesuliyeti ve kusuru kadere
havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakk'a verilecek olan cüz-i ihtiyârî ve
en nihayette medâr-ı nazar olacak olan kader bahsi mânâsızdır. Yalnız, bütün bütün
onların hikmetine zıd ve mesuliyetten kurtulmak için bir desîse-i nefsiyedir.

Sözler, 428-429.

Bâzan zıd, zıddını tazammun eder

Zaman olur zıd, zıddını saklarmış. Lisân-ı siyasette lâfız, mânânın zıddıdır.
Adâlet külâhını,Haşiye1 zulüm başına geçirmiş; hamiyet libasını, hıyânet ucuz giymiş.
Cihad ve hem gazâya, bâğî ismi takılmış. Esâret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet
nâm verilmiş. Zıdlarda emsâl olmuş, sûretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda
becâyiş-i mekânî.

Sözler, 648.

Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiâze edilmeli

Siyaset-i medenî, ekserin rahatına fedâ eder ekalli. Belki ekall-i zâlim, kendine
kurban eder ekserîn-i avâmı.

Adâlet-i Kur'ânî, tek mâsumun hayatı, kanı heder göremez, onu fedâ edemez, değil
ekseriyete, hattâ nevin umumu.

Ayet-i
7 iki sırr-ı azîmi vaz' ediyor nazara. Biri mahz-ı adâlet. Bu düstur-u
azîmi

Ki ferd ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir görür; adâlet-i İlâhî,
ikisine bir bakar. Bir sünnet-i dâimî.

Sözler, 658.

Bir kısım desâtir-i içtimâiye

İçtimâî heyette düsturları istersen: Müsâvâtsız adâlet, önce adâlet değil. Temâsülse,
tezadın mühim bir sebebidir.

Tenâsübse, tesânüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Zaaf-ı kalptir
gururun mâdeni. Olmuş acz, muhâlefet menşei. Meraksa, ilme hocadır.

İhtiyaçtır terakkînin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefâhet. Demek sefâhetin
membaı sıkıntı olmuş. Sıkıntıysa, mâdeni yeisle sû-i zandır.

Dalâlet fikrîdir; zulümât kalbîdir; israf cesedîdir.

Sözler, 668.

İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir
mü'minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen
insafsızlar, o mü'mine adâvet ederler.

Halbuki, Cenâb-ı Hakk, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mâl-i
mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında
hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan bir tek
hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında
muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten
ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar bir tek
hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.

Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın
yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adâvet eder, günahlara
girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez.
Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı
örter, unutur, mü'min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir
fesat âleti olur.

Şeytanın bu desisesine benzer diğer bir desise ile, insanın selâmet-i fikrini
ifsad ediyor, hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-ı muhakemeyi bozuyor ve istikamet-i
fikriyeyi ihlâl ediyor. Şöyle ki:

Bir hakikat-i imaniyeye dair yüzer delâil-i ispatiyenin hükmünü, nefyine delâlet
eden bir emâre ile kırmak ister. Halbuki, kaide-i mukarreredir ki, "Bir ispat edici,
çok nefyedicilere tereccuh ediyor." Bir dâvâya müsbit bir şahidin hükmü, yüz nâfîlere
râcih olur. Bu hakikate bu temsil ile bak. Şöyle ki:

Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir,
öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o
saraya girilemeyeceği söylenemez.

İşte, hakaik-i imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır; ispat ediyor,
kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez
ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla
kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan iskat
ediyor. "İşte bu saraya girilmez. Belki saray değildir, içinde bir şey yoktur" der,
kandırır.

İşte, ey şeytanın desiselerine müptelâ olan biçare insan! Hayat-ı diniye, hayat-ı
şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i
nazar ve selâmet-i kalb istersen, muhkemât-ı Kur'âniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i
Seniyyenin terazileriyle a'mâl ve hâtırâtını tart. Ve Kur'ân'ı ve Sünnet-i Seniyyeyi
daima rehber yap. Ve
de, Cenâb-ı Hakk'a ilticada bulun.

Lem'alar, 91-92.

On İkinci İşaret

Dört sual ve cevaptır.

Birinci Sual: Mahdut bir hayatta, mahdut günahlara mukabil hadsiz bir azap ve
nihayetsiz bir Cehennem nasıl adalet olur?

Elcevap: Sabık işaretlerde, hususan bundan evvelki On Birinci İşarette kat'iyen
anlaşıldı ki, küfür ve dalâlet cinayeti, nihayetsiz bir cinayettir ve hadsiz bir
hukuka tecavüzdür.

İkinci Sual: Şeriatta denilmiştir ki, "Cehennem ceza-yı ameldir, fakat Cennet
fazl-ı İlâhî iledir." Bunun sırr-ı hikmeti nedir?

Elcevap: Sabık işaretlerde tebeyyün etti ki, insan, icadsız bir cüz-ü ihtiyarî
ile ve cüz'î bir kesb ile, bir emr-i ademî veya bir emr-i itibarî teşkil ile ve
sübut vermekle müthiş tahribata ve şerlere sebebiyet verdiği gibi, nefsi ve hevâsı
daima şerlere ve zararlara meyyal olduğu için, o küçük kesbin neticesinden hâsıl
olan seyyiâtın mesuliyetini o çeker. Çünkü onun nefsi istedi ve kendi kesbiyle sebebiyet
verdi. Ve şer, ademî olduğu için, abd ona fâil oldu, Cenâb-ı Hak da halk etti. Elbette
o hadsiz cinayetin mesuliyetini, nihayetsiz bir azapla çekmeye müstehak olur.

Amma hasenat ve hayrat ise, madem ki vücudîdirler, kesb-i insanî ve cüz-ü ihtiyarî
onlara illet-i mûcide olamaz. İnsan onda hakikî fâil olamaz. Ve nefs-i emmâresi
de hasenâta taraftar değildir. Belki rahmet-i İlâhiye onları ister ve kudret-i Rabbâniye
icad eder. Yalnız, insan, iman ile, arzu ile, niyet ile sahip olabilir. Ve sahip
olduktan sonra, o hasenat ise, ona evvelce verilmiş olan vücut ve iman nimetleri
gibi, sabık hadsiz niam-ı İlâhiyeye bir şükürdür, geçmiş nimetlere bakar. Vaad-i
İlâhî ile verilecek Cennet ise, fazl-ı Rahmânî ile verilir. Zâhirde bir mükâfattır,
hakikatte fazldır.

Demek seyyiâta sebep nefistir, mücâzâta bizzat müstehaktır. Hasenatta ise sebep
Haktandır, illet de Haktandır. Yalnız, insan iman ile tesahup eder. "Mükâfâtını
isterim" diyemez, "Fazlını beklerim" diyebilir.

Üçüncü Sual: Beyanat-ı sabıkadan da anlaşılıyor ki, seyyiat, intişar ve tecavüz
ile taaddüt ettiğinden, bir seyyie bin yazılmalı; hasene ise, vücudî olduğu için
maddeten taaddüt etmediğinden ve abdin icadıyla ve nefsin arzusuyla olmadığından,
hiç yazılmamalı veya bir yazılmalı idi. Neden seyyie bir yazılır, hasene on ve bazan
bin yazılır?

Elcevap: Cenâb-ı Hakk, kemâl-i rahmet ve cemâl-i rahîmiyetini o suretle gösteriyor.

Lem'alar, 87.

İkinci İşaret

Tenkitkârâne bir suale cevaptır.

Ehl-i dünya tarafından deniliyor ki: "Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun
hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden şiddetli şekvâ edip 'Bana zulmediyorsunuz'
diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var, bu asrın muktezası olarak hususî düsturlarımız
var. Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zalim olmaz.
Kabul etmeyen isyan eder. Ezcümle, bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler
devrinde, müsavat esası üzerine tahakküm ve tagallübü kaldırmak düsturu bizim bir
kanun-u esasîmiz hükmüne geçtiği halde, sen kâh hocalık, kâh zâhidlik suretinde
teveccüh-ü âmmeyi kazanarak, nazar-ı dikkati kendine celb ederek, hükümetin nüfuzu
haricinde bir kuvvet, bir makam-ı içtimaî elde etmeye çalıştığın, zâhir halin ve
eski zamandaki macera-yı hayatının delâletiyle anlaşılıyor. Bu hal ise, şimdiki
tabirle, burjuvaların müstebidâne tahakkümleri içinde hoş görünebilir. Fakat bizim
tabaka-i avâmın intibahıyla ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm
düsturları bizim daha ziyade işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını kabul
ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor, prensiplerimize muhalif düşüyor.
Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvâya ve küsmeye hakkın yoktur."

Elcevap: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u
fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün
hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet
var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i
esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir.

Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı
hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle,
burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri
muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde,
zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.

Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıttır.
Çünkü Fâtır-ı Hakîm, kemâl-i kudret ve hikmetini göstermek için, az birşeyden çok
mahsulât aldırır ve bir sayfada çok kitapları yazdırır ve birşeyle çok vazifeleri
yaptırdığı gibi, beşer nevi ile de binler nevin vazifelerini gördürür. İşte o sırr-ı
azîmdendir ki, Cenâb-ı Hakk, insan nevini, binler nevileri sümbül verecek ve hayvânâtın
sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvânat
gibi kuvâlarına, lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz
makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği
içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.

İşte, nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayası ve zembereği, müsabaka ile, hakikî
imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle,
kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. Evet, şu hürriyet perdesi
altında müthiş bir istibdadı yaşayan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken
ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne
savrulan kâmilâne şu sözün,

"Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hürriyet?

Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!" sözünün yerine, bu asrın yüzüne
çarpmak için ben de derim:

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hakikat?

Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten!

Veyahut,

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı fazilet?

Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten!

Evet, imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat da olamaz.
Tahakküm ve tagallüb etmek faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim
meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır.
Lillâhilhamd, bu meşrep üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor. Ben kendimde fazilet
var diye fahir suretinde dâvâ etmiyorum. Fakat nimet-i İlâhiyeyi tahdis suretinde
şükretmek niyetiyle diyorum ki:

Cenâb-ı Hakk, fazl ve keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur'âniyeye çalışmak ve fehmetmek
faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün hayatımda, lillâhilhamd, tevfik-i
İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit
vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlup olan teveccüh-ü
nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfûrumdur, onlardan
kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zayi ettiği için onları kendime muzır görüyorum.
Fakat Risale-i Nur'u beğenmelerine bir emâre biliyorum, onları küstürmüyorum.

İşte, ey ehl-i dünya! Dünyanıza hiç karışmadığım ve prensiplerinizle hiçbir cihet-i
temasım bulunmadığı ve dokuz sene esaretteki bu hayatımın şehadetiyle yeniden dünyaya
karışmaya hiçbir niyet ve arzum yokken, bana eski bir mütegallip ve daima fırsatı
bekleyen ve fikr-i istibdat ve tahakkümü taşıyan bir adam gibi yapılan bunca tarassut
ve tazyikiniz hangi kanunladır? Hangi maslahatladır? Dünyada hiçbir hükümet böyle
fevkalkanun ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bir muameleye müsaade etmediği
halde, bana karşı yapılan bu kadar bed muamelelere, yalnız değil benim küsmem, belki
eğer bilse nev-i beşer küser, belki kâinat küsüyor.

Lem'alar, 174-175.

Sual: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennemde hapis nasıl
adalet olur?

Elcevap: Sene 365 gün hesabıyla, bir dakikada katl, 7 milyon 884 bin dakika hapis
iktizası kanun-u adalet iken, bir dakika küfür bin katl hükmünde olduğundan, yirmi
sene ömrünü küfürle geçiren ve küfürle ölen bir adam, kanun-u adaletle, 57 trilyon
201 milyar 200 milyon sene, beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette
8 adalet-i İlâhî ile veçh-i muvafakati bundan anlaşılıyor.

Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki:

Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada
katl, lâakal, zâhirî âdete göre, on beş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine
hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif
ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti
tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i
sâfilîne atar, 'de hapseder.

Lem'alar, 275.

Otuzuncu Lem'anın İkinci Nüktesi

9 âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir
nuru olan Adl isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi, Eskişehir Hapishanesinde
uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz:

Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde
çalkanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret içinde kaynayan bir
memleket var. Ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem
var.

Halbuki, o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz bir
muvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor; bilbedâhe ispat eder ki, bu hadsiz mevcudatta
olan hadsiz tahavvülât ve vâridat ve masarif, herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı
teftişinden geçirir birtek Zâtın mizanıyla ölçülür, tartılır. Yoksa, balıklardan
bir balık, bin yumurtacıkla ve nebâtattan haşhaş gibi bir çiçek, yirmi bin tohumla
ve sel gibi akan unsurların, inkılâpların hücumuyla, şiddetle muvazeneyi bozmaya
çalışan ve istilâ etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahut maksatsız, serseri
tesadüf ve mizansız, kör kuvvete ve şuursuz, zulmetli tabiata havale edilseydi,
o muvazene-i eşya ve muvazene-i kâinat öyle bozulacaktı ki, bir senede, belki bir
günde hercümerc olurdu. Yani, deniz karma karışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti.
Hava gazât-ı muzırra ile zehirlenecekti. Zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir
bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı.

İşte, cesed-i hayvânînin hüceyrâtından ve kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâdan
ve zerrâtın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin
vâridat ve masarifine, tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına, tâ
hayvânat ve nebâtâtın tevellüdat ve vefiyatlarına, tâ güz ve baharın tahribat ve
tamiratlarına, tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına, tâ mevt ve
hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve burudetin değişmelerine ve döğüşmelerine
ve çarpışmalarına kadar, o derece hassas bir mizanla ve o kadar ince bir ölçüyle
tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf,
hiçbir abes görmediği gibi, hikmet-i insaniye dahi herşeyde en mükemmel bir intizam,
en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye, o intizam
ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.

İşte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyarenin muvazenelerine bak. Acaba bu
muvazene, güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelâli göstermiyor mu? Ve bilhassa,
seyyarattan olan gemimiz, yani küre-i arz, bir senede yirmi dört bin senelik bir
dairede gezer, seyahat eder. Ve o harika sür'atiyle beraber, zeminin yüzünde dizilmiş,
istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sür'ati bir
parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı.
Ve bir dakika, belki bir saniye muvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak, belki başkasıyla
çarpışacak, bir kıyameti koparacak.

Ve bilhassa zeminin yüzünde, nebâtî ve hayvânî dört yüz bin taifenin tevellüdat
ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmâne muvazeneleri, ziya güneşi gösterdiği
gibi, birtek Zât-ı Adl ve Rahîmi gösteriyor.

Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından birtek ferdin âzâsı, cihazatı,
duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir
ki, o tenasüp, o muvazene, bedâhet derecesinde bir Sâni-i Adl ve Hakîmi gösteriyor.

Ve bilhassa her ferd-i hayvânînin bedenindeki hüceyrâtın ve kan mecrâlarının
ve kandaki küreyvâtın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika
muvazeneleri var; bilbedâhe ispat eder ki, her şeyin dizgini elinde ve her şeyin
anahtarı yanında ve bir şey birşeye mâni olmuyor, umum eşyayı birtek şey gibi kolayca
idare eden birtek Hâlık-ı Adl ve Hakîmin mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye
ve idare oluyor.

Haşrin Mahkeme-i Kübrâsında, mizan-ı âzam-ı adaletinde cin ve insin muvazene-i
a'mâllerini istib'âd edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu muvazene-i ekbere
dikkat etse, elbette istib'âdı kalmaz.

Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü, adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz, bedbaht
insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisat ve nezafet
ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, mânen onların nefretlerine
ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki, umum mevcudatı zulmünle,
mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?

Evet, ism-i Hakîmin cilve-i âzamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisat ve
israfsızlık üzerinde hareket ediyor, iktisadı emrediyor.

Ve ism-i Adlin cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın
muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor. Sûre-i Rahmân'da;

10 âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden, dört defa mizan zikretmesi,
kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde, pek büyük ehemmiyetini gösteriyor.
Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık
yoktur.

Ve ism-i Kuddûsün cilve-i âzamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını
temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde
hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.

İşte, hakaik-i Kur'âniyeden ve desâtir-i İslâmiyeden olan adalet, iktisat, nezafet
hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur'âniye
ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve
o hakaiki bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi, mümkün olmadığını
bil.

Ve bu üç ziya-yı âzam gibi, rahmet, inâyet, hafîziyet misilli yüzer ihatalı hakikatler
haşri, âhireti iktiza ve istilzam ettikleri halde, hiç mümkün müdür ki, kâinatta
ve umum mevcudatta hükümfermâ olan rahmet, inâyet, adalet, hikmet, iktisat ve nezafet
gibi pek kuvvetli, ihatalı hakikatler, haşrin ademiyle ve âhiretin gelmemesiyle
merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, abesiyete inkılâp
etsinler?

Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Bir sineğin hakk-ı hayatını rahîmâne muhafaza eden bir
rahmet, bir hikmet, acaba haşri getirmemekle, umum zîşuurların hadsiz hukuk-u hayatlarını
ve nihayetsiz mevcudatın nihayetsiz hukuklarını zayi eder mi? Ve, tabiri caizse,
rahmet ve şefkatte ve adalet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir
haşmet-i Rububiyet ve kemâlâtını göstermek ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek için
bu kâinatı hadsiz harika san'atlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı
Ulûhiyet, böyle, hem umum kemâlâtını, hem bütün mahlûkatını hiçe indiren ve inkâr
ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi? Hâşâ! Böyle bir cemâl-i mutlak, böyle bir
kubh-u mutlaka, bilbedâhe, müsaade etmez.

Evet, âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikiyle
inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaikiyle, yüz bin lisanla onu tekzip ederek bu
yalanında yüz bin derece yalancılığını ispat edecek. Onuncu Söz katî delillerle
ispat etmiştir ki, âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar katî ve şüphesizdir.

Lem'alar, 302-304.

Suâlin Birinci Şıkkı: Bu makamda diyorsun ki: "Kâinatı hüsün ve cemâl ve güzellik
ve adalet ihata etmiştir. Halbuki, gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere
ve hastalıklara ve beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?"

Elcevap: Çok güzellikleri intaç veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla
bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebep olan bir
çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddit defa çirkindir.
Meselâ, vâhid-i kıyasî gibi bir kubh bulunmazsa, hüsnün hakikatı bir tek nevi olur;
pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inkişaf eder.
Nasıl ki soğuğun vücuduyla hararetin mertebeleri ve karanlığın bulunmasıyla ziyanın
dereceleri tezahür eder. Aynen öyle de, cüzî şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin
bulunmasıyla, küllî hayırlar ve küllî menfaatler ve küllî nimetler ve küllî güzellikler
tezahür ederler.

Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünkü, neticelerin çoğu güzeldir.
Evet, yağmurdan zarar gören tembel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı
neticelerini hükümden iskat etmez, rahmeti zahmete çeviremez.

Amma, fena ve zevâl ve mevt ise, Yirmi Dördüncü Mektup'ta gayet kuvvetli ve katî
bürhanlarla ispat edilmiş ki, onlar umumî rahmete ve ihatalı hüsne ve şümûllü hayra
münâfi değiller; belki muktezalarıdırlar. Hattâ şeytanın dahi, mânevî terakkiyat-ı
beşeriyenin zembereği olan müsabakaya ve mücadeheye sebep olduğundan, o nevin icadı
dahi hayırdır, o cihette güzeldir. Hem, hattâ kâfir, küfürle bütün kâinatın hukukuna
bir tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden, ona cehennem azabı vermek güzeldir. Başka
risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiğinden, burada bir kısa işaretle iktifa
ediyoruz.

Şualar, 33.

İkinci sual:
ferman-ı esasîsi ile, bir kardeşin hatâsıyla diğer öz kardeşi mes'ul
olmadığı halde, yanlış mânâ verilmemek için neşrini men ettiğimiz ve sekiz sene
zarfında bir veya iki defa elime geçen ve yirmi beş seneden daha evvel aslı yazılan
ve ehemmiyetli noktalarda imanı şüphelerden ve mânâsı anlaşılmayan bir kısım müteşabih
hadîsleri inkârdan kurtaran bir küçük risalenin bizden uzak bir yerde, bilmediğimiz
bir adamda bulunmasıyla ve yanlış mânâ verilmesiyle ve Kütahya ve Balıkesir tarafında
bir dokunaklı mektup bulunmasıyla bizleri o vakit Ramazan-ı Şerifte ve şimdi bu
dehşetli soğukta pek çok mâsum rençber ve esnafları, hattâ âdi ve eski bir mektubumuz
yanında bulunmasıyla ve arabası beni gezdirmesiyle ve bize bir dostluk münasebetiyle
veya bir kitabımı okumasıyla tevkif edip perişan etmek ve maddeten ve mânen onlara
ve vatana ve millete, lüzumsuz bir evham yüzünden binler lira zarar vermek hangi
adalet kanunuyladır? Adliyenin, hangi madde-i kanuniyesiyledir? Ayağımızı yanlış
atmamak için, o kanunları bilmek talep ederiz.

Evet, hem Denizli'de, hem Afyon'da tevkifimizin bir sebebinin bir hakikati şudur
ki: Bir kısım hadislerin mânâsı ve tevili bilinmemesinden, "Akıl kabul etmiyor"
diye inkâr edenlere karşı avâmın imanını kurtarmak fikriyle, çok zaman evvel Dârü'l-Hikmet-i
İslâmiyede iken ve daha evvel aslı yazılan Beşinci Şua, farz-ı muhal olarak, dünyaya
ve siyasete baksa ve bu zamanda da yazılsa, madem gizlidir ve taharriyatta bizde
bulunmadı ve gaybî haberleri doğrudur ve imanî şüpheleri izale eder ve âsâyişe dokunmuyor
ve mübareze etmiyor ve yalnız ihbar eder ve şahısları tâyin etmiyor ve ilmî bir
hakikati küllî bir surette beyan ediyor. Elbette o hakikat-i hadîsiye bu zamanda
dahi bir kısım şahıslara mutabık çıksa ve münakaşaya sebep olmamak için mahkemelerin
teşhir ve neşirlerinden evvel bizce tam mahrem tutulsa, adalet cihetinde hiçbir
vecihle bir suç teşkil etmez. Hem bir şeyi reddetmek ayrıdır ve ilmen kabul etmemek
veya amel etmemek bütün bütün ayrıdır. "O risale yakın bir istikbalde gelecek bir
rejimi ilmen kabul etmiyor" diye bir suç olduğuna, dünyada adliyelerin bir kanunu
bulunmasına ihtimal vermiyoruz.

Elhasıl: Hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi dehşetli bir zehire
çeviren ve lezzetini imha eden küfr-ü mutlakı otuz seneden beri köküyle kesen ve
tabiiyyûnun dehşetli bir fikr-i küfrîlerini öldürmeye muvaffak olan ve bu milletin
iki hayatının saadet düsturlarını harika hüccetleriyle parlak bir surette ispat
eden ve Kur'ân'ın hakikat-i arşiyesine dayanan Risale-i Nur, böyle küçük bir risalenin
bir iki maddesiyle değil, belki bin kusuru dahi olsa, onun binler büyük haseneleri
onları affettirir diye dâvâ ediyoruz ve ispatına da hazırız.

Şualar, 310.

[Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda
dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif bir kıssa-i müdafaayı beyan ediyorum.]

Orada benden sordular ki: "Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?"

Ben de dedim: "Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar
bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur
ki: O zaman, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu.
Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden
sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine
hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum."

Sonra dediler: "Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun."

Cevaben diyordum: "Hulefâ-i Râşidîn; hem halife, hem reisicumhur idiler. Sıddîk-ı
Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reisicumhur hükmünde
idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi
taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler."

İşte, ey müdde-i umumî ve mahkeme âzâları, elli seneden beri bende olan bir fikrin
aksiyle beni itham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum
ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve
sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki
ederim. Yirmi beş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükûmet-i
cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. El'iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına
imanına ve âhiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir
dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva ilân ve ihtar ederim ki, bin canım
olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm

olarak sizin beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim:

Ben, Risale-i Nurun keşf-i kat'îsiyle, idam olmuyorum, belki terhis edilip Nur
ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey gizli düşmanlarımız ve dalâlet hesabına
bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferitle mahkûm bildiğimden
ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemâl-i rahat-ı kalble teslim-i
ruh etmeye hazırım, onlara demiştim.

Şua'lar, 317.

Onuncusu: Adliyede, adalet hakikati ve müracaat eden herkesin hukukunu bilâ-tefrik
muhafazaya, sırf hak namına çalışmak vazifesi hükmettiğine binaendir ki, İmam-ı
Ali (r.a.) hilâfeti zamanında bir Yahudi ile beraber mahkemede oturup muhakeme olmuşlar.
Hem bir adliye reisi, bir memuru kanunca bir hırsızın elini kestiği vakit, o memurun
o zâlim hırsıza hiddet ettiğini gördü, o dakikada o memuru azleyledi. Hem çok teessüf
ederek dedi: "Şimdiye kadar adalet namına böyle hissiyatını karıştıranlar pek çok
zulmetmişler."

Evet, "Hükm-ü kanunu icra etmekte o mahkûma acımasa da hiddet edemez; etse zâlim
olur. Hattâ, kısas cezası da olsa, hiddetle katletse, bir nevi katil olur" diye,
o hâkim-i âdil demiş.

İşte, madem mahkemede böyle hâlis ve garazsız bir hakikat hükmediyor. Üç mahkeme
bizlere beraat verdiği ve bu milletin yüzde -bilseler, belki- doksanı, Nur talebelerinin
zararsız olarak millete ve vatana menfaatli olduklarına pekçok emârelerle şehadet
ettikleri halde, burada o mâsum ve teselliye ve adaletin iltifatına çok muhtaç Nur
talebelerine karşı ihanetler ve gayet soğuk hiddetli muameleler yapılıyor. Biz her
musibete ve ihanetlere karşı sabra ve tahammüle karar verdiğimizden, sükût edip
Allah'a havale ederek, "Belki bunda da bir hayır var" dedik.

Fakat evham yüzünden ve garazkârların jurnalleriyle bu bîçare mâsumlara böyle
muameleler, belâların gelmesine bir vesile olacağından korktum, bunu yazmaya mecbur
oldum. Zaten bu meselede bir kusur varsa benimdir. Bu bîçareler, sırf imanları ve
âhiretleri için bana rıza-yı İlâhî dairesinde yardım etmişler. Pek çok takdire müstehak
iken, böyle muameleler, hattâ kışı dahi hiddete getirdi.

Hem medar-ı hayrettir ki, bu defa da yine bir cemiyet vehmini tekrar ileri sürüyorlar.
Halbuki üç mahkeme bu ciheti tetkik edip beraat vermekle beraber, mâbeynimizde böyle
medar-ı itham olacak hiçbir cemiyet, hiçbir emâre mahkemeler, zabıtalar, ehl-i vukuflar
bulmamışlar. Yalnız bir muallimin talebeleri ve dârülfünun şakirtleri ve Kur'ân
dersini veren hâfızın hıfza çalışanları gibi, Risale-i Nur talebelerinde bir uhrevî
kardeşlik var. Bunlara cemiyet namını veren ve onunla itham eden, bütün esnaf ve
mekteplilere ve vâizlere siyasî cemiyet nazarıyla bakmak gerektir. Bunun için ben
böyle asılsız ve mânâsız ithamlarla buraya hapse gelenleri müdafaa etmeye lüzum
görmüyorum.

Yalnız, hem bu memleketi, hem âlem-i İslâmı çok alâkadar eden ve maddî ve mânevî
bu vatana ve bu millete pek çok bereket ve menfaati tahakkuk eden Risale-i Nur'u
üç defa müdafaa ettiğimiz gibi, tekrar aynı hakikatle müdafaamı men edecek hiçbir
sebep yok ve hiçbir kanun ve hiçbir siyaset yasak etmez ve edemez.

Evet, biz bir cemiyetiz. Ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli
milyon dahil mensupları var. Ve hergün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine
kemâl-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar.
kudsî programıyla birbirinin
yardımına, dualarıyla ve mânevî kazançlarıyla koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve
muazzam cemiyetin efradındanız. Ve hususî vazifemiz de, Kur'ân'ın imanî hakikatlerini
tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve
daimî ve berzahî haps-i münferitten kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı
cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ithamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız
ve mânâsız gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz. Ve
dört mahkeme, inceden inceye tetkikten sonra, o cihette bize beraat vermişler.

Lem'alar, 330-331.

Üçüncü nükte: Kur'an'ın takip ettiği makasıd-ı esasiye ve anasır-ı asliye, ubudiyetle
tevhid, risalet, haşir, adalet olmak üzere dörttür. Diğer bahsettiği meseleler ancak
bu maksatlara vesilelerdir. Bu itibarla, vesilelerde yapılacak tafsilat, ol babdaki
kavaide muhaliftir. Çünkü malayaniyle iştigal, maksadı geri bırakıyor. Bunun içindir
ki, bazı mesail-i kevniyede Kur'an-ı Mucizü'l-Beyan ihmal veya ipham veya icmal
yapmıştır. Ve keza, Kur'an'ın muhataplarından kısm-ı ekseri avamdır. Avam sınıfının
hakaik-i İlahiyenin ince ve müşkül kısmına fehimleri kadir değildir. Ancak, temsil
ve icmallerle fehimlerine yakınlaştırmak lazımdır. Bunun içindir ki, Kur'an, kesretle
temsilleri zikrediyor. Ve istikbalde keşfedilecek bazı mesailde de icmal yapıyor.

Mesnevi-i Nuriye, 197

Üçüncüsü: "Dini siyasete âlet yapmak istiyor" diye beni suçlu yapıyorlar. Sebilürreşad'ın
116. sayısındaki "Hakikat Konuşuyor" namındaki makalem buna kat'î bir cevaptır.
O makalenin kısaca hülâsası şudur:

Elcevap: Bütün dünyasını, hattâ lüzum olsa kendi şahsî âhiretini dine feda etmeye
bütün hayatı şehadet eden ve otuz beş seneden beri siyaseti terk eden ve beş mahkeme
bu meseleye dair kat'î delil bulamadığı halde seksen yaşını geçmiş, kabir kapısında,
hem dünyada hiçbir şeye mâlik olmayan bir adam hakkında "dini siyasete âlet yapıyor"
diyenler, yerden göğe kadar haksızdırlar, insafsızdırlar. Hem bu iftiralarıyla beraber,
o adam hakkında güya âsâyişi ve emniyeti ihlâl etmek istiyor, diyorlar. Halbuki
o adamın Kur'ân-ı Hakîmden aldığı hakikat dersi ve talebelerine verdiği ders şudur:

Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur'âniye
o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını
men ettiği halde, dokuz mâsumu birtek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi
yakmak ve o gemiyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan,
dahilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve
zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur'âniye ile şiddetle men edildiği
için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur'ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi
dinen mecbur biliyoruz.

Emirdağ Lahikası, 382

Üstadımız Said Nursî'nin iki seneden beri misafir bulunduğu Isparta emniyetine
bir maruzatımızdır.

1. Üstadımız Said Nursî otuz seneden beri bu Anadolu memleketinde gezdiği bütün
vilâyet ve kazalarda kendisini zabıtanın bir misafiri olarak telâkki etmiş ve zabıta
efradı daima dostane ve himayetkârâne muamele göstermiştir. Kur'ân'ın hakikî ve
parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur'u Isparta'da otuz sene evvel telife başlayan
Üstadımız, hakaik-i imaniyeye gayet tesirli bir surette hizmet etmekle, tamamen
âhirete müteveccih olan bu hizmetinin dünyevî bir faydası olarak, iman sebebiyle
kalblerde fenalığa karşı daimî bir yasakçı bırakmıştır. Onun neticesidir ki, âsâyişin
teminine vesile olmuştur.

2. Evet, Üstadımız adalet-i hakikiyeyi ifade eden
yani, "Birisinin hatâsıyla
başkası mesul olamaz" âyet-i Kur'âniyesi ve "Bir mâsumun hakkı yüz şerir için dahi
feda edilemez" gibi düstur-u Kur'âniye gereğince, yüzde on zâlimler yüzünden doksan
mâsumlara zarar vermek, hakikî adalete, evâmir-i Kur'âniyeye tamamen zıttır diye
her tarafta neşretmiş ve kendisine zulüm yapılmasına karşı millet-i İslâmiyenin
selâmeti için "Ben, değil dünya hayatımı, belki âhiret hayatımı da feda ediyorum"
demiş ve demektedir.

Emirdağ Lahikası, 412.

Said'e dediler:

"Sen her cihette siyaseti, dine, şeriata âlet ediyorsun ve dine hizmetkâr yapıyorsun
ve yalnız şeriat hesabına hürriyeti kabul ediyorsun. Ve meşrutiyeti de meşruiyet
suretinde beğeniyorsun. Demek, hürriyet ve meşrutiyet şeriatsız olamaz. Bunun için
seni de '?eriat isteriz' diyenlerin içine Otuz Bir Mart'ta dahil ettiler."

Eski Said onlara demiş ki:

Evet, millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye
ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile
olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr-ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler
galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. Size bu hakikati ispat
edecek binler hüccetten bir küçük nümune olarak, bu hikâyeyi nazar-ı dikkatinize
gösteriyorum:

Bir zaman bir adam, bir sahrâda, bedevîler içinde ehl-i hakikat bir zatın evine
misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hattâ
ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misafirhane sahibine
dedi:

"Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?"

Hane sahibi dedi: "Bizde hırsızlık olmaz." Misafir dedi:

"Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar
hırsızlık oluyor."

Hane sahibi demiş: "Biz emr-i İlâhî namına ve adâlet-i şer'iye hesabına hırsızın
elini kesiyoruz."

Misafir dedi: "Öyleyse çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir."

Hane sahibi dedi: "Ben elli yaşına girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini
gördüm."

Misafir taaccüp etti, dedi ki: "Memleketimizde her gün elli adamı hırsızlık ettikleri
için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor."

Hane sahibi dedi:

"Siz büyük bir hakikatten ve acip ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk
etmişsiniz. Onun için adaletin hakikatini kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye yerine
adalet perdesi altında garazlar, zâlimâne ve tarafgirâne cereyanlar müdahale eder,
hükümlerin tesirini kırar. O hakkatin sırrı budur:

"Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer'înin icrasını
tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmânın hassasıyla,
kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden
11 âyetini
hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir.
Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir
hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir.
Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, belki
mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder.

Hadd-i şer'îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına
çıkar, susturur.

"Evet, iman, kalbde, kafada daimî bir mânevî yasakçı bıraktığından, fena meyelânlar
histen, nefisten çıktıkça 'yasaktır' der, tard eder, kaçırır.

"Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar. O temayülât, ruhun
ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır
ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk
edip mağlûp etmez.

"Elhasıl: Had ve ceza, emr-i İlâhî ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği
vakit, hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki lâtifeleri müteessir
ve alâkadar olurlar. İşte bu mânâ içindir ki, elli senede bir ceza, sizin her gün
müteaddit hapsinizden ziyade bize fayda veriyor. Sizin adalet namı altındaki cezalarınız,
yalnız vehminizi müteessir eder. Çünkü biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit, millet,
vatan maslahatı ve menfaati hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar
eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse, hükûmet de
onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüz'î bir
teessür hisseder. Halbuki nefis ve hissinden çıkan-hususan ihtiyacı da varsa-kuvvetli
bir meyelân galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor.
Hem de emr-i İlâhî ile olmadığından, o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz
namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek, hakikî adalet ve tesirli ceza odur
ki, Allah'ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner.

"İşte bu cüz'î sirkat meselesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlâhiye kıyas
edilsin. Tâ anlaşılsın ki, saadet-i beşeriye dünyada adaletle olabilir. Adalet ise,
doğrudan doğruya Kur'ân'ın gösterdiği yol ile olabilir."

Hikâyenin hülâsası bitti.

Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlâhiye namına ve hakaik-i İslâmiye
dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere,
Ye'cüc ve Me'cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.

Hutbe-i Şamiye, 81-83.

Ey meb'usân!

Uzunluğu ile berâber gayet mûciz bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zîrâ
itnâbında îcaz var. Şöyle ki:

Meşrûtiyet ve kanun-u esâsî denilen adâlet ve meşveret ve kanunda cem'-i kuvvet,
bu ünvan ile berâber, asıl Mâlik-i Hakikî ve sâhib-i ünvân-ı muhteşem (1) ve müessir
ve adâlet-i mahzâyı mutazammın (2) ve nokta-i istinâdımızı temin eden (3) ve meşrûtiyeti
bir esâs-ı metîne istinâd ettiren (4) ve ehvam ve şükûk sâhibini varta-i hayretten
kurtaran (5) ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden (6) ve menâfi-i umûmiye olan
hukûkullâhı izinsiz tasamıftan sizi tahlis eden (7) ve hayât-ı milliyemizi muhafaza
eden (8) ve umum ezhânı manyetizmalandıran (9) ve ecânibe karşı metânetimizi vé
kemâlimizi ve mevcûdiyetimizi gösteren (10) ve sizi muâheze-i dünyeviye ve uhreviyeden
kurtaran (11) ve maksat ve neticede ittihad-ı umûmiyeyi tesis eden ( 12) ve o ittihadın
rûhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden (13) ve çürük mesâvi-i medeniyeti hudûd-u hürriyet
ve medeniyetimize girmekten yasak eden (1·4) ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran
( 15) ve geri kaldığımız uzun mesâfe-i terakkîde-sırr-ı i'câza binâen-bir zamân-ı
kâsirede tayyettiren (16) ve Arap ve Turan ve İran ve Sâmileri tevhid ederek az
zamanla bize bir büyük kıymet veren (17) ve şahs-ı mânevî-i hükûmeti Müslüman gösteren
(18) ve Kanun-u Esâsînin ruhunu ve On Birinci Maddeyi muhafaza ile sizi hıns-ı yeminden
kurtaran (19) ve Avrupa'nın eski zann-ı fasidlerini tekzib eden (20) Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâm hâtem-i enbiyâ ve Şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren (21) ve muharrib-i
medeniyet olan dinsizliğe karşı sed çeken (22) ve zulmet-i tebâyün-ü efkâr ve teşettüt-ü
ârâyı safha-i nûrânîsi ile ortadan kaldıran (23) ve umum ulemâ ve vâizleri ittihad
ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti meşrûta-i meşruaya hâdim eden (24) ve adâlet-i
mahzâsı merhametli olduğundan anâsır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyâde te'lif ve rapteden
(25) ve en cebîn ve âmi adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakikî-i terakkî
ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden (26) ve hadim-i medeniyet olan sefâhet
ve isrâfat ve havâyic-i gayr-i zarûriyeden bizi halâs eden (27) ve muhafaza-i âhiretle
berâber imârı dünyâ etmekle sa'ye neşat veren (28) ve hayaât-ı medeniyet olan ahlâk-ı
hasene ve hissiyât-ı ulviyenin düsturlarını öğreten (29) ve herbirinizi, ey meb'uslar
elli bin kişinin takazasını, yâni haklarını sizden dâvâ etmelerini hakkınızda tebrie
eden (30) ve sizi icmâ-i ümmete küçük bir misâl-i meşrû gösteren (31) ve hüsn-ü
niyete binâen a'mâlinizi ibâdet gibi ettiren (32) ve üç yüz milyon Müslümanın hayât-ı
mâneviyesine sû-i kasd ve cinâyetten sizi tahlis eden (33) ol "Şeriat-ı Garra" ünvâniyle
gösterseniz ve hükümlerinize me'haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz; acabâ
bu kadar fevâidi ile berâber ne gibi şey kaybedeceksiniz? Vesselâm.

Yaşasın Şeriat-ı Garra!

Hutbe-i Şamiye, 85-88

Cumhuriyet ki, adâlet ve meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir. On
üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa'ya dilencilik etmek,
dini İslâma büyük bir cinâyettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet
kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzî olunmuş olur.
hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı.
O da; mârifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyâhut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa
istibdat daima hükümfermâ olacaktır.

İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil. İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar.
Her şey hür oldu. Şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesâil-i Şeriátı rüşvet verméyeceğiz.
Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz. Yeis mâni-i her kemâldir.
"Neme lâzım, başkası düşünsün" istibdadın yadigârıdır. Bu cümlelerin mâbeynini rabtedecek
olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütâliînin fikirlerine havale ediyorum,

Hutbe-i Şamiye, 93

Birinci Cümle: Adalet-i mahzânın en büyük düsturunu vaz ediyor. Der ki: Bir mâsumun
hayatı, kanı, hattâ umum beşer için olsa da, heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette
bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Cüz'iyatın küllîye nispeti bir olduğu
gibi, hakkın dahi mizan-ı adalete karşı aynı nispettir. O nokta-i nazardan, hakkın
küçüğü büyüğü olamaz.

Lâkin, adalet-i izafiye, cüz'ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz'ün sarihen veya
zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla. Ene'ler nahnü'ye inkılâp edip mezci, cemaat
ruhu tevellüt ederek, külle feda olmak için fert zımnen rızadâde olabilir.

Bazan nur, nar göründüğü gibi şiddet-i belağat da mübalâğa görünür. Şurada nükte-i
belağat üç noktadan terekküp ediyor.

Sünuhat, 27

Dördüncü Cinayet: Avrupa, bizdeki cehâlet ve taassup müsaâdesiyle, Şeriatı -hâşâ
ve kellâ- istibdata müsait zannettiklerinden, nihâyet derecede kalben üzülmüştüm.
Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyeti herkesten ziyade Şeriat nâmına alkışladım.
Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder, diye ne kadar
kuvvetim varsa Ayasofya Camiinde meb'usana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki:
Meşrûtiyeti, meşrûtiyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz.

Bediüzzaman'a zurefadan biri bir gün, irfaniyle mütenâsib bir esvab giymesi lüzumundan
bahseder. Müşarü'n-ileyh de: "Siz, Avusturya'ya güya boykot yapıyorsunuz, hem onun
gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise, bülün Avrupa'ya boykot yapıyorum, onun
için yalnız memleketimin maddi ve manevî mamulâtını giyiyorum" buyurmuştur.

Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper
etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı Şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrat
ve avâm-ı nas; kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur.
Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira hakaik-ı
Meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu
dâva ettim. Ben ki, bir âdi talebeyim. Ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım,
demek cinayet ettim ki, bu tokatı yedim.

Divan-ı Harb-i Örfi, 25

Dipnotlar

1. "Erkeğe iki kız hissesi vardır." Nisâ Sûresi, 4:176.

2. "Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." Enbiyâ Sûresi, 21:107.

3. "Ölenin annesi için altıda bir hisse vardır." Nisâ Sûresi, 4:11.

4. "Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse,
bütün insanları öldürmüş gibidir." Mâide Sûresi, 5:32.

5. "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." En'âm Sûresi, 6:164.

6. "Muhakkak ki insan çok zalimdir." İbrahim Sûresi, 14:34.

7. "Kim bir cana kıymamış birisini öldürürse…" (Mâide Suresi:32.)

8. "Orada ebedî olarak kalacaklardır." Nisâ Sûresi, 4:169.

9. "Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim yanımızda olmasın. Her şeyi biz belirli
bir miktar ile indiririz."

10. "Göğü yükseltip aleme nizam ve ölçü verdi. Ta ki adaletten ve dinin emirlerinden
ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin ve tartıyı
eksik tutmayın." (Rahman Suresi: 6-7)

11. "Hırsız erkeğin ve hırsız kadının da elini kesin." Mâide Sûresi, 5:38.

Haşiye Evet, adâlet iki şıktır: Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise, hak
sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adâletin bu dünyada bedâhet derecesinde ihâtası
vardır. Çünkü, "Üçüncü Hakikat"te ispat edildiği gibi, herşeyin istidad lisâniyle
ve ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle ve ıztırâr lisâniyle Fâtır-ı Zülcelâlden istediği bütün
matlubâtını ve vücud ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu, mahsus mîzanlarla, muayyen
ölçülerle bilmüşâhede veriyor. Demek, adâletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde
katî vardır.

İkinci kısım menfîdir ki, haksızları terbiye etmektir. Yani, haksızların hakkını,
tâzib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise, çendan tamamıyla şu dünyada tezâhür etmiyor,
fakat o hakikatin vücudunu ihsâs edecek bir sûrette hadsiz işârât ve emârât vardır.
Ezcümle, Kavm-i Ad ve Semûd'dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar,
gelen sille-i te'dib ve tâziyâne-i tâzib, gayet âlî bir adâletin hükümran olduğunu
hads-i katî ile gösteriyor.

Haşiye1 Bu zamanı tam görmüş gibi bahseder.