The Solution of and Antidote For Racialism:
Religion and Science Education Based on unity

Giriş: Irkçılığın Sebepleri ve Sonuçları

19 ve 20. yüzyıllar ırkçı anlayışların yayıldığı ve kabul gördüğü yüzyıllardır.
Özellikle Avrupa ülkelerinde beyaz ırkın üstünlüğü düşüncesi, beyaz adamın
diğer kıta ve medeniyetlere emperyalist, sömürgeci bir anlayışla yayıldığı bir
dönemde, “geri kalmış” ülkeleri sömürüp, insanlarını köle gibi kullanmanın en
temel dayanağını oluşturmuştur.Tabiri caiz ise minareyi çalan kılıfını hazırlamıştır.
İnsanlığın ortak çabasının ürünü olan ve büyük ölçüde İslam dininin
bilime bakış açısının ve Müslüman ülkelerdeki bilimsel tekamülün çok önemli
katkısı olan bilimsel gelişmeleri, beyaz adam kendine mal edince, bu üstünlüğü
“öteki”ni, yani başka ırktan ve dinden olanları sömürgeleştirmeye veya tarih
sahnesinden silme gayretine gerekçe yapmıştır. Sözde bilimsel bazı teoriler de
bu sömürgeciliği, ayrımcılığı, çatışmaları körüklemiştir. Belki de böyle bir maksat
için uydurulmuştur bu teoriler. Teorinin Darwinizm olduğunda şüphe yok.

Darwin’in ‘evrim teorisi’nin en temel iki mekanizması, mutasyon ve doğal
seçilimdir. Buna göre bütün canlılar, geçmişte yaşamış, tek bir ortak atanın,
tesadüfi değişim süreci geçirmiş nesilleridir. Evrim teorisine göre, canlılığın devamlılığı
ve türlerdeki çeşitlilik; doğal seçilim ve mutasyonlarla sağlanır. Doğal
seçilim; canlının doğadaki şartlara uyumunu ve hayatta kalmasını sağlayan, en
uygun genetik karakterlerin ayıklanmasıdır. Darwin teorisine göre doğal seçilim,
canlıların varlığını ve çeşitliliğini açıklayan yegâne teoridir. Doğal seleksiyon
(seçilim) denen bu mekanizmayı, düşüncesiz ve tamamen tesadüfi, doğal
güçler yönetir. Kontrol yoktur. Hiç bir amacı yoktur. Bu yüzden, canlılardaki değişim ve gelişim, anlık yararlara göre gerçekleşir. Doğal seçilim sayesinde canlılar,
kendiliğinden ve çevresel faktörlerin etkisiyle, avantajlı değişimler geçirirler.
Böylece, çevreye uyum sağlayan, başarılı fertler ayakta kalır. Çevreye uyum sağlayamayanlar
ise, elenir. Değişimi sağlayan ana mekanizma ise, mutasyonlardır.

Bir bakıma Darwin, bu mekanizmaya, ilahi bir anlam yüklemiştir. Darwin’in
düşüncelerinde, asla bir Yaratıcıya yer yoktur. Bu sebeple evrim teorisi, Allah’ı
reddetmek zorundadır. Darwin, doğal seçilimden, kusurları ayıklayan ve sürekli
mükemmelliği sağlayan bir mekanizma olarak bahseder. Bugünkü Darwinciler
ise, daha fazlasına inanırlar.

Tüm canlıların tesadüflerin ürünü olduğunu, insanın da maymun benzeri
canlılardan evrimleştiğini iddia eden Darwin’in evrim teorisi, sömürgeci anlayışa
büyük destek vermiştir. Çünkü bu teoriyle birlikte, sömürülen yerlilerin
“bir tür hayvan” oldukları düşüncesine “bilimsel” bir dayanak göstermek mümkün
hale gelmiş oluyordu. Teorinin bilimsel bir dayanağının olması önemli değildi.
Önemli olan, emperyalist düşünceye hizmet etmesiydi. Bu teori, üzerine
düşen görevi fazlasıyla yaptı.

Darwin, insanların yarı-maymun atalardan evrimleşerek bugünkü durumlarına
geldiklerini ileri sürüyordu. Türlerin Kökeni isimli kitabının alt başlıklarından
birisi, The Preservation of Favored Races in the Struggle for Life idi;
yani, “hayat mücadelesinde kayrılmış ırkların korunması”. Onun teorisine göre
ekonomik ve teknolojik olarak kuvvetli olan ırklar, kayrılmış ırklardır. Bu ırklar
diğer aşağı ırkları yok edecektir. Ya da onları köle olarak kullanmayı hak
etmektedir.

Amerikalı biyolog Edwin G. Conklin, diğer ırkçı Darwinistler gibi temelsiz
fikirlerini şöyle dile getirir:

Herhangi bir modern ırkın Neandertal ya da Heidelberg tipleri ile karşılaştırılması
şunu gösterir: Zenci ırklar, beyaz ve sarı ırklardan çok orijinal ırka
(maymunsu atalara) benzemektedir. Her faktör, beyaz ırkın üstünlüğüne inananları,
ırkın saflığını korumak, diğerlerinden ayrımını pekiştirmek ve sürdürmek
için çaba harcamaya yöneltmelidir.1

Oxford Ünversitesi’nden paleontoloji ve jeoloji profesörü William Sollas
da 1911 yılında yayınlanan Ancient Hunters (Eski Avcılar) adlı kitabında ırkçı
görüşlerini şu şekilde açıklamıştı:

Adalet güçlünün elindedir ve her ırka gücü oranında paylaştırılmıştır. Bir
toprağı işgal için öncelik anlamı taşımamasına rağmen, orada hak talep etmeyi
sağlayacak olan güç kullanımıdır. Bu nedenle, mümkün olan her yolu deneyerek
güç artırımına gitmek, her ırkın olduğu kadar insan soyunun da kendine
karşı bir görevidir. İster bilim, ister eğitim, ister savunma örgütlenmesi alanlarında
olsun, organik dünyanın güçlü fakat lütufkar hükümdarı olan doğal seleksiyonun,
bunu hızla ve sonuna kadar gerçekleştirmemesi bir ceza, doğrudan
doğruya bu görevin yerine getirilmemesi olacaktır. 2

Örneğin Darwin, İnsanın Türeyişi adlı kitabında zenciler ve Aborijinler
gibi bazı ırkların sözde aşağı ırklar olduklarını ve hayatta kalma mücadelesi
içinde, gelecekte elenerek ortadan kalkacaklarını iddia etmiştir:

Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları,
vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan
ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek. Bu sayede ortada
şu anki Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan ırklar ve şu anki zencilerden,
Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile daha geride olan babun türü maymunlar
kalacaktır.3

İşte sömürgeci anlayışın kendisine bulduğu “kutsal bilimsel” dayanak Darwin
ve taraftarları tarafından ortaya atılan bu temelsiz düşüncelerdir. Ama dinin
dışlandığı, bilimin kutsandığı bir süreçte, bilimsel olarak lanse edilen bir
düşüncenin bilimi kutsayanlar tarafından ne kadar büyük bir istekle kabul edildiği
de tarihî bir realite. Dünya Savaşları, kutsanan sosyal Darwinizmin vahşi
ürünü. Avrupayı feth edip ilmin yayılmasına sebep olan Müslüman Türkleri
“ aşağı ırk ve barbarlıkla itham eden” Darwin’in ortaya attığı bu teori, sebep
olduğu büyük savaşlarla gerçek barbarların kimler olduğunun ortaya çıkmasına
yol açmıştır.

Nursi’ye göre ırkçılığın reçetesi ve panzehiri

Said Nursî, eserlerinde ırkçılık konusunu tahlil edip bu hastalığa çözümler
üretirken, ırkçılığın tarihsel arka planına ve bunun sonuçlarına temas etmiştir.
12. Söz’deki “Hikmet-i Felsefe ile Hikmet-i Kur’aniye’nin” insanın sosyal
hayatına verdiği terbiyeleri mukayese ederken kullandığı ifadeler, bu sosyal
Darwinizm’in ortaya attığı dayanaksız ama etkili teorinin kısa analizini oluşturmaktadır.
Ona göre, felsefe’nin (ki bu dinsiz felsefedir, inancı dışlayan, bilimi
kutsallaştıran felsefedir) sosyal hayatta dayanak noktası “kuvvet”tir. Hedefi
menfaattir. Hayat prensibi mücadeledir. Toplulukların bağını “unsuriyet, menfi
milliyet” olarak kabul eder. Semereleri, meyveleri ise, “nefsani hevesleri tatmin
insanlığın ihtiyaçlarını artırmaktır.” Buna göre, kuvveti esas almak, tecavüz
etmeyi; menfaat, boğuşmayı; cidal çarpışmayı; ırkçılık, başkasını yutmakla beslenmek
olduğundan tecavüzü netice verir. Bu yüzden, insanlığın mutluluğu
yok edilmiştir. 4

Bediüzzaman, bir taraftan Avrupa emperyalizminin kendisine bulduğu
dinsiz Darwinist temeli analiz ederken, diğer taraftan bu ırkçılık anlayışının
“Dessas Avrupa zalimleri” tarafından Müslümanların içinde menfi bir şekilde
uyandırıldığına, bunun amacının da “parçalayıp yutmak” olduğuna dikkat çekmektedir.
5 Hatta ırkçılığı, “frenk illeti” olarak da tarif etmektedir. Bir soruya
verdiği cevapta şöyle demektedir:

“Eğer derseniz, “Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyetperverlik
fikri var, o işimize gelmiyor”, ben de derim: “Hey efendiler! Eski Said ve Yeni
Said’in yazdıkları meydanda. Şahit gösteriyorum ki, ben ilk resim!
ferman-ı kat’îsiyle, eski zamandan beri menfi milliyet
ve unsuriyetperverliğe, Avrupa’nın bir nevi frenk illeti olduğundan, bir
zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o frenk illetini İslâm içine atmış, tâ
tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O frenk illetine
karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.” 6
6

Görüldüğü gibi Nursî, ırkçılık anlayışını bir frenk illeti ve öldürücü bir zehir olarak nitelendirmekte, bu hastalığı tedavi etmeye çalıştığını bildirmektedir.
12. Söz’deki tahlil, ırkçılık hastalığının sebebinin teşhis edilmesi ve tedavisinin
gösterilmesidir. Çünkü önce, hastalığın teşhis edilmesi gerekir. Sonra bu hastalığın
insanlığın sosyal bedeninde nasıl bir tahribat yaptığını da tespit etmiştir.

Onun şu ifadeleri hastalığın dehşetli neticelerini gözler önüne sermektedir:
“Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle, Emevîler,
bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler,
hem kendileri de çok felâketler çektiler.

Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri
için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i
Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı
olduğunu gösterdi.

Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kalesinin harabiyeti zamanında
“tebelbül-ü akvam” tabir edilen teşâub-u akvam ve o teşâub sebebiyle dağılmaları
gibi, menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler
namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti.
Ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların
halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi.” 7

Bu teşhislerden anlaşılmaktadır ki, ırkçılığın temelinde bir teori olmaktan
öteye gidemeyen ve inançsızlığı esas alan pozitivizm ve onun önemli bir destekçisi
olan Darwinizm vardır. Bu bilimsellik adı altında sunulan safsataya göre,
eğer insan ve bütün canlılar tesadüfen dünyaya gelmişse, insan da maymundan
türemişse, hayvanların ve insanların güçlenip mücadele etmesi, karşıdakini
mağlup ederek hak ve adaletin kuvvetlinin elinde olması kaçınılmaz bir
sonuç olacaktır. Böyle bir anlayışın temelinde inançsızlık olunca, Rabbimize
karşı sorumluluk duygusu ortadan kalkmakta, bu da ister istemez başka insanlara
karşı sorumsuzca davranmaya, güçsüz olanları ezmeye, ortadan kaldırmaya,
köleleştirmeye yol açmaktadır. İşte tam da Avrupa’nın ve ırkçılığı benimseyen
devletlerin yaptığı ve yapmakta olduğu şey de budur. Başkasının emeğini, zenginliklerini,
kültürünü yutmakla beslenen böyle bir canavar, yavrusunu ceylana
benzeterek yiyen aslana benzemektedir. Canavar hayvanlar bir canlıya zarar
verirken, insan ırkçılık vasıtasıyla öyle bir canavara dönüşmektedir ki, milyonlarca
insanı öldürmekten çekinmemektedir. Sadece kendine menfaat sağlamak,
gayr-i zaruri ihtiyaçlarını ihtiyaç olarak görüp onları tatmin etmek için haklı
haksız demeden daha fazla kazanmaya, daha fazla sömürmeye çalışmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşundan itibaren Osmanlının bütün
ırkları kucaklayıcı İslam’ın engin hoşgörüsü temeline dayanan Osmanlılık üst
kimliğini reddetmiş, onun yerine “Türk vatandaşlığı” ilkesini 1924 Anayasasına
koymuştur. Ve bununla birlikte “Ne mutlu Türküm diyene” sloganı böyle bir
ayrımcı anlayışın kışkırtıcı bir görüntüsü olarak ortaya çıkmıştır. Kürtlerin ve
Arapların yaşadığı dağlarda “Ne mutlu Türküm diyene” yazısını okuyan Türk
olmayan her vatandaş yıllar boyunca bundan rahatsızlık duymuş, hâlâ da duymaktadır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında “ Türk’ten başka ırk yok, bilimden ve
Kemalizmden başka din yoktur” düşüncesi, kökenini diğer ırkçı anlayışlar gibi
pozitivisit Darwinist anlayışlardan almıştır. İslam dünyasının param parça olması
bu ırkçı düşüncelerin etkisiyle gerçekleşmiştir. Hatta aynı ırka sahip olan
Araplar bile tek bir büyük devlet olarak bırakılmamış, onlarca parçaya bölünmüştür.
“parçala yönet” politikası tatbikat sahasına konulmuştur. Bu anlayışlar, bir taraftan komşu ülkeleri birbirine düşman haline getirirken, diğer taraftan
bizim gibi ülkelerde çok talihsiz olayların yaşanmasına sebep olmuştur. Kürt
olana Türk’sün demek, Kürtleri Türk yapmaz ve yapmamıştır. Bu yaratılıştan
gelen hakka karşı takınılan olumsuz tavırlar, devlete karşı olumsuz düşüncelerin
ve fiillerin filizlenmesine sebep olmuştur. Irkçılık birleştirici değil, ayrıştırıcı
ve çatışmaları, kavgaları körükleyici bir fonksiyon üstlenmiştir. Özellikle ihtilal
dönemlerinde dindarlarla birlikte Kürt kardeşlerimize karşı da kasıtlı olarak
yapılan kötü muameleler, Kürt ırkçılığı fikrini doğurmuştur. Sanki bir görünmez
el, uyguladığı baskı ve zulümlerle Kürt vatandaşlarımızın gençlerinin dağlara
çıkmasını teşvik etmiş gibidir.

Terörün beslenmesinde bu ayrıştırıcı davranışların etkisini görmemek
mümkün değildir. Batı’nın içimize attığı bu hastalık, ırkçı politikalarla yayılmış,
bazı karanlık mihraklar tarafından Ergenekon, gladio vb. yapılanmalar devleti
ele geçirmek ve menfaat temin etmek için kaos ve anarşi çıkarmada planlı
olarak kullanılmıştır. Askeri darbeye giden yolda şartlarının olgunlaşması için
anarşik olaylara müdahale etmeyen zihniyetin foyası artık ortaya çıkmıştır.

O halde, sorunun temelinde inançsızlık, bilimin kutsallaştırılması ve pozitivist
Darwinist anlayışlar olduğuna göre, çözüm de tekrar inancın sağlamlaştırılması
ve bilimin inançsızlık cenderesinden kurtulmasıyla, Darwinist anlayışların
zihinlerden, kitaplardan ve politikalardan kaldırılmasıyla gerçekleşecektir.
Bunun için Said Nursî, bilimlere tehvid açısından yaklaşan bir yorumu kendi
coğrafyamızda yaygınlaştırma çabası içinde olmuştur. Bilim ve dinin birlikte
okutulması için teklif ettiği Medresetüzzehra projesinin de, kaleme aldığı
Risale-i Nur eserlerinin de gayeleri aynıdır.

Varlıkların tesadüfen oluşmadığına, insanın bir Yaratıcısının oluğuna inanan
nesiller, ırkların bir üstünlük aracı olmadığını, tam aksine Kur’an’da ifade
edildiği gibi bir tanışma ve yardımlaşma vesilesi olduğunu anlayacaktır. Bu
inanç insana sorumluluk duygusunu verecek güçtedir. Allah’a karşı sorumlu
olduğunu, ahirette yaptığı davranışların hesabını vereceğini bilen ve öyle itikad
eden kimselerin, ırk ayırımcılığı yapması, başka ırktan olanları horlaması,
onlara zulmetmesi mümkün değildir. Bir ırk ne kadar ekonomik ve teknolojik
açıdan güçlü olursa olsun, bunu ayırım yapmadan insanlığın yararına kullanma
düşüncesine, ancak kalbi iman ve güzel ahlak ile dolu bir kimse sahip olabilir.
Bu yüzden, inanan bir insan bir taraftan inananların kardeş olduğu ilahi prensibini
kabul ederken, diğer taraftan mümin olmayanları da insanlık kardeşliği
içerisinde telakki eder. Kendisine haksızlık yapmayan kimselere haksızlık yapmamayı,
şahsına yapılan haksızlıkları affetmeyi bir şiar haline getirir. İslam’ın
insana sağladığı bu inançla bağlantılı güzel ahlak, toplumun fertlerinde hakim
olduğu zaman, ırkçılıktan doğan ayrımcılık ve haksızlıklar ortadan kalkar. Toplum
her an patlamaya hazır bir bomba olmaktan kurtulur, huzurlu ve mutlu,
yaşanası bir toplum olur. Bu yüzden barışın tatlı esintilerinin hissedildiği bir
dönemde, kardeşlik vurgularının lafta kalmayan sağlam inanç temeline oturtulup
ebedi hale getirilmesinin sağlanması önem arz etmektedir. Bu bağlamda
Said Nursî’nin Uhuvvet Risalesi, toplumsal barışı sağlamanın ana dinamiklerinin
yerleştirilmesi açısından büyük bir seferberlikle bu ülkede bulunan herkese
ulaştırılması ve izahlarının yapılması, sorumlu kişilerin sorunları kökünden
sonlandırmak için yapmaları gereken en önemli bir vatan borcudur.

Dipnotlar:

1. Edwin G. Conklin, The Direction of Human Evolution, New York, Scribner’s, 1921, s. 34

2. http://www.ncl.ac.uk/lifelong-learning/distrib/darwin/08.htm

3. Charles Darwin, The Descent of Man, 2. baskı, New York, A L. Burt Co., 1874, s. 178

4. Nursi, Said, Sözler, İstanbul, 1981, s.119

5. Nursi, Said, Mektubat, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1979, s.298

6. Nursî, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 2000, s.66

7. Nursî, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 2000, s.311)