Ortaya çıktığından beri, yediden yetmişe her yaş ve meslekten insanların
ilgisini çeken Bediüzzaman Said Nursi ve onun Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur
Külliyatı, son günlerde medyanın da ilgi odağı haline geldi.

Bu sözlerimden
Bediüzzaman ve Nur Risaleleri ile yeni yeni ilgilenildiği gibi bir anlam
çıkarılmasın. Aslında gerek basın gerekse adliye ve emniyet teşkilatı
Cumhuriyetimizle yaşıt bu hareket ile haddinden fazla meşgul edilmişlerdir.
Fakat tanımak ve anlamaktan ziyade, (halkın teveccühüne inat) susturmak ve
mahkum etmek için. Yakın tarihimizin bugün akıl ve insafa pek sığdırılamayan
bazı icraatı gibi bu meşgul oluş da önyargılı ve olumsuz bir yaklaşımla
yürütülmüş olmalı ki, emniyet ve adliye teşkilatımıza yarım asırdır
âdeta-âmiyâne tabirle-öküz altında buzağı arattırılmıştır. Hükümetlerin bu fikir
hareketine -evet fikir hareketi, çünkü şimdiye kadar hiç bir mensubunun emniyeti
ihlal veya terör suçu tespit edilmemiş- karşı takındıkları menfi tavır ve keyfi
muamele sadece, rekorlar kitabına girebilecek bazı garabetleri kazandırmıştır:
Yetmiş yıl boyunca aynı suçla tekrarlanan ve neticesi onbinlerce insanın ikibine
yakın beraat kararı olan bir mahkemeler zinciri. "Bunların sırf kırtasiye evrakı
yaklaşık iki tonu buluyor."1 Kaybedilenlerin bilançosunu ise bilen yok belki; ama
insan, bugün özlemini çektiğimiz "milletiyle barışık ve halkla bütünleşmiş
devlet"i de acaba o zamanlar mı kaybettik? diye sormaktan kendini alamıyor. Her
ne ise…

Said Nursi, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren yazmaya
başladığı ve kısaca Nur Risaleleri diye de anılan bu tefsiriyle, "iman kurtarma
hizmeti"ni büyük manevi bir seferberlik haline getirerek çağımız insanına
sunmuştur. O, kendisini Kur’an’ın bir hizmetkârı olarak görür. Nur Risaleleri de
Kur’an eczanesinden alınmış ilaçlar hükmündedir. Bu "dava"da tek gaye, imana
hizmet ve yegâne muhatab da imana susamış insanlardır.

Böyle bir davanın, dalga
dalga genişleyerek ülke sınırlarını dahi aşıp dünya çapında yaygınlık kazanmış
olmasının ülke ve dünya çapında sebepleri ve elbette bir sosyolojik izahı
olmalıdır. Meselenin bu yönü ihtisasımız dışındadır. Ancak şu kadarını
söyleyebiliriz ki; bir toplumda her tabakadan ve her yaştan insanın gönül
verdiği bir hareket, maya tutmuş ve topluma mâlolmuş demektir. Buna göre,
Risale-i Nur hareketi ya da meşhur adıyla Nurculuk, yetmiş senedir her çağdan ve
her seviyeden insanımızın saflarında yer aldığı bir akım olarak tam anlamıyla
millete mâlolmuş ve Anadolu’ya kök salmış bir hareket hüviyeti göstermektedir.
Bunu sağlayan temel dinamik ise herhalde, büyük bir manevi ihtiyaçtan doğması ve
bitmeyen hatta gittikçe artan bir talebi karşılıyor olmasıdır.

Öyle ümid
ediyorum ki, önümüzdeki günlerde medyanın ve siyasetin gündeminde daha bir
ağırlıkla yer alacağı anlaşılan Bediüzzaman ve Risale-i Nur Külliyatı hakkındaki
tartışmalarla -çok geç de olsa- Anadolu’nun bağrından çıkmış bu yerli fikir
hareketinin ne olup olmadığı bütün ayrıntılarıyla, net ve objektif bir tarzda
kamuoyuna açıklanacaktır. Bu tür konuların, olgunluk ve müsamaha ile herkesin
gözü önünde ve serbestçe tartışılabilmesi, sadece fikir hayatımız için değil,
devlet-millet kucaklaşması ve ülke bütünlüğünün muhafazası yolunda da önemli bir
gelişme sayılmalıdır.

Bu vesile ile, tartışmaya açılan "Bediüzzaman’ın,
eserlerini yazarken çevresinden ve zamanın fikir akımlarından ne ölçüde
etkilendiği veya etkilenmediği" meselesi üzerinde kısaca durmak istiyorum.

Said
Nursi ve Zamanı

1876-1960 yılları arasında kalan üç çeyrek asır, koca Osmanlı
Devleti’nin dağılma macerası ile Türk milletinin kimlik arama ve yeniden doğuş
sancılarının en şiddetli safhalarına ard arda sahne olur. Said Nursi, işte
böylesine yıkılışlar ve yapılışlarla dolu bir devri idrak etmiş ve gelişen
hadiselere yalnız kalbiyle ve kavliyle değil gerektiğinde fiilen de iştirak
etmiş bir aksiyon adamıdır. Mücadele dolu hayatı ve eserleri incelendiğinde
onun; medrese talebesi, müderris, maarif elçisi, hatip, meşrutiyetçi, vaiz,
İttihad-ı İslamcı, muharrir, cemiyetçi, gönüllü alay kumandanı, harp esiri,
firari seyyah, Akademi üyesi, Yeşilay kurucusu, dindar Cumhuriyetçi, maznun ve
daima mazlum; hepsinden öte âlim ve müfessir gibi çeşitli sıfatlarıyla, yaşadığı
devir ve sosyo-kültürel çevrenin tam bir kesit olduğu görülür.

İlk gençlik
yıllarından itibaren bir yandan istibdat ve cehaletin kurbanı olmuş halkın
melâli, diğer yandan ecnebi tecavüzleri karşısında yıkılmaya yüz tutan Osmanlı’nın perişan hali Bediüzzaman’ın hamiyet hislerine şiddetle dokunur.
Bilhassa o zamanki İngiliz hariciyesinin müslümanları Kur’an’dan uzaklaştırma
planları, onun gönlünde tarifi imkansız fırtınalara sebep olur. "Kur’an’ın
sönmez ve söndürülmez bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve
göstereceğim" diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır.2 İşte
onun daha sonra telif edeceği Nur Risaleleri ve bütün faaliyeti bu temel hedef
istikametinde gerçekleşecektir.

Yetiştiği muhite bağlı olmayan dehâ bulunmadığı
gibi, kendinden öncekilerin bazısına olsun borçlu olmayan dâhi de gösterilemez.
Bu, bir kusur teşkil etmeyen ve herkesin kabul ettiği hatta istisnası bulunmayan
bir kaidedir. Elbette ki Said Nursi de Bediüzzaman oluncaya kadar, öncekilerin,
yaşadığı devrenin, iklim ve zamanın etkisinden hariç değildi. Nitekim çok eski
devirlerde yaşamış bâzı alim ve şairlerden Nur Risaleleri’nde açıkça ve sıkça
iktibaslar görürüz. Antere’den Fuzuli’ye, İmam Rabbani’den Molla Cami ve
Niyazi-i Mısri’ye, Namık Kemal’e varıncaya kadar bir çok isimden. Hatta bazı
şeyh ve kutuplardan manen istifade etmiş, onların irşad ve himmetlerine mazhar
olmuştur.

Bu tabii ve kaçınılmaz etkileşim sonucudur ki "Güneşin altında
(söylenmedik) yeni bir şey yok" sözü birçok milletin kültüründe atasözü olarak
yer etmiştir. Zaten büyük yazarlar işledikleri unsurları iyice yoğurup onu yeni
bir terkip halinde takdim edebilenlerdir. Onun için eskiden bir çok farklı dalda
söz sahibi olan alimler mütebahhir; önemli eser sahiplerine ise farklı kaynaklardan
topladıklarını biribiriyle bağdaştırıp bir bütünlük kazandıran "te’lif eden"
anlamında "müellif" denilmiş olması çok anlamlıdır.

İşte dikkatle bakıldığında,
Said Nursi’nin mana ve maksada uygun görerek yaptığı iktibaslar ve diğer
katkılar bir taklid ve alıntı halinde değil, ince bir dikkat ve estetik zevkin
eseri olan "Üstadâne" bir terkib içerisinde görülmektedir. Çünkü o, başka
kaynaklardan aldığı değişik unsur ve tesirleri yoğurarak, hususî bir üslup ve
tamamıyla kendine has bir sanat haline getirebilmiştir.

Balarısı, topladığı
çiçek tozlarını ilhamî bir tarzda bala dönüştürdüğü gibi Bediüzzaman da
müktesebatı çeşitli bilgileri ilhami ve Kur’ani temsillerle kendine has orijinal
bir terkibe kavuşturmuş, Akifin ifadesiyle; ilhamı doğrudan doğruya Kur’an’dan
alarak, islam’ı asrımızın idrakine söyletmeye muvaffak olmuştur. En belirgin
fark da bu hususi takdim ve söyleyiştedir. "Risale-i Nur’un bahsettiği
hakikatlerin aynını binlerce alimler, yüzbinlerce kitaplar daha beliğane
neşrettikleri halde, yine küfr-i mutlakı durduramıyorlar"dı. Bediüzzaman ise,
zamanın icab ettiği pedegojik ve psikolojik esaslara riayet yanında hizmetlerini
"maddi ve manevi herşeyden feragat" ve "yalnız Allah rızası için çalışmak"
prensibiyle yapıyordu. "İşte, Nur risalelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları
gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalplerde ve ruhlarda yaptığı
tesirin sırrı budur. Başka bir şey değildir."3

Netice olarak o, çağdaş bir
müfessir olarak, asrımızın fikri ve manevi hastalıklarını yakinen teşhis
ettikten sonra "şu zamanın yaralarına en münasip bir ilaç, bir merhem, zulümatın
tehacümatına maruz heyet-i İslamiyeye en nafi bir nur ve dalalet vadilerinde
hayrete düşenler için en doğru bir rehber"4 olduğuna inandığı Risale-i Nur’u
telif etmiştir. "Bu sayede iman hakikatleri her tarafa yayılmış",5 "tecdid-i din"
misyonu da böylece gerçekleşmiştir.

Dipnotlar

1. Tekin Erer, Adâlet Gazetesi, 27 Haziran 1966. Bilgi için
bk. Bekir Berk., Nurculuk Davası, s. 613.

2. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayatı, s. 44.

3. İhlas Risaleleri, "Konuşan Yalnız Hakikattir", s. 53.

4. Mektubat, "Beşinci Mektup", s. 27.

5. İhlas Risaleleri, "Konuşan Yalnız Hakikattir", s. 54.