A – Din ve “zorlama”

Cenab-ı Hakk’ın insanlık için seçtiği nihai din İslâm’ın
uygulanması için takip edilen usuller zaman içinde değişik tartışmalara mevzu
olmuştur. Dinin ve imanın mahiyetleri, Kur’ân’ın ilk müşahhas misali olan Hz.
Peygamber’in (a.s.m.) sireti, Râşid Halifeler ve Tâbiîn ile Ehl-i Sünnet’in amel
ve itikad imamlarının telakki tarzlarını dikkate almadan yapılan yorumlar
mü’minler arasında sıkıntı sebebi teşkil etmiştir.

Çevre âmilleri, terbiye tarzları, psiko-sosyal yapısı itibariyle
selef-i sâlihînin bütün mevcudiyetleri ile yöneldikleri İslâm’ı uygulama şekli
ve metodlarından sarfınazar etmek “dinde hassas, aklî muhâkemede eksik”
kişilerde, itici ve ürkütücü bir İslâm imajının gelişmesine yol açmıştır. Bu
çerçevede, “Dinde zorluk yoktur”1 âyeti ile “İslâmî müsamaha” ve
“cihad” mefhumlarının nasıl değerlendirilmesi gerektiği, dün gündemde olduğu
gibi, bugünkü Müslümanların da gündemindedir. "Dinde zorlama"nın varlık ve
yokluğunun nasıl anlaşılması gerektiğine geçmeden, dinin ve imanın tariflerine
göz atmakta fayda vardır.

1-Din ve imanın mahiyeti

“Din, Allah Teâlâ tarafından vaz’olunmuş bir kanundur. İnsanlara
saadet yollarını gösterir. Yaratılışlarındaki gaye ve hikmeti, Allah’a ne
suretle ibadet edileceğini bildirir. İnsanları, kendi arzuları ile dini kabul
eden akıl sahiplerini hayr olan işlere sevkeder. Dinin vâzıı Allah’tır,
insanlara ulaştırıcısı da peygamberlerdir. Onların vazifeleri dinî hükümleri
sadece tebliğ etmekten ibarettir.”2

İman, lugatta tasdik etmek, haberi veren zâtın anlattığı hükme
gönüllü olarak boyun eğmek, onu doğru saymaktır. Istılâhî mânâsı ise, Peygamber
(a.s.m.)’ın getirdiği şeyleri tasdik ve ikrar etmektir. İmanın gerçekleşmesi
için bunlara topluca iman da yeterlidir. Muhakkik alimlere göre iman tasdikten
ibarettir. Dıştaki alâmeti ve ikrar, sadece dünyevî hükümlerin tatbiki için
gereklidir. İkrar ile, kişinin Müslüman olduğu toplumca da bilinir, benimsenir.
İkrar, Allah indindeki Müslümanlığın şartı değildir. Bu sebeple ikrar aslî
değil, zâid bir şarttır.3

İmanın mahiyetiyle ilgili diğer bir önemli husus da şudur:
İmânın, akıl, fikir, nazar ve istidlâle bakan bir yönü vardır. Bilgi unsuru olan
“marifet ve ilim” üzerine bina edilir. İmân edilecek şeyleri tanımadan sıhhatli
bir imandan söz edilemez. Ayrıca, imanda “ihtiyar ve irade de” vazgeçilmez bir
unsurdur. “Bilinenin” iman edilen bir şey haline gelmesi için gönüllü olarak,
“iz’an ve kabülü” şarttır. İmânın bu unsuru tamamen kesbidir. İmân irâdi bir
tasdik, gönüllü bir kabül olduğu için de, mükellefiyetleri netice verir. Bu
sebeple dini imanda sevgi unsuru ön plândadır. Fertlerin kalbindeki sevgi
temeline dayanan iman hareketi, onun gelişmesi nisbetinde büyür ve cihanşümul
hâle gelir. Dini akide sevgiye ve bilgiye dayanır. Bir adam gönülden benimsediği
bir inancını da açıklamaktan (ikrar) haz alır, hatta gurur duyar.4
İmanın kazanılması açısından tarifini ortaya koyan Sa’d-ı Taftazani’nin,
“Cenabı- ı Hakkın istediği kulunun kalbine. cüz-i ihtiyarinin sarfından sonra
ilka ettiği bir nurdur” ifadesinde bile, Allah’ın “kulu iman ya da imansızlığa
zorlamadığı” dikkate verilir.5

İmanın, “kalb ile tasdik, dil ile ikrardır” şeklindeki tarifi,
onun ancak “dil ile ifade edilerek” anlaşılacağına işarettir. Tasdik asıl; ikrar
ise, zâid bir rükündür. Bu sebeple zorlama altında "inanmıyorum” diyen imandan
çıkmaz.6 Zorlama altında inanan kişiye ise “kâfirsin” denemez. Çünkü
bu kişinin kalbiyle inanmış olma ihtimali de vardır. Kalbin içini okumak ise
imkânsızdır.7 Üsame bin Zeyd ve bir grup Huruka’ya gönderilmişti.
Üsame de orada, “Lâilâhe illallah” diyen birini, “Bu sözü ölüm korkusundan
söyledi” diyerek öldürdü. Halbuki Ensar o zâta karşı savaşmamıştı. Hadise,
Rasulullah’ın şiddetli ikazına sebep olmuştur.8 Bir rivâyette de
“kelime-i tevhidi söyleyen birini öldürenin cesedini toprağın kabul etmediği”
görülmüştür. Hz. Peygamber, “Arz bundan daha günahkâr kimseleri de kabul eder.
Fakat, Cenab-ı Hak kelime-i tevhide hürmeten böyle ibret gösterdi” buyurmuştur.
Bu sebeple zanna dayanan bilgi ile tekfir etmekten, gerek Hz. Peygamber, gerekse
âlimlerimiz devamlı kaçınmıştır. Hatta İmam-ı Gazzâlî bu hususta, “Ehl-i
kıblenin, ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ diyenin mal ve canını (tekfir etmek
suretiyle) mübah saymak tehlikelidir. Bin kâfiri hayatta bırakmak hususunda
yapılan yanlışlık, bir Müslümanın bir şişe kanını akıtmakla yapılan hatadan daha
hafiftir” der.9

2 – Niyet-din ilişkisi

Din ve imanın mahiyetine dair bu kısa açıklamadan sonra şunu
söylemek mümkün: Dinin ruhunda ve özünde zorlama yoktur. İslâm irade ve ihtiyarı
esas alır. İkrah ile yapılan ameller, itikad, ibadet ve muâmelâtın hangisiyle
ilgili olursa olsun kat’iyetle muteber sayılamaz.10 Bu, “Mü’minin
niyeti amelinden hayırlıdır” hadisine de zıttır. “Çünkü ameller niyetlere
göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır.”11 “Halbuki onlar ihlâs
ile, Allah’a kulluk etmekten başka birşeyle emrolunmamışlardır”12
âyeti de “niyeti sadece Allah rızasına münhasır kılmayı” esas alır.

İman gibi, İslâm kelimesinin kelime ve ıstılâhî mânâlarında da
ihtiyar, gönülden benimseme anlamı vardır. İslâm, “selâm, sulh, sükûn, samimiyet
ve bağlılık”ı ifade eder. İslâm’ın özü, yapılan iş, söylenen söz ve icra edilen
fiilde samimi ve iyi niyetli olmak, araştırma sonucu, sağlam, doğru ve iyiye
bağlanmak, teslim olmaktır.”13 Bunun için, Kur’ân’ın ilk ve son
olarak üzerinde durduğu husus zihin terbiyesidir. Bütün hayvanlar gibi insanın
da içgüdüleri vardır. Fakat onları irade ve ihtiyarı ile yönlendirir. İradeye
hakim olan ve onun hürriyetini kullanan ise, zihin ve akıldır.14

Hem iman, hem de İslâmiyetin mânâsında “niyet ve samimiyet,
irade ve ihtiyarla” benimseme asıldır. “Çünkü bir işten maksat ne ise, hüküm,
niyet ve maksada göre ve-rilir. Bütün ibadetlerde, farz, vacip, sünnet,
müstehap, hepsinde niyet farzdır. Niyet olmazsa ibadet olmaz, ibadet olmayınca
sevap da olmaz.”15 Hatta niyet, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren
pek acip bir iksir ve hasiyete sahiptir. Niyet bir ruhtur, onun ruhu da
ihlastır. Kurtuluş, sadece ihlas iledir.16 İhlas dinin itikad ve
ameli ilgilendiren her meselesinde geçerlidir. Niyetsiz amel olmaz.

3- Din ve hürriyet

Samimiyet, güzel niyet, gönülden bağlılık, hasbîlik, ihlas, içi
ve dışı ile sadece Allah’ın rızasını gözetme gibi yüksek hallerin hiçbiri,
“zorlama” ile meydana geti-rilemez. Baskı, şiddet, tehdit insanı bunların dışına
iter ve reaksiyona sebep teşkil eder; ve, hiçbir zaman kalbî bir bağlılık sebebi
olamaz. Çünkü milleti ve devleti şekillendiren manevî değerler yalnız inançla
açıklanabilir. Gerçek ise, ancak ruhun hürlüğü içindeki bir hürriyet
atmosferinde gelişir, kılıç zoruyla değil. İnanç hürriyeti de bütün
hürriyetlerin bu sebeple anası sayılır. Çünkü "şahsiyeti hür geliştirme inanç
hürriyeti ile mümkündür.”17

“Dinde ikrah yoktur. Muhakkak ki, hak ile bâtıl ap açık ortaya
çıkmıştır” âyeti, dinin konusu ve tebliği açısından da müsbet bir yaklaşımı
netice verir. “Dinin konusu ıztırarî değil, ihtiyarî fiillerdir. Dini ihtiyar
ile dilemek gerekir. Bunun için ihtiyarı kaldıran fiillerden birisi olan ikrah
dinde yoktur. Bu, ‘Dinde, dinin dairesinde, dinin hükmünde ikrah olmaz,
olmamalıdır’ demektir. Dinin şanı ikrah değil, ikrahtan korumaktır. “İslâm’ın
hakim olduğu yerde ikrah da bulunmaz” diyen E. H. Yazır, “ikrah ile meydana
gelen bir amelde dinin va’d ettiği sevap ve ikabın bulunmayacağını” hatırlatır.
“Rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel ibadet olmaz. Bu se-beple bir
kişinin diğerine ikrah ederek bir ameli işlettirmesi de meşru’ ve muteber
sayılmaz. Çünkü ikrah, bir insana hoşlanmadığı bir fiili zorla yaptırmaktır.
Halbuki din, hoşlanılmayacak birşey değildir.”18 Hoş ve güzel olan
dine, insanı, baskı ile sevketmek, onu antipatik bir hale getireceğinden,
“zorlama” dinin özüne zıttır.

Dünya bir imtihan meydanıdır. Allah insanların önüne birçok
seçenekler sunmaktadır. Şâyet din baskı ile insanlara benimsetilir,
benimsetilmeye çalışılır ise bilgi, irade ve şuurla verilen karar sağlıklı
olmaz. Seçme hürriyeti ortadan kalkar.19 İmtihan gerçeği altüst olur.
Elmalılı H. Yazır, ikrahın dine girdirmek için caiz olmadığı gibi, bu fiile
teşebbüs edenlerin de âyete zıt düşmüş olmasıyla cezaya çarptırılması gereğini
ifade ediyor. İslâm ahkâmı altında herkes müşrik, ehl-i kitap dinî haklarında
serbesttir. Bir müşrik, dilerse, Hıristiyanlığı ya da Yahudiliği seçebilir.
Vergisini ödemek kaydı ile İslâm devleti ona karışmaz.

İnanma ve amelde tanınmış olan bu hürriyetin sınır noktası yok
mudur? Elbette vardır ve olmalıdır da. Çünkü insan yaratılış itibariyle hem
hayra, hem de şerre kabiliyetlidir. İnsanın akıl, şehvet ve gadab gibi hisleri
mutlaka kayıt altına alınmalıdır. İnsan ruhunun kuvvelerine fıtraten bir had
tayin edilmemiştir. Zulüm, tecavüz, kendine ya da gayrına zarar, eşyayı tahrip,
dünyayı fesada verme gibi kötülüklerin menşeinde bu vardır. Sübjektif olmayan,
insanı yanıltmayan bir sınırlama ölçüsü “küllî bir akıl” olan şeriattır.20
Zira kayıtsız bir hürriyet, bir vahşettir, hayvanlıktır. Hudutsuz hür yaşamak
nefsin ve şeytanın esiri olmaktır. Şeriat dairesinde olmayan bir hürriyet rezil
bir esarettir. Demek ki, imana ne kadar kuvvet verilirse hürriyet de o kadar
parlar.21 Çünkü insan hür olsa da “abdullah”tır. Allah’ın kulu
olmaktan kurtuluş yoktur. Öyle ise onun koyduğu sınırlayıcı kaidelere uymak
gerekir.

4 – Kur’ân’da inanç hürriyeti

Hareket noktası edindiğimiz, Bakara sûresinin 256. âyeti olan
“Dinde zorlama yoktur. İman ile küfür ap açık meydana çıkmıştır” hükmü, başka
âyetlerde de geçmekte ve insanların “bizatihî güzel olan imanı” severek kabul
etmesine fırsat tanınmaktadır. “Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki kimseler
elbette topyekün iman ederdi! Böyle iken, o halde sen inanmaları için insanları
zorlayacak mısın?”22 âyeti, inanmanın irade ve ilahî takdir boyutuna
birlikte dikkat çeker. Şu âyet bu hususta daha açık bir tercih imkânı
sunmaktadır: “De ki: ‘Bu Kur’ân Rabbinizden gelen bir haktır. Dileyen iman
etsin, dileyen kafir olsun’”23 “De ki: ‘Ey insanlar, size Rabbinizden
hak gelmiştir. Artık kim hidâyeti kabul ederse o, ancak kendi faidesi için
hidâyete ermiş; kim de saparsa o da yalnız kendi zararına sapmış olur. Ben sizin
başınızda bir bekçi değilim.”24 Bu âyetler hak ve bâtıl, doğru ve
yanlışa inanma konusunda akıbetine katlanmak şartı ile insanların serbest
bırakıldıklarını göstermektedir. İlgili âyet ve hadislerden din ve vicdan
hürriyetinin muhtevası şöyle tespit edilebilir:

a- İman etme, b- bağlı bulunduğu dinin esaslarına göre amel, c-
dinini öğretme, öğrenme ve neşir hakkı, d- dinin emirlerini yerine getirme.
İslâm diğer inanç sahiplerinin imanlarına göre yaşama hürriyetlerini kanuni
teminat altına almıştır. Bu tespitler inanç hürriyetinin varılabilecek zirve
noktasını teşkil eder. Bu sebeple İslâm ülkelerinde tarih boyunca, kilise ve
havralar, sinagoglar varlığını sürdürmüş, her türlü dinî merasim ve ayinlerini
devlet himayesi altında yapagelmişlerdir.25

6- İlgili emirlerin tatbiki

Bu hürriyetler İslâm hukukunda esaslı prensiplere bağlanmış,
hayatın tamamını kuşatacak şekilde tanzim edilmiştir.26 İslâm dini
son ve mütekâmil din olmasına rağmen fertleri İslâm’a girmek için zorlamamış,
kimseye de böyle bir hak vermemiştir. Hz. Peygamberin sünnetinde bu hususun
âyette esas alındığı şekilde tatbik edildiği görülür. Onu takip eden Raşid
Halifelerden Hz. Ömer (r.a.) da Kudüs’ün Hıristiyan ahalisine verdiği emanda,
onlardan hiçbirinin dinlerini değiştirmek için zorlanmayacağını belirtmiştir.
Medine Anayasası diye tarihe geçen ilk yazılı metinde de Hz. Peygamber bunu,
“Yahudilerin dini kendilerine, mü’minlerin dinleri de kendilerinedir. Buna gerek
mevlaları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler” (md. 25) diye ifade etmiştir.

Ayrıca Necranlılarla yaptığı anlaşmada da şu madde
bulunmaktadır: “Necranlılar ve tâbileri için, malları, din ve cemaatları,
kiliseleri ve malik oldukları diğer şeyler hususunda Allah’ın himayesi ve
Muhammed’in teminatı vardır.”27 Bu düşüncenin eseri olarak tarih
boyunca İslâm beldelerinin her tarafında kiliseler, havralar mevcudiyetlerini
sürdürmüş, hatta Şam’ın Müslümanlar tarafından fethinden sonra, camiye çevrilen
kilisenin yarısında Müslümanlar, yarısında da Hıristiyanlar ibadetlerini sükunet
içinde yerine getirmeye devam etmişlerdir. Hatta Kur’ân ehl-i kitabla
savaşanlara karşı Müslümanlara onları koruma talimatı verir:

“Haksızlığa uğratılarak, kendilerine savaş açılan kimselerin
karşı koyup savaşmalarına izin verilmiştir. Onlar haksız yere ve ‘Rabbimiz
Allah’tır’ diyorlar diye yurtlarından çıkartılmışlardır. Allah, insanların bir
kısmının kötülüğünü diğerleriyle def’etmeseydi, içlerinde Allah’ın adı çok
anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi.”28

Müslümanların azınlıkta bulundukları dönemler için baskı kurma
gibi bir niyetlerinden söz edilemez. Acaba, Allah’ın nusretine mazhar olup,
binlerce insanla kendilerine yıllarca zulüm ve işkenceleri reva göre Kureyş
müşriklerine hakim oldukları, Mekke’yi fethettikleri zaman nasıl davrandılar?
Bir dinin güzelliğini, onu tebliğ eden zâtın hakkaniyetini de göstermesi
bakımından Mekke’nin fethi tarihin akışını değiştiren bir özellik sahibidir.
Hicretin 8. senesinde Müslümanların 300’ü süvari, yaklaşık 5 bin civarındaki
insanla Mekke’yi fethi siyasî bir kurtuluş savaşıdır. Bununla birlikte Hz.
Peygamber onları hiçbir meselede zorlamadı. “İmanın vicdan ve kalplere tabiî
olarak akması için herkesi kalp ve vicdanlarıyla başbaşa bıraktı.”29
Fetih hutbesini okuduktan sonra “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne
yapacağımı tahmin edersiniz?” dedi. Kureyşliler, “Sen kerem ve iyilik sahibi bir
kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun. Bize ancak hayır ve iyilik
yapacağını umarız” dediler. O da şöyle dedi, “Benim halimle sizin haliniz,
Yusuf’la kardeşlerinin hali gibidir. Ben de size diyorum: ‘Bugün sizin için
kınama yoktur. Allah sizi affetsin. O merhamet edenlerin en merhametlisidir.
Gidiniz, sizler serbestsiniz.”30

Hakikat bu olmasına rağmen, bir kısım topluluklarda görülen dini
baskı ile kabul ettirme temayülü, dinle değil, siyasetle ilgili bir husustur.
Çünkü dinin aslı ve cevheri olan iman, gönlü yatıştırmak, ona nüfuz etmekten
ibarettir. Gönlü bir işe sevketmenin de baskı ile alâkası yoktur. O, sadece
açıklama ve delilleri ap açık sunmakla kabul edilir. Bu âyet, “İslâmî kuralların
büyüklerinden” kabul edilir.31

B – İslâmi müsamaha anlayışı

1 – Peygamberimizin müsamahası

İslâmiyet “zorlamanın” karşısında olduğu gibi, aksine dinî
hayatta mü’minlere ve diğer insanlara karşı müsamahalı davranmayı öngörür.
Müsamaha (tolerans) başkalarının inanç, düşünce ve duygularına karşı saygılı ve
anlayışlı olmak demektir. Bâtıl din ve inanç sahiplerinin kendi gibi gerçeklere
inanmasını istemek, bunun için meşru usullerle çalışmak “salabet-i diniyye”; bu
sonuca cebr, şiddet ve zorla ulaşmaya çalışmak ise, “taassup”tur. Taassup,
başkalarının inançlarına saygılı olmamak, onları da her halde kendi gibi olmaya
zorlamaktır.

Müsamaha ile, dinî mukaddeslere hakaret eden, inançlarımızı
ayaklar altına alan insanların kavlî ve fiilî tavırlarına karşı sessiz kalmak
karıştırılmamalıdır. İkincisi müsamaha değil, dinde lâkaydlıktır. Bu noktada,
Müslümandan beklenen “dinî gayret”tir. Dinî gayrete sahip çıkmanın sayısız
örnekleri vardır…

Sa’d bin Übade Rasulullah’ın da bulunduğu bir sohbette, “Karımın
yanında yabancı bir erkek görsem onun boynunu kılıcımın keskin tarafı ile
vururum” dedi. Bunun üzerine Rasulullah (a.s.m.) “Sa’d gayyur (çok kıskanç) bir
adamdır. Fakat ben ondan daha gayyurum. Allah ise benden daha gayyurdur. Onun
için fuhşun açık olanını da, gizli olanını da haram kılmıştır” buyurdu.32
Müsamaha ile lâkaydlık, dinî gayret ile dinde lâubâlilik birbirine
karıştırılmamalıdır. (İslâm’da ferdin ceza verme yetkisi ilerde gelecektir.)

Rasulullah Medine’de müşrikleri evinde misafir etmiştir.
Yahudiler hasta olunca ziyarette bulunmuş, cenazeleri geçerken ayağa kalkmıştır.
Necran’dan gelen Hıristiyanları mescidde misafir etmiş ve burada dinî ayinlerini
yerine getirmelerine izin vermiştir.33 Şu hadise onun müsamahasına
mühim bir örnek teşkil eeder: Bir bedevi mescidin bir kenarın işemişti.
Oradakiler adama bağırıp çağırmaya başladılar. Hz. Peygamber de duruma şöyle
müdahalede bulundu: “Bırakın adam işini bitirsin. Sonra da üzerine bir kova su
dökün. Zira siz işi zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için gönderildiniz.”34

Hz. Peygamber (a.s.m.) muhalif ve düşmanlarının dinî itikad ve
amellerine olduğu gibi, siyasî inanç ve fikirlerine de tahammül etti. O gerçek
bir müsamaha peygamberi idi ve bunu fiilî ve kavlî olarak gösterdi. Medineli
Yahudilere ne kadar müsamahalı davrandıysa; her seferinde andlaşmayı, sözleşmeyi
bozan taraf Yahudiler oldu. Hatta bir seferinde Yahudiler ona suikast
planlamıştı. Bunun cezası kendi kitaplarına göre erkeklerin öldürülmesi,
kadınların da hapsedilmesi idi. Fakat Peygamberimiz bunu da affetti. Hepsinin
malı ve çocuklarıyla birlikte gitmelerine izin verdi.35

Hudeybiye anlaşmasının yürürlükte olduğu sırada Ten’im dağından
80 kişi Rasulullah’ı öldürme teşebbüsüne geçmişlerdi. Bunlar yakalanıp kendisine
getirildi, fakat onları affetti. Hayber’de keçi kesip Rasulullah’a ikram eden
bir Yahudi kadını, etin içine zehir atmıştı. “Peygamberse zaten bilir, değilse
insanları ondan kurtarmış olurum” diyerek öldür-meye teşebbüs etmişti.
Peygamberimize mu’cizevî bir şekilde etteki zehir farkettirildi. Kadını affetti.
Fakat etten zehirlenerek ölen Müslümanın yakınları, onu kısasen öldürdüler.
36

Uhud muharebesinde düşmanla karşılaşmasında dört dişi kırıldı,
mübarek yüz ve başından yara almıştı. Ashab bunca eza ve cefalar arasında onun
düşmanlarına beddua etmesini beklerken, Rasulullah, (a.s.m.) “insanlara beddua
etmek için değil, onları Allah’ın yoluna çağırmak için geldiğini” ifade etti.
Taif muhasarası sırasında, ayakları kanlar içindeyken, ellerini semaya
kaldırmış, herkes Allah’tan bu beldeye bir musibet vermesi için dua edeceğini
zanne-derken o, “Rabbim Taif halkını İslâm’ın zenginliği ile nimetlendir ve
onları Medine’ye dostluk ruhu ile gönder” diye yalvardı.37 Hz Âişe
Validemize göre, Rasulullah kimseden kendi namına intikam almamıştır. Hiçbir
zaman kötülüğe karşı kötülükle karşılık vermemiştir. Kureyşliler ona her türlü
eza ve cefada bulundu. Alay etti, hakaret savurdu, saldırdılar, hayatına
kasdettiler, ona pek çok defa savaş ilan ettiler. Fakat bütün bunların sonunda,
on bin kişilik ordu ile Mekke’yi fethettiği zaman Rasulullah hiçbir kimseden
intikam almadı. Küfürde aşırı giden dokuz kişi müstesna, herkesi affetti.
Onlardan gelip pişman olanları salıverdi. 38

2 – Kur’an’ın müsamaha emirleri

Zikrettiğim misaller Rasulullah’ın “dini ve inançlarını
benimsetme” uğruna en küçük bir baskı ve şiddetten bile kaçındığını gösterir. Bu
müsamahanın kaynağı Rabbinin emirleridir. Kur’ân bu hususu değişik şekilde ele
almış, zâtını o yüce mektepte kamil bir muallim haline getirmiştir.

“Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, cahillerden
yüz çevir.”39

“Bir kötülüğün karşılığı aynı şekilde bir kötülüktür. Ama, kim
affeder ve barışırsa onun da ecri Allah’a attir. Doğrusu o zulmedenleri sevmez.”40

“O takva sahipleri bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar,
öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah da iyilik
yapanları sever.”41

“Sana uyan mü’minlere şefkat kanatlarını ger. Eğer sana karşı
gelirlerse, ‘Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım’ de.”42

“Allah’tan bir rahmet eseridir ki, sen onlara yumuşak davrandın.
Eğer sen huysuz ve katı kalbli birisi olsaydın muhakkak onlar senin etrafından
dağılıp giderlerdi. Artık onları affet. Allah’ın da onları bağışlaması için dua
et!…”43

“İyilik ve fenalık eşit değildir. Ey inanan kişi! Sen fenalığı
en güzel şekilde def et! O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin
yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.”44

Zikrettiğimiz âyetler müsamahayı emredenlerden sadece
birkaçıdır. Şu da unutulmamalı ki, hoşgörü, her zaman aynı ne-ticeyi
vermeyebilir. Bu sebeple âyetleri değerlendirirken, hangi durumda nasıl bir
hareket tarzı takip edileceği mevcut şartların basiretle incelenmesine de
bağlıdır. Bu açıdan mü’minler, insanî münasebetlerde, akılcı ve ölçülü
olmalıdır. Düşmanlık yerine dostluk ve sevgi bağlarının kurulmasını; öfke,
hiddet ve intikam yerine hilmi, yumuşaklığı, sabrı; kötülük yerine ihsan ve
iyiliği, hayrı; cimrilik yerine cömertliği; dargınlık yerine ara-buluculuğu,
arkadaşlığı, merhamet ve şefkati, yardıma koşmayı, alçakgönüllü olmayı, ülfeti,
afv ve bağışlamayı45 esas edinmeli; insanlara İslâmiyeti anlatmada
basitten mürekkebe, azdan çoğa doğru tedricî bir yol takip etmelidir.

3 – Tebliğ-sulh ilişkisi

Müşriklerle savaşmayı emreden, “Fitne kalmayıp yalnız Allah’ın
dini kalana kadar onlarla savaşın.”46 ve “Hoşunuza gitmese de, size
zor da gelse, cihad üzerinize farz kılındı”47 âyetleri ve cihada izin
veren, hatta emreden âyetlere bakarak İslâm’ın “kılıç dini olduğunu” söylemek
bilgisizlik eseridir.

İslâmiyet barış dinidir. Arapça, “selâm” ile “islâm” kelimeleri
aynı kökten gelmektedir. Allah’ın güzel isimlerinden biri de es-Selâm’dır.
Cennetin de bir ismi Daru’s- Selâm’dır. Nihâyet mü’minlerin birbiriyle
karşılaştıkları zaman ilk sözleri “selâm”dır.

Mü’min için aslolan barış tarafını tutmaktır. “Rahman’ın kulları
yeryüzünde mütevâzi yürürler. Câhiller kendilerine sataştıkları zaman ‘selâm’
derler.”48 Selâm mü’minin dilinden hiç düşmeyen bir kelimedir. Her
tahiyyatta Allah’a “Bize ve Allah’ın diğer salih kulları üzerine selam olsun”
diye dua ederiz.49 Bu kadar barış ve selâmeti arzulayan bir dinin
diğer insanlarla ilişkilerde de barışı esas alması kadar tabiî birşey olamaz. Bu
sebeple Cenab-ı Hak Kur’ân’da birçok yerde barışa yönelmeyi emretmekte; savaşı
ise en son çare olarak göstermektedir. Bu emirlerden birkaçı:

“Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Şeytana ayak
uydurmayın.”50

“Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz, size barışı teklif
ederlerse Allah onlara dokunmanıza izin vermez.”51

“Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurdunuzdan çıkarmamış
olanlara iyilik yapmaktan ve adalet etmekten Allah sizi men etmez.”52

Hz. Peygamber de gayrimüslimlerle olan ilişkilerinde devamlı
barış istikametinde hareket etmiş, harb başlatıcısı olmamıştır. Başkaların sebep
olduğu savaşların başlangıcında da daima barış teklifinde bulunmuştur: “Ey
insanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin. Allah’tan afiyet dileyin.
Karşılaştığınızda da sabredin.”53

Hz. Peygamberin dinini yaymak, Kur’ân’ı benimsetmek için barış
ve sulha ne kadar önem verdiğini gösteren belgelerden birisi Hudeybiye
Musalahası’dır. Hicretin 6. senesinde yapılan bu sulh andlaşması, İslâm’ın
benimsenmesinde muazzam bir zafere kapı açmıştır.

Kâbe’yi tavaf etmek için Mekke ileri gelenlerine Rasulullah’ın
elçiler vasıtasıyla yaptığı teklifler cevapsız kaldı. Üstelik Hz. Osman’ın da
öldürüldüğü şayiası çıkarıldı. Müteaddit teşebbüsler savsaklanınca Rasulullah,
“Allah bana biat yapılmasını emrediyor” diyerek sahabilerden Allah yo-lunda
savaştan dönmeyeceklerine dair söz aldı. Müslümanlardaki bu kararlılık sebebiyle
müşrikler üç gün yanlarında tuttukları Hz. Osman’ı da salıverdiler. Fakat
müşrikler, Rıdvan Biatı diye tarihe geçen bu biattan telaşa kapıldılar.
Peygamberimiz ve ordusunun üzerlerine yürüyeceği endişesi ile aceleyle Süheyl b.
Amr başkanlığında bir heyeti sulh teklif etmek üzere Hz. Peygamber’e
gönderdiler. Müzakereler sonunda imzalanan anlaşmada şu maddeler yer alıyordu:

a- Müslümanlarla müşrikler huzur ve emniyet içinde yaşamalarını
devam ettirmek için birbiriyle 10 yıl müddetle savaşmayacaklar.

b- Peygamber ve ashabı bu yıl Mekke’ye girmeyecek. Gelecek yıl
da yalnız yolcu silâhı olan kılıç bulundurmak şartıyla gelip Kâbe’yi tavaf
edecekler ve Mekke’de de sadece 3 gün kalıp dönecekler. Müşrikler ise o sırada
şehri boşaltacaklar.

c- Medine’deki Müslümanlardan Mekke’ye iltica edenler iade
edilmeyecek. Fakat Mekke’den Medine’ye, velev Müslüman dahi olsa, iltica edenler
istendiği takdirde geri verilecekler.

d- Arap kabilelerinden isteyen Peygamber’le, isteyen de
Kureyş’le birleşmekte serbest olacak.54

4- Hudeybiye sulhunun neticeleri

Hudeybiye anlaşmasında görünüşte Müslümanların aleyhine olan
maddeler vardı. Hatta bazı sahabiler Müslümanların izzeti korunmadı diye
seslerini bile yükselttiler. Peygamberimiz, “Bizden onlara gidecek olanları,
Allah bizden uzak etsin. Onlardan bize gelip geri çevireceğimizi de muhakkak ki
Allah biliyor. Onlar için elbette bir genişlik yaratacaktır”55 diye
çevresindekileri teselli etti. Hz. Ömer anlaşma metni karşısında feveran
ediyordu. Bilâhere şöyle diyordu: “Ben hiçbir zaman o günkü gibi bir musibete
uğramadım. Peygambere hiçbir zaman yapmadığım bir şekilde başvurdum. Eğer o gün
kendi görüşümde bir topluluk bulsaydım, bu musalaha ve muâhede yüzünden hemen
bunların içinden ayrılırdım.”56 Hudeybiye anlaşmasının hayır
yönlerini Peygamberimiz şöyle anlattı:

“Hudeybiye sulhu en büyük fetihtir. Müşrikler sizin kendi
beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize razı olmuş, emniyette
bulunmanızı istemiştir. Onlar şimdiye kadar hoşlanmadıkları İslâmiyeti de
böylece sizlerden öğreneceklerdir. Allah sizi onlara galip getirecek, gittiğiniz
yerden sağ-salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir. Bu ise fetihlerin en
büyüğüdür.”57

Gerçekten Hz. Peygamber’in (a.s.m.) müjdelediği gibi,
Hudeybiye’nin çok müsbet neticeleri olmuştur.

1- O zamana kadar İslâm’ı ve İslâm devletini tanımak istemeyen
Arap müşriklerinin dinî, siyasî ve iktisadî yönden tâbi oldukları Kureyş, İslâm
devletini resmen kabul etmiş oldu. İslâm’ı ve Müslümanları topyekün imha için
planlar hazırlayan bu kabile, kabına çekiliyor, on sene müddetle Müslümanlarla
iyi münasebetler içinde olmaya, yani sulh ve sükun içinde hareket etmeye rıza
gösteriyordu.

2- Kureyş, İslâm devletinin başka bir hasım devletle
halledilmesi gerekli mes’elelerinde tarafsız kalma şartına imza atıyordu.

3- Maddî kılıç kınına kondu, Kur’an’ın mânevî, parlak kılıcı
ortaya çıktı. Kalp ve akıllar fethe başlandı. Müslümanlar ile müşrikler
serbestçe görüşme imkânı buldu. İslâmın sönmez nurlarını hal ve tavırlarıyla
gösteren sahabilerin hali müşrikleri celbetti. Kavim ve kabile taassubu kırıldı.
Birer harb dahisi olan Halid bin Velid ve Amr bin As gibi zâtlar maddî kılıçla
mağlubiyeti içle-rine sindiremiyordu. Fakat sulh ortamında müzakere ve sohbetler
ile bizzat Rasulullah’a arz-ı teslimiyetle, Müslüman oldular. Hudeybiye
anlaşmasından Mekke’nin fethine kadar geçen iki sene içinde Müslüman olanların
sayısı, Hz. Peygamberin nübüvvet vazifesine başlayıp sulh gününe kadar Müslüman
olanların sayısından fazladır. İki sene önce umre için yola çıkan sahabiler
(müslümanlar) 1400 iken, Mekke’nin fethine gidilirken bu rakam 10.000 civarını
bulmuştu.

Kur’ân musalaha ile açılan “manevî fetihlere” işaretle, “Biz
sana ap açık bir fetih yolu açtık”58 buyurmuştu. Bu âyet ve neticeye
bakan bazı alimler, İslâmın “asıl zaferinin” manevî sahada olduğu neticesine
varır.59 İmam-ı Zührî der ki, “İslâm’da Hudeybiye musalahasından önce
daha büyük bir fetih olmamıştır.”60

Sulhun İslâmiyetin benimsenmesi için ne derece önemli bir unsur
olduğunu bilen Hz. Peygamber (a.s.m.) ne ekalliyette iken, ne de zafere ulaşmış
olduğu halde hiçbir zaman, müşriklerin ve ehl-i kitabın inançlarına karşı
“tahkir ve tezyif” kokan yaklaşım göstermedi. Bu hususta, Kur’ân’daki şu âyet
onu apaçık menediyordu:

“Onların Allah’ı bırakıp da taptıkları şeriklere sövmeyin ki,
onlar da cahillikle hadlerini aşıp Allah’a sövmesinler. Her millete kendi
işlediğini Biz böylece hoş gösterdik…”61

Kötülüğe kötülükle mukabele etmek, insanları İslâm’a düşman
haline getirir. Hatta sadece inatçı tepkilerle karşılaşılmaz, Allah’a ve iman
hakikatlarına karşı çok çirkin saygısızlıklar yapılmasına yol açar.62
Hudeybiye’nin yüzlerce insanın Müslüman olmasına sebep olan barış ve sükünet
atmosferi, Rasulullah’ın müsamahaya dair zikrettiğimiz “Kötülüğe iyiliğin en
güzeli ile karşılık ver”63 âyetini, tatbikinin de bir meyvesi
sayılır. Yoksa “gerek Asr-ı Saadette ve gerekse takip eden yarım yüzyılda
İslâm’ın kuzeyde ve güneyde, Asya’da ve Afrika’da binlerce insanın akıl ve
kalplerine hakim olması”64 ne ile açıklanabilir?

5 – Devlet müsamahası

Hz. Peygamberin mücadelesinin her safhasında “zorlama”dan uzak,
devamlı düşmanın “kalbini kazanmaya müteveccih” bir metoda ağırlık verdiği
dikkat çeker.

Muzaffer bir kumandan ve galibiyetteki grup olarak Hz. Muhammed
ve ashabının dini yaymada nasıl bir “mülayemet çizgisi” takip ettiklerini
gördük. Şimdi de, sıkıntılı günlerden sonra, Allah’ın ona lutfettiği “İslâm
devletinin” başkanı olduğu zamanki tavırlarına göz atalım.

a – İslâm otoriter değildir

Mekke’de Kureyş, Taif’te Sakîf siyasî birliği sağlarken
Medine’de müthiş bir kaos hakimdi. İki büyük Arap kabilesi olan Evs ve Hazrec
arasında 120- 125 yıl devam eden iç çatışmalar ve kan davaları, iki önemli
Yahudi kabilesi olan Beni Nadir ve Beni Kaynuka arasındaki sürtüşmeler şehirde
siyasî birliğin teşekkülüne bir türlü imkân tanımıyordu. İşte Hz. Peygamber
Hicretle geldiği Medine’de şarkiyatçı Wellhausen’in ifadesiyle “Böylesine
muztarip, fakat siyasî birliğe muhtaç kabileler arasında din ve hukuk temeline
dayalı yepyeni ve o günkü Araplar arasında da hayli garip bir siyasî birlik
kurmayı”65 başarmıştı. Hz. Peygamber keşmekeş içindeki bu toplumda
birinci problem olan kan dâvâlarının diyetlerini yazılı metin haline getirdi.
Evs ve Hazrec biri şehrin güneyini, diğeri de kuzeyini tutmuş; Buas adı verilen
asırlık kavgalardan bitkin halde idi. Hicrete tekaddüm eden dönemdeki Medine’nin
içinde bulunduğu bu şartlar Hz. Muhammed (a.s.m.)’in işini daha kolay hale
getirdi. Önce nüfus sayımı yaptırttı. Müslüman olmayan Araplar da vardı. 1500
Müslüman vardı. İsimleri yazıldı. 10 bin nüfuslu şehrin 4 bini Yahudi, 4500
kadarı müşrik Arap, ağırlığı hissedilmeyecek kadar da bir Hıristiyan topluluk
vardı. İlk önemli sosyal faaliyet olarak, Ensar ve Muhacirler arasında “muahat”
(kardeşlik) akdi te’sis edildi. Öte yandan Yahudi ve Müşrik Araplara da güven
verildi. Bununla Hz. Peygamber, Medine üzerinde mutlak bir hakimiyet kurmayı
değil, kendi cemaatinin emniyet içinde hareket etmesini sağlamayı hedef
edinmişti.66 Bu atmosferde tatbik edilen “birlik stratejisinin”
muhtelif ülkelerdeki Müslümanların İslâmî hizmet anlayışına çok önemli bir
projektör olduğunu düşünmek gerekiyor. Fevrîlik, şiddet ya da başkalarını
dışlamak, kötülüklerini aleni yüze çarpmak gibi “usullerin” yanlışlığını burada
şu tabloya bakarak ifade etmekten kaçınamayız.

b – Medine site devletinde otorite

Hz. Peygamberin bu hareket tarzından nasıl bir noktaya varmak
istediğini bir-iki maddede şöyle ifade etmek mümkün:

1. Müslümanlar bu Medine site devletinin ancak yüzde 15’ini
meydana getiriyor. Bu durumda en fazla muhtaç oldukları emniyet ve sükunet
içinde dinlerini yaşamak kavlen ve fiilen bunu göstermekti.

2- Herkese hukuk temelinde “Neysen osun” denilmiş oluyordu.
Yahudiler de, müşrik Araplar da site devleti içinde hak ve hürriyetlerinde
serbestçe hareket imkânına sahiptiler. Vesikaya taraf olanlar bu hakkı
kullanmış, Müslümanlar ile aralarında çatışmaya varacak hiçbir ciddi problem de
çıkmamıştır.

3- İslâmî modelin “totaliter”(baskıcı) olduğunu vehmeden
insanlar, bu örneğin farkında değiller. Şâyet insanlar hür bir şe-kilde herhangi
bir dini tercih edeceklerse, hukuk ve sosyal hayat biçimlerinin de buna uygun
olması gerekir. Bu durumda İslâm dini Müslümanları bağlar. Diğerlerini kapsayıp
bağlamaz ve gayrimüslimlerden bu hukuka göre hareket etmelerini de istemez.67

c – Çoğulcu sisteme benzerlik

Bulaç’ın son maddeye aldığımız tespitleri, İslâm devlet
modelinde Hz. Peygamberin (a.s.m.) “insanlara dini serbestçe tanıyabilmeleri”
için insanî ve tabiî bir hürriyeti nasıl temin ettiğini göstermektedir.
Gerçekten bu süreç, “İslâmîleşme modellerinde” içinde bulunduğumuz sıkıntılara
karşı çok önemli çözüm ipuçları taşır.68 Çünkü Hz. Peygamber Hicret
öncesindeki Mekke’de bir cemaat reisidir. Daru’l-Erkam’dan tebliğ ve cihadı
yönlendirir. Hicret sonrası Medine’de ise, bir devlet başkanıdır. Mescid-i
Nebevî de bu devletin merkezidir. Medine site devleti boy salarken, Mekke
müşriklerinin tecavüz tehlikesi tamamen uzak değildir. Hatta, Abdullah bin
Übeyy’in şehrin krallığına talip olduğunu açıklaması bile bu tehlikenin ayak
sesleri sayılabilirdi. Bu sebeple Hz. Muhammed’in (a.s.m.) ortak savunma metni
üzerinde anlaşma sağlaması öncelikle kendi dini için hayatî önemi haizdir. İlk
1-25 maddesi Müslümanlara, kalan 27 madde ise Yahudilere dair olan insanlık
tarihinin ilk yazılı anayasası olma şerefine sahip Medine Vesikası’nın konumuzla
ilgili maddesine göre, (md: 25) “her toplum, dinî, hukukî ve kültürel
bağımsızlığa sahip olacak, kimse kimsenin din ve ibadetine karışmayacaktır.”69
Hatta Necran Hıristiyanlarının kiliselerine karışılmaması metne girdi ve
bunların Allah ve Peygamberinin himayesinde oldukları teminatı verildi.70
Bu sonraki İslâm devletlerinde de örnek kabul edilmiş ve zımmîler serbest bir
şekilde dinî hayatlarını idame ettirmişlerdir. Mesela, Fatih Sultan Mehmet
İstanbul’un fethinden sonra “Galata Hıristiyanlarının kiliselerine el
konulmayacağı, bunların camiye çevrilmeyeceği, ibadetlerine karışılmayacağı ve
Müslüman olmaya zorlanmayacağı”na dair teminat vermiştir.71

Gayrimüslimlerin bulundukları beldeler barışla ele geçirilmiş
ise, içindeki mabedlerden mevcutlara dokunulmaması, yenilerinin yapılması
anlaşma şartlarına bağlıdır. Savaşla ele geçirilen beldede ise yeni mabedin
yapılmasına izin verilmeyeceği kanaati yaygındır. Maamafih bu hususta zamanın
şartlarına göre fetva verildiği görülür. Çağdaş İslâm hukukçularından A. Zeydan
ise “Dinde zorlama yoktur” âyeti hükmünce, sahabe döneminde hiçbir mabedin
yıkılmadığı gerçeğinden hareket eder. “Kur’ân’ın sağladığı din ve vicdan
hürriyeti içinde, İslâm beldelerinde kilise ve havra inşa edilemeyeceği” hükmünü
doğru bulmaz.72

Site devletin kuruluşunda Hz. Peygamber’in kendisine her şartta
tâbi olmak için bey’at etmiş sahabileri vardı. Onlardan sağlam biat almıştı.
Gayrimüslimlere savaş ilan edebilirdi. Onları içinde bulundukları bâtıl
itikatlardan kurtarmak için zorlayabilir, gözdağı verebilirdi. Bunları yapmadı.
Çünkü, “Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz doğruluk dalaletten ayrılmıştır” âyeti
buna izin vermiyordu. Mal, can, ve sair dinî hakları kullanmakta “eşitlik” üzere
vardığı anlaşmayı bozma temayülündeki insanları da ikaz etti: “Bir zımmîyi
öldüren Cennet kokusunu koklayamaz. Halbuki onun kokusu 40 yıllık uzaklıktan
hissedilir.”73 Hatta ehl-i kitabın tavuk ve koyunlarından
faydalanmanın hükmü sorulan İbn Abbas, “Onlar cizyelerini verdikleri müddetçe
malları kendi rızaları olmadıkça size haramdır”74 demiştir. Daha da
ilerde, Kur’ân anlaşma halindeki ehl-i kitabdan “zulmedenler hariç” en güzel
şe-kilde mücadele edilmesini ve “Bize de, size de indirilene iman ettik.
İlahımız ve ilahınız Birdir. Biz O’na teslim olanlardanız” demelerini
emrediyordu.75 Müşrik reisle-rine bile iyi muamele yapılmasını
tavsiye eden Kur’ân mü’minlerin bu hususta titiz davranmasına rehberlik etti:

“Eğer müşriklerden biri eman dileyip yanına gelmek isterse, onu
yanına al ki, Allah’ın sözünü işitsin, sonra onu emniyet içinde bulunacağı yere
ulaştır. Çünkü onlar bilmez bir topluluktur.”76

Ashab da bu tavsiyelere harfiyyen uyar, müşriklerden sâdır olan
sertliklere sabırla tahammül gösterirlerdi.

d – “Ortak kelime”ye davet

Evlilik, kestiklerini yemek, mecbur kalınırsa kaplarını dahi
kullanmak kadar yakın münasebet kurulmasına izin verilen ehl-i kitabı Kur’ân
kendine çok yakın görmektedir. Bu sebeple, “De ki: Ey kitab ehli olan Hıristiyan
ve Yahudiler! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin: Allah’tan
başkasına ibadet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp
da birbirimizi rab edinmeyelim.’ Eğer onlar yüz çevirirlerse, siz deyin ki,
‘Şahit olun, biz Müslümanız’”77 ifadeleri onlara açık davet
çıkarmaktadır. Âyetin nüzul sebebiyle ilgili farklı birkaç hadiseden söz edilir.
Bunlardan birisi, Necran Hıristiyanlarının din adamlarını “ilahlaştıracak”
derecede yüceltmesidir. Ehl-i kitab Allah’a inansa bile sıfatlarında hataya
düştüğü için şirktedir. Bir diğer rivâyet de Hz. Peygamberin ehl-i kitabın
Tevrat’taki metinleri değiştirdiklerini bilmesi gerçeğidir. Kur’ân bu âyetle,
onların asıl tevhid inancına -ki kendi kitaplarında da bu vardı- dönmelerini
hatırlatır. Çünkü Hıristiyanlar İsa, Yahudiler de Üzeyr (a.s.m.) hakkında
“uluhiyet” isnadında bulunmakla vahiy gerçeğini tahrif etmişler, ayrıca din
adamlarını Allah’la kul arasında vasıta saymışlardır.

Bu mücadele esnasında yukarda zikrettiğimiz gibi “en güzel
usulün tatbiki” emredilir. Ne yazık ki, “insanlar içinde ha-yata karşı en
hırslı”78 bir millet olan Yahudiler her seferinde bu anlaşmaları
bozmayı tercih etiler. Cizye verip Müslümanlarla birlikte yaşadıkları halde
İslâm’a ve Hz. Muhammed (a.s.m.)’a ihanet eden Beni Nadir ve Beni Kurayza’ya
karşı son mücadele çaresi olarak “silâhlı cihad” yapmak durumunda kalınmıştır.
Bunu da Hz. Peygamber yine insanî ölçülerde, kademeli şekilde tatbik etmiştir.

e- Münafıklara neden baskı yapılmadı?

İslâm’ın “devlet” çapındaki müsamahasını incelerken, Hz.
Peygamberin (a.s.m.) mu’cizevî bir gözle, sahabilerin de basiretle “kesinlik”
derecesinde tanıdıkları münafıklara karşı neden “baskı uygulayıp” İslâm cemiyeti
dışına itmediği merak mevzuudur. Kitab ehlinin ve apaçık küfür içinde olan
müşriklerin “kalblerini ısındırmak” düşüncesiyle “onlara dinî konularda
müsamaha” ile bakıldığı kabul edilebilir. Halbuki münafıklar onlardan ziyade
İslâmiyete zarar veriyordu.

“Dinde zorlama yoktur” hükmünün sadece bahsini ettiğimiz
kesimler için geçerli olduğunu düşünemeyiz. İslâmiyet cihanşümuldür. Hz.
Muhammed (a.s.m.) da âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.79

Rasulullah (a.s.m.) bütün menfi tavırlarına rağmen münafıkların
kendilerini İslâm toplumunun bir parçası olarak hissetmeleri için elinden geleni
yapıyordu. Onlar da İslâm cemiyetinin bir ferdi olarak toplantılara ve
faaliyetlere, ibadetlere katılıyordu. Hatta savaş gibi hayatî ehemmiyeti olan
konularda bile görüş belirtebiliyorlardı. Bunun sebeplerini şöyle tespit etmek
mümkün:

1) Din zâhire bakar

En önemlisi İslâm dininin yapısından kaynaklanmaktadır. Şeriat
insanların iç dünyalarına değil, zahir ve amellerine bakar. Mekke’nin fethi için
hazırlıklar yapıldığı bir sırada bir sahabi durumu değişik özel sebeplerden
düşmana haber vermişti. Hz. Ömer’in şiddetli ısrarlarına rağmen Peygamber
(a.s.m.) bu kişinin cezalandırılmasına izin vermedi. Müşahhas fertleri değil,
“tipleri” küfre isnad ederek, zahirde küfür alameti hissettirmeyen insanlara
bunu isnad etmekten şiddetle kaçınmıştır. Bu İslâmî tebliğ metodunun da özünü
teşkil etmiştir. Çünkü İslâm’ın o konudaki hükmü kişiye henüz ulaşmamış
olabilir, ya da nassı yanlış anlama, fikren tereddüt gibi mazeretleri
olabilir…80

Rasulullah Uhud savaşından sonra, şehid olan müslümanlar
hakkında, “Bizimle beraber kalsalardı öldürülmezlerdi” diyen münafıkları
öldürmek için izin isteyen Hz. Ömer’e, “Allah’tan başka ilah olmadığını ve benim
de onun Rasulü olduğumu söylemiyorlar mı?” diye sordu. Hz. Ömer (r.a.) “Evet ey
Allah’ın Rasülü, fakat bunu öldürülmekten korktukları için yapıyorlar” dedi.
Peygamber (a.s.m.) bu sefer,“Lâilâheillallah Muhammedurrasulullah” diyeni
öldürmekten men olundum” buyurdu.81

2) Siyasî sebep

Bir sebep de siyasîdir. Eğer münafıklar İslâm’a karşı düşmanlık
yapıp, diğer İslâm düşmanlarına katılacak olsalardı İslâm’a ve Müslümanlara daha
fazla zarar verirlerdi.

Münafıklar her dönemde Müslümanlar arasında fitne başı olmuştu.
Yakın bir bölgede ve kazanılması muhtemel olan Beni Müstalik gazvesine
katılmışlardı. Gazve sonunda Müreysi kuyusunun başında Evs’li Said el-Gıfarî ile
Hazrecli Veber el-Cühenî arasındaki tartışma neredeyse Ensar ile Muhacirleri
karşı karşıya getiri-yordu. İşin bu safhasında araya giren münafıkların lideri
Abdullah bin Übeyy, muhacirleri “nankörlükle” suçladı ve “Besle kargayı oysun
gözünü” kabilinden hakaret dolu kelimeler sarfederek, “Rasulullah’ın
yanındakilere nafaka vermeyiniz ki etrafındakiler dağılsın. Medine’ye
döndüğümüzde kuvvetli olan zayıfı kovacaktır” sözü ile tansiyonu arttırdı.82
Bu sözleri ile o, Müslümanların kabilecilik damarlarını harekete geçirmek
istiyordu. Durum ve sözleri Rasulullah’a iletildi. Çağrıldı, fakat sözlerini
inkâr etti. Hz. Ömer tekrar öldürülmesi için izin istedi. Peygamber (a.s.m.)
“Muhammed ashabını öldürüyor demesinler” diyerek izin vermedi.83
Hatta Abdullah bin Übeyy’in oğlu bizzat Rasulullah’dan izin istedi. “Belki
başkası öldürürse içimde kin duyabilirim” diye. Rasulullah ona da “Bizimle
beraber olduğu sürece onunla arkadaş olur, sohbet ederiz” dedi. Kısacası Hz.
Peygamber onları tanıdığı halde açıklamamış ve İslâmî toplum içinde Müslüman
gibi yaşamalarına ses çıkarmamıştır. Bunun bir sebebi de, açıklanmaları halinde
samimi Müslümanların onlarla çatışması, hatta iç savaş çıkma endişesi olabilir.

3) Mühlet tanımak

Önemli bir sebep de onları İslâm’a kazanmak için mühlet
tanımaktır. Belki içlerinden samimi olanlar nifaktan kurtulur ümidi ile Hz.
Peygamberin ganimetlerden bile onlara fazla fazla verdiği olmuştur.84
Bunların istisnaları da vardır. Fakat umumi olarak Hz. Peygamberin münafıkları
“zorlamak” suretiyle nifaklarını ortaya çıkarmamış olması dikkat çekicidir.

C – Cihad emri ve zorlama

İslâm’ın en mühim yönlerinden biri cihanşümul olmasıdır. Bu ise
tebliğ ve cihadla mümkündür. Cihadın sadece silahlı bir mücadele olarak
algılanması “dinin zorla kabul ettirildiği”ni akla getirir. Halbuki silahlı
mücadele (savaş) cihad mefhumu içinde son olarak müracaat edilen bir husustur.
Bunun “dinde zorluk yoktur” âyetiyle nasıl te’lif edildiğine bakalım.

Cihad, “Yeryüzünde Allah’ın kanunlarını hakim kılma davasıdır.
Bu hareket kıyamete kadar sürecektir. Bu harekete mani olan İslâm düşmanlarıyla
yapılan mücadele ise savaştır. Cihad sadece savaşı ifade etmez. Savaş ve silahlı
mücadelenin dışında birçok usuller de cihad yapılır. Fakat harb ve savaş
kelimeleri cihadın ihtiva ettiklerini ifade etmezler. Savaş daha büyük ve
mukaddes olan cihadın bir parçasıdır. Kaldı ki, İslâm’da hiçbir zaman kan
dökmek, toprak kazanmak, ganimet elde etmek için savaş yapılmaz. Bu gayelerle
yapılan savaş merduttur,”85 cihadın yüksek faziletinden de uzaktır.
İslâm’ın cihad anlayışında ilmen cihadda bulunmak hepsinin üzerindedir.86

Savaş âyetlerinin “Dinde zorluk yoktur” âyetini neshetmediğinde
bütün âlimler müttefiktir. Hatta İbn Teymiyye bu âyetin mukayyed değil, umumî
olduğunu kayde-der. Âyetin nüzul sebebiyle ilgili rivâyet edilen hadise de
enteresandır: Ensar’dan Salim bin Avf Rasulullah’a gelerek, “iki oğlunun
Hıristiyan olduklarını” belirterek, onları İslâm’a zorlamak için izin istedi.
İşte bu sırada âyet nazil olarak, “hak ve bâtılın apaçık ortaya çıktığını ve
dinde zorlama olmadığını” bildirdi.87

1- Sabır Dönemi

Öncelikle Hz. Peygamber’in Hicret vak’asını cihad emri ile
birlikte değerlendirmek gerekir. Takvim başlangıcı olarak seçilen Hicret, “irşad
ve tebliğde bir metod, düşmanla münasebette siyasî bir taktiktir. O, düşmandan
gelen tehdit ve tehlikelere üç merhalede karşı koymuştur: sabır, hicret ve
cihad. Bu üç unsuru Hz. Peygamberin hayatından ayırmak mümkün değildir."88
Silahlı cihadın keyfiyetini ve bunun “zorlama” ile ilgisi olup olmadığını
anlamak için bu “mücadele safhalarının” kısaca gözden geçirilmesi gerekiyor.

Hicret öncesi, Müslümanlar için tahammülü zor bir devredir. Her
türlü takip ve işkencelerle doludur. Müşrikler, alay, dayak, küfür ve hakaretten
boykot ve öldürmeye varıncaya kadar işkencenin her türlüsüne başvuruyordu.

Bu devrede Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf idiler.
Düşmandan gelen tecavüzlere fiilî bir mukabelede bulunmak derhal yok
edilmelerini netice verebilirdi. Bu dönemde nazil âyetlerin sıkı sıkıya “sabrı”
tavsiye etme sebebi de budur. “Sen (habibim) sabret! Şüphe yok ki, Allah’ın
vaadi haktır. (Buna) kat’î iman beslemekte olanlar, zinhar seni (sabırsızlıkla)
hafifliğe götürmesinler.”89 Kısacası bu dönemde Rasulullah imanı
“sabır” olarak tarif edecek kadar mü’minleri sabra teşvik etmiştir. Bu, mutlak
bir güçsüzlükten de gelmiyor, belirli bir mücadele vetiresinin kaçınılmaz
safhasını teşkil ediyordu.

Sahabiler mukabelede bulunmak için güç ve adamlara sahip
oldukları, ve sabırlarının tükenme noktasına geldiği, Rasulullah’tan sadece
“vuruşmak için izin vermesini” talep ettikleri zamanda bile, o, “Ben Allah’tan
emir almadıkça kendiliğimden izin veremem” diyordu.90

2 – Hicret

Sabırdan sonra gelen ikinci safhadır. Sabrı gerektiren şartlarda
lehte bir gelişme yok ise ve üstelik aleyhte olarak gittikçe artan zulümler
karşı konamayacak dereceye gelmişse hicret edilecektir. Hz. Peygamber (a.s.m.)
mü’minlerin dinini yaşamak ve neşretmek suretiyle ayakta kalamayacaklarına
kanaat getirince Hicrete izin ve karar vermiştir. Demek ki, hicret de bir
“kaçış” değil, dini yaşamak ve ikame etmek için bir arayıştır. Din kendine gaye
olarak fiilen yaşanmayı tespit etmiştir. Bulunulan yer, bu gayenin
gerçekleşmesine imkân tanımıyor ise, oradan hicret etmek şarttır, dinî bir
vecibedir.91 Bu duruma düşen insanların hicret etmemesini Kur’ân
mazur görmüyor, mes’ul tutuyor.92

3 – Cihada izin

Mücadelenin sabır ve hicreti tamamlayan üçüncü safhası cihaddır.
Hz. Peygamber (a.s.m.)’ın hayatında cihad, şartların İslâm lehine geliştiği
safhada düşman tehdidine karşı koymak için başvurulan bir vasıtadır. Onüç yıl
Mekke devrinde Müslümanların silahı sabırdır. Maddî mu-kabele kesinlikle
yasaktır. Cihad izninin Hicretten sonraya ait olduğu alimlerce kabul edilen bir
husustur.93 Bu dönemde Kur’ân kesinlikle silahlı mücadeleye izin
vermedi. Müslümanların elinde en büyük silahları Kur’ân’dı. “O halde kâfirlere
boyun eğme ve bununla (Kur’ân’la) onlara karşı olanca savaşınla mücadele et”94
âyeti bunu emreder. “Rasulullah’ın güzel söz ve hikmetle yaptığı bu “savaş”
neticesinde bir çok insan İslâm’a teslim oldu. Fakat küfür inadlarını sürdüren
insanlar da olageldi. Onlar Müslümanlara eziyet vermeye devam ettiler. Nihâyet
sıkıntılar öyle bir noktaya geldi ki, durgunlaşan tebliğin yolunu açmak için
yeni bir yer aramak mecburiyeti ortaya çıktı. Çünkü Mekke müşrikleri mü’minleri
topyekün katliama tâbi tutmak için fırsat kolluyordu. İşte, bizatihî güzel
olmayan, ancak neticeleri itibariyle hayırlı işlere vesile olacaksa izin verilen
savaş bu şartlarda meşru kılındı.95

Cihada izin veren Hacc sûresindeki ifadeler de “mutlak” değil,
mukayyeddir; belli şartlara bağlıdır.

“Kendileriyle mukatele edilenlere (düşmanın hücumuna uğrayan
mü’minlere) uğradıkları o zulümden dolayı, (bilmukabele harbe) izin verildi.
Şüphesiz ki Allah onlara yardım etmeye elbette kemaliyle kâdirdir. Onlar haksız
yere ve ancak, ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için yurtlarından
çıkarılmışlardır.96 Âyetteki kayıtlar, “kendileriyle savaşılmış olmak
ve zulmen yurtlarından çıkarılmak”tır. Ancak Müslümanların maddî durumu
düzeldiği ve ilk şartların kaybolduğu nisbette cihad umumî bir vecibe halini
alır:

“Size harp açanlarla, Allah yolunda, siz de döğüşün (müdafaa
harbi yapın), ancak aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez.
Onları (size savaş açanları) nerede yakalarsanız öldürün, onları sizi
çıkardıkları yerden (Mekke’den) çıkarın. Fitne katilden beterdir.”97
Burada Müslümanları Mekke’den çıkaran müşrikler bahis mevzuudur. Âyetler
Hudeybiye sulhünden önceki durumu anlatır. Bu vahiyden sonra Hz. Peygamberin
kendisiyle savaşanlarla savaştığı, savaşmayanlara dokunmadığı belirtilir.98

İslâm’ın hedefe ulaşmasında tatbik edilen merhaleye dikkat
edilirse, cihad izninin “dini yaymanın” önündeki engelleri bertaraf etmeye matuf
olduğu ayan beyan ortaya çıkmaktadır. “Savaş ilan etmeyene dokunmamak” asıldır.
Âyetler bize, “dine karşı çıkanlarla” değil, “karşı çıkanların içinden, savaş
açanlarla” savaşmayı emrediyor. Bir rivâyette bu âyetlerin, Hudeybiye
anlaşmasından sonra nazil olduğu söylenir. Anlaşmaya göre yolcu silahı ile,
kılıçlar da kını içinde umre yapılacaktı. Fakat Müslümanlar “anlaşmaya rağmen”
ani bir baskın ihtimali ve korkusunu devamlı içlerinde taşıyordu. Rasulullah
Muhammed b. Mesleme komutasında 100 kişiden müteşekkil bir süvari birliği techiz
ettirdi. Çünkü müşriklerin gayesinin “Müslümanları topyekün ya dininden
döndürmek ya da imha etmek olduğu” biliniyordu. Bu ise savaştan daha dehşetli
bir fitne idi. Süvari birliği bekledi, diğer Müslümanlar onların kuvvetine
güvenerek umreyi yerine getirdiler. Saldırı olmadığı için savaş da yaşanmadı.99

Bununla birlikte savaş hak ve hakikatı anlatmaya konan engelleri
kaldırmak, dinî hürriyeti sağlamak için yapılır. Çünkü savaş ateşini
alevlendiren Yahudiler ya da müşrikler olmuştur. Allah mü’minleri Rasulüne
biatla, kararlı olmaya çağırmakla onlara karşı “caydırıcı” müeyyide
hazırlamıştır. “Onlar ne zaman harp ateşini körüklemeye kalktılarsa Allah onu
söndürdü. Onlar da arzda hep fesada koşarlar” âyetini bu durumu anlatır.100

4 – Savaştan önce davet

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin”101
buyuran Peygamberin savaş zoru ile insanları İslâm’a girdirmeye çalışması mümkün
değildir. Savaş şartları hazır olsa bile, “önce davet edip İslâm’a girmeleri”
beklenir. İkinci merhalede cizye vermek suretiyle mal ve canlarına emniyet sözü
verilir. Bunu da kabul etmezlerse, “insanî şartlarda kıtal”e başvurulur.
Kıtalden önce belde ve aha-lisinin Müslüman olup almadıkları da iyice tahkik
edilir. “Ey iman edenler, Allah yo-lunda harbe çıktığınız zaman, (meselelerin)
tam açıklanmasını bekleyin. Size, (Müslümanca) selam verene, dünya ha-yatının
geçici menfaatlerini arayarak, ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin.”102 Hz.
Peygamber İslâm’a davet etmeden hiçbir toplulukla harbetmemiştir. Savaşta
müdafaa yolunu tercih etmiş; iki ordu karşı karşıya gelince harbi başlatan taraf
olmamıştır.103

“Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan afiyet
isteyin. Onlarla karşılaştığınız zaman da sabredin. Biliniz ki, Cennet
kılıçların gölgesi altındadır.”104 Hadisin başka bir rivâyetinde,
“Müşriklerden olan düşmanlarınızla karşılaştığınız zaman onları İslâm’a davet
edin. Kabul ederlerse onlar sizin kardeşinizdir. Kabul etmezlerse İslâm
devletine itaat etmeye davet edin. Onu da kabul etmezlerse Allah’tan yardım
dile-yerek onlarla harb edin” buyurulur.105

5 – Savaştan gaye

Meşru bir müdafaa şekli olarak izin verilen savaştan gaye
yukardaki âyet ve hadislere göre şunlardır:

a – Meşru müdafaa

Kâbe’yi ziyaretten men etmek, Rasulullah (a.s.m.)’a suikast
tertip etmek, Müslümanları memleketlerinden çıkmaya zorlamak, Müslümanlarla
varılan sulh anlaşmalarını bozup ihanette bulunmak.106 Bunların
içinde bir kere olsun “kıtalin imanın farzı olduğu ve imanın kalplerde
kökleşmesi için dini yaymanın bir yolu olduğu” zikredilmez.107 Çünkü
zorla din kabul ettirilmez. “Eğer Allah dileseydi insanları tek bir ümmet
yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri bir yana, hâlâ ayrılıktadırlar.
Rabbin onları, ihtilâfa düşüp de saidler ve şakiler birbirinden ayrılsın diye
yaratmıştır.”108

b – Dinin ulviyetini göstermek

Hz. Peygamber’in dinini yaymak için tâkip ettiği usulde şu üç
önemli unsur dikkat çeker: davete hazırlık, kadrolaşma, kitleye açılma,
devletleşme. Medine’de kitab ehli ve müşrik Araplarla sulh andlaşması (Medine
Vesikası) davete hazırlıktır. Bu esnada kardeşlik akdi yapılmak suretiyle
Ensârla Muhacirîn sağlam şekilde İslâmiyeti benimseme imtihanından geçirildi,
kadro teşekkül ettirildi. Çevre kabilelerle sıkı bir “dostluk akdi” ile de
kitleye açılmanın adımları atıldı. Bu sırada Rasulullah’ın çevreyi kolaçan eden,
ticaret kervanlarına saldırması muhtemel kişiler hakkında istihbarat toplayan
bir karakol ekibi de vardı. Fakat sadece bilgi getiriyor, silahlı çatışmaya
girmiyorlardı.109 Bu safhada cihadın altyapısı hazırlandı.

Hz. Peygamberin dinini “zorlukla” ya da savaşla yaymayı tercih
etmediğinin müşahhas bir misali de on yıllık Medine hayatında bizzat kendisinin
de katıldığı 27 gazve ile sahabiler komutasında gönderdiği 60 kadar seriyyede
sadece 150 (düşman) kişinin maktül düşmesidir. Bu rakam ona katlansa bile 1500
eder. Milyonlarca kilometrekarelik alana yayılan bir dinin her savaşına yalnızca
1.7 maktülün düşmesi bile onun insan kanına ne kadar hürmet ettiğinin
belgesidir.110 Başka bir ifade ile bugünkü Avrupa kıtası kadar bir
alan sadece 150 kadar kişinin kanı akmak suretiyle kazanılmıştır. İnsanlık
tarihinde bedeli bu kadar az bir kazanç yoktur.

Hudeybiye seferi tamamen barışçı bir hareketti. Niyetlerinin
sadece umre yapmak olduğunu Hz. Peygamber kendinden önce 1400 kişi ile
kurbanlıkları sevketmek suretiyle gösterdi. Kureyş düşmanca tavır takınınca
“Yazık Kureyş’e ki, kendilerini harp yiyip bitirdi. Benimle diğer Arapların
arasını serbest bıraksa, ne olur sanki!”111 diyordu.

Kaldı ki, hangi şartlar altında olursa olsun, savaş ve zorlama
ile kişinin din değiştirmeye sevkedilmesi alimlerin ittifakıyla günah telakki
edilmiştir. İnanç ve amelle ilgili hususlarda İslâm fakihleri “zorlamanın”
kesinlikle yasaklandığında müttefiktir.112 “Kıtal “ dine davet
yollarından biri değildir. O sadece, “inanç özgürlüğünü korumak, insanların
kendi irade ve ihtiyarları ile doğruyu bulma ortamını” hazırlamak için meşru
kılınmıştır. Cihada izni ifade eden âyetteki “kütibe” kelimesi, vasiyyeti,
yetimin hakkına riâyeti anlatan âyetlerde de geçer. Fakat onları kimse, dinin
özünden saymamıştır” diyen Ammara, “bu sebeple cihadı da, dinin özünden değil,
zaruretlerin getirdiği koruyucu bir unsur” olarak kabul eder.113
İnsanların inançlarını tercih edebilmesi için hür bir irade ile hareket etmiş
olması şarttır. Aksi halde, “nifak perdesi kalınlaşır”; amelen Müslüman görünse
de içi fitne kaynayan insanlar oluşur. Bu noktaya dikkat çeken Topaloğlu da,
“Cihad İslâmiyeti zor kullanarak benimsetme yolu olmayıp, ‘din olarak
varlığının’ kabul edilmesini ve yayılmasını engelleyen şartların ortadan
kaldırılması için gayret sarfetmekten ibarettir” der.114 Yani cihad
dine girdirmek için değil, dinin ulviyet ve hakimiyetini ispat içindir. Savaştan
sonra adilâne bir vergi sistemiyle kendi dini üzere kalmasına yine izin verilir.115

Tarihi bilinen hemen bütün tahrifata uğrayan dinler ve
ideolojiler akidelerini yerleştirebilmek için belirli bir dönemde baskı, şiddet
ve zulmü insanlara reva görmekten geri durmamıştır. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta
da böyle olmuştur. Endülüs’te Müslümanların kurdukları medeniyetin eserleri
teker teker yok edildiği gibi, bir asır içinde tek bir Müslüman kalmayacak
şekilde de temizlik yapılmıştır. Amerika’da da adanın yerlisi olan
Kızılderililerin neredeyse nesli tükenmektedir. Fakat, Rasulullah hayatta iken
yaklaşık birmilyon beşyüzbin km.karelik bir alanda hakimiyet kuran İslâm’ın
böyle bir ayıbı yoktur. Zikrettiğimiz gibi, bu kadar beldenin İslâmlaşması
sırasında öldürülen düşman sayısı sadece 150 kişidir. Bu bile İslâm’ın savaş
yerine ikna ve irşadla kabul edildiğinin en bariz örneğidir.116

“Dinde zorluk yoktur. Hak ile bâtıl açığa çıkmıştır” âyetinin
nüzul sebepleri arasında zikredilen hadiseye dikkat edersek, bu iddianın
haklılık payı daha da artacaktır. Rivâyete göre, bi’setten önce Araplar
çocuklarından biri ölünce, tekrar dünyaya gelecek çocuğu şâyet yaşarsa onun
“Hıristiyan veya Yahudilerle beraber yaşamasını nezreder”di. Bunu “mübarek ve
hayırlı” sayarlardı. Çünkü onların dinini faziletli görerek nezretme âdeti
yaygındı. Beni Salim bin Avf’dan Susayn namlı bir Ensarinin de Şam tacirlerinin
telkini ile Hıristiyan olmuş iki oğlan çocuğu vardı. Peygamberlik geldikten
sonra, Medine’ye gelen çocuklarını görünce Susayn, “Vallahi sizi Müslüman
olmadan bırakmam” diye ısrar etti. Onlar da bu ısrar karşısında Rasulullah’a
müracaat ettiler. Âyet o zaman nâzil oldu.117

c – Zulme engel olmak

“İslâm’da aslolan sulhtur. Savaş ise istisnâî bir durumdur.
Zaten İslâm’ın kelime manâsı sulh ve sükûn demektir.”118 Ne var ki,
bir devletin tek taraflı olarak sulh istemesi yeterli olmaz. Düşmanlık eden ve
silâh yığmakla bunu gösterenler bulundukça siz de savaşa hazır olmak
durumundasınız: “Size ne oluyor da, ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden
çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder…’ diyen zavallı çocuklar, erkekler
ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz.”119 Bu âyetler
bize sırf zulmü önlemek, zalimlerin pençesindeki insanları kurtarmak için de
savaşmanın meşru olduğunu gösterir. Bu insanlık için de asil bir harekettir.

d- Din hürriyetini sağlamak

“Fitne kalmayıp, din, yalnız Allah’ın olana kadar onlarla
savaşın. Eğer vazgeçerlerse siz de vazgeçin. Zalimlerden başkasına düşmanlık
yoktur”120 âyetinde zikri geçen “fitne” Müslümanların inanç ve ibadet
hususunda hür olmamasıdır. Burada dini yaymak için değil, din hürriyetini
sağlamak için savaş yapılacağı vurgulanır. Zira İslâm bizatihî güçlüdür ve
yayılması için savaşa ihtiyacı yoktur. Önünde engeller bulunmaz, azgınlarca yolu
kesilmezse, emniyet ve hürriyet ortamında kalblere nüfuz etmek için kolaylıkla
yol bulabilir. Baskı ve savaşla başkalarını İslâm’a gir-meye zorlamak İslâm’ın
bizzat kendine muhaliftir. Din ikna ve samimiyete dayanır. Baskı karşısında
kabul edilen dinde samimiyet ve ihlâs bulunmaz. “Dinde zorlama yoktur. Artık hak
ile bâtıl iyice ayrılmıştır” âyeti bunu ifade eder. İslâm’ın kılıçla yayılmış
olduğu iddiası bu açıdan tarihî ve dinî gerçeklere tamamen zıttır.121

“Kur’ân örfünde savaş herşeyi mübah kılan bir intikam vasıtası
değildir. Bu yüzden savaş nefsi müdafaa ve İslâmî davete zorla mani olunduğu
takdirde sözkonusu olmuştur. İslâm tarihi tahkik edildiği zaman görülecektir ki,
barışın sağlanması mümkün olduğu takdirde asla savaş yolu tercih edilmemiştir.
Ancak savaşın kaçınılmaz olduğu yerlerde savaşmak, adalet tesis etmek için
başvurulacak en meşru yol olmuştur.”122 12 yıllık Mekke hayatında tek
suçu halis bir tevhid inancını sahiplenmek olan Müslümanların ancak dünyada
emsali görülmemiş işkence ve hakaretler sonunda hicretine izin verilmesi bunun
açık bir delilidir. Çünkü nuru görmeyen bazı insanlar başkalarının da görmesini
istemez-ler. Üstelik kendini de insanların üzerinde vasi zannederler. Onlar
namına düşünür, onların da bazı şeyleri anlamasının kendi vasıtasıyla olmasına
izin verir. İşte Rasulullah savaş kararıyla, kendisiyle bu tür insanlar
arasındaki engelleri kaldırmayı hedef almıştır. Hikmet bazen hilm ile, bazen
ikna ve tebliğ ile, bazen de sertlikle ulaştırılır. Gazve ve seriyyelerin
maksadı da budur. Bunlar hiçbir zaman birer intikam değil, sadece zalimlerin
engellemesini ortadan kaldırmaya yöneliktir.123 Özellikle cihanşümul
olan İslâm’ın, hayatı kuşatan prensipleri sadece irade ve ihtiyarla
benimsenebilir. Zaten hiçbir inanç sistemi zorla kabul ettirilmekle bu kadar yıl
ayakta kalamaz. Kaldı ki, böyle bir durum olsa, bilâhere kitleler halinde onu
reddeden insanlar çıkar ve kendi rahatlarına bakarlardı. Halbuki tarih bu konuda
bir tek örnek bile kaydetmemektedir.124 Bu sebepledir ki, Hicretten
önce savaşın haram olduğunda bütün alimler müttefiktir.125 Çünkü dini
yaymanın o şartlarda “sabır”dan” başka yolu yoktu.

e- Savaş hadisinin yorumu

“Ben insanlarla Allah’tan başka ilahın olmadığına, Muhammed’in
de Allah’ın elçisi olduğuna şehadet edinceye, namaz kılıncaya, zekat verinceye
kadar onlarla savaş etmekle emrolundum. Bunları yaptılar mı, kanlarını,
mallarını bana karşı korumuş (emniyet altına almış) olurlar. İslâm’ın hakkı
hariç. Artık samimi olup olmadıklarına dair durumları Allah’a kalmıştır.”126
Hadisi okurken şu hususlara dikkat gerekiyor:

1) Hadiste öldürülmesi emredilen “nâs” müşrik Araplardır. Çünkü
onlar Rasulullah’ın Arap topraklarında emniyetli bir vatan tutmasına karşı
çıkıyordu. Bu aşırı kin ve husumete karşı, o da, “Arabistan’da iki din kalmayana
kadar” savaşı emretti.

2) Hadisin bir rivâyetinde “nâs” kelimesi “Arap müşrikleri”
lafzıyla gelmiştir. Hadisi bitirirken Rasulullah’ın “Sen sadece nasihat ver.
Onlara zor kullanacak değilsin” (el-Ğaşiye, 21-22) âyetini okuması da bu mânâyı
destekler.

3) Mekke’nin fethindeki tavrı da zikredilen hususun doğruluğuna
delildir. Yıkılan putlarına ağlayan insanları bile “dine girmeye” zorlamadı;
bilakis, “Bugün siz serbestsiniz” diyerek imanın tabiî olarak kalblerine
girmesinin yolunu açtı.127

6 – İslâm ve otorite

Kur’ân bütün insanları “barışa” çağırır. Dünya ve âhiret hayatı
için güzel ve iyi olanı istemeyi öğretir. İyi ve güzelin düşmanı olan şeytana
ise “kesinlikle uymamayı” tavsiye ve emir buyurur. Barış ve huzuru bozan fitne
unsurlarına karşı dikkatli ve teyakkuzda bulunmayı ister. Savaşı arzulamayı
değil, mecbur kalınırsa sebat göstermeyi emreder. Mü’minlerin söz ve fiilleri
ile bir bütünlük arzetmeleri, “sözü-özü bir” sâdık insanlar olmaları emredilir.
Kısacası Kur’ân’da mevcut âyetlerden kişinin Allah’la ilişkisini düzenleyen, ruh
ve beden sağlığının da temelini teşkil eden aktivitelere ibadet, kişinin
çevresindeki insanlarla olan münasebetlerini düzenleyen prensiplere ahlâkî ve
örfî kaideler, insanın diğer insanlarla olan ilişkisinde riâyet etmesi gerekli
hukukî ve amelî hükümlere ise “muamelat” denilir; ki, hepsi birer prensip ve
disiplini esas alır.128 İnsanın iç ve dış çevresinde Kur’ânî bir
disiplin atmosferi meydana getirir. Yüce Allah’ın en kıymetli muhatabı olan
insanın, bu prensipler mecmuasına uyması onun dünya-ahiret saadetinin de
teminatıdır.

İbadet ve ahlâk ferdin kendisini ilgilendirdiği için, bunların
terk edilmesi ile zahiren sosyal hayatta fazla bir sıkıntı hissedilmez. Ancak
muâmelâtla ilgili ahkâm böyle değildir. İnsan insana ilişkileri düzenleyen
hükümlerin ihmal edilmesi, cemiyette hakların zayiine, namusların pa-yimal
olmasına sebep olacağından, her hâlükârda bir otorite gereklidir. Bu devlet ve
devlet başkanlığıdır. Âlimlerimiz İslâmda devlet başkanlığını, “Hz. Peygamber
(a.s.m.) adına din ve dünya işlerinde umumî riyasettir” diye tarif etmiştir.129
İmamın (devlet başkanının) varlığı dinen de zaruridir. “Allah’a itaat edin,
Rasüle ve sizden olan emir sahibine de itaat edin…”130 Hadiste de
“Kim zamanın imamını tanımadan ölürse cahiliyye ölümü ile ölmüş olur” denir.131
Dinî nassların mantığını izah eden Taftazanî ise, imametin gerekli-liğini ifade
ederken şunları söyler:

“Dünya ve âhiret hayatının salahına müeddi olan beraberlik,
kâhir bir sultan olmaksızın tamamlanamaz. Böyle bir sultan bozuklukları bertaraf
eder. Maslahatları korur. İnsan fıtratının sür’atle kaydığı fenalıkları
bastırır. Tama’kârların üzerinde boğuştukları şeyleri tahdid eder… İmamın
ortadan kalkmasıyla memleketi saran fesadın her tarafı istila etmesi onun
ehemmiyetini anlamaya yeterli şahiddir.”132 “Bu sefer herkes kendi
silâhıyla kendi hak ve malını koruma derdine düşer. Bu ise hem dinin, hem de
Müslümanların yok olmasına sebep olur. Şu halde, imam tayini öyle bir zararı
defeder ki, ondan daha büyüğü düşünülemez. Hatta denebilir ki, imam tayini,
Müslümanların en büyük menfaatlerinden, dinin en ileri maksatlarından biridir.”133

Bir milletin başında otoriteyi temsilen devlet başkanı ya da
imam bulunma zaruretinden, bu işin farziyyeti ortaya çıkmaktadır. Alimler imam
tayin edilmesinin farz-ı kifaye olduğunu belirtir. Ehl-i Sünnet alimleri fitne
ve fesadın önlenmesi için mutlaka bir imam tayin edilmesinde müttefiktir.
Taşıması gerekli vasıflardan da, akıllı, adalet sahibi, bülüğa ermiş, erkek, hür
bir kişi olmayı zikrederler.134 Fakat bu kişi hiçbir zaman keyfî
hareket eden bir despot değildir.

İmam, Hz. Peygamberin getirdiği hukuk sistemi içinde
selâhiyetleri belirli bir temsilcidir. Hatta İslâm’daki “iyiliği emr, kötülükten
men” prensipleri en üstteki idarecinin bile Allah’ın emirlerini bilen birisi
karşısında boyun bükmesine sebeptir. İslâm bununla en alttaki insana devlet
başkanına karşı “hakkı söyleme ve ikaz etme” otoritesi tanımıştır. Gerçek
otorite de budur. Bu sebeple devlet başkanı “ilâhî hüviyete sahip manevî bir
otorite” değil; devletin, cemaatin birlik ve beraberliğini sağlamak, Allah’ın
kanunlarını uygulamak için yetkili bir merci olarak görülür.135

İslâm’da otoritenin sadece Allah’a ait olduğunu söyleyenler,
ümmetin emr-i bi’lma’ruf ve nehy-i ani’l-münker, irşad ve ikaz yetkilerini,
meşveret hakkını elinden alıp, bunları “dokunulmazlık zırhına bürünmüş” bir
şahsa indirgemekle insana bağlı bir otoriteyi kurma hatasına düşüyor. Halbuki
Hz. Peygamber’den sonra hiç kimse “dokunulmaz ve masum” değildir. Bu sebeple
meşveret ve demokrasi idaresi İslâm’ın özüne uygundur. Otorite ümmette olursa,
herkes Allah’ın emirlerini, düşünmek söylemek hakkına sahip olur. İmam olarak
seçilen kişi, halkı “ilahî hakla yöneten, Allah’ın vekili, halifesi ve gölgesi”
gibi özellikler kazanmaz. Ümmetin naibi ve vekili olur; Allah’ın değil. Allah’ın
ve-kili sayılırsa hesaba çekemezsiniz. Ümmetin vekili olursa, hesaba çeker, biat
vermeyebilirsiniz, kanunları ihlal ettiği zaman görevden alma hakkı ümmetin
elinde olur.136

Devlet ve imam otoritesi İslâm’ın aleyhine olan durumları takip,
suçlulara ceza vermek için zaruridir. Nitekim Hz. Peygamber’ (a.s.m.)
münafıkları “dinî meselelerde” zorlamamasına karşılık, Ka’b bin Eşref, Ebu Rafi,
Ebu Afek gibi İslâm’a aleni zarar veren, faaliyetleri de başka türlü
engellenemeyen kimselerin öldürülmesine karşı çıkmamıştır. Fakat zahiren bir suç
işledikleri belli olmayan münafıklara ise, “Muhammed kendi muhaliflerini ortadan
kaldırıyor” dedikodusuna engel olmak için dokunmamıştı. Fakat kendi yürüyüşünü
taklid ederek, Peygamber’i (a.s.m.) küçük düşürmeye çalışan el-Hakem Ebi’l-Âs’ı
da Taif’e sürdürmüştür.137

D- Ceza sistemi

“Dinde zorlama yoktur” âyetinin sarahati ile İslâm ceza
hukukundaki kısas, had ve ta’zir gibi bazı temel prensipler arasında zıtlık yok
mudur? Bu, bir sistemin muhafazası ile ilgilidir. Namaza baliğ kişinin namaz
içinde sesli olarak gülmesi ile namazı bozulur. Ama aynı kişi namaz dışında
kahkaha atsa birşey olmaz. İhramlı bir insan hacc esnasında üzerindeki canlı
kabilinden bir haşaratı bile öldüremez. Öldürürse cezası vardır. İslâm’a giren
kişi de “serbest iradesiyle İslâmiyete girdikten sonra” bazı mükellefiyetlere
imza koymuş, akitlerle kendini bağlamış sayılır. Din bu prensiplerle âdeta
insanı “zorla cennete koymak”138 ister gibi sınırlamalar getirmiştir.
Bununla Kur’ân kâinatta hakim olan sistemle insan bünyesi ve tavırları arasında
bir âhenk tesis etmektedir. Yerlerde ve göklerde hükümran olan kudret Allah’ın
kudretidir. İnsan da Ona boyun eğmelidir. Aksi halde insan, bir taraftan İslâm’a
inandığını söylese, diğer taraftan da akıl ve vicdanını hevâ ve hevesininin
dizginlerine teslim etse, dine inanmaktan, beklenen maslahat ve kemâl elde
edilemez. “Yerlerde ve göklerde birden fazla ilâh olsaydı herşey fesada uğrardı”139
âyetinin ikazıyla insanlar arasında fesat başgösterir. Zina, sirkat, katl ve
diğer ceza gerektiren suçları bu mantık içinde değerlendirmek gerekir. Emirlerin
maksadı, “dini, canı, aklı, nesli, malı korumaktır.”140 Cezaların
konması da bu gayeleri gerçekleştirmeye yöneliktir. Kaynak itibariyle ilâhî olan
İslâmiyet, bu yönü ile “beşerin maslahatına” ne kadar uygun olduğunu akıllara
gösterir. Çünkü emir ve yasakların her birinde mutlaka hikmetler vardır.
“Hikmet, sözde ve fiilde isabettir. Bizatihi hayırdır.”141 Bu umumi
prensibi hatırlattıktan sonra İslâm’da “zorlama mevzuu”yla iltibas edilen
cezaların ta-rifine geçebiliriz.

1 – Suç ve cezalar

a- Hadler

Had, “şer’î suçlar için belirlenmiş cezalar” demektir. Bu suçlar
da yedi tanedir: 1-zina, 2-iftira, 3-içki içmek, 4-hırsızlık, 5-yol kesmek ve
yağmacılık, 6- dinden çıkmak (irtidat), 7- devlet nizamına karşı gelmek, (isyan,
bağy). Bunlardan her birine konulan cezalara "had" denir. Hadler, “Allah’ın
hakkı olarak tespit edilen ve cemiyet (kamu) menfaatini korumak için konulmuş”
cezalardır. Buradaki “Allah’ın hakkı” lafızlarıyla, “bu suçları işleyen fert ve
cemiyetten, cezaların düşürülmesinin imkânsızlığı” kastedilir. Çünkü “Allah
hakkı sözkonusu olan yerde affedilme ve bir başka müeyyide ile değiştirme hakkı
yoktur. Toplum ya da fert bu hadleri affedemez. Toplumun hakkı olsa idi, devlet
başkanı (vekili de olabilir) belki başka bir ceza ile değiştirebilir,
affedebilirdi.”142 Âmmenin menfaati “cemiyetten kötülüğün
giderilmesi, emniyet durumunda asayişin hakim kılınması”dır. Aslında diğer
suçların işlenmesi ve cezalarının yerine geti-rilmesinde Allah hakkı vardır.
Çünkü kul hakkını yerine ulaştırmayı emreden de Allah’tır. Bu sebeple içinde kul
hakkı olmayan Allah hakkı vardır; ama, içinde Allah hakkı bulunmayan kul hakkı
yoktur. Hakkın kula aitliği düşürülmesinin sahih olmasıyla anlaşılır.
Düşürülebilen (affı caiz olan) kul hakkıdır, düşürülemeyen ise Allahu Teâlânın
hakkıdır.143

b- Ta’zir

Ta’zir “çevirmek, reddetmek, men’etmek, te’dip eylemek”
anlamlarına gelir. Ceza hukukunda ise, “hakkında had ve keffaret bulunmayan suç
ve günahlarda Allah veya kul hakkı olarak icrası gerekli bulunan, miktar ve
keyfiyetleri ise nasslarla tespit edilmemiş ceza"dır.144 Kur’ân ve
hadisin iyi karşılamadığı haksız yere eziyet ve ar veren şeyleri irtikap
nedeniyle gereklidir. Hakimin takdirine göre, ıslah oluncaya kadar hapis, 39
sopayı aşmamak şartıyla dayak olabileceği gibi; suçunu ilan, sürgün gibi hakimin
duruma göre takdir edeceği cezalardan meydana gelir. Bunların arasında ta’zirle
ıslah olmayanların öldürülmesini gerektiren suçlar vardır: Meselâ livatayı
(erkek erkeğe ilişki) alışkanlık haline getirenler öldürülür.145

2- Hadlerde tesir

Bunların maksadı, suçlunun cezalandırılması, suça mütemayil
insanların gözünü korkutmaktır. Bu cezaların belirgin bir özelliği de “hepsinin
belirli bir sınırının bulunması, ne aşağı ne de yukarıya çıkarılmasına izin
olmayışı”dır. Çünkü, “bu miktar Şari’ (şeriatı koyan Allah) tarafından tayin ve
tespit edilmiştir. Hadler suça teşvik ve sevkeden sebeplerle mücadele için,
psikolojik temeli sağlam prensiplerdir.146 Şer’î suçlara Allah
tarafından tayin edilen cezalar (had) Allah’ın rahmetindendir. Suç işlemeye
engel olacak kadar sert, fakat suç işleyen insana zulmedecek kadar ileri
değildir. Meselâ, “yalan söylemeye dili kesme, zinaya iğdiş etme, hırsızlığa
kişiyi idam etme” cezaları verilmemiş; bilakis “felaketler ortadan kalksın,
herkes kendi elindeki helaline rıza ve kanaat göstersin diye başkasının hakkını
gasbetmeyeceği, tecavüze yeltenemeyeceği şiddette”147 cezalar takdir
edilmiştir.

Şeriatın prensipleri Allah’ın yarattığı kuluna en uygun
kanunlardır. Şeriatın tarifi de bunu anlatır: “Şeriat insanlardan sudur eden
ihtiyarî fiilleri bir nizam ve intizam altına alıp tahdit eden kaidelerin
hülasasıdır. Veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların,
kanunların mecmu- asıdır.”148 Müslümanlar hayatı düzenleyen prensip
ve kanunlar hususunda başka bir kültür ve medeniyete muhtaç olmayacak kadar
zengindir. Zuhaylî’nin ifadesiyle “geçmiş asırların birikimi olan eserleri, Batı
kompleksi ile, bir yığın olarak görmemeli”dir. “Batılıların fikir sofrasında
tufeylî olmaktan kurtulmanın zamanı gelmiştir.”149

3- Şeriat sebepleri kaldırır

İslâm’ı ve Kur’ân’ın prensiplerini sadece cezaî müeyyidelere
bakarak değerlendirmek çok yanlıştır. Kur’ân ve “şeriat mahiyeti itibariyle aklî
deliller üzerine kuruludur. Şeriat temel ilimlerin hayatî noktalarını tamamiyle
içine almış olan ilim ve fenlerin hülâsasıdır.”150 Sadeleştirerek
iktibas ettiğimiz bu cümlenin devamında şeriatın hedefleri arasında sayılanlar
şunlardır: 1- ruhun kemâl sıfatlarıyla süslenmesi, 2- kalbin kötülüklerden
arındırılması, 3- vicdanın terbiye edilmesi, 4- cesedin ihtiyaçlarının tabiî
ölçülerde giderilmesi, 5- menzilin tedvir edilmesi, 6 – medeniyet âleminin
siyaseti, 7- âlemi nizama koymak, 8- hukuk, 9 – muâmelâtı düzenlemek, 10 –
âdâb-ı içtimâiye. Bu ilim dalları şeriatın prensiplerinde dercedilmiştir. Kur’ân
ve şeriat hayatın bütününü kucaklayan kaideler mecmuasıdır.

İslâm’ın insanı, ruhu, bedeni, evi, çevresi, sosyal hayatı,
içinde bulunduğu hukuk sistemi ile birlikte ele aldığını, onu yüce bir kıvama
getirmeyi hedeflediğini görürüz. Hukukî ceza kanunları bunun sadece bir bölümünü
teşkil eder. Bu da “kasıtlı, iradî fiilleri” konu edinir. Ruh ve vicdanları
ahlâkî faziletle süslenen insanlar bu tür suçlara yönelmez.

Kaldı ki, şeriat önce suça iten sebepleri ortadan kaldırır,
bilahere suç işlenmiş cezayı verir. “Fuhşun açık ve gizli hiçbir şekline
yaklaşmayın.”151 “Âdem oğlunun zinadan nasibi yazılmıştır. Çaresiz
ona erişecektir. İki gözün zinası ona bakmaktır. İki kulağın zinası fuhuşla
ilgili şeyleri dinlemektir. Dilin zinası fuhuşla alâkalı sözdür. İki el de zina
eder; zinaları harama el uzatmaktır. İki ayak da zina eder; zinaları fuhşa
yürümektir. Kalb de zinaya heves eder. Artık ferc de bunları doğrular ya da
yalan çıkarır”152 hadisi insanın uzuvlarını harama kullanmasının da
derece itibariyle düşük de olsa, birer “zina fiili” olduğunu belirtiyor. Ki
bunların hepsi kalbi karartan birer günahtır. Bunlardan sakındırmakla şeriat
zinaya giden yolları kapatır. Âzâların yaptıkları zina ise, “kaçınılması” zor
olanıdır. Cezaî müeyyide icap ettiren fiile giden yolu açmaktadır.

“Harama götüren herşey haramdır” prensibi hem dinî ve uhrevî bir
müeyyide, hem de İslâm hukukunun kabul ettiği temel bir esastır. Meselâ, zinaya
bir adım sayılan birbirine nikâh düşen iki yabancı erkek ve kadının birarada
bulunması da haramdır. Her haram ise Allah’a bir isyandır. Uhrevî cezayı da
gerektirir.153

Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Konumuzla ilgisi bakımından bu
cezaların da “hemen kolayca” infaz edilmediklerini ifade etmek istiyoruz. “Dini,
eli sopalı bir hakim ya da devlet başkanının elinde bir âlet” gibi takdim
edenlerin, bu insanî vetire karşısında nasıl yanıldıklarını göstermeye
çalışalım.

4 – Suçun ispatı

İslâmiyet bahis mevzuu suçların ispatında, yani bu suçların
(gerçekleştiğinin tespiti konusunda) çok hassas davranmıştır. Meselâ zina
fiilinde dört şahit gereklidir. Namuslu kadına zina isnadında bulunup da dört
şahidle bunu ispat edemeyene “namus iftirası” cezası olarak 80 değnek vurulur.154
Hukukçuların ekseriyetine göre şahitlerin dördü de erkek olmalıdır. Kocanın
karısı hakkındaki zina şehadeti geçerli değildir (yalnız Hanefilerce makbuldür).
Şahitler, suç üzerinden uzun bir zaman geçmeden, hep birlikte tek bir mecliste
ifade vermelidir. Tek tek ve farklı zamanlarda gelmeleri geçersizdir.
Şahitlerden birinin şehâdete ehliyetli olmadığı sabit olursa dâvâ yine düşer.155
Şahid dörtten az olursa söyleyen iftira etmiş kabul edilir. Buharî Mezâlim’de
geçen bir hadiste, “Her kim Müslüman kardeşinin ayıbını görür ve onu örterse
Allah da kıyamet günü onun bir ayıbını örter” denilerek, çirkinliğin
kapatılmasına tavsiye vardır.

Kadınların mâlî, şahsî ve ailevî işlerde şehadetleri geçerlidir.
Cinâyet dâvâlarında ise geçersizdir. Bunda dört mezhep müttefiktir. Çünkü
cinâyet dâvâları hayatî önemi haizdir. Cumhura göre karinelerle hüküm verilmez.
Şüpheler hadleri düşürür. Şüphelerin had cezalarını düşürmesi umumî bir
prensiptir. Kaynağı da şu hadistir: “Şüpheli durumlarda had cezalarını bertaraf
ediniz. Ve imkânınız bulundukça da Müslümanlara ölüm cezalarını uygulamayınız.”156

İslâm hukukuna göre bir kişi diğerine hukuken yasak olan bir
fiili isnad ettiğinde bunu ispata zorlanır. İspatlayamaz ise kendisine ceza
verilir. Bu husus Kitab ve Sünnetle sabittir.157 Şahitler akıllı,
baliğ, hıfz ve adalete sahip, konuşabilir kimseler olmalıdır. Fâsıkın haberi
delil sayılmaz. Hain, zinakâr kadın ve erkeğin de şehadetleri geçerli sayılmaz.
Buradaki hıyanetten murad, “Allah’ın emrettiği büyük ve küçük şeyi yerine
getirmeyen” kişidir.158 Suçun ispatındaki hassasiyeti ifade etmesi
bakımından cinayetle ilgili birkaç şartı da dikkate sunalım: Suçunu ikrar edenin
bir başkasına menfaati dokunuyorsa; ikrar tehdit ve dayak altında, sarhoş halde
ve ilaç vs. ile baygın, kişi tam şuur halinde değilken veriliyorsa bu ikrar
geçersizdir.159

Kişi yukarıda zikredilen suçlardan hiçbirisini ikrah altında
işlemiş olmayacaktır. Sadece erkeğin ikrahla zina etmesi, bir mezhebe göre delil
kabul edilmez. Hata, unutkanlık, zorlanmak, helak edilecek derecede bir tehdit,
suçların “tam teşekkülünü” engelleyen unsurlar arasında kabul edilmiştir. Hz.
Ali (r.a.) çölde su için bir çoban tarafından zinaya zorlanan kadına recm
uygulatmamıştır.160

5- Cezanın infazı

Burada ilgili suçlardan zinanın nasıl tatbik edildiğini kısaca
anlatarak “caydırıcılık” noktasına dikkat çekmekle iktifa etmek istiyorum.

Cezalar İslâm hukukuna göre fertler tarafından değil, devlet
reisi ya da onun selahiyetli kıldığı kişiler tarafından infaz edilir. İnfazlar
aleni olur. Mü’minlerden bir grubun bunları görmesi gereklidir. Recm sırasında
taşlayanların çok olması tercih edilir. Sopalamada ise bir kişi sopa atar. Zina
haddi Allah haklarına girer. Çünkü bunun infazı kamu yararını
ilgilendirmektedir. İndirme ve affı imkânsızdır. Allah’ın hakkı söz konusu olan
yerde toplum ya da fertlerin o hakkı affetme yetkisi sözkonusu edilemez. Ceza
meydanda, çukur kazılmadan, herkesin gözü önünde icra olunur; zina eden kadın
ise, elbiselerinin açılmaması için sıkı sıkıya bağlanarak taşlanır. Taşlara
dayanamayıp kaçan kişinin suçu, ikrarı ile sübut buldu ise, firar, ikrarından
rücuu anlamına gelir ve suç düşer. Şahitlerin şehadeti ile sabit olmuşsa
bağlanır.

Sünnete uygun recm için, taşlayacak kişilerin mahkûmun
karşısında namazdaki gibi saf tutması gerekir. Öndeki bir saf taş atar, geri
çekilir, diğeri atar. Önce şahitler başlatılır. Ebu Hanife’ye göre şahitlerin
taş atmaktan çekinmesi şehadetten dönmek anlamına gelir ve suçu düşürür. Kadın
hamile ise doğumuna kadar beklenir. Taşlar yüz dışındaki organlara denk gelecek
şe-kilde atılmalıdır. Büyüklük olarak da avuç içini doldurma ölçüsü esas alınır.
Atışlar çabuk olmalı ve kısa sürede ölecek şekilde atılmalıdır. Recm yerine,
kılıçla kesme, ipe asma gibi başka bir işlem tatbik edilemez. Cenaze sahiplerine
teslim edilir. Ona da, diğer Müslümanlar gibi, dinî merasim icra edilir.161

Suçu ispatla ilgili hassasiyet örneklerinden birisi de hırsızlık
durumudur. Hırsızın âkıl, baliğ, Müslüman, Malikîlere göre açlık dışında bir
sebeple hırsızlık yapmış, babasının malını almamış olması gibi birtakım şartları
vardır. Çalınan mal nisap miktarında ve mutlak mânâda korunma altında olmalıdır.
Yere sarkan meyve ağacından yenene değil, ceplere ve eteklere doldurulana ceza
gerekir.162 Bu şartlardan birkaçını şöyle sıralamak mümkün:

1- Mal sahibi, hırsız malını almadan koruma imkânına sahip
bulunmamalıdır.

2- Çalınan mal çabuk bozulan cinsten olmamalıdır.

3- Çalınan malda, hırsızın bir yorum ve te’ville dahi olsa hakkı
bulunduğu şüphesi olmamalıdır.

4- Hırsıza malın korunduğu bölüme girme izni verilmemiş
olmalıdır.163

Bu bahse son vermeden önce, mürtedin cezasının da ölüm olduğunu
hatırlatalım. Çünkü İslâm’ı ihtiyarı ile seçen bir kişi tekrar ondan çıkarsa,
dinî mukaddesatı ayaklar altına almış oluyor ve yaptığı en büyük akdi çiğniyor.
Çünkü inanmamak bir hak değildir. İmansız, sadece toplumu ifsad eder.164
Mürtedin vicdanı tamamen bozulduğundan, onda hiçbir hayırlı işe kabiliyet
kalmaz. Bu sebeple hayat hakkı da yoktur.165 Tek çare onun cemiyet
bahçesini kirletmesine engel olmaktır.

Dikkat edilirse her cezâî müeyyide bir kişinin sözü ile, gazete
haberi ya da mercii belli olmayan bir sözle ispat edilmiş olmamaktadır. Çünkü
bunlarda, ekseriyetle hile ve yalan, kast ve intikam, şahsiyet ve fertlerin özel
hayatını rencide etme endişesi vardır. İslâm hukuku zinada, hırsızlıkta, kısasta
işlemenin şartlarını, suçun ispat yollarını, şahitlerin ehliyetini ve yeterli
olmasını muayyen ölçülere bağlamıştır. Bu, Kur’ân hukukunun insanlara getirdiği
mükemmel bir insanî sistemdir. Nihayet, suç sabit olmuşsa infazıyla da diğer
insanların görmesi, ibret alması, suça cesaret edemeyecekleri bir psikolojik
atmosfer meydana getirilmesi hedef alınmıştır. Dinin insanların işledikleri
suçlar sebebiyle emrettiği yasakları, “zorlama” şümulüne almak isteyenler büyük
bir hata içindedir. Çünkü hiçbir hürriyet sınırsız değildir. Kur’ân, “hürriyeti
kişinin ne kendine, ne gayrına zarar vermemesi” esasına bağlamıştır. Hürriyeti,
“başkalarına zarar vermeden kişinin istediğini yapması” olarak idrak eden Batı
cemiyetinin günümüzde geldiği kriz hali ortadadır. Ne yazık ki, benzer sonuçlar
İslâm cemiyetlerinde de görülmektedir.

“Kanunun geçmişe geçerli olmaması, bilmemenin mazeret sayılması,
suç ve cezaların mutlaka kanunla belirtilen birer fiil olması (suçun
kanunîliği), sorumluluğun fiili icra edenle sınırlı tutulması, cezanın insanın
kişiliğine uygun olması, faal bir nedamet halinde cezaların düşürülmesi,
suçların birleşmesi halinde cezanın aşırı sınıra varmasını önleyici hükümlerin
yer alması, suçu ispat şartlarının sıkı tutulması ve ağırlaştırılması”nı166
İslâm ceza hukukunun insanî veçheleri olarak özetleyebiliriz. Bunlar da dini
zorla uygulamaya değil; suça teşebbüs edenlerin, pişmaniyeti de göz önünde
tuturak kurtarılmasına yöneliktir. İslâm’ın rahmet cihetini ön plana
çıkarmaktadır.

E- İyiliği emr, kötülükten men

“Dinde zorlama olmadığı” umumî prensibini değişik açılardan
inceledikten sonra, dinî emir ve nehiylerin topluma hangi usulle ulaştırılması
gerektiği bir sual olarak akla gelmektedir. Bunun ilk cevabı iyiliği emretmek,
kötülükten menetmektir. Dört anahtar kelime ile özetlenen bu durum, İslâm’da çok
mühim bir müessesedir. Bunun orijinal adı emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i
ani’l-münkerdir. Ma’ruf, akılla idrak olunup şeriatın güzel kabul ettiği; münker
de aklın ve şeriatın kabul etmeyip inkâr ettikleri amel ve işlerdir.167

Kur’ân’da “içinizden öyle bir topluluk bulunsun ki, onlar
insanları hayra çağırsın, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırsın”168
buyurulur. Âyet gereği, “iyiliği emr, kötülükten men edecek bir topluluk teşkili
ya da imam tayini” Müslümanlara farz-ı kifayedir. Ümmet içinden bir grup bunu
yerine getirirse, diğerleri mes’uliyetten kurtulur. Aksi halde hepsi mes’ul
olur. Zaten, musibet gelince sadece zalimlere mahsus kalmaz.169 Bir
başka âyette bu husus, “Rabbinin yoluna hikmet-le ve güzel öğütle davet et.
Ayrıca onlarla en güzel bir şekilde mücadele et”170 buyruğuyla ifade
edilir. Bu âyette ise tebliğ ve irşad için üç mühim merhale dikkate sunulur:
hikmet, nasihat, ikna. Meseleleri ilmî olarak düşünebilen insanlara irşad ve
tebliğ üslubu hikmetle; terğib ve terhible istikameti bulabilecek olan avam
kesimine nasihatla; bu iki grup arasında kalanlara ise, “ikna” yolu ile
yapılmalıdır.171 “Sen sadece hatırlatıcısın. Onlar üzerine baskı
uygulayan değilsin”172 âyeti de bu merhalelerde zihinlere sadece kapı
açılmasını, ihtiyar ve iradeyi elden alacak bir yola gi-rilmemesini emreder.

Nitekim hadiste, “Ya iyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız,
ya da Allah şerlilerinizi hayırlılarınıza musallat edecektir. O zaman
hayırlılarınız dua etse de, duaları kabul edilmez”173 denilir.
Hadisin başka rivâyetlerinde, bu durum, “iyiler müdahele etmezse” ve “müdahale
edecek güçte olanlar engel olmazsa” gibi, farklı lafızlarla anlatılmıştır.

Ma’rufu emr, münkerden nehy va-zifesinin ehemmiyetinde bütün
İslâmî mezhepler ittifak halindedir. Ancak bir kısım rafızîler bunu “devlet
başkanının tayin edeceği şahıslar yapar” diyerek belli bir daraltmaya gitmiştir.
Ehl-i Sünnete göre mesele füru’dandır (itikadî değil, amelî konulardan).
Mu’tezile tarafından ise, usul’den sayılmıştır (temel ve ana mes’elelerden).174

Dinde zorlama yapılmazken, ikna, irşad ve tebliğin özünü teşkil
eden “iyiliği emr, kötülükten men” vazifesinin keyfiyetine dair, akâid sahasında
çok önemli kaynaklardan olan Taftazanî ve Cürcanî’nin eserlerindeki prensipleri
hülasaten aktarmak yerinde olacaktır:

Ma’ruftan murad vacibdir. Münkerden murad da haramdır. Bu
sebeple alimler, ma’rufun emredilip münkerin yasaklanmasını kesin bir dille
vacip bir vazife telakki ettiler. Ancak mendup olan bir işin emri vacib
değildir, sadece menduptur…

“Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Siz doğru yolda iseniz,
sapıtanlar size zarar vermez”175 ve “Dinde zorlama yoktur” mealindeki
âyetlere bakarak bunun vacip olmadığı söylenirse, deriz ki: Burada mânâ,
‘vacibleri edâ ve günah olan şeyleri terk etmek, ma’rufu emr, münkerleri de
nehyetmek suretiyle nefislerinizi ıslah edin. Nehiyde bulunduktan sonra asilerin
inad ederek günahı işlemekte ısrarları size zarar vermez. Kezâ sapığın dalâleti,
nehyettiği takdirde, hidâyette olan kimseye zarar vermez’ demektir.

Taftazanî emr ve nehyi vacib kılan şartları ise şöyle sıralar:

1- Yapacak kişinin emr ya da nehyedilen şeyin farz, vacip,
mendup; haram, mendup, müstehap mı olduğunu bilmesidir. Tâ ki emir ve nehiy de
şeriatça uygun olan şey için yapılsın.

2- Müessir olunacağına dair kanaattir. Tesir etmeyeceği
kesinlikle bilinen birşey, abesle meşgul olmaktır. Hatta tesirsiz olan bir işte,
dinin aziz kılınmasından ziyade alçaltılması bile bahis mevzuudur.

3 – İyiliği emr ve kötülüğü nehy sonunda elde edilecek müsbet
netice, ortadaki fenalıktan daha çok veya en azından ona denk olmalıdır. Bu da
vacip olan vazife hakkındadır. Caiz olan hakkında değildir.

Bu vasıfların bilinmesinden sonra “Vazife kimin omuzundadır?”
suali akla geliyor. Taftazanî ve Cürcanî’nin açıklamalarına göre, bu suale şöyle
cevap vermek mümkün:

1- Bu vazife devlet başkanına münhasır değildir. Vatandaştan
herhangi bir kimse de gerekirse devlet başkanını ya da herhangi bir münker
sahibini ikaz edebilir.

2- Münker, kıtal, savaş ve silah kullanılmak suretiyle ortadan
kaldırılabilecek bir iş ise, durum devleti ilgilendirir ve onun va-zife ve
selahiyetine girer. Fertlerin bu işe girişmesi fitneye sebep olur. Cürcanî’ye
göre, “emir ve nehiyde bulunacak kimse, faaliyetinin fitnenin uyanıp
kaynaşacağına veya maksadın hasıl olmayacağına zannı galip gelirse, emir ve
nehiyden çekinmelidir. Bu durumda ona bu vazife vacip olmaz.”

3- Münker olduğunu tespit etmeye alim veya cahil arasında fark
olmayan hususlarda, nehye herkes liyakatlidir. Ancak kahır ve zorbalıkla değil.
Çünkü zorbalık fitne uyanmasına sebeptir.

4- Fiilin münker ve ma’ruf olduğunu tesbit alimin içtihadına
bağlı ise buna avâmın karışması caiz değildir.

5- İyiliği emr, kötülükten men’ sadece takva ve vera’ sahibi
insanlara münhasır değildir. Münkeri gören, onu yapmakta olsa bile, yasaklamakla
mükelleftir. Zira münkeri terk etmesi ve münkeri yasaklaması ayrı iki farzdır.
Bunlardan birini terkedene diğerini de terketmesi gerekmez.

6- Bu iş için hususi memurlar tayin edilirse, bu kimse araştırma
ve tecessüse girmeden Allah’ın hukukuna giren mesele-lerde murakabede bulunur.
Ancak bunu yaparken her meseleye karışmaz. Hak sahibi kendisinden yardım talep
ederse müdahale eder. Hatta muhtesipler üstünkörü karar veren hakimlere, namazı
aşırı derecede uzatan imamlara bile karışır.

Kaydedilen hususlara bakılırsa, dinin önemli bir unsuru olan
iyiliği emr ve kötülükten men’ vazifesinin, zorbalıktan uzak olarak, dikkat ve
itina ile, muhatabın içinde bulunduğu hali ve münkerin dinî hükmünü bilerek ve
ikazdan sonra da fit-neye sebep olmayacak bir üslup içinde yapılması icap ettiği
ortaya çıkıyor. Bu hususu şu hadis-i şerifle tamamlayalım: “Sizden kim bir
münker görürse eliyle düzeltsin. Buna muktedir olamazsa diliyle, buna da
muktedir olamazsa kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.”

Buhari, Müslim ve Ebu Davud’da rivâyet edilen bu hadis emr-i
bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker’in devlet eliyle kesin netice alıcı tedbir ve
yollarla yapıldığı “ihtisap” kurumunun da temeli kabul edilir.176
Dinî ve ahlâkî bakımdan iyiliği emr ve kötülüğü men vazifesinin
terkedilemeyeceğine dair çok şiddetli ikazlar taşıyan âyet ve hadisler vardır.
İslâmî irşad, tebliğ, ıslah ve terbiye, vaaz ve hitabet gibi yüzlerce âyet ve
hadisin mevzuunu teşkil eden bir mes’uliyetler sahası, “dinde zorlama” yoktur
hükmünün yanında “dinin nasıl anlatılması” gerektiğini gösterir. Bunları teker
teker ele alıp incelemek çalışmanın hedefini aşmaktadır.177 Bu
hususla ilgili bir ayrımı yapmadan geçmek istemiyoruz: İyiliği emr ve kötülükten
men ile “ihtisap” kurumu birkaç hususta birbirinden ayrılır. İhtisap kurumu
İslâm’ın, hürriyetin meşru sınırını aşarak suiistimal edenlere karşı ilgisiz
kalmadığını da gösterir.178

Devletin kurduğu “hisbe” teşkilatı bugünkü karşılığı ile, polis,
zabıta, jandarma ve savcının vazifesini görürdü. İrşad ise hisbe vazifesinin
fahri olarak yerine geti-rilmesidir. Hisbe, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i
ani’l-münker’in kurum haline getirilmiş şeklidir. Aralarındaki farklar
şunlardır:

1- Kötülüğü men muhtesib için farz-ı ayndır. Mürşid için ise
fiilen men şart değildir.

2- Muhtesibin işi münhasıran budur. Mürşid başka işlerle de
ilgilenebilir.

3- Muhtesip yardım istenirse gitmeye mecburdur. Mürşid için
böyle bir mecburiyet yoktur.

4- Muhtesip tecessüsten sakınmak şartıyla işlenen kötülükleri
araştırır, soruşturur. Mürşid tahkikat yapma hakkına da sahip değildir.

5- Muhtesip resmen devlet tarafından tayin edilir. Mürşid için
tayin sözkonusu değildir. Tayin edilmeden de bu vazifede çalışılabilinir.

6- Muhtesip vazifesini yapmak için yardımcı elemanlar da
kullanabilir.

7- Muhtesip gerekli görürse, ta’zir, hapis, tevkif gibi cezalar
verir. Mürşid veremez.

8- Muhtesip yaptığı işe karşılık maaş alır, mürşid alamaz.

9- Muhtesip dinî değil, örf ve âdetle ilgili hususlarda
içtihadına göre de hareket edebilir. Mürşid edemez.179

Sonuç

Görüldüğü gibi, dinde zorlama yoktur. İslâm’ın değişik
merhaleleri itibariyle sabır, tahammül, hicret gibi mefhumlar işletilmiştir.
Kur’ânî mesajların muhtaç insanlara ulaştırılmasına hiçbir imkânın kalmadığı
andan itibaren hicrete, buna rağmen zulüm ve tecavüz devam etmişse “savaş”a izin
çıkmıştır. Savaş ise tamamen tedafüî özelliktedir. Saldırıyı durdurmak,
insanların hakikat güneşi ile arasına örülen duvarı yıkmak içindir. Çünkü
İslâm’ın savaşla insanların gönlüne girmesi mümkün değildi, buna ihtiyaç da
yoktur. İman ve İslâm tamamen niyet, samimiyet ve ihtiyar işidir. Zorlama irade
ve ihtiyarı elden alan bir fiildir. İslâm’ın buna ihtiyacı olmamıştır.

Tesbiti gereken bir husus, İslâm’ın sulh ve müsamaha ortamında
aklı zorlayacak bir nisbette zafer elde etmesidir. Hudeybiye sulhu ve Mekke’nin
fethinden sonraki durum bunu gösterir. Ancak sulh için savaşa hazır olunması,
hasmâne tavır sahiplerinin caydırılması için gerekli olmuştur.

Fert ve toplum hayatını zehirleyen zina, hırsızlık, katl gibi
vak’alara verilen cezaların; ulu’lemrin eliyle tatbiki, “Dinde zorlama yoktur”
hükmüne zıt değildir. Bunlar akıl ve vicdanın tasdikinde olan hususlardır.
İrtikap edenlere verilen cezalar en insanî şartlarda, caydırıcılık özelliği
dikkate alınarak verilmiştir. Ceza vermekten de önemli bir husus, şeriatın
bütünü ile dikkate alınması ile bu fiilleri işleyecek insan sayısının da yok
denecek kadar azalacağıdır.

Dipnotlar

1. Bakara, 2 / 256

2. Akseki, A. Hamdi, İslâm Dini, s. 5

3.Taftazâni, Şerhu’l – Akàid, 277 – 284, hzr: S. Uludağ

4. Uludağ, Süleyman, Akàid, trc, s. 285 ( 21 nolu dipnot).

5. Nursî, B. Said, İşaratü’l İ’caz, s. 44.

6. Akseki, age., s. 52.

7. Sahabiden Ammar bin Yasir, ağlayarak Rasülüllah’a
(a.s.m.) gelmiş ve Kureyş’in kendisine “küfür lafızlarını zorla söylettiklerini”
haber vererek, endişe ve telaşa kapılmıştı. Peygamberimiz (a.s.m.) “Kalbini
nasıl buluyorsun?” diye sordu, o, “Hâlâ imanla dolu buluyorum” diye cevap
verince, “Eğer onlar aynı şeyi yaparlarsa sen de yap (dilinle istediklerini
söyleyiver!)” buyurdu.

8. Buhari, Diyat, 2; Müslim, İman 158, Ebu Davud Cihad, 104,
(2643) Bkz: Canan. Kütüb-ü Sitte Muhtasarı, c. 12, s. 221, Hno: 4275. Rivâyete
göre bu zat Mirdas İbnu Nehik idi. Kabilesi müşrik olmasına rağmen Müslüman
olmuştu. Koyun güdüyordu. Müslümanlar gelince diğerleri kaçmış, o kalmıştı.
Müslüman süvarilere esselamü aleyküm diyerek selam verdi. Fakat Üsame onu
öldürerek koyunlarını aldı. Peygamberimiz, Üsame’ye, "Sen onu Lailaheillellah
dediği halde öldürdün mü?” sözünü üzüntü ile çok kere tekrar etti. Üsame de
bundan şiddetli teessüre kapıldı ve dedi ki, “Keşke bugünden daha önce Müslüman
olmasaydım (Müslüman olarak böyle bir cinâyeti işlemeseydim).” Hatta, “Size
(İslâmca) selam veren kimseye ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin” (Nisa, 94) âyetinin
bu hadise üzerine nazil olduğu rivâyet edilir.

9. Gazzalî, el-İktisad fi’l-İ’tikad, 143.

10. M.F. Şahin, Asrın Getirdiği Tereddütler, s. 165.

11. Buhari, Bed’u’l-Vahy, 1, Itk, 6; Müslim, İmaret, 155.
Bkz: Canan, KSM. c. 16, s. 114

12. Beyyine, 4

13. Atay, Hüseyin, Kur’an’a Göre İslâm’ın Temel Kuralları,
s. 1.

14. Atay, age. s. 5.

15. Atay, age. s. 6.

16. bkz. Nursî, Said, Mesnevî-i Nuriye, s. 61.

17. Hamel, Prof. Dr. Walter, Din ve Vicdan Hüriyeti, s. 55 –
53, çev. Prof. Dr. Servet Armağan.

18. Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s.
861; Vehbe Zuhayli, el-Bedayi’den,VII. 188, Fıkıh Ansiklopedisi, c. 5 s. 251.

19. Topaloğlu, Prof. Dr. Bekir, "Din Seçme Hürriyeti" md.
DİA, c. 9 s. 323.

20. bkz. Nursi, B. Said, İşaratü’l-İ’caz, s. 24, 93, 188,
199. Ayrıca bilgi için bkz. Safa Mürsel, B. S. Nursi ve Devlet Felsefesi, s.336.

21. bkz. Nursi, B. Said, Hutbe-i Şâmiye, s. 87, 88.

22. Yunus, 10 / 99.

23. Kehf, 18 / 29.

24. Yunus, 10 / 108.

25. Udeh, Prof. Dr. Abdülkadir, Mukayeseli İslâm Hukuku ve
Beşerî Hukuk, c. 1, s. 38.

26. Armağan, Prof. Dr. Servet, İslâm Hukukunda Temel Hak ve
Hürriyetler, s. 105.

27. Ebu Yusuf, 72 – 91’den Armağan, age., s. 106, 107.

28. Hacc, 22/39-40

29. Dr. Muhammed Ammara, Laiklik ve Dinî Fanatizm Arasında
İslâm Devleti, s. 165.

30. Sire, 4:55; Tabakat, 2:142’den Salih Suruç, Kâinatın
Efendisi Peygamberimizin Hayatı, c. 2, s. 256.

31. Ammara, age. s. 154.

32. Buharî, Tevhid, 20; Lian, 16; Müslim, Tevbe, 6.

33. M. Şiblî, Asr-ı Saadet, c. II, s. 955-960. Bkz. Dr. S.
Uludağ, İslâm’da İrşad, s. 176.

34. Ahmet Naim, Tecrid-i Sarih, trc., c. 1, s. 149. (Hadisin
diğer rivâyetlerinde, bedevî Rasulullah’a, “Allah’ım bana ve Muhammed’e mağfiret
eyle” demiş, Rasulullah da, “Sen geniş olan birşeyi da-ralttın” buyurmuştur.
Sonra da bevl hadisesi vuku’ bulmuştur. Rasulullah bunun üzerine, “Mescide
bevledilmez. Mescidler Allah’ı zikir için inşa edilmiştir” diyerek adamı yavaşça
ikaz etmiştir. İbn Mâce, 28; Müsned, c. II, s. 502; Uludağ, age., s. 176.

35. Afzalur Rahman, Sîret, c. 3, s. 401.

36. Afzalur Rahman, age., s. 293.

37. Afzalur Rahman, İbn Sa’d’dan, a.g.e., s. 293, 293.

38. Afzalur Rahman, Zadü’l-Mead’den, a.g.e., s. 291.

39. A’raf, 7 / 199.

40. Şura, 42 / 40.

41. Âl-i İmran, 3/134.

42. Şuara, 26/ 215, 216.

43. Âl-i İmran, 3/159.

44. Fussılet, 41/34.

45. Prof. Dr. Enver Mahmud, "Hz. Muhammed’in (a.s.m.)
Hoşgörü Anlayışı" Ebedî Risalet Sempozyumu Tebliğleri, 1/23.

46. Bakara, 2/193; Enfal, 8/39.

47. Bakara, 2/216.

48. Furkan, 25/63.

49. Temel, A. Rıza, Harp Mi Sulh Mu? ( İslâm’da Dış Politika
)

50. Bakara, 2/208.

51. Nisa, 4/90.

52. Mümtehine, 60/8.

53. Müsned, 2:323; Ebu Davud: Hno:2631

54. Sîre, 3:332; Tabakat, 2:97’den Salih Suruç, a.g.e., c.
2, s 133.

55. Müslim, 3:1411; Müsned, 3:268.

56. Müsned, 4:326; Buharî, 3:182.

57. İnsanu’l-Uyûn, 2:715’den Suruç, a.g.e., s. 141.

58. Fetih, 48/1.

59. Asıl cihad manevî cihaddır ve kalplerin fethidir. Bu
hususta teferruatlı bir değerlendirme için bkz: M. Karabaşoğlu, "Gecikmiş bir
Cihad Çağrısı," Köprü, Yaz 1994, s. 3 vd.

60. Sire., 3:336; Taberi, 3:81’den Suruç, a.g.e., s. 143.

61. En’am, 6/108.

62. Afzalu’r-Rahman, Sîret, c. 3, s. 402.

63. Fussılet, 41/34.

64. Afzalu’r-Rahman, a.g.e., s. 402.

65. Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, çev. F. Işıltan,
Ankara 1963, s.2’den Ali Bulaç, "Asr-ı Saadette Medine Vesikası Bütün Yönleri
ile Asr-ı Saadette İslâm" c. 2., s. 174.

66. Bulaç, a.g.e., s. 186, 187.

67. Bulaç, a.g.e., s. 191.

68. Ağırman, Dr. Mustafa, "Savaş Komutanı Olarak Hz.
Peygamber," Ebedî Risalet Sempozyumu, c. 1, s. 148.

69. İbn Hişam, es- Sîretü’n-Nebeviyye, II, 501’den Muhammed
Hamidullah, İslâm Peygamberi, Paris, 1979, I, 343.

70. Muhammed Hamidullah, el-Vesaiku’s-Siyasiyye, Beyrut,
1985’den M. Akif Aydın, DİA, c. 9, s. 327.

71. Uzunçarşılı, II, 7-8’den Prof. Dr. Ahmet Akgündüz,
Osmanlı Kanunnameleri, I, s. 477.

72. A. K. Zeydan, Ahkamü’s-Sultaniyye ve’l-Müslimin’den M.
A. Aydın, DİA, c. 9, s. 326.

73. Ebu Davud, Cihad 165; Nesaî, Kasame, 14,

74. el-Câmiu’l-Ahkâmi’l-Kur’ân, IV, 118’den Kesler, Dr. M.
Fatih, Kur’ân’da Yahudiler ve Hıristiyanlar, s. 140. (Ehl-i kitabın verdikleri
cizye’ye mukabil İslâm idaresi onların mal, can, din ve namuslarını teminat
altına almaktadır. Kur’an kendine inanan ya da inanmayan herkese bu hakkı
tanımıştır. Bu baş vergisinden fakir ehl-i kitab ise muaf tutulmuştur. Hatta Hz.
Ömer vergi veremedikleri için ağır işlerde çalıştırılan böyle bir gruba
rastlamış ve oranın valisini ikaz etmiştir (Kesler, a.g.e., s. 147). Burada
zihinleri karıştıran bir suale cevap verelim: Kur’ân’ın “Ehli kitab” olarak
tanıttığı insanlar kimdir? Bunlar, Ya sadece Hz. Musa, ya da sadece Hz. İsa’nın
nübüvvetini kabul edip, Hz. Muhammed (a.s.m.)’a ta’n edenlerdir. Buna rağmen
Kur’ân cihanşümul mesajından istifade ettirmek için ehl-i kitabla ilişkiyi
kestirmemiştir. Ehl-i kitabın kızlarıyla evlenmek, kestiklerini yemek de bu
diyalog zincirinin birer halkası kabul edilebilir (Kesler s. 153).

75. Ankebut, 29/46.

76. Tevbe, 9/6.

77. Âl-i İmran, 3/65.

78. Bakara, 2/96.

79. Furkan, 25/1.

80. Topaloğlu, Prof. Dr. Bekir, DİA, c. 9, s. 324.

81. Vâkidî, I.318’den Demircan, Doç. Dr. Adnan, Asr-ı
Saadette Münafıklar

82. Buharî, Tefsir-u Sûreti Münafıkîn, 1; Müslim Salâtü’l-
Münafıkîn, 1 vd.’den Demircan, a.g.e., s. 64, 65; Canan.

83. Vâkidî, II. 418; İbn Hişam, III, 335’den Demircan,
a.g.e., s. 66.

84. Demircan, a.g.e., s. 124.

85. Ağırman, Dr. Mustafa, "Savaş Komutanı Olarak Hz.
Peygamber," Ebedî Risalet Sempozyumu, c. 1, s. 148.

86. Hatip, Abdülaziz, "İlim Yoluyla Cihad," Köprü, Yaz 1994,
s. 13.

87. Salihî, Prof. Dr. Suphi, İslâm Mezhepleri ve
Müesseseleri Tarihi, s. 390.

88. Canan, Prof. Dr. İbrahim, KSM, c. 16. s. 213.

89. Rum, 30 / 60, bkz: Ramazan el-Butî, Fıkhu’s- Sîre,
15/83; Doç. Dr. M. Ali Kapar, "Asr-ı Saadette Müşrikler ve Müşriklerle
İlişkiler", Bütün Yönleri ile Asr-ı Saadette İslâm, c. 2, s. 352.

90. Canan, KSM, c. 16, s. 216, 217.

91. Canan, KSM, c. 16, s. 217, 218.

92. Nisa, 4/97.

93. Canan, a.g.e., s. 220.

94. Furkan, 25/52.

95. Yılmaz, Prof. Dr. Musa Kâzım, "Cihad Ayetleri ve İnsan
Hakları" H.Ü. İlahi-yat Fakültesi Dergisi, sy. 2, s. 20.

96. Hacc, 22/39-40.

97. Bakara, 2/190- 191

98. Canan, a.g.e., s. 220 (İbn Kesîr’den).

99. Ammara, Dr. Muhammed, a.g.e., s. 209, 210.

100. el-Maide, 5/64.

101. Buharî, İlm, 12; Müslim, Eşribe, s. 70, 71.

102. Nisa, 4/94; Ali Kapar, a.g.e., c. 2, s. 323.

103. İbn Sa’d, II/6:71

104. Buharî, Cihad, 155; Müslim, Cihad, 20; Ebu Davud, Cihad
98; Darımî, Siyer, 6.

105. Tirmizî, Siyer, 48; İbn Mâce, Cihad, 37

106. Âyetler için bkz: Bakara, 216, 217; Enfal, 30; İsra,
76; Muhamed, 13; Tevbe, 13, 14. İslâm’da savaş sebepleri için bkz: Dr. A. Özel,
İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, s. 42, 43, 44; Prof. Dr. M. E. Zehre, İslâm’da
Savaş Kavramı, s. 30-32; A. R. Temel, Harp Mi Sulh Mu? s. 16, 18; Prof. Dr.
Subhi es-Salihi, İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, s. 387-389.

107. Ammara, a.g.e., s. 162.

108. Hud, 11/118, 119

109. Önkol, Doç. Dr. Ahmet, "Asr-ı Saadette İslâm’a Davet,"
Bütün Yönleriyle…, c. 2, s. 87.

110. Önkol, a.g.e., c. 2 s. 88

111. Ebu’l-Fida; Sîre, 3/313’den A. R. Temel, a.g.e., s. 22.

112. Efzalu’r-Rahman, Sîret, c. 3, s. 400.

113. Ammara, a.g.e., s. 159.

114. Topaloğlu, Prof. Dr. Bekir, DİA, c. 9, s. 323.

115. Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, c. 2, s.
286

116. Canan, İbrahim, İslâm’ın Işığında Anarşi, s. 150.

117. Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s.
866; bkz: DİA, c. 9, s. 323.

118. Ağırman, Dr. Mustafa, Ebedî Risalet Sempozyumu
Tebliğleri, c. 1, s. 152.

119. Nisa, 4/75.

120. Bakara, 2, 193; 8/39.

121. Harb, Dr. Muhammed, Ebedî Risalet Sempozyumu
Tebliğleri, c.1, s. 51; Temel, Ali Rıza, İslâm Devleti ve Dış Politika s. 18,
19.

122. Yılmaz, Prof. Dr. Musa Kâzım, a.g.m., s. 22.

123. Harb, a.g.e., s. 53

124. Yılmaz, a.g.m., s. 24.

125. Özel, Dr. Ahmet, a.g.e., s. 43.

126. Buharî, İman, 17; Müslim, İman, 36. 127. Ammara,
a.g.e., s. 219.

128. Ay, Doç. Dr. Mehmet Emin, U. Ü. İlahiyat Fak. Dergisi,
sy. 4, c. 4, yıl. 4, s. 250.

129. Taftazanî, Şerhu’l-Makâsıd, 2, 272; Maverdî,
Ahkâmu’s-Sultaniyye, s. 5; Cürcanî, Şerhu’l-Mevâkıf, 8/348’den Canan, İslâm
Işığında Anarşi, s. 254.

130. Nisa, 4/59.

131. Müslim, İmaret:58.

132. Taftazanî, a.g.e., c . 2, s. 275.

133. Cürcanî, a.g.e., s. 346.

134. Canan, a.g.e., s. 256-258. Farklı mezheplerin görüşleri
ve imamlığın şartları için aynı esere bakılabilir.

135. Ammara, a.g.e., s. 41, 42.

136. Ammara, a.g.e., s. 49.

137. Önkal, Ahmet, Rasulullah’ın İslâm’a Davet Metodu, s.
178, 179, (6. bsk.), Konya 1996.

138. M. F. Şahin, Asrın Getirdiği Tereddütler, s. 167.

139. Enbiya, 22.

140. Uludağ, Doç. Dr. Süleyman, İslâm’da Emir ve Yasakların
Hikmeti, s. 5.

141. Uludağ, a.g.e., s. 11.

142. Udeh, Prof. Dr. A. Kadir, Mukayeseli İslâm Hukuku ve
Beşerî Hukuk, c. 4, s. 106.

143. Zuhaylî. a.g.e., c. 7, s. 347.

144. Karaman, Prof. Dr. Hayreddin, Mukayeseli İslâm Hukuku,
c. 1, s. 141.

145. Akşit, Cevat, İslâm Ceza Hukuku ve İnsani Esaslar, s.
58.

146. Udeh, a.g.e., c. 2, s. 211.

147. İbn Teymiyye, Kıyas, s. 85; İ’lâmu’l-Muvakkıîn, II, 95,
107 vd.’den Vehbe Zuhaylî, Fıkıh Ansiklopedisi, c. 7, s. 321.

148. bkz. Nursî, B. Said, İşaratu’l İ’caz, s. 92

149. Zuhaylî, a.g.e., c. 7, s. 318.

150. Nursi, a.g.e., s. 116.

151. En’am, 6/151.

152. Mecmeu’z-Zevâid, VI, 256 (Bilgi için bkz: Zuhaylî,
a.g.e., 7, s. 331; Canan, a.g.e., c. 10, s. 224.

153. Udeh, a.g.e., c.4, s. 23.

154. Nisa, 4/15.

155. Udeh, a.g.e., c. 4 s. 81-82 ve 85-86.

156. Buharî, Hudud, 9; Müslim, Kasame, 29; Tirmizî, Fiten,
6; Neseî, Kuzzat 36 vd.’den bkz: Udeh, a.g.e., c. 4, s. 29. İlgili eserde
şüphelerin hangi hususlarda vaki olacağı teferruatlı olarak ele alınmaktadır.

157. Karaman, a.g.e., c. 1, s. 129.

158. Hadis için bkz. Ebu Davud, Akdiyye 16; Tirmizî,
Şehadet, 2; bilgi için bkz. Udeh, c. 4, s. 70.

159. Zuhaylî, c. 8, s. 153 – 154

160. Udeh, c. 4, s. 34.

161. Udeh, a.g.e., c. 4, s. 110-114.

162. Zuhaylî, a.g.e., s. 7, s. 397-398.

163. Zuhaylî, a.g.e., s. 400 vd.

164. Armağan, Prof. Dr. Servet, İslâm Hukukunda Temel Hak ve
Hürriyetler, s. 109.

165. bkz. Nursî, B. Said, Mektubat, s. 423.

166. Akşit, Doç. Dr. M. Cevat, a.g.e., s. 65.

167. A. Asım. Kamus, trc., II, s. 809.

168. Âl-i İmran, 3/104

169. Yazır, Hak Dini…, c. 2, s. 1155; bkz: Enfal 8/25.

170. Nahl, 125.

171. Ammara, a.g.e., s. 153.

172. Ğâşiye, 21, 22.

173. Münavî, Feydu’l- Kadîr, Şerhu Câmiu’s-Sağir (Beyrut,
1972); Tirmizî, Fiten, 9. Geniş bilgi için bkz: İbrahim Canan, İslâm Işığında
Anarşi, s. 124-127.

174. Abdülhamid, Prof. Dr. İrfan, İslâm’da İtikadî Mezhepler
ve Akâid Esasları (çev: Saim Yeprem), s. 108.

175. Maide, 5/105.

176. Akgündüz, Prof. Dr. Ahmet, Eski Anayasa Hukukumuz ve
İslâm Anayasası, s. 142; Dr. Fahrettin Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, s. 170,
171; Subhi es-Salihî, a.g.e., s. 250.

177. Bu hususla ilgili S. Uludağ’ın İslâm’da İrşad isimli
eserinin Giriş ve Birinci Kısmına bakılabilir.

178. Cürcanî, Şerhu’l- Mevâkıf, 8, 374 ve Taftazanî, Şerhu’l
Makâsıd, 2, s. 245’den Canan, İslâm’ın Işığında Anarşi, s. 132, 133; bilgi bkz:
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hak fi ihtiyari’l-ehak, (sd: Mustafa Kara) s. 134, 135.

179. Uludağ, Süleyman, İslâm’da İrşad, s. 30, 31; bkz.
Fahrettin Atar, İslâm’da Adliye Teşkilatı, s. 170 vd.