Hoşgörü ve diyalog kavramları öteden beri muhtelif vesilelerle
dile gelen iki önemli kavram. Ama nedense derinliği basitliğine kurban giden iki
kavram olan hoşgörü ve diyalogun ne tür bir teorik arkaplana sahip oldukları
tartışılmamıştır. Hoşgörü ideolojik erozyona açık bir yaklaşım olduğu kadar
dönüştürücü bir muhatabiyet yöntemidir de. Bu yazı, hoşgörünün kime ve ne-reye
kadar gösterileceği konusundan ziyade hoşgörü kavramının öyle sanıldığı gibi
naif bir zihnî altyapının ürünü olmadığını, aksine esaslı bir özgüvene
dayandığını ortaya koymayı amaçlamaktadır.

Kim olduğumuza dair bir hatırla(t)ma

Taifliler

Kudsiyeti kendisini tecrübe eden insanlar ve zamanlardan
bağımsız olan bir ezelî hitap olarak İslâmiyet bütün insanlara rahmet olarak
gönderilmiştir. Bu ezelî rahmetin elçiliğini yapan zat, bundan haberi olmayan
insanları da bu rahmetten nasipdar kılmak üzere Taif’in yolunu tuttuğunda sonsuz
bir rahmetin az sayıdaki taşıyıcılarından ilk’iydi. Mağaradan çıkmak üzere olup
gözleri kamaşan ancak henüz gördüklerinin Güneş olduğunu farkedemeyen ve bu
yüzden kendilerine ışığı getiren peygamberi taşlarla karşılayan Taiflilere neden
beddua etmediği sorulduğunda Hz. Muhammed’in verdiği cevap manidardı:
“Bilmiyorlar.”

“Müslümanın hiddeti” ve “İslâm’ın kendisi”

Hazreti Ali cihad esnasında bir kafiri yere yıkmış, tam onu
kesmek üzeredir. Kafir, onun yüzüne tükürür. Bunun üzerine, Hz. Ali o kafiri
kesmekten vazgeçer. Zira, İslam adına vuruşuyor olsa da, yani müslüman olsa da
kendi hiddetinin onu kesme hakkına sahip olmadığının farkındadır Hz. Ali.
Beklenenin aksine olarak Hz. Ali, kafiri kendi kimliğinin bileyicisi olarak
görmemekte, aynı yerde birleşiyor olsalar bile kendisi ile taşıdığı şey arasında
bir ayrım yapmaktadır. Müslüman olan Hz. Ali, kendisini İslâmla
özdeşleştirmemekle iki önemli tehlikeyi bertaraf etmektedir: kendi nefsinin
hissesini görememek tehlikesi ile karşısındakinin İslâm’a muhatap olma
kanallarını kapatma tehlikesi. Kısacası, Hz. Ali, İslâm’ın kendisi kadar
karşısındakinin de hakkı olduğunu bilmekte, genel bir hakikati kendi hususi
pozisyonuyla temellük etmemektedir. Ve belki de bu hassasiyetin makbuliyetine
işaret ve her an hiddetlenmesi muhtemel bizlere bir ders olmak üzere, Allah da o
kafire hidayet nasip etmektedir.

Mesail-i Diniyenin Siyaset Suretinde Bahsi Caiz Değildir

Said Nursi, mesail-i imaniyenin bahis edildiği bir mecliste
kendisine sorulan bir soruya cevap vermemektedir. Soruyu soranlara bakılırsa
Said Nursi orada bir imani meseleyi ‘o ortam’dan esirgemiştir. Ne var ki Said
Nursi’nin bir gerekçesi vardır: “Mesail-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi
caiz değildir.”(Mektubat, s. 39, 42.)

Bu gerekçede altının çizilmesi gereken kelime ‘münakaşa’
kelimesidir. Caiz olmayan, imanî meselenin bahsi değil o bahsin ‘münakaşa
suretinde’ yapılmış olmasıdır. Caiz olan yol konusunda Said Nursi’nin yaptığı
öneri ise ‘insafla, müda-vele-i efkâr suretinde’ki bahistir.

Münakaşanın aksine olarak müdavele-i efkarda iki ayrı kutup
değil, taraflardan bağımsız olan “doğru”ya karşı ortak bir arayış tavrı vardır.
Müdavele-i efkârda “doğrunun umumiliği” yara almamakta, münakaşada olduğu gibi
birinin elinde olduğu için doğru diğeri tarafından saldırıya uğramamaktadır.
Lakin, münakaşa, “bir” kitabı, “iki” taraftan doğal olarak “biri”nin eline
vermektedir. Ve iki taraf kavga ettiğinde elinde kitap olan, karşı tarafın
hamlesine karşılık olarak kitabı (kutsallığı olduğuna göre) siper ettiğinde
kendisiyle birlikte o kitabın da yere yuvarlanmasına neden olmakta; dahası ve
daha da kötüsü, karşısındakini kitabın kudsiyetinin dışına çıkmak zorunda
bırakmaktadır. Böylelikle taraflarüstü olan kitabın kudsiyeti, taraflardan
birine tâbi durumuna düşmektedir. Sonuçta bir kutuplaşma aygıtı olarak
kullanılan kitap, kutuplardan birinin ‘katkılarıyla’ karşı haline gelen diğer
kutup tarafından belki de bazan sırf karşı tarafa ait olduğu için
parçalanmaktadır. (Bu noktanın siyaset konusundaki yansımaları önemli olmakla
birlikte ayrı bir yazının konusudur)

Dogmatizme giriş

Doğru dogmatiktir

Doğru dogmatiktir. Çünkü doğruya karşı savunmasızdır insan.
Doğrunun hükmetme eğilimi ve gücü karşısında iki ihtimalin kuşatması altındadır
insan. Ya o doğruya teslim olacaktır. Ya da teslim olmayacaktır. Doğruya teslim
olmak, kendisini doğrunun hükmetme koşullarına hazırlamaktır. Birşeyin varlığı
ile ne olduğu arasındaki ayrım, doğrunun (yani birşeylerin varlığının), onun ne
olduğuna oranla daha az tartışılabilir (yani daha fazla dogmatik) oluşuyla da
kendisini dışa vurmaktadır. Bu anlamda doğruyu dogmatik olmaktan çıkaracak tek
yol onlarca seçenekten bir(iler?)inin doğru olma zorunluluğunu kabul etmemektir.
Ne ki, insan fıtratı doğrunun varolduğuna, dahası bu doğrunun bir olduğuna ve de
bunun bulu-nabileceğine inanagelmiştir. İnsanın varlığına inandığı ve bu yüzden
de aradığı doğrunun hegemonik olması da kaçınılmazdır. Hatta bu hegemonik olma
gerçeği doğru sayılan birşeyin doğru olmaması durumunda da sözkonusu olmakta;
yanlış da olsa doğru adına kabullenilen birşey kendisi hakkında verilen
‘doğru’dur hükmünden aldığı güçle kendi dışındakileri yanlış kılma eğilimi
göstermektedir. İşte tam da bu yüzden doğru olduğuna kesin kanaat getirilen
birşey ile yanlış birşeyin ortasını bulmak mümkün değildir. Çünkü, ikisinin
ortası yoktur. Hatt-ı muvasalayı burada temin etmek mümkün değildir. Eğer doğru
diye birşey varsa, diğer şeyler ya doğrudur ya da yanlıştır.

Doğru dogmatik değildir

Doğru dogmatik değildir. Çünkü dogmatizm korkunun doğurduğu bir
durumdur. Bir konudaki tartışılmazlık o şeyin doğruluğundan kaynaklanabileceği
gibi, yanlış olanın özgüven yokluğundan da kaynakla-nabilir. Kendini dışarı
açmaktan korkan yanlış olandır. Yanlış olanın hayali ülkesini yıkacak bir doğru
vardır. Bu doğrunun ne olduğundan bağımsız olarak doğruya olan ihtiyacın
sırtından geçinen yanlış, kendi dışındakilerden korkar. Kendi bilinçli bir
şekilde kabul etmese bile, kendi dışındaki-ler arasında doğru da vardır. Ve
doğru, her zaman için yanlışın mumunu söndürme istidadındadır. Bu yüzden yanlış
olan müstebit olduğu kadar, korkar da. Yanlış, içinin boşluğu oranında dışarıya
karşı saldırgandır. Doğrunun özgüveni vardır ve kaybedecek hiçbir şeyi yoktur.
Eğer kendisi doğruysa zaten kendi dışındakiler yanlıştır. Ve bu, korkacak birşey
yok demektir. Eğer doğru, doğru değilse o zaman varoluşsal bir sorunu var
demektir ki, korkması için yeterli neden vardır: Çünkü o yanlıştır. Doğrunun ise
kaybedeceği birşey yoktur.

Hoşgörü’ye kimin gücü yeter?

Kendi dışındakilerle temastan dolayı kaybedecek hiçbir şeyi
olmayan tek şey doğru’dur. Yine bu yüzden sadece doğru çoğulcu olabilir. Yalnız
hakikatin mesleği muhabbettir. Kendisine intisabın devamı için sadece hakikatin
başkasının adavetine ihtiyacı yoktur. Sloganlara ve hileye en az ihtiyacı olan
da yine hakikattir.

"Hoşgörüye kimin gücü yeter?" sorusunun cevabı, “kendinden emin
olanlar”dır. Bir mümin kendinden emin olmak zorundadır. Zira İslâmiyetin
hakikatinden hiç şüphesi yoktur. Kendinden emin olan müminin dinde hissesi
beyt’ül-ankebut gibi de olmaz. Çünkü, inkılab-ı siyasîden dolayı bir havf
(korku) içine düşmediği gibi, ben-zer bir durumun sonucu olarak bir reca (ümit)
içine de girmez.

Yabancı düşmanlığı

İnsan yabancısı olduğu, bilmediği şeye düşmandır. İçinde
yaşadığı zamanı ve kendisi dışındakileri tanıyıp anlayacak araçlara sahip
olmayan bir tarafgir dışarıyla paylaşılacak çok az şeye sahiptir. Dışarıdan
korkar ve ona düşman olur. Kapsayıcı olacağına dışlayıcı olur. Elindekinin
hakikat olduğuna esasen zımnî olarak itimadı olmadığı için karşı tarafla diyalog
yerine tartışma yahut meydan okuma yolunu seçer. Kendini tanımlamak için her
zaman “onlar”a ihtiyaç duyar. Kimi zaman ümmeti milletin bir el büyüğü gibi
görmeye başlar. Asıl düşmanı imansızlık iken kendine öncelikli düşman olarak
Yahudi ve Hıristiyanları seçer. Dahası, düşman seçtiği bir tarafa neden
düşmanlığı seçtiği hususunda da zihni netleşmiş değildir. Sadece bir kavga ve
çatışma ortamından haberdardır. Halbuki din temellük edilecek birşey değildir.
Din bütün safların müslümanların tarafı dahil üstündedir. İslâmiyet ile
müslümanlar arasında yapılan ayırım, yani müslümanların hata yapabilirliğine
karşılık İslamiyetin pak olması bizi önemli bir noktaya getirmektedir: temsil
meselesi.

Temsille tebliğ

Müslümanın vazifesi İslâm’a ayine olmaktır. Bu, zaten hak olan
İslâmiyete perde olmamak anlamına gelir ki, tebliğin sınırları konusunda bize
ipuçları verir. Lisan-ı halin lisan-ı kâlden üstün oluşu en iyi tebliğin o
hakikati yaşamayla mümkün olduğunu haber vermektedir. Zaten kâinatta muvaffak
olmanın şartlarından olan ihlas düsturu da bunu salık vermektedir.

İhlasa riayet konusunda Hazreti Ali’nin yukarıda anlatılan
pozisyonu anlamlı bir örnek oluşturmaktadır. İslâmiyet bize nefislerimizi
okşayacak bir imtiyaz olarak değil nefislerimizi ezecek bir mesuliyet olarak
teklif edilmiştir. Üstelik İslâmiyet güçlü ellerde yükselmeden önce hak olmanın
gücüyle yükselmiştir. Bu durumda müslümana düşen görev doğru İslâmiyeti hakkıyla
temsil edecek bir doğruluğu ortaya koymak, yani hakikate perde olmamaktır. Yani
islamiyeti yayacak şeyin kendi gücü değil, yayılmak isteyen şeyin hakkaniyeti
olduğunu farkettiğinde korkacak birşeyin olmadığını görecektir.

Enaniyetli medeniler

Medeniler enaniyetlidir. Ama medenilere muhatap olan müslümanlar
enaniyetli olmaya mezun olmadıkları gibi, böyle bir hakları da yoktur. Enaniyete
müsaade edilmeyişinin temel nedeni ubudiyet olmakla birlikte bu noktanın bu
denli hassasiyet kazanmasının nedeni yaşadığımız modern zamanlardır. Doğrular
birilerine ait oldukları için doğru olamazlar; aksine doğru oldukları için
birileri onları seçmiştir. Bu durumda o doğruları seçenlerin onlara ‘doğruluk’
noktasında bir katkıları doğrunun tanımı gereği olmayacaktır. Sadece kendilerini
dönüştüren ‘doğru’nun diğer muhatapları da dönüştürmesine mani olmamaya, yani
ona perde olmamaya çalışacaklardır. Bunun da yolu Hz. Ali’nin gösterdiği
hassasiyetlerle donanmaktan geçer. İslâmiyet onlarca taraftan biri değildir.
Eğer İslâmiyet onlarca taraftan biri durumuna gelmişse başta bir algı, sonra da
bir temsil sorunu var demektir.

Bu yazının arzuladığı bir tarz olmasa da, konuyu açmak üzere
güncel bir örnek üzerinde çalışabiliriz:

Bundan bir süre önce reyting kaygısıyla düşünülmüş bir
televizyon programında “İslâmcı” bir hatip ve siyasetçi olan Şevki Yılmaz ile
“laik(çi)” bir hatun olan Türkan Saylan tartıştılar. Tahmin edileceği gibi bu
tartışma cihad esnasında Hazreti Ali’nin gösterdiği duyarlılıktan çok uzaktı.
Türkan Saylan, Şevki Yılmaz için şu veya bu şe-kilde İslâm’a karşı olan inadı
kırılacak biri değildi. Saylan, Yılmaz’ın kimliğinin bileyicisi durumundaydı.
Burada Yılmaz’ın Saylan için neler ifade ettiğini geçiyorum. Ancak her gün
televizyonlarda onlarcasını gördüğümüz böylesi tartışma programlarından bir
tanesi olan ve zahiren Şevki Yılmaz’ın zaferiyle son bulan sözkonusu “vuruşma”
münasebetiyle yazılmış iki ayrı ‘yansıma’yı zikretmek gerekir.

Bunlardan ilki, kalbinin sesi bazan akıl ve nefsinin sesine ağır
basan bir yazar olan Ahmet Altan. İsim vermeden Şevki Yılmaz’a İslâmiyet dersi
veren Altan, 14 Ocak tarihli Yeni Yüzyıl’da yayınlanan ve “en büyük günah”
başlığını taşıyan yazısında kendisi dindar olmasa da nasıl bir yolla kendisine
muhatap olunmasının daha fıtrî ve muvafık olacağının dersini veriyordu.
“Dincilerin kendi dinlerini ayaklarının altına almış olmaları; kendi
inançlarını, kendilerini diğer insanlardan daha önemli gösterebilmek için
kullanmaları, inançlarıyla böbürlenmeleri , inancı bir gösterişe çevirmeleri”nin
en büyük günah olduğunu kaydeden Altan, yazısının devamında şöyle diyordu:
“Dindarlık bir büyük kudret karşısında kendi güçsüzlüğünü kabul etmeyi, o büyük
kudret dışındaki her insanın eşit olduğunu içine sindirmeyi, büyük bir kudret
karşısında güçsüzlüğünü tevekkülle sırtlayıp tevazunun sınırlarını aşmayı
gerektirirken, bunlar Allah’ın adından kendilerine pay çıkartıyorlar.”

Bu tartışma münasebetiyle yazılmış bir diğer yazı da Ahmet
Taşgetiren’den geldi. Yeni Şafak gazetesinin ‘ehl-i kalb’ yazarı (doğrusu
yazılanları aynı gazetenin başka bir yazarından bekleyemezdik) Ahmet Altan’ın
hissettiği ama belki de dilinin yeterince tercüman olamadığı bir durumu 17 Ocak
tarihli yazısında ilgililere tercüme ediyordu. “Bir gün sizi şaşırtmazlar mı?”
başlıklı yazıda ‘müslümanların hiddetleri’ ile ‘İslâm’ın kendisi’ne perde
olabildiklerini ve zafer kazanmış olmanın, adına zafer kazandığımızı
zannettiğimiz şey açısından bir anlam ifade etmediğini yazan Taşgetiren, kavl-i
leyyini ve müminane tavrın nasıl olması gerektiğini ders veriyordu. Yazının
sonlarında ise şöyle diyordu Taşgetiren: “Devrimcilerimiz yola, ‘İslamî olan’ı
gömme niyetiyle çıkmıştı, şimdi onların öfkesi bize yansıdı, biz de ‘ihya’
hedefimizi, karşı öfkelere kurban vermekteyiz. Oysa İslâm kimseyi öldürmek için
değil, aksine insanı diriltmek için geliyor.

Şevki Bey, bir de ekranlara ‘bugün kaç kişiye hayat
verebilirim?’ sorusuyla çıksanız!”

Demir vurularak değil, eritilerek kırılır

Şu bir vâkıa ki bugün Türkiye’de yaşanan konjonktür din
açısından son derece ümit verici bir noktaya gelmiştir. İyi veya kötü
addedilsin, toplumsal bir talep olarak ortaya çıkan dine yöneliş, farklı
düzeylerde etkinlik kazanmaktadır. Aydın Doğan grubunun bile (sözde olsa bile)
dinî bir gazete (Son Çağrı) çıkarma ihtiyacı hissetmesi önemli bir göstergedir.
Artık din toplumun eksenine oturmaya başlamış durumdadır. Çatışma durumunda
kaybedecek olanlar ehl-i dindir. Kaldı ki İslâmiyet en büyük fütuhatını sulh
zamanlarında (Hudeybiye Sulhu) gerçekleştirmiştir. Eğer müslümanlar hakikaten
İslamiyetin hak olduğuna inanıyorlarsa, sulh zamanında; yani yanlış kadar
doğru’nun da dolaşımda olduğu bir zamanda asıl hamleyi yapacaklardır. Asıl o
zaman İslâmiyeti sunmak zor olacaktır. Zira o zaman ucuz “İslâmcı”lıklar geçer
akçe ve zaafları örter perde olmaktan çıkacaktır. Enaniyetli müslimlerin
enaniyetlerinden dolayı İslâm’dan uzak duran enaniyetli medeniler, asıl o zaman
teslim olmayı bir nefis yahut gurur meselesi olmaktan çıkaracaklar. Sulhun ve
hoşgörünün çok önemli bir turnusol olduğunu belirtmek isterim. Sloganik, içi boş
ve bu yüzden gürültülü İslâmcı mantığın kendi başına ayakta duracak dinamiklere
sahip olmadığı, bu yaklaşım için İslâmiyetin (doğru olsa bile) sadece bir taraf
olduğu, hoşgörü ortamında ortaya çıkacaktır. İslâmcılık yapıp ubudiyeti ihmal
eden insanlar hoşgörülü olamazlar. Hoşgörüye gücü yetenler ‘güç’ten medet
ummayanlardır. İslâmiyetin, kendileri güçlü olduğu için değil, İslâm’ın kendisi
doğru olduğu için hükümran olacağını düşünenler ancak hoşgörülü olabilir ve
diyalogdan sonuç alabilirler. Karşı tarafı hoşgörebilmek (karşı taraftan
korkmamak) için, gösterecek birşeylere sahip olmak gerekir.