Al-i İmran Suresi 140. ayetinde mealen: “Biz o günleri insanlar
arasında döndürüp, dolaştırırız…” buyuruluyor. Bu ayet doğrultusunda veya
kelamullahın yorumu bağlamında “el harbu sicalün: Yevmün leke ve yevmün aleyke”
denmiştir. Yani zafer ve hezimet günleri dönüşümlüdür. Bir gün sana olursa,
ertesi günde başkasına olacaktır. Sırayla. Bir gün sana bir gün başkasına. Ve bu
sos-yolojik ve tarihi hakikat asırlar boyu hayata damgasını vurmuştur. Tarihte
Müslümanların zafer ve hezimet devreleri vardır. Hadis-i şeriflerde de bu mesele
tayin edilmiştir. Müslim, Tirmizi ve İbni Mace ve Ahmed İbni Hanbel’in Müsned’i
gibi hadis kolleksiyonlarında nübüvvet metodu üzerine (ala menheci’n nübüvve)
yükselen asırlardan ve devrelerden bahsediliyor. Ve onu takip eden bidata
bulaşmış dönemlerden…Bu konudaki hadis rivayetlerinden birisi şudur:
“Dininizin bidayeti; nübüvvet ve rahmettir. Bu (devre) Allah’ın dilediği kadar
devam eder. Sonra Cenab-ı Mevla bu vaziyeti kaldırır. Sonra nübüvvet metodu
üzerine hilafet günleri gelir ve Allah’ın dilediği kadar devam ettikten sonra
kalkar. Sonra ısırıcı saltanat devri başlar. Bu devre de Allah’ın dilediği kadar
devam eder. Sonra Allah onu da kaldırır. Sonra zorba saltanat devri başlar. Bu
devre de Allah’ın dilediği vakte kadar muammer kalır. Sonra hilafet, yine
nübüvvet metodu üzerine avdet eder; insanları nübüvvet yani peygamberin sünneti
üzerine yönetir. İslam yeryüzündeki komşularıyla karşılaşır ve ondan yerin ve
göğün sakinleri memnun olur. Gök yağmurunu, yer bereketini esirgemez… (El
İslam evi’t-tufan, El Adlu ve’l İhsan Mürşidi Şeyh Abdusselam Yasin, sayfa 84.)

Hadis-i şerifte ve şeriflerde beyan edildiği gibi Müslümanların
saadet devreleri olduğu gibi şekavet devreleri de oluyor. Bu bize Beni İsrail
gibi salif ümmetlerin halini de hatırlatıyor. İtila ve ikbal devirlerini, idbar
ve iptal devreleri izliyor. Kainatın eşsiz bir minyatürü olarak insan hayatı da
böyle değil mi? Acıyla tatlı, zorlukla kolaylık birbirini takip ediyor, adeta
kovalıyor. ‘İnna meal üsri yüsran’ sırrı kainatın her tabakasında tecelli
ediyor. Zamanın ve mekanın yuvası ve kabı olan tarihe de. Tabiatın tarihi veya
hayatı olan mevsimler de insan hayatı ve beşeriyet hayatı olan tarih gibi
geçişlidir. Bediüzzaman’ın dediği gibi müstakil bir çizgide yürümez, belki
helezonik/dairevi bir şekilde devaran eder. Eğer tarih düz bir çizgide devaran
etseydi herhalde tekerrür etmezdi. Kış yazı, yaz kışı deviriyor ve devrediyor.
Gece gündüzü, gündüz geceyi kovalıyor. Hakeza devalik (yani, sürgit) böyle…

Geçmiş asra ve gelecek asra bu pencereden ve zaviyeden bakmak
lazım. Bu açıdan istikbal, köklerdedir. Eserden müessire istikra yoluyla
giderken geçmiş asrın verileri, gelecek asra ışık tutuyor. Bugün futuroloji yani
istikbalden haber vermek bir ilim dalı haline gelmiştir. Ancak modernizmin ve
post modernizmin istikbal görüleri insanın tabiatından ve aslından uzaklaştığı
ölçüde insana küf kokusunu ve kurşuni rengi hatıra getirmektedir. Araplar
geleceği koklamaya ve süzmeye istişraf ve ‘istişraf el mustakbel’ diyorlar.
Hazreti Peygamber (a.s.m.) ve bütün peygamberler gelecekten bahsetmişlerdir. Her
peygamber bir sonraki peygamberi adeta müjdelemiştir. Hazreti İsa benden sonra
“Praklit veya Fraklit yani Ahmet gelecek” buyurmuştur. “Praklit’in gelmesi için
gidiyorum” demiştir. Yine Hazreti Peygamber’in ifadesine göre Nuh
(Aleyhisselam)’dan başlayarak; bütün peygamberler ümmetlerini Deccal’den
sakındırmışlardır. Kafa karışıklığının ve bulanıklığının sınır tanımadığı
günümüzde ise İsmail Nacar gibi bazı isimler, güya Yaşar Nuri Öztürk’ün
mehdiliğini veya mücedditliğini reddetme ve nakzetme babında Hazreti
Peygamber’in (a.s.m.) gaybdan ve gelecekten haber veremeyeceğini iddia
ediyorlar. Halbuki burada iki husus birbirine karıştırılıyor. Gaybdan kendi
namına haber vermekle, gaybdan Allah adına haber vermek arasında fark vardır.
‘Züviye’l ardu’ yani “yeryüzü bana dürülerek gösterildi” tarz hadisler, Allamü’l
Guyub olan Cenab-ı Hakk’ın Peygamber vasıtasıyla beşere gaybdan huzmeler ve
sızıntılar bildirmesidir. Yoksa mutlak gaybı Allah’dan başka kimse bilmez.
Peygamberi gaybına muttali kılmadığı bahanesiyle Mehdi gibi Eşratü’s Saa
(kıyamet alametleri) veya her yüzyılda bir yenileyicinin gelişi (müceddit) gibi
hususları haber veremeyeceğini söylüyorlar. Böylece gayb/ sema ile beşeriyet
arasındaki vahiyden sonraki dolaylı bağlantıları kesiyorlar. Halbuki Kur’an-ı
Kerim’de ilham anlamında arıya ve mahlukatın diğer çeşitlerine vahyedildiği
ifade ediliyor. Burada Mutezile gibi bazı yeni türedi gruplar galiba ilhamı ve
kera-meti fiilen inkar ediyorlar. Halbuki ayette; “illa men irtada min resulin”
sırrıyla Şari-i Hakim buna istisna kaydı düşmüştür (Bak : Suretü’l Cin, ayet
26). Onlar bu veya ben-zeri ayetlerin kapsamını keyiflerine göre
sınırlandırıyorlar. Ayeti başkalarının keyif-leri haricinde yorumlamasına da
itirazları var.

İki Gelecek Arasında

Bazı dindarların geleceği karadelikler gibi algılamasının
yanında bazı potivisitlerin de kendilerine has beklentileri vardır. Aslında
henüz 21. yüzyılın arafında bulunduğumuz 2000 yılında; 1999 yılını devre-derken
bazı pozitivist erbab-ı kalem inandıkları dünyanın adına gelecekle ilgili
beklentilerinde ve hissiyatlarında pesimist idiler. Dolayısıyla kendi ürünleri
olan dünyadan memnun kalmadıkları anlaşılıyor. Pozitivizm bataklığından bakınca
gelecek sisler ve dumanlar arasında görülüyor. “Yaptıklarımız yapacaklarımızın
teminatıdır” zaviyesinden bakıldığında 20. yüzyıl teessürle yadedilmeyi
hakediyor ve aynı zaviyeden bakıldığında onun devamı olan 21. yüzyıl daha
karanlık gözüküyor. Nihat Dağlı’nın ifadesiyle ( Sızıntı, Ocak, 2000) “Yüzü
geleceğe dönük ütopyalar insanı hayal kırıklığına uğrattı. İnsanlar gelecekten
korkuyor! Orwell’in 1984, Huxley’in Cesur Yeni Dünya ve Zamyatin’in Biz, Anti
Ütopya romanları ile daha çok ‘gelecek’ temasını işleyen bilim-kurgu filimleri
çok rağbet görüyor. Ancak insanın yüreğine su serpemiyorlar. Hemen herkes, ‘eğer
gelecek buysa, yandık!’ diyor. Hızla gelişen teknolojiden (ve insanı ezmesinden)
ve sınır tanımayan iletişim ağından hareketle düşünülen bilim-kurgular, kıyameti
hatırlatıyor. Mesela Termi-natör ve Matrix filimlerindeki gelecek tasviri…
İnsan bu kurgularda kuşatılmış-lığını, zavallılığını ve ‘hiç’liğini görüyor. Hem
ilgiyle izliyor, hem de bu gelecekten korkuyor. Böylesine paradoksal bir
görüntüde şunu gözlemliyoruz: korku ve güven-sizlik içinde yeniden geçmiş zaman
şarkılarına dönülüyor. Bu yüzyılın ve sonrakilerin ütopyalarından bir kaçış var.
Otantik mekanları, esrarlı serüvenleri, din ve medeniyetlere beşiklik yapmış
coğrafyaları konu edinen romanlar dünyanın bütün dillerine çevriliyor ve en çok
okunan kitaplar oluyorlar. Coelho’nun Simyacı ve diğer yazarların Ramses ve
Musa… türü romanlarında yitik cennet özlemi gideriliyor….”

Evet insanın nefsi bu pozitivizmin manevi olarak kirlettiği
dünya suretini ve imajını temaşadan doymasa bile ruhu feryad ediyor, hatta
feryadları göğe yükseliyor ve adeta insanoğlu; modernistler dahil kendi inşa
ettikleri dünyadan inmek istiyorlar. “Durdurun şu dünyayı inecek var” ifadesinde
kendisini bulduğu gibi. Orhan Pamuk bile Fransız pozitivizminin ürünü olan
muhayyel dünyalarında tabiata hükümranlık ve egemenlik fikrinin egemen olduğunu;
aynı bağlamda insandan başka yaratıcı güç tasavvur etmediklerinden; Allah
fikrini dışladıklarından; romanlarında deprem gibi arazi ve tabii afetlerden
kaçındığını ama Marmara Depremi’nin po-zitivim üzerine kurulu muhayyel dünyasını
yıktığını ve külli iradeyi hatırlattığını itiraf ediyor.

Ruh ‘yitik cenneti’ arıyorsa demek ki bu, Halıkı tarafından
cevherine işlenmiş. Zaten Mevlana’nın neyallagorisinde bu gerçek işlenmiyor mu?
İnsan kaybettiği cennetini yeniden arıyor. Vatanından cüda neyin de ah-u enini
aynı gerçeğin ifadesi değil mi? Mevlana’nın daha çok yaşamasını temenni eden bir
yakınına söylediği gibi: Biz dünyaya firavunlar ve nemrudlar gibi kazık çakmaya
mı geldik ? Asıl ve asli yurt burası mı? Bu çerçeveden baktığımızda geçen yüzyıl
helaketler ve felaketler asrı olmuştur. Dolayısıyla beşaretlerin/müjde-lerin
ışığında baktığımızda 21. yüzyılın; biiznillahi Teala saadet ve selamet asrı
olmaması için hiçbir neden yoktur. Bu bağlamda 21. yüzyıl; “Hüvellezi ersele
resulehu bilhüda ve dini’l hakkı liyüzhirehu aladdini küllihi velev kerihel
müşrikin” yani: “O ki elçisini hidayet ve hak din ile gönderdi; ta ki onu (o
dini) bütün dinlerin fevkine çıkarsın… Allah’a ortak koşanlar hoşlanmasalar
da….” ayetinin de tecelligahı olacaktır.

Birleşen Yollar

Ahirzaman da müjdelenen kıyamet alametlerinden birisi de İsa
Aleyhisselam ile Mehdi’nin Beytü’l Makdis’de veya daha umumi bir ifade ile
diyar-ı Şam’da buluşmalarıdır. Bu aslında bir yerde Bediüzza-man’ın ifadesiyle
Müslümanlarla İsevi ruhanilerin daha geniş ifadesiyle Hıristiyanlığın buluşması
ve İslamiyete inkilap etmesidir. Rivayet edildiği gibi Mehdi ile İsa
aleyhisselamın veya şahs-ı manevilerinin buluşması sırasında yeryüzü Adem
Aleyhisselam dönemindeki yani ilk günkü gibi terü taze ve bereketli olacaktır.
Ve aynı zamanda onların buluşması birleşen yollar anlamına gelecektir. Yeryüzü
Adem Aleyhisselamınki gibi müttehid ve bir olacaktır. Kapanış açılışı, son gün
ilk günü hatırlatacaktır. Dünyanın finali böyle tecelli edecektir; muhteşem bir
kapanışla sona erecektir. 20. yüzyıl küfrün final yüzyılıydı. 21. yüzyıl ise
imanın tomurcuklandığı imanın final yüzyılı olacaktır. Zeytin Dağı’ndan
yükseldiğine inanılan İsa Aleyhisselam keyfiyeti meçhul bir şekilde Şam’da Beyaz
Minare’ye veya Efik Dağı’na indikten sonra yeryüzü tek bir millet ve dünyada bu
milletin camisi haline gelecektir. Yüzyılların tefrikası sona erecektir. (Et
Tasrih Bima Tevatere fi Nüzül el Mesih-Enver Şah Keşmiri, sayfa 223) Bu devrede
yeryüzünde bilinen ve mahut şekliyle Hıristiyanlık kalmayacaktır. Teslis tevhide
inkılap edecek, cizye kaldırılacak, domuz yasaklanacak ve haç şiar ve sembol
olmaktan çıkacaktır (Et-Tasrih, Keşmiri, sayfa 303). Dolayısıyla kudsi bir asrın
başlangıcında bulunuyoruz. Nasıl 20. yüzyıl asırların küfürlerini ve afunetini
kusmuşsa; 21. yüzyıl da (Allahu a’lem) asırların gizlediği hayrını ve bereketini
fışkırtacaktır. 20. asrın zulümatına karşı nur asrı olacaktır. Uzak planda
boynuzsuz koyunun(acma) boynuzlu koyundan (kurana) hakkının alınması gibi 21.
yüzyılda hakkını ve rövanşını 20. yüzyıldan alacaktır. 21. yüzyıl atideki
gizlenmiş bir nevi Asr-ı Saadet hükmüne geçecektir. Biiznillah..

Gelecek Asrın Belirtileri

21. yüzyıl her sahada tamirat dönemi olacak ve asırlardır açılan
gedikler kapatılacak ve yeryüzü ilk günkü sadeliğine ve asudeliğine avdet
edecektir. ‘Evveli Şam ahiri Şam’ dedikleri gibi Emevi Camii asırların
tanığıdır. Emevi Camii geçmişe tanıklık ettiği gibi tarihin en önemli
sembollerini bağrında barındırmaktadır. Emevi Camii, tarihin manevi baş
aktörlerinden birisidir. Beşinci asrın imamı ve müceddidi Gazali ve son devrin
müceddidi Bediüzzaman asra ve asırlara oradan seslenmişlerdir. Ve son tarihin
çatısı yine orada çatılacaktır. Bediüzza-man 1911 yılında, İslam dünyasının
karalar bağladığı bir devirde, adeta bir ‘beşir’ olarak o beyaz gelecekten
bahsetmiş, zulümat içinde geleceğin aydınlığını görmüş ve haber vermiştir.
Herkesin ve herşeyin bittiğine inanıldığı bir devrede o parlak gelecekten haber
vermiştir. Şam’lı Cevdet Said de; parlak gelecekten bahsederken ‘ahir şer’
telakkisiyle Doğulu bazı kabilelerin Bediüzzaman’a itiraz ettikleri ve iskatına
çalıştıkları gibi, aynı anlayışla malul bazı alimlerin çocukluğunda geleceği
zifiri karanlığa mahkum ettiklerini ve bundan çok etkilendiğini anlatır.
Bediüzzaman gibi kibrit-i ahmer hükmünde olan alimler, inandıkları ve
düşledikleri ve bekledikleri geleceğe projektör tutmuşlardır.

Üç Devreye Mukabil Üç Devre

20. yüzyıl üç önemli gelişmeye sahne olmuştur. İslamın kamusal
alandan tamamen dışlanması, tecridi ve hatta şeair-i İslamiye olarak bilinen
İslamın sembolleri olan ezan ve başörtüsüne karşı adeta savaş açılması. Böylece
hadislerde haber verilen gelişme tamamlanmıştır. İslam’ın halkaları birer birer
yerlerinden sökülüp koparılmıştır (Yenfesimu ura’l Islami urveten urveten
evveluha: essalat….). Ve bu her alana sira-yet etmiş ve piramid veya pradigma
tersine dönmüştür. Böylece ehl-i iman neredeyse Allah’ın lutfu olmasa 20.
yüzyılın labirentlerinde adeta kaybolup gitmiştir. Yitik cennetten, yitik
dünyaya atılmıştır.

‘Cemre’ yani ahirzamanda dinin Müslü-manın elinde kor haline
gelmesinin anlamı yaşanan hayatın Müslümana, Müslümanın da yaşanılan hayata
yabancılaşmasıdır. Yani karşılıklı bir yabancılaşma ve tenakür. Müslümanların
inanç ve ölçüleriyle hayatın sarkacı arasında gerilim ve tezattır. Yaşanılan
hayatla inançları arasındaki çelişkidir. Müslüman inancını terkedemez,
terkederse ebedi hizlana ve şekavete düçar olur; dünyadan da tamamen kopamaz,
aksi taktirde şizofreniye; ikileme, düşer. Velhasıl ahirzamanda müminlerin
durumu oldukça zordur. Bu durumu en güzel şe-kilde tasvir eden Peygamberimizin
buyruklarından ‘guraba’ hadisi ve benzetmesidir. Peygamber Aleyhisselatu
Vesselam “El İslamu beda gariben ve seyuudu gariben ve tuba lilgureba”
buyurmuşlardır. Yani İslam garip, doğru yine garip zuhur edecek müjdeler olsun o
gariplere… Burada garip bir çok anlama geliyor, bunlardan birisi de
yabancılaşma ve yabancılıktır yani yabancılık çekmektir. Müslümanın 20.
yüzyıldaki durumu gibi. Diğer bir anlamı enteresanlıktır. Galiba her iki mana da
hadisin muhtevasının kapsamı içindedir. Bu anlamda müminler 70 yıldan beri kendi
dünyalarında değil başkalarının dünyasında yaşıyorlar. Ne bu dünyadan
çıkabiliyorlar ne de huzur bulabiliyorlar. Tam bir ikilem. Adeta fetret çağları
gibi, ‘el infisam en nekid’ devresi yani meşum kopukluk dönemi olarak
adlandırabileceğimiz bu dönemde İslam, inanca, hayata, siyasete referans
olmaktan çıkarılmıştır. Bu da yarı fetret devresi demektir. Daha somutlaştıracak
olursak; Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Müslümanlar darmadağınık hale
gelmişlerdir. Selin önündeki çer çöp gibi. İttihad-ı İslam bağı kopmuştur.
Churchill gibilerinin marifetiyle Müslümanlar yeryüzünde birbirlerinden kopuk,
sırt dönmüş adacıklar haline gelmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı’nın akabinde
kurulan yeni dünya düzeni Müslümanlara dağınıklık getirmiş ve edilgen bir konuma
itilmişlerdir. Adeta ferdi bazda olduğu gibi ümmet bazında da hayatın dışına,
sistem dışına itilmişlerdir. Sadece lokal sistemler değil dünya sistemleri de
Müslümanlara sırtını dönmüş ve yabancılaşmıştır. Müslümanlar da ona keza. Bu
tarihten sonra Müslüman-ların dünya gurbeti başlamıştır. Bu devrede itilmiş,
kakılmış ve horlanmışlardır. Toplum arasında ve milli devletler arasında İslamın
bağı teker teker koparılmış ve bu bağ müntesipleri arasında tabu ve yasak haline
getirilmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında Birinci Dünya Savaşı bakiyesi olan
dünya sistemi revize edilmiş ve gözden geçirilmiş ama Müslümanların hal ve
gidişatında önemli bir değişiklik husule gelmemiştir. Tadil edilen yeni sistem
de Ortadoğu için kayda değer bir yenilik getirmemiştir. Sadece Birinci Dünya
Savaşı’nın irhasatlarının doğumuna sahne olmuştur. Mesela 1917 yılında İngiliz
Tacı adına Yahudilere verilen ‘milli vatan’ vaadi (Belfaour Deklerasyonu )
İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde 1947-48 yıllarında kuvveden fiile çıkmış yani
hayata geçi-rilmiştir. Bu anlamda İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki sistem
birincisinin ikmali ve tetimmesi olmuştur. Bolşevik Rusya (SSCB) savaş sonrası
daha da büyümüş ve nükleer pençeler elde etmiştir.

İlk defa kutsal topraklar (Filistin) Selahaddin Eyyubi’den beri
gayr-i müslimlerin eline geçmiştir. Şayan-ı dikkat bir şe-kilde bu tarihi
değişim kıyamet alametleriyle ilgili verilen haberlere uygunluk arzetmektedir.
Bugünkü Müslümanlar; gelecekte olacağı haber verilen bir savaşta; tarif edildiği
şekilde Yahudiler karşısında konum almış bulunuyorlar. Müslümanlar Batı
Yakası’nda, Yahudiler ise Doğu Yakası’nda. Ortada da Ürdün Nehri…

1960’lı yıllarda Müslümanlar suri yani göstermelik
bağımsızlıklarına kavuştular. Cezayir 130 yıllık mücadeleden galip çıktı ve
bağımsızlığını elde etti. 1990’lı yıllara gelindiğinde ise evrensel Deccalizmin
saçayağını oluşturan SSCB ve onun Komünist sistemi terk-i silah etti, hak ile
yeksan oldu. Böylece 400 yıldan beri ilerleyen Rusların talihi, tersine döndü.
Hazar Denizi yükselmeye başladı. Türki cumhuriyetler bağımsızlıklarını kazanmaya
başladılar. Dağınık da olsalar, dünya sistemi içinde yerlerini almaya
başladılar.

Bu bağlamda 20. yüzyılın ters zaviyesinden bakıldığında dünyayı
üç önemli gelişme bekliyor. Türkiye’nin kökleriyle yeniden buluşması.
Şizofrenik, iğtişaş ve hile düzeninin ve devresinin kapanması. Yani yerel
düzlemde çatışmanın yerini değerleriyle uzlaşması ve buluşmasının alması. İkinci
olarak bölgesel düzlemde Churchill gibilerinin dağıttığı tesbih tanelerinin
imamenin etrafında buluşmaları, yeniden yekvücut hale gelmeleri. Yani Birinci
Dünya Savaşı’nın sonrasında kurulan sistemin kalıntılarının ve tesirlerini
ortadan kaldırılması. Üçüncü aşamada ise ittifaklarla bölgesel güç haline gelen
İslam dünyasının yeniden dünya ve tarih sahnesine çıkması. 20. yüzyılda Birinci
ve İkinci Dünya Savaşları akabinde dünya düzenlerini Ingiltere ve ABD kurmuştu.
Bu defa da bu düzen biiznillah Müslümanlar tarafından inşa edilecektir. Parola:
Kudüs’ü yeniden kurmak olacaktır. Bu devrede Hazreti Mesih’in kutsal nefhası
altında Hıristiyan-larla telaki ve buluşma sağlanacaktır. Umulur ki; bu
buluşmanın zeminlerinden birisi de; 2011 yılında; 20 asrın 21. asra simetrik
gölgesinde ve izdüşümünde Emevi Camii’nde İmam-ı Gazali ve Bediüzza-man’ın
ruhaniyetleri altında gerçekleşir. Bediüzzaman yaklaşık 45 yıl önce Abdulkadir
Badıllı’ya bunu; Arapların ‘reyü’l ayn’ yani görürcesine dedikleri ilme’l yakin
hatta ayne’l yakin ve hakka’l yakin bir şekilde ifade eder. Bediüzzaman 1955
yılının sonbaharında Isparta Barlasında kendisini ziyarete gelen talebesi
Abdulkadir Badıllı’nın Urfa’ya davetine verdiği cevapta şöyle der: “Evet,
Urfa’ya gelmeyi arzu ediyorum; fakat şimdi gelsem Suriye ile Türkiye’yi
birleştirmek mecburiyetinde kalacağım; bu da şimdi olmaz.” (17 Ocak 2000, Yeni
Asya Gazetesi, Cevher İlhan; Urfa, ‘hıllet’, Türkiye ve Suriye) Demek ki vakt-i
merhun tamamlanmamış.

Abdulkadir Geylani ve İmam-ı Gazali’nin Selahaddin Eyyubi
dönemine ışık tutması ve kılavuzluk etmesi gibi. Bediüzzaman da Gazali gibi
Beyaz Minare’nin olduğu mekandan, Emevi Camii’nden geleceğe ışık tutuyor. Burada
büyük gerçekler büyük rumuzlar içine gizlenmiş bulunuyor. Özün özüne gelecek
olursak: 20. yüzyıl Müslümanların karanlık çağı (dark age) olmuştur. 20. yüzyıl
bedeniyle değil ama ruhuyla Müslümanların yüzyılı olmadı. Müslümanlar bu çağa
ayak uyduramadılar, ülfet kesbedemediler. Ortaçağ’ın Hıristiyanlar için ifade
ettiği anlam gibi. 21. yüzyıl ise aydınlık çağımız ve altın çağımız (golden age)
olmaya namzettir.

“Görmedin mi Allah, gökleri ve yeri hikmet gereği yaratmıştır.
Dilerse sizi götürür, (yerinize) yeni bir halk getirir. Bu, Allah’a zor değildir
(vema zelike alallahi biaziz…/ İbrahim Suresi, ayet 19).” Nasıl ki, rahmeti
ilahi haktır, öyle de vaad-ı ilahi de haktır.

Son sözümüz: Eni’l hamdu lillahi rabbil’l alemin…Allahu a’lemu
bi’s sevab… Yegane doğrusunu Allah bilir.