İslam dünyası ahlakî ve fikrî bir kriz içindedir ve bu kriz,
ferdî, toplumsal, ekonomik ve siyasi problemlere kaynaklık etmektedir. Bir
zamanlar görkemli bir medeniyet kuran Müslümanlar bu yüzyılda ferdî ve toplumsal
problemlerle mücadele ederek varlığını devam ettirmeye çalışmakta, bu
meselelerin nasıl üstesinden geleceğini de pek bilememektedir. Şimdi Müslüman
entelektüeller, bir taraftan yıkılmış bir medeniyetin kalıntıları ve diğer
taraftan hakim bir batı dünyasının zihnî ve sosyal dayatmaları ile karşı
karşıyadır. Bu sebeple, önce İslam geleneğinin tarihi süreci hakkında
düşüncelerimizi ifade edeceğiz ve sonra İslam’ın bu çağdaki önemli problemi
olarak moderniteye işaret ederek, onu İslam’ı insanından koparan bir fenomen
olarak nitelediğimizi ifade edeceğiz. Sonunda bir tez olarak, İslamî yaşayış ve
düşünüşün yeniden inşasının ahlakı bilmenin şartı sayan bir epistemolojinin
gerçekleştirdiği sosyal ve entelektüel yapılanma ile mümkün olacağı fikrini
savunacağız. Dolayısıyla, konuyu önce tarihi süreç ve algılanması, ve sonra
sosyal kırılma olarak modernite ve en sonunda da fikrî ve sosyal yeniden inşa
olmak üzere üç merhalede ele alacağız.

a) Tarihî Süreç ve Algılanması

İnsanlık tarihinin en önemli hadisesi belki de Allah’ın elçileri
vasıtasıyla insanlığa vahiy göndermesidir. Allah her yerde ve her dönemde
insanlara bilgi ve hikmetle doğru yolu gösteren peygamberler göndermiştir.
İnsanlık bu semavî ışıkla kendini, çevresini ve ışığın kaynağı olan Yaratıcısını
tanımış ve onunla yeryüzünde medeniyetler kurmuştur. Allah ahirzamanda Hz.
Muhammed’i elçilerin sonuncusu, Kur’an’ı da insanlığa son vahiy olarak
göndermesi neticesinde Hz. Peygamber bir toplum ve Kur’an da bir medeniyet inşa
etmiştir. Kur’an’ın nefsinde kemal olarak somutlaştığı Allah Resulü bir İslam
toplum oluşturmuş ve diğer taraftan Kur’an ise İslam medeniyetine kaynaklık eden
bir bilgi ve kültür yaratmıştır.

İlk İslam toplumu Kur’an toplumudur. Allah Resulü peyderpey
gönderilen vahiyle 23 yılda bir inananlar toplumu meydana getirmiş ve bunlar
Kur’an yoluyla kainatı, insanlığı ve hayatı yeniden anlamlandırmışlardır.
Sahabeler peygamberde temessül etmiş Kur’anî hakikati, ferdî planda ahlakî ve
manevî kemal, toplumsal alanda ise bir yaşayış tarzı ve kültür haline
dönüştürdüler. Allah Resulünün vefatından sonra, ellerindeki Kur’an ve
Peygamberin davranış ve sözlerinden oluşan sünneti esas alan bu toplum, önce
siyasi başarı ve daha sonraları bu siyasi ve toplumsal başarının neticesinde
kültür ve medeniyet oluşturdular.

Her medeniyetin temelinde vahiy olduğu gibi İslam medeniyetinin
temelinde de vahiy yani Kur’an vardır. Kur’an bu medeniyeti oluşturduğu ideal
insan tipi yoluyla bir toplum, ilim yoluyla bir kültür inşa etmiştir. Allah
Kur’an vasıtasıyla Elçiyi eğitmiş, manevî ve ahlakî idealleri onun şahsında
somutlaştırmış ve insanların her bakımdan hayranlık duyacakları ve derin bir
sevgiyle sevebilecekleri ideal tip haline getirmiştir. Etrafındaki insanlar bu
melek-insanın manevî ve ahlakî cazibesinin etkisindeydiler. Onu bu derece farklı
yapan şeyi bilmek isteyenler onun yanında bulunup sözüne kulak verip, Elçinin
davasına ve getirdiği yeni dine inandılar. İnanan bu topluluğun en büyük ideali
onun gibi, en azından onun sevdiği biri gibi olmak için Peygamberin emirlerini
itina ile yerine getirmekti. Onunla birlikteliğin bir neticesi olarak, inananlar
birlikte davranmayı ve hatta birlikte düşünmeyi öğrendiler. Birbirlerine din ve
sevgi bağıyla bağlı ve aynı ideali paylaşan bu toplum, manevî ve ahlakî açıdan
mükemmeldi.

Manevî ve ahlakî ölçüler gözetildiğinde çağımızdan oldukça ileri
olan bu erdemliler toplumunda, ‘sosyal insan’ olabilmek, topluma iştirak
edebilmenin şartı sevgi, ibadet, doğruluk, fedakarlık, diğergam olmakla ahlakî
ve manevî bir şahsiyet kazanmakla mümkündü. Bu toplumda en ideal insan,
dolayısıyla en çok itibar ve takdir kazanan fert, Peygamberin kendinde
somutlaştırdığı ahlakî ve manevî ideallere en çok yaklaşan fertti. Fertler
oluşturulan bu manevî ve ahlakî alanda varlık buluyor ve sosyal benliklerini
oluşturuyorlardı. Ahlakî ve manevî kemalin zirvelerine ulaşan bir Ebu Bekir, bir
Ömer, bir Osman ve bir Ali ve daha niceleri sosyal alandaki varlıkları ve sosyal
olaylara iştirakle toplumun manevî ve ahlakî tekamülüne katkıda bulunuyorlardı.
Diğer taraftan bu sosyal alanı paylaşan fertler, bu ideal tipleri kendilerine
örnek alarak, manevî ve ahlakî bakımdan eğitiliyorlardı. Yani toplum ve fert
karşılıklı ilişki içinde bir birlerini etkileyerek varlığını ve benliğini
oluşturuyordu.

Evrensel ve hakim bir medeniyeti tesisi edebilmek için sadece
sağlam ahlaklı ve sağlam karakterli bir toplum oluşturmak yetmiyor, aynı zamanda
yüksek seviyede bir ilim ve kültür ortaya koymak gerekiyordu. Bu inanan topluluk
daha ilk devirden itibaren Müslüman olmalarının gereği olarak kendilerini aynı
zamanda bir ‘ilim’ faaliyetinin içinde buldular. Müslüman olan her fert
Kur’an’dan bir kısım parçalar ezberlemekle sorumlu tutulmuştu. Okuma yazma
bilme, önemli bir özellik olarak takdir ediliyordu. Bu yeni dinin bizzat bir
Kitaba dayanması ve bu Kitabı okuma öğrenme ve anlamanın dini bir vazife ve bir
ibadet olarak algılanması, Müslümanlardaki ilim kavramının oluşmasında önemli
rol oynadı. Önce Kur’an’ı yazmak ve öğrenmek Peygamberin söz ve davranışlarını
tekrar ederek nesilden nesile aktarmak ilmi faaliyetler olarak biliniyordu.
Bununla birlikte Kur’an ve Peygamber doğru ve yanlış davranışların ne olduğunu
tayin ediyor veya tayin etmenin yolunu gösteriyordu. Diğer taraftan toplum
büyüdükçe çeşitli hadiseler görülüyor, imanın mahiyeti ve sınırları hakkında
düşünceler ortaya çıkıyordu. Doğal bir seyirle gelişen bu toplumsal sürecin bir
parçası olan bilme, bildirme ve problem çözmeden müteşekkil ilim faaliyetleri
her geçen gün artmakta ve Müslüman toplumun önemli bir özelliği olmaktaydı.

Bu ilmi faaliyetlerin neticesi olarak, Kur’an’ı okuyup anlamaya
dair faaliyetler kıraat ve tefsir, Hz. Peygamberin söz ve davranışlarını kayıt
ve nakil ise hadis, doğru ve yanlış olanı tespit etme yolu ve işi fıkıh, imanın
mahiyeti ve sınırlarını tespite dair düşünce ve faaliyetler ise kelam ilminin
nüvesini oluşturdu. İlk İslam toplumunda Kur’anın Peygamber vasıtasıyla
oluşturduğu bu nüveler, Müslümanların siyasi ve askeri bakımdan genişlemesi
neticesinde ulaştıkları geniş kültür havzalarında gelişip büyüdü. Her ilmî
disiplin kendi metodu, konusu ve gayesini belirleyerek Kur’anî mesajın somut bir
medeniyet olması noktasında rolünü mükemmelen oynadı. Kısaca, İslamî
disiplinler, Kur’anî özle yaşayan hayat arasında aracılık ettiler. Diğer bir
ifadeyle Kur’an, İslamî disiplinler yoluyla, fikir, davranış, düşünce, hüküm;
siyasi vizyon ve hedef; dinî ve siyasi meslek ve teşkilatlar; şiir, musikî,
mimari ve sanat olarak yaşayan hayatta somutlaştı. İslamî disiplinler o
devirlerde İslam toplumunun mevcut problemlerini çözmekle görevlerini hakkıyla
yerine getirdiler.

Kur’an’dan neşet eden bu medeniyet zamanla gelişti ve
olgunlaştı. Her medeniyetin kaderi olan bir düşüş ve yıkılış İslam medeniyetini
bekliyordu. Yunan düşüncesinden alınan felsefe ve mantıkla İslam düşüncesi
muazzam zihni ve dolayısıyla da hayattan kopuk sistemler oluşturmaya başladı.
Böylelikle oluşla düşünce arasına sistemler girmeye başlamış ve hayatın
dinamikliği ve canlılığı, artık taze düşünce ve fikir olarak ilim dünyasına
yansımamaya başlamıştı. Bu durumda yaratıcı düşünce, mevcut muazzam zihni
sistemlerin lâbirentlerinde adeta saklambaç oynuyor, bu lâbirent içinde yeni
dehlizler ve yeni yollar keşfetmekle uğraşıyor ve bunu büyük buluş telakki
ediyor ve zamanla kendini tüketiyordu. Böylelikle ilim ve düşünce, kalın duvarlı
müesseseler ile toplumdan ve yaşayan hayattan ayrılmıştı; ilim adamlığı ise
varlığını ve menfaatinin devamını gaye edinen bir sınıf olmaya başlamıştı.
Dolayısıyla, Kur’an’ın diriltici soluğu, o sıcaklığı ve tazeliğinde topluma
ulaşmadan büyük zihni sistemler, kalın duvarlı müesseseler, girişi ve çıkışı
sıkı kontrol altına alınmış sınıflar içinde kayboluyor etkisi ve gücü asgariye
indiriliyordu. Kur’an’ın diriltici soluğunu taşımak için var olan İslamî
disiplinler ve müesseseler taşıma görevini yapma yerine, diriltici soluğun
ulaşmasına engel olmaya başlamışlardı. Neticede, İslam toplumu, diriliğini,
dinamikliğini ve canlılığını kaybetmişti.

Dinamikliğini kaybeden İslam toplumu önce düşünce planında yeni
fikirler ortaya koyma yerine mevcudu öğrenme ve bir sonraki nesle nakletme
yolunu seçti, böylece muhafazakarlık bir erdem haline getirildi. Bunu yapabilmek
için ilimde bir nevi standartlaşmaya gitti ve bazı düşünce okulları ve bazı
kitaplar resmileşti. İlim talipleri okullarda, resmîleşmiş kitapları okuyor ve
en azından resmî anlayışın ve siyasal gücün devamını sağlamayı
becerebiliyorlardı. Fakat bu durum fazla süremedi, Batı’da XVII ve XVIII.
yüzyılda gerçekleştirilen zihniyet devriminin neticesi olarak, önce düşünce
planında İslam dünyası farkına varmadan üstünlüğünü kaybetti. Descartes (1650),
Spinoza (1677), Lock (1704), Leibniz (1716), Hume (1776), Kant (1804) ve
Hegel’lerin (1831) yetiştiği dönemde, o zamanki İslam düşünce ve dünyasının
temsilcisi olan Osmanlı’da, yaşadığımız hayatın tayinine tesir edebilmiş düşünce
adamları maalesef yetişmedi. Farkına varmadan kaybettiğimiz kültürel üstünlüğün
doğrudan neticesi, somut siyasî mağlubiyetti. XVIII ve XIX. yüzyılda bütün
çabalara rağmen Osmanlı devletinin siyasi alandaki kayıp ve yenilgileri
durdurulamadı ve I. Dünya Savaşı sonunda ise İslam dünyası hemen hemen bütün
toprakları işgal edildi.

XX. yüzyılda ise Müslümanlar çok farklı bir fenomenle karşı
karşıya kaldılar. Siyasî hürriyetlerini görünüşte kazandılar ve fakat, seyahat
ve iletişim araçlarının gelişmesiyle ortaya çıkan modernite/globalleşme,
İslam’ın sosyal ve toplumsal üstünlüğüne son verdi. Bugün bütün İslam
ülkelerinde, eğitim, yönetim ve iktisadi kurumlar, bütünüyle meslekler ve
sinema, tiyatro, roman, müzik ve mimari gibi bütün sanat formları, ev döşeme
usullerinden giyiniş ve davranış tarzları orijini itibarıyla İslamî değil
batılıdır. Kültürel, siyasi ve sosyal üstünlüğünü birer birer kaybeden İslam
dünyası bir konuda üstünlüğünü asla kaybetmedi: Din. Şimdi Müslüman nesiller bu
üstünlük psikolojisinden hareketle, kaybettikleri kültürel, siyasî ve toplumsal
alanların yeniden nasıl fethedileceğinin hayallerini kurmaktadırlar.

b) Bir Sosyal Kırılma Olarak Modernite

Kant’ın ‘insanın kendi kendine aşıladığı vesayet hissinden
kurtulma’ diye tarif ettiği Aydınlanma, batıda, Hıristiyan geleneğinin gücünü
kıran, iyiyi, doğruyu, güzeli ve yeniyi keşifte insana ve insan aklına güvenen
bir zihniyet devrimi yaptı. Bu batı insanının tabiata, insana ve tarihe bakışını
değiştirdi ve insanoğlu için yeni gayeler ve hedefler belirledi. Yönünü geçmişe
değil, geleceğe yöneltmesini söyledi. Bu dünyada yalnız olduğuna, inanan insan
önce kendine, kabiliyetlerine ve aklına güvendi ve sonra refahı, mutluluğu ve
geleceğinin içinde bulunduğuna inandığı yeniyi arayıp araştırmaya başladı. Önce
maddeye yöneldi, maddeden kendine teknoloji diye bir güç çıkardı. Kendisine
kültürel, siyasî ve sosyal alanlarda üstünlük veren bu güç aynı zamanda, doğru
yolda olduğunun güvencesi ve garantisini verdi. Modernite olarak
niteleyebileceğimiz bu olgunun temel özellikleri şunlardır:

1- Modernite meşruiyetini kendinden almaktadır. Modern düşünceye
kadar tarihte her fikrî oluş kendini bir geleneğe bağlar ve bir düşünüş ve fikir
hareketinin devamı olduğunu iddia ederdi. Modernite ise fikrî planda kendisini
bir düşünce geleneğinin devamı olarak görmez, aksine öncekilerden ayrı ve farklı
olduğunu iddia eder. İşte bu sebeple moderniteyi evrensel anlamda bir düşünce
kırılması olarak niteleyebiliriz. Gelenek meşruiyetini aşkın bir alandan
devşirirken, modernite gerçeği, doğruyu, iyiyi ve güzeli tayinde aşkın olanı
değil kendini esas alır. Böyle davranmakla modernite, hem aşkın olan bir tavır
geliştiriyor, hem de gittikçe kendine güveni artıyordu. Dolayısyla, gerçeklik
aklın ve tecrübenin sınırları ile sınırlandırılmış, insan imajı değişmiş, insan
Tanrı’nın yer yüzündeki halifesi olmaktan çıkarılmış ve hem cinslerinden daha
fazla gelişmiş bir canlı olarak algılanmaya başlanmıştı. Otoritenin en çok
gerekli olduğu ahlakî alan ise tartışmadan başka bir şey yapamayan aklın
insafına bırakılmıştı. Kısacası modernite hem kendi varlığının meşruluğunu hem
de bir dünya görüşü olarak doğru olduğunu metafiziğe veya tarihe dayanarak değil
bizzat kendi esaslarına dayanarak iddia etmekteydi.

2- Modern bakış açısı kutsaldan bağımsız aklı, toplumda ve
düşüncede yegane otorite kabul etmektedir. Geleneksel toplumlarda gerçekliğin
tayinini din yapmış ve ahlakî alana daima dinî otorite hakim olmuş, akıl ise
daima dinî esaslara tâbi olmuştur. Modern toplum ve düşüncede akıl hakim
otorite, din ise ona tabii hale getirilmiştir. Tanrı dahi var olabilmek için
aklın varlık kriterlerinden geçmesi gerekir. Dolayısıyla ahlakî, metafizik ve
insanî gerçekliğin vahiy vasıtası ile tayin ve tespiti Tanrı’dan alınmış, akılla
tespit etmeye çalışan insana verilmiştir. Bu tavır neticesinde, dinin önce
üretilen kültür ve bilgide ve daha sonra sosyal ve kamusal alanda hakimiyeti
zayıflatılmıştır. Geleneksel toplumlardaki dinin yerini, modern toplumda akıl
almıştır.

3- Modern dünya görüşünde hakikat sadece rasyonel ve olgusal
olanla sınırlandırılmıştır. Tabiat ve kainat, aklın ve tecrübenin ışığında
‘metafizik’ hurafelerden temizlenmiş ve insanın düşünce ve tecrübesine amade bir
obje haline getirilmiştir. Teolojik anlamda Tanrı’nın, meleklerin ve ahiretin
varlığı veya yokluğu rasyonel olarak ispat veya reddedilmeye çalışılmıştır.

4- Modernite kendi varlığını, modern devlette ve onun bir
yansıması olan, parlâmento, üniversite ve bankalar gibi bütün modern kurumlarda
somutlaştırmaktadır. Bütün bu kurumlar hem çıkış kaynakları bakımından hem de
işleyişleri açısından meşruiyetlerini dinî kültürden değil insan tecrübesi ve
akıldan almışlardır.

5- Moderniteye göre din, ahlak fizik ve metafizik alanı
tayindeki tekelciliği bırakmalı, sosyal, siyasal ve kültürel hayata ise hiç
karışmamalıdır.

Şimdi akıllara şu soru takılmaktadır: Modernite burada neden
insan hayatına büyük kolaylıklar getiren teknolojinin mucidi ve müreffeh ve
mutlu bir toplum yaratmanın sebebi olarak görülmemektedir? Aksine sosyal bir
kırılma tarzında negatif bir olgu olarak takdim edilmektedir? Moderniteyi bu
tarzda algılama bir dünya görüşü ve bakış açısının neticesidir. İnsanoğlu daima
semadan gelen ışıkla, yani vahiyle aydınlanmış ve bu ışığın aydınlığında
kendini, toplumunu, kainatı ve Yaratıcısını tanımıştır. İnsanoğlu semadan
verilen hikmetle, toplumu var eden ahlakî kuralları, kainata ve insana dair ilmî
disiplinleri oluşturmuş ve semadan gönderilen ruhla vizyon yakalamış ve sanatına
can vermiştir. Bu temel espiri insanlık tarihi ile birlikte her toplumda ve her
coğrafyada modern döneme kadar devam etmiştir. Modern çağa gelindiğinde
insanoğlu ilk defa, kendi aklı ile aydınlanabileceğini ve Tanrıya ihtiyacı
olmadığına inandı. Bu ışığın aydınlığında bilim ve teknolojide büyük devrimler
gerçekleştirmesine rağmen, manevî ve ahlakî bakımdan belki de en karanlık
dönemini yaşıyor. Meseleye bu açıdan bakıldığında semavî dinlerle varlığını
devam ettiren ve bir çok medeniyetler Kur’an insanoğlu belki de ilk defa semavî
medeniyetler halkasını kırmış ve kendi aklına dayalı bir medeniyet kurmaya
çalışmıştır. İşte bu sebeple modernite bir sosyal kırılma olarak görülmektedir.

Fakat bu sosyal ve düşünsel kırılma bir ara, hatta bir geçiş
dönemi olma durumundadır. Modernite insanlık tarihinin ulaşmak için büyük
mücadelelerle tekamül ettirdiği bir son bir nihai nokta ve ulaşılabilecek en
yüksek seviye değildir. Tarihin sonu gelmemiştir. Aksine, insanlık semadan gelen
ışığın kıymetini daha iyi anlayabilmesi için zorunlu bir ara döneme girmiştir.
Bu ara dönemde insanoğlu bir kez daha Tanrısız ve kitapsız yapamayacağını
anlayacak ve yeniden Tanrı’ya yönelecek ve ondan insanlığa gelen mesaja, yeniden
kulak verecektir. Zira insan kendine varlık veren ilahî özünü yok ederek varlık
bulamaz. İnsanlık tekrar semaya ve Tanrı’ya yöneldiğinde önce kendi dinini
yeniden keşfedecek ve daha sonra da semadan gelen son mesajı gündemine
alacaktır.

İnsanlık manevî açlığının ve ahlakî çözülmenin zorunlu bir
neticesi olarak tekrar İslam’a yönelecektir. Fakat bu çağda insanlığa cazip
gelen İslam’ın kendi tarihi içinde ve İslamî disiplinler çerçevesinde ortaya
koyduğu entelektüel ve fikri birikimi değildir. İslam medeniyetini yeniden inşa
gayesiyle sadece İslamî disiplinlere yönelmek, İslam’ı canlandıracak yerde
tarihselleştirecektir. Bu şekilde takdim edilen İslam, çağdaş bir insanın
gözünde, geçmiş milletlerin dini olarak kalacaktır.

Bu çağın problemi, ortaçağ Hıristiyan dünyasında olduğu gibi,
entelektüel zayıflık veya yeterince rasyonel olmama değil, tam aksine manevî ve
ahlakî zafiyettir. Bu sebeple İslam’ı bir nevi rasyonelleştirme ameliyesi olan
İslam modernizmi, İslam’ı bu çağda alternatif ruhî ve ahlakî bir yol tarzında
takdim etmekten çok uzaktır. Onun yapacağı en iyi şey İslam’ı modern düşünceye
entegredir. Dolayısıyla, İslam’ın Hıristiyanlıktan ve İslam düşüncesinin ise
çağdaş batı düşüncesinden daha fazla veya en az onun kadar rasyonel olduğunu
ortaya koymaya çalışan bu fikrî yönelişi fazla ciddiye almamak gerekir. İslam’ın
bu çağa vereceği şey ahlak, maneviyat ve fazilettir. İslam’ın bu boyutunu
entelektüel manada tasavvuf, sosyal boyutunu ise yaşayan İslam toplumu, cemaat
ve cemiyetler temsil eder. Öyleyse önce ahlakın, faziletin ve maneviyatın en
önemli kriter olduğu Sahabe toplumu gibi, erdemliler toplumu oluşturulması ve
sonra bu sağlam sosyal zemin üzerine bilgi, kültür ve medeniyet inşa edilmesi
gerekmektedir. Fakat bu nasıl olacak? Kur’an ve hadisler, iyi ve kötüsüyle bütün
bir İslam tarihi, kelamı tasavvufu ve fıkhıyla İslamî disiplinler işte orada
durmakta. Bunlardan bir ruh alıp, şu ölü topluma diriltici soluklarıyla kim can
verecek. Bize göre, İslamî düşünüş ve yaşayışı ihya etme, entelektüel
(knowledge) bir iş olmaktan ziyade bir ruh (presence) işidir. Bilgi kazanılır,
ruh ise verilir. Tanrı’nın kendi katından hikmetle yoğurduğu yüce ruhlar, Kur’an
ve İslam geleneğine mezc edilmiş canı kendi ruhlarından geçirerek şu ölü topluma
can veren soluklarıyla dirilteceklerdir.

c) Sosyal ve Entelektüel Yeniden İnşa

İslamî yaşayışın yeniden ihyası bir entelektüel faaliyet
olmaktan ziyade bir irşat işidir. Bu sebeple bir Müslüman entelektüel İslamî
yaşayışın değil de İslamî düşünüşün yeniden inşası hakkında fikir beyan etmeye
cüret edebilir; her ne kadar bu iki işin bir birinden tamamen ayrı olmadığını
bilse de. İslamî düşünüşü yeniden inşayı düşünen her Müslüman entelektüelin
karşısına uygun bir tavırla yönelmesi gerektiği iki farklı alan çıkacaktır.
Bunlardan biri, tarihî İslam düşünce geleneği, diğeri ise içinde bulunduğumuz
durumu her yönüyle tayin ve tespit eden, modern batı düşüncesi. İslamî düşünüşün
yeniden inşasını hedefleyen Müslüman entelektüel bu iki alana bir plan ve proje
dahilinde yönelmek durumundadır. Aksi takdirde, plan ve programsız yola çıkan
Müslüman entelektüeller neyi alıp neyi bırakacaklarını bilmedikleri için, zihni
enerjilerini ve fikrî cehtlerini çoğu zaman boşa harcamak durumunda
kalacaklardır.

İşaret edildiği üzere modernite batı toplumunu bütünüyle, diğer
toplumları ise büyük ölçüde değiştirmiştir. İslam toplumu söz konusu olduğunda
ise modernite önce devlet yapısı sivil ve askeri bürokrasiyi değiştirmiş, ve
batı hukukunun kabulüyle kamusal alanda, batı tarzı yaşayış, zevk ve giyimini
benimseterek kültürel alanda kendini kabul ettirmiştir. Dolayısıyla modernite
önce kurum ve kuruluşlarıyla kamusal alanı tamamen işgal edip kendi hakimiyetine
almış ve sonra sosyal ve ferdî alana yönelmiştir. Bugün Müslüman toplumların
yapı taşı olan, geleneksel aile bile sarsılmakta ve hatta toplumun aşırı
modernleşen kısımlarında yıkılışa doğru gitmektedir. Modernite Müslüman
fertlerin sadece giyim tarzlarını değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda dünya
görüşlerini de etkilemiştir. Binaenaleyh, dinden ve İslamî dünya görüşünden
uzaklaşma tarzında neticelenen bu sürecin sebepleri irdelenmelidir. İçinde
bulunduğumuz durumun tek sorumlusu olarak batının siyasi kültürel ve ekonomik
hakimiyetini göstermek sorumluluktan kaçmak olacaktır. İslam’ı modern insanın
algılayacağı bir dünya görüşü olarak sunamayan Müslüman entelektüeller bu
durumdan en az batı kadar belki de daha fazla sorumludurlar.

Fert olarak kendimizi, Müslümanlar olarak toplumumuzu ve
devletimizi ve insanımızı bu denli değiştiren modernitenin mahiyetini anlamamız
için batı düşüncesinin temellerini oluşturan, Descartes, Kant ve Hegel gibi
düşünürlerine ulaşmak ve benimsemeden idrak etmek durumundayız. Bu ifade
edildiği kadar kolay bir iş değildir. Batı düşüncesini benimsemeden idrak
etmenin Müslüman araştırmacı için psikolojik ve zihnî problemleri vardır; zihni
formatlarımız Batı düşüncesini olduğu gibi kavramamıza uygun olmadığı gibi,
psikolojimizde ise az gelişmişliğin ezikliği vardır. Fakat dilemmadan
kurtulmanın yolu kendi kimliğimizde ve kendi tarihimizde saklıdır. Önce hak
dinin ve tarihte büyük başarılara imza atmış bir milletin mensubu olmanın
getirdiği psikolojik üstünlüğü kazanmamız, ve sonra Batıdan neyi alıp neyin terk
edilmesi gerektiğine işaret eden bir zihnî yapıya sahip olmamamız gerekmektedir.
Birincisi her Müslüman Türk ferdinin doğuştan getirdiği, diğerini ise bir niyet
ve gayretle elde edilmesi gereken hasletlerdir. Bir Müslüman araştırmacı batılı
düşünürlerin düşünce dünyasına, bu niyetle ve bu özellikte girmediği takdirde,
Kant ve Hegel gibi düşünürlerin büyük zihnî sistemleri, Müslüman araştırmacının
düşünüş tarzını etkiler ve hatta kimliğini değiştirebilir.

Bu çağdaki Müslüman fikir adamlarının bir çoğunun batı
düşüncesinden etkilenerek ciddi bir mahiyet değişikliğine uğradıklarını
görmekteyiz. Bunlardan bir kısmının düşünce dünyaları ve hatta egzistansiyel
yaşamları tamamen batılı olup sadece ismen Müslüman kalmışlardır. Türkiye’deki
sol ve laik entelektüel kesim bu zümredendir. Bunların benliklerinde imandan ve
tarihten kaynaklanan psikolojik üstünlük hissi ve zihinlerinde bu hisle doğrudan
alakalı esaslı bir proje olmadığı için, her hangi bir alanda asla orijinallik
ortaya koyamazlar. Bunların yapabileceği en iyi şey batı düşüncesini Türkçe’ye
tercüme etmek yada onu Türkiye şartlarında yeniden üretmektir. Sosyolojiden
siyaset bilimine kadar, Türkiye’de sosyal bilimlerde yazılanlara bir göz atmak
bizim bu tespitimizi doğrulayacaktır.

Diğer tarafta ise, iman ve yaşayış ve entelektüel birikim
itibarıyla Müslüman kalabilmiş, ve kısmen de psikolojik üstünlüğü muhafaza
edebilmiş olmasına rağmen, gerek batı düşüncesinin üstünlüğünden, gerekse
zihninde esaslı bir proje olmaması sebebiyle, batı düşünce ve perspektifini esas
alarak İslam modernizmini benimseyenler vardır. Seyyid Ahmet Han, Muhammed
İkbal, Fazlur Rahman ve memleketimizdeki bir kısım Müslüman entelektüellerin
temsil etmeye çalıştığı İslam modernizmi özü itibarıyla batılı bir projedir. Bu
yolun nihayetinde, özgün bir İslam düşüncesi veya bir İslam medeniyetine ulaşmak
mümkün görünmüyor. Bu tavrın yapabileceği en iyi şey, global fikrî hakimiyetini
her geçen gün güçlendiren batı düşüncesi içine İslam’ı uysallaştırarak entegre
edebilmektir. Bu bakış açısı aynı zamanda, İslam düşüncesini yeniden inşasını
sadece zihni bir çabayla yapabileceklerine inanmış olmasıdır. Halbuki biz,
tamamen fikrî görülen bu inşanın sosyal zemininin ancak ahlak ve maneviyat ile
kurulabileceğini düşünmekteyiz.

Bütün bu mülahazalardan ilk ulaştığımız sonuç şudur: İslam
düşüncesini yeniden inşa etmeyi hedefleyen Müslüman entelektüel önce
batılılaşmadan veya batıcılaşmadan batı düşüncesini derinliğine nüfuz etmek
durumundadır. Bundan sonra tarihi İslam düşüncesine yönelmelidir. Batıyı idrak
etmede olduğu gibi, kendi geleneğimizle karşılaşma ve hesaplaşma sürecinde de
bazı tehlikeler mevcuttur. Bunların başında düşüncede tarihselleşmek gelir.
Kelamıyla, fıkhıyla ve İslam felsefesiyle sadece İslam’ın tarihî düşünce
formlarını iyi bilmek, Müslüman alimleri tarihselleşmekte ve günümüzden
uzaklaştırmaktadır. Bu durumda fıkıh, kelam ve tefsir bizim iç kimliğimiz olarak
algılamakta ve bunların bize fikri ve yaşamsal realitenin kavranmasının
kriterlerini verdiğini düşünmekteyiz. Bunun neticesinde, Gazali ve Razi’nin
gözüyle moderniteyi anlamaya veya algılamaya çalışma veya fıkhın bir nevi tarım
toplumunu esasa alarak geliştirdiği kurallarla endüstri sonrası modern
toplumların problemlerini çözmeye uğraşma gibi bir çelişkilerin içine
düşmekteyiz.

Bu sürecin neticesinde bir tarafta, tarihî İslamî disiplinleri
benimseyerek oluşturduğu entelektüel kimlikleriyle yarattıkları kendi dar
alanlarında var olmaya çalışan İslam alimlerini, ve diğer tarafta yaşayışı,
düşüncesi ve hatta dünya görüşü modernitenin prensipleriyle belirlenmiş,
‘Müslüman’ toplumları ve modern dünyayı tanımayan din alimleri bu toplumun
kültürü, sanatı ve düşüncesine ve insanına kılavuzluk ve rehberlik edecek
konumda değildir. Hatta sıradan insanlarla dahi iletişim güçlüğü çekmektedirler.
Dolayısıyla bu devrin Müslüman alim ve aydınları toplumun içinde bulunduğu
durumu esas alan, entelektüel ve sosyal manada kurtuluşun yeni stratejilerini
belirlemek durumundadırlar.

Sahihi bir yeniden inşa projesi, bir taraftan batılılaşmadan ve
batıcılaşmadan modernitenin esasını oluşturan batı düşüncesini anlayıp tahlil
edebilmeyi, diğer taraftan fikrî kimlik olarak benimsemeden İslam düşüncesini
kavrayıp ihata etmeyi gerekli kılmaktadır. Fakat Müslüman entelektüel ister batı
düşüncesine ve ister ise İslam düşüncesine yönelirken, bizzat kendinin
oluşturduğu özgün bir zihniyetle meseleye yaklaşmalıdır. Diğer taraftan
unutmamalıdır ki tamamen entelektüel bir faaliyet gibi görünen bu inşa meselesi,
ahlakî ve ruhî bir iştir. Bu sebeple biz, bilgiyi ve bilmeyi sadece entelektüel
bir faaliyet olarak değil aynı zamanda bir ahlak ve maneviyat meselesi olarak
görmekte ve ahlakı ve manevî yetkinliği, bilginin şartı telakki etmekteyiz.

Bu yeniden inşa projesinde, biz İslamî olan hiçbir şeye karşı
çıkmıyoruz. Kur’an ve hadisler, İslamî dünya görüşünün esaslarını oluşturdukları
için doğrudurlar. Eğer bunlardan bazıları modern zihne garip hatta yanlış
görünüyor ise, problem Kur’an ve sünnette değil modern zihindedir. Bu durumda
yapılacak şey, Kur’an’ı ve sünneti modern zihne uygun gelecek şekilde
yorumlamak, hatta değiştirmek olmamalı, tersine modern zihnin esaslarını
sorgulamak olmalıdır. Eğer Kur’an ve sünnetin toplumsal kuralları bu modern
toplumda uygulanamıyor ise, yapılacak şey, bu kuralların uygulanabileceği bir
toplum yaratmak olacaktır. Bu anlamda dinde reformu onaylamayız. Modern
zihniyetin beklentilerine göre ve moderniteyi esas alan, önce Kur’an ve
hadislerdeki topluma yönelik kaideleri hükümsüz kılan ve sonra ibadetlerin
yapılış biçiminde dahi değişiklikler yapmayı hedefleyen bir dinî reformu tasvip
etmeyiz. Diğer taraftan bu tarz bir reform, bize Kur’andaki bütünlüğün
bozulmaması ve İslam toplumunun bu konudaki hassasiyeti sebebiyle mümkün ve
olası da görünmemektedir.

Şu son bir asırlık modernleşme ve batılılaşma maceramızda, batı
önce siyasi, kültürel ve ekonomik bakımdan İslam toplumlarını değiştirdi.
Modernleşme ve sekülerleşme kamusal alanda tamamen ve sosyal alanda ise kısmen
gerçekleşti ve batı teslim alıp işgal edemediği tek yer olan dinî alanı ise
İslam modernizmi ve dinde reform silahlarıyla sarsmaya başladı. Fakat İslam,
tarihi entelektüel birikimi ve bir dinî kimlik olarak bütünlüğü ve güçlülüğü
sebebiyle batının bu saldırılarına karşı koyacak potansiyele sahiptir. Bütün
çabalara rağmen, Müslüman toplumlarda sekülerleşme olmasına rağmen, bizzat
İslamda sekülerleşme olmamıştır. Dolayısıyla, İslam nihai planda kendi varlığına
kasteden, İslam modernizmine ve toplumsal sekülerleşmeye karşı koymak zorunda
kalacaktır. Aksi takdirde kendi varlığını dahi koruyamayacaktır.

İslamî düşünüşün ve yaşayışın yeniden inşası sadece entelektüel
kapasite ve birikim gerektirmez aynı zamanda ruhî ve ahlakî bir yetkinliği de
öngörür. Bu durumda bilme aynı zamanda ahlaklı olmanın ve ruhî yetkinliğin de
kriteri olmalıdır. Diğer bir ifadeyle, bu inşayı tahakkuk ettirecek bilgi,
sadece fikri ve zihinsel bir idrakten öte, bileni değiştirecek ve ahlakî ve ruhi
bir transformasyona tabii tutacak bir bilgi olmak durumundadır. (To know is to
be saved). Daha öncede ısrarla vurguladığımız gibi, İslamî yaşayışın hakim
olduğu bir toplum inşa etmek fikir, ahlak, maneviyat ve aşkla mümkün olacaktır.
Böyle bir toplumsal zemin üzerine inşa edilecek İslamî düşünüş ise ancak ahlakı
ve manevî yetkinliği esas alan bir bilgi ile tesis edilebilir.

Meseleye bu açıdan bakıldığında, İslamî disiplinler içinde
manevî yetkinliği bilmenin şartı yapan tasavvuf, İbn Arabi, İmam Rabbanî ve
Mevlana’da görülen felsefî boyutu ve yaşayan tarikatlarda varlık bulan toplumsal
boyutu sebebiyle bu yeniden inşayı başaracak disiplin olarak karşımıza
çıkmaktadır. Tasavvuf, tarihî fikri birikimi ve felsefî seviyesi bakımından batı
düşüncesini ihata edecek ve hatta onu aşacak konumdadır. Bugün batıda, Mevlana
ve İbn Arabi cemiyetleri kurulmakta ve akademik ve akademik olmayan dergilerde
tasavvuf ve büyük mutasavvıflar hakkında her yıl yüzlerce makaleler ve kitaplar
neşredilmektedir. Batıda tasavvufa yönelik bu teveccüh sadece entelektüel bir
macera olarak kalmamakta aynı zamanda insanların benliklerinde değişim yapan bir
sosyal olgu olarak da gözlemlenmektedir. Yapılan araştırmalar İslam’a ihtida
olaylarında tasavvufun önemli bir etken olduğunu göstermiştir. Bu olgu aslında,
çağımızdaki değişimi ve beklenen inşayı sadece fazileti, ahlakı ve maneviyatı
esas alan bir bilginin yapabileceği şeklindeki iddiamızı da desteklemektedir.
Fakat İslam memleketlerindeki tarikatlar geleneksel sufî tipini muhafaza etmeye
çalıştıkları için, modern toplumda marjinal kalmakta ve zamanla da
zayıflamaktadır. Bu durumda tarikatlar modern dünyada, geleneksel yapıyı devam
ettirmekle, modern bir form kazanmak gibi zor bir dilemma ile karşı karşıya
kalmışlardır. Tarikatların geleceğini bu dilemmayı çözmedeki başarısı tayin
edecektir. Tasavvuf ancak bu dilemmayı çözdükten sonra, bu inşa projesinde
gerçek bir rol oynayabilecektir.

İslamî düşünüş ve yaşayışı yeniden inşanın sadece rasyonel ve
zihni bir iş olmadığını, aksine ahlakî bütünlüğü ve ruhî yetkinliği esas alan
bir bilgi vasıtasıyla başarılabileceğini ifade etmiştik. Bu durumda
entelektüelliği aynı zamanda bir ruhî ve ahlakî talim ile birleştiren bilgi ve
bu bilginin sosyal ortamlarda asimilasyonu ideal bir tarz haline gelmektedir.
İbadet atmosferinde kazanılan bu bilgiden fikirle birlikte feyz alınacaktır.
Bunun neticesinde oluşan cemaatin sosyal boyutu, ahlakî ve manevî boyutu kadar
önemlidir. Bu açıdan bakıldığında, dindarlıkla sosyaliteyi özdeşleştirmiş ve
hatta dinî ve manevî tekamülü sosyalite de arayan yeni bir Müslüman tipi ortaya
çıktığı görülür. Bu yeni ve oldukça da farklı bir fenomendir. Geleneksel anlamda
ruhî yetkinlik ve takvanın, daha fazla ibadet, çile ve inziva ile kazanılacağına
inanılırdı. Fakat bugün, takvayı ve ruhi yetkinliği ibadetle birlikte
sosyalitede arayan insanlar görmekteyiz. Modern dünyada, tarikatlar kendi
varlıklarının devamını ve cemaatın geleceğini toplumdan soyutlanarak gettolar
oluşturmada görürken, okuyarak manevi bakımdan yetkinleştiklerine inanan bu yeni
‘tip’ Müslümanlar, varlıklarının devamını ve geleceğini toplumsal olanda arayan
sosyal dervişler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Dindarlık ve takva sosyalite
ile yani sosyal faaliyetlerle kazanıldığı için, nihai planda bunların hedefi
toplumu değiştirmek olacaktır. Binaenaleyh, Sahabe toplumunda olduğu gibi,
seviyeli bir ahlakî standardı ve manevî yetkinliğe ulaşılır ise, İslamî
düşünüşün sosyal zemini oluşmuş demektir. Asıl olan sağlam bir sosyal zemindir
ve daha sonraki fikrî inşa kendiliğinden oluşacaktır.