Isawiyya Division as a Jewish Sect
Giriş
İsevî terimi, Hz. Îsâ'ya mensup olanlar anlamında Hıristiyanlık'la eş anlamlı
kullanılıyorsa da, İslâmî kaynaklarda İseviyye fırkası olarak zikredilen ve Ebû
Îsâ el-İsfahânî'ye nispet edilen bir Yahudi mezhebi de bulunmaktadır. Bu makalemizde
Hıristiyanlık'tan tamamen farklı olan ve oldukça ilginç bir iddia ile ortaya çıkan
bu Yahudi mezhebini ele alacağız. Bu Yahudi mezhebinin ortaya çıkışı, temel görüşleri
ve İslam dünyasında sebep olduğu ilmî ve fikrî tartışmaları genel anlamda ortaya
koymak bu çalışmanın hedefini oluşturmaktadır. Îseviyye mezhebi hakkındaki bilgileri
iki kanaldan elde etmekteyiz. Birincisi, ilk dönem İslâm Mezhepleri Tarihi kaynaklarıdır.
Başta Mezhepler Tarihi yazarları olmak üzere Müslüman âlimler eserlerinde İslâm
Mezheplerinin yanı sıra Yahudi, Hıristiyan ve Hint mezheplerinden de bahsetmişler,
özellikle İslâm coğrafyasında ortaya çıkan Yahudi ve Hıristiyan mezhepleri hakkında
önemli bilgiler vermişlerdir. Nitekim Makdisî (ö.355/956), Bîrûnî (ö.440/1048),
İbn Hazm (ö.456/1063) ve Şehristânî (ö.548/ 1153) gibi alimlerin eserlerinde İslâm
coğrafyasında ortaya çıkan Yahudi mezhepleri hakkında değerli bilgiler bulunmaktadır.
Ayrıca Bâkıllânî (ö.403/1013), Bağdâdî (ö.429/1037), Gazzâlî (ö.505/1111), İbn Teymiyye
(ö.728/1327) ve Teftazânî (ö.793/1360) gibi mütekellimler de nübüvvet bahisleriyle
alakalı olarak özellikle Îseviyye'ye atıfta bulunmuşlar ve onların peygamberlik
görüşünü değerlendirmişlerdir. Îseviyye konusundaki diğer önemli bilgi kaynağımız
ise Karâî mezhebine mensup Kirkisânî'nin Kitabu'l-envâr ve'l-merâkıb adlı eseridir.
Onuncu yüzyılın ikinci çeyreğinde derlenen bu kitap, eski zamanlardan itibaren Kirkisânî'nin
yaşadığı döneme kadar varlığını sürdüren Yahudi mezheplerinin tarihi gelişimini
tasvir etmektedir. Biz, daha ziyade İslamî kaynaklardan hareketle bu mezhep hakkında
tanıtıcı bir malumat vermek ve Müslüman alimlerin bu mezhep mensuplarına karşı yaklaşımını
ortaya koymak arzusundayız.
Müslümanların Şam, Irak ve İran gibi dinî ve kültürel farklılıkların yoğun olarak
yaşandığı merkezlere hakim olmasından kısa bir müddet sonra bu coğrafyada yaşayan
farklı dinlere mensup gruplar arasında bir takım sosyo-kültürel gelişmeler yaşanmış;
hem İslâm toplumunda hem de diğer toplumlarda bu kaynaşmanın bir neticesi olarak
bazı akım ve mezhepler ortaya çıkmıştır. Nitekim İsfahan'da yaşayan Yahudi cemaati
arasında -dinler ve mezhepler arası etkileşimin bir tezahürü olarak- bir takım yeni
anlayışlar zuhur etmiştir. Ebû Îsâ el-İsfahânî, Yudğan, Müşkân, Anân b. Dâvud gibi
şahısların bu coğrafyada yaşayan Yahudiler üzerinde etkili oldukları ve bu şahıslara;
Îseviyye, Yudgâniyye, Müşkâniyye gibi kendi adlarıyla anılan mezhepler nispet edildiği
bilinmektedir. Şimdi aşağıda, Îseviyye'nin kurucusu kabul edilen Ebû Îsâ el-İsfahânî'nin
hayatını ve görüşlerini, Îseviyye'nin doğuşunu hazırlayan sebepleri, bu mezhebin
temel esaslarını ve İslam alimleri arasında meydana getirdiği tesirleri ortaya koymaya
çalışacağız.
I- Ebû İsâ El-İsfahânî'nin Hayatı
Ebû Îsâ İshak b. Ya'kub el-İsfahânî'nin (ö.VIII. asrın üçüncü çeyreği) milâdî
VIII. yüzyılda İran'da faaliyet gösteren Îseviyye Mezhebi'nin kurucusu olduğu kabul
edilmektedir. İsmi ve künyesi konusunda bazı farklı izahlar da bulunmaktadır.1 Fakat
dindaşı Kirkisânî'nin de ifade ettiği üzere, onun künyesi "Ebû Îsâ", adı ise "Obadya
(Obadiah)" şeklindedir.2 Elde edilen bilgilere göre, Ebû Îsâ, İsfahan'da doğmuştur.
Bu da göstermektedir ki, onun lakabı İsfahan'dan kaynaklanmaktadır.3 Nitekim mezhepler
tarihi kaynaklarında Ebû Îsâ'nın kurduğu mezhebe; ismine nispetle "Îseviyye", doğduğu
yere nispetle de "İsfahâniyye" denilmektedir.4
Ebû Îsâ'nın ne zaman yaşadığı konusunda İslâmî kaynaklar ile Yahudi kaynaklar
arasında ihtilaf vardır. Yahudi kaynaklarına göre bu şahıs, Emevî Halifesi Abdülmelik
b. Mervan (684-705) zamanında yaşamıştır.5 Şehristânî ise onun daha sonra, son Emevî
Halifesi II. Mervan döneminde (744-750) fikirlerini yaymaya başladığını, Abbasî
Halifesi Mansûr (754-775) zamanında faaliyet gösterdiğini bildirmektedir.6 İkinci
görüş, tarihî olayların akışına daha uygun düşmektedir.7 Çünkü Emevî Halifesi Mervan
b. Muhammed el-Himâr devrinde (744-750) imparatorluğun doğu vilâyetlerinde, bilhassa
İran'da meydana gelen karışıklık ve birbirini takip eden Emevî karşıtı isyanlar
göz önünde bulundurulursa, Ebû Îsâ ve taraftarlarının "İran'daki Yahudileri diğer
milletlerin ve zâlim hükümdarların boyunduruğundan kurtarıp bağımsızlığa kavuşturmak
için" harekete geçmelerinin tam zamanı olduğu tahmin edilebilir.8 Bu itibarla Şehristânî'nin
verdiği tarih daha Îsâbetli görülmektedir.
Ebû Îsâ'nın ölüm tarihi tam olarak bilinmemektedir. Fakat kaynaklarda verilen
bilgilerin bütününden hareketle yaklaşık bir tahminde bulunmak mümkündür. Nitekim
İslâmî kaynaklarda Ebû Îsâ'nın Abbâsî Halîfesi Mansûr'a karşı ayaklandığı ve bu
isyanının sonunda öldürüldüğü bilgisine yer verilmektedir.9 Şu halde, Halife Mansûr'un
754-775 yılları arasında hilafette kaldığı ve ilk yıllarını isyanları bastırmakla
geçirdiği dikkate alınırsa, Ebû Îsâ'nın ölüm tarihinin kesin olarak 754-775 yılları
arasında ve muhtemelen hilafetinin ilk yıllarında gerçekleştiği söylenebilir. Nitekim
Silver, Ebû İsâ'nın 755-756 yıllarında Abbâsîlerle savaştığını belirterek bizim
tahminimizi teyit etmektedir.10
II. Ebû Îsâ'nın Görüşleri ve Siyasî Faaliyetleri
Ebû Îsâ'nın, Emevîlerin siyasî bakımdan zayıfladığı, çeşitli isyanlar sebebiyle
otoritelerini kaybettikleri bir dönemde, fikrî ve siyasî kargaşaların yaşandığı
bir zeminde düşüncelerini yaymak için uygun bir vasat bulduğu anlaşılmaktadır. O,
önce Mesih'in habercisi olduğunu ileri sürerek etrafındakilerin ilgisini çekmeyi
başarmıştır. Bilahare bizzat Mesih'in kendisi ve nihayet İsrailoğulları'nı zulümden
kurtarmak üzere Tanrı tarafından görevlendirilmiş bir peygamber olduğunu iddia etmiştir.11
Şehristânî bu hususu şu şekilde ifade etmektedir: "Ebû Îsâ, kendisinin nebî ve beklenen
Mesih'in habercisi olduğunu iddia etmiş, Mesih'in birbiri ardına gelen beş habercisi
bulunduğunu bildirmiştir. Tanrı'nın kendisiyle konuştuğunu ve İsrailoğulları'nı
kurtarmakla görevlendirdiğini ileri sürmüştür…"12 Ayrıca o, semaya yükseldiğinde
('urûc) orada Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed ile görüştüğünü de iddia etmiş ve Tanrı tarafından
İsrailoğulları'nı kurtarmakla görevlendirilmiş bir mesîh olduğunu ileri sürmüştür.13
Ebû Îsâ, ibadet ve muamelatla ilgili olarak geleneksel Yahudi anlayışından farklı
bazı uygulamalar da getirmiştir. Mesela, Yahudiler için günde üç vakit olan ibadeti
yediye çıkarmış, Yeruşâlim'den (Kudüs) ayrı kaldıkları müddetçe onlara hayvan eti
yemelerini14 ve şarap içmelerini yasaklamış, ayrıca boşanmaya hiçbir şekilde cevaz
vermemiştir.15 Bu duruma dikkat çeken Şehristânî, Ebû Îsâ'nın birçok hususta Tevrat'ın
şeriatına muhalefet ettiğini belirtmiş ve örnek olarak günlük ibadet sayısını yükseltmesini
göstermiştir.16
Ebû Îsâ'nın en önemli görüşü, Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed'in peygamberlikleriyle
alakalı yaklaşımıdır. Gerek Hz. Îsâ'nın gerekse Hz. Muhammed'in peygamberliğini
kabul ve tasdik eden Ebû Îsâ'ya göre, her iki peygamber de sadece kendi toplumlarına
gönderilmiştir.17 Ancak bunlar, Mûsâ şeriatını neshetmemişlerdir.18 Ebû Îsâ, Yahudi
cemaatinin bu yaklaşımı kabul etmeleriyle dinlerine hiçbir halel gelmeyeceğini savunmuştur.
Ona göre Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed'in peygamberliği kendi toplumlarıyla sınırlıdır
ve bu durum Mûsâ şeriatının Yahudiler için geçerliğini koruduğu anlamına gelmektedir.19
Ebû Îsâ'nın İsfahan ve çevresinde yaşayan Yahudi halk üzerinde çok etkili olduğu
anlaşılmaktadır. Kaynaklarda Ebû Îsâ'nın on bini aşkın taraftar topladığı, bunlarla
Abbâsîlere karşı isyan ettiği ve Halife Mansûr'un üzerlerine bir ordu gönderip onlarla
savaştığı bilgisine rastlanmaktadır.20 Ebû Îsâ'nın hangi olaydan sonra merkezi yönetime
karşı ayaklanmaya giriştiği hususu kesin olarak bilinmemekle birlikte bunun, semaya
yükseltildiğini ve Tanrı'nın İsrailoğulları'nı kurtarmak üzere kendisini görevlendirdiğini
açıklamasından sonraki bir tarihte vuku bulduğu anlaşılmaktadır. Topladığı ordu
ile Abbâsî yönetimine karşı isyan eden Ebû Îsâ, taraftarlarını cesaretlendirmek
için bazı tılsımlar kullanmıştır. Şehristânî'nin bildirdiğine göre, Rey şehri civarında
İslâm ordusuyla karşı karşıya gelen Ebû Îsâ, ordusunun bulunduğu bölgenin çevresine
bir çizgi çizdikten sonra halifenin askerlerinin bu çizgiyi aşamayacağını söyleyerek
askerlerine cesaret vermiş, fakat savaşın kızıştığı bir anda savaş meydanından kaçmıştır.
Bir rivâyete göre de askerleriyle birlikte öldürülmüştür.21 Ancak bu Mesihî hareket,
liderlerinin ölümüyle sona ermemiş, öğrencileri tarafından devam ettirilmiştir.
Ayrıca taraftarları onun ölmediğine, çevredeki dağlardan birine çekildiğine ve ileride
yeniden döneceğine (ric'at) inanmıştır.22
Batılı araştırmacılar Ebû Îsâ'nın ayaklanmasının İslâmlaştırmaya yönelik bir
reaksiyon olduğu kanaatindedirler.23 Bize göre Ebû Îsâ'nın ayaklanması, İslâm dinine
yönelik bir isyan değil, aksine merkezi yönetime karşı ortaya konulan bir tavırdır.
Zira Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul eden ve Müslümanların da kurtuluşa ereceklerini
benimseyen Ebû Îsâ, dönemin siyasî çalkantılarından faydalanmayı düşünmüş olmalıdır.
Zira Emevî devletinin sona erdiği, ancak Abbâsîlerin her yönüyle asayişi sağlayamadığı
bir dönemde siyasî faaliyette bulunan Ebû İsâ ve taraftarları içinde yaşadıkları
siyasî yapının kaotik durumundan etkilenmiş olmalıdırlar. Aşağıda Îseviyye mezhebinin
temel iddialarını Mesih/Mehdî inancı ve peygamberlik anlayışı şeklinde iki madde
halinde açıklamak mümkündür.
a- Mesih-Mehdî İnancı
Îseviyye mezhebinin "Mesîh" inancı çerçevesinde oluştuğu söylenebilir. Nitekim
Ebû Îsâ, göklere yükseldiğini, Tanrının orada başını meshedip kendisiyle konuştuğunu
ve İsrailoğulları'nı zâlim kralların ve âsi ümmetlerin zulmünden kurtarmakla görevlendirdiğini
iddia etmiştir. Bu itibarla Îsevîler, Ebû Îsâ'nın Tanrı tarafından görevlendirilmiş
bir Mesîh olduğuna inanmışlardır. Aslında Ebû Îsâ, genel olarak Yahudi fırkalarında
mevcut olan "Beklenen Kurtarıcı" inancını kullanmış, dindaşlarının bu beklentisinden
faydalanmıştır. Çünkü Yahudiler, Mabed'in yıkılması ve büyük sürgünden sonra kendilerini
esaretten ve sürgünden kurtarıp "Kutlu Topraklar"a yeniden kavuşturacak bir kurtarıcıyı
beklemeye başlamışlardır.24 Bu beklenti, Yahudilere yönelik baskı ve zulmün arttığı
dönemlerde kendini daha fazla hissettirmiştir. Mabed'in yıkılması ve esaret hayatıyla
birlikte başlayan "Mesihi bekleyiş" faaliyeti, Yahudi tarihinde yüzyıllar boyu pek
çok Mesihin ortaya çıkmasına25 ve hatta Mesih inancının Yahudi iman esasları arasına
girmesine sebep olmuştur. Aslında bu inanç, ezilen hor görülen, sürgün edilmiş,
inançlarının gereğini yerine getiremeyen her toplumda bir şekilde kendisini göstermiş
ve böylece toplumun zorluklara göğüs germesine ve geleceğe umutla bakmasına zemin
hazırlamıştır.26 İran'da yaşayan Yahudilerin de sürgüne gönderildikleri ve yüzyıllarca
başka milletlerin esareti altında yaşadıkları hususu dikkate alındığında zaten Yahudi
inancında var olan ve daha önce örnekleri bulunan "kurtarıcı" inancının burada da
tezahür etmesi anlaşılabilir bir durumdur.
Ebû Îsâ'nın kendisini önce Mesîh'in habercisi, sonra Mesîh, bilahare bir peygamber
olarak tanıtması, Yahudi geleneğindeki mesîh anlayışından ilham aldığını göstermektedir.
Ancak Îseviyye'deki Mesîh/Mehdî figürü ayrıntılı bir şekilde incelendiğinde bunun
Yahudi geleneğindeki Beklenen Mesîh inancından daha ziyade Şia'daki Mehdî inancına
benzediği görülür. Çünkü Yahudilik'te beklenen Mesîh Dâvut soyundan gelecek, Beytü'l-lahm'da
bakire bir kızdan doğacaktır.27 Halbuki Îseviyye'de durum farklıdır. Bunların ortaya
attığı Mesîh görüşü ile hemen hemen bütün Şiî fırkalarda görülen "Mehdî" inancı
arasında yakın bir benzerlik vardır.28 Şiî inancına göre, Mehdîlerin hepsi belirli
kişilerdir; yaşamışlar, mücadele etmişler yahut bir kenarda kalmışlar ve sonunda
öldürülmüşlerdir. Bu öldürülme veya ölme olayını kabul etmeyenler, Mehdînin görünürde
öldüğünü, öldürülenin onun sûretine girmiş şeytan olduğunu, aslında kendisinin bulutlarda,
göklerde, dağlarda veya gizli mağaralarda bulunduğunu ve gelecekte dönerek (ric'at)
düşmanlarından intikam alacağını, zulümle dolan dünyayı adâletle dolduracağını kabul
etmişlerdir. Bu vasıfları olan Mehdînin tam benzerini Îsevîyye'de görmekteyiz. İsfahan
ve çevre bölgelerde Şii-Batınî fikirlerin taraftar bulduğu dikkate alınırsa Ebû
Îsâ'nın bu görüşlerden etkilenmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Ebû Îsâ, Yahudi
inancında var olan Mehdî beklentisini devreye sokarak taraftarlarını harekete geçirmiş
ve tahrik etmiş olmalıdır.
b- Nübüvvet İnancı
Îseviyye mensupları, Ebû Îsâ'nın Tanrı'nın vahiy ve ilhamına mazhar olduğuna,
ümmî olmasına rağmen eserler yazdığına, kendisinden birçok mûcize ve olağanüstü
hallerin zuhur ettiğine inanmışlardır. Onlar, ümmî olmasına rağmen birçok eser yazmış
olmasını29 Ebû Îsâ'nın peygamberliğinin bir işareti olarak kabul etmişlerdir.30
Aslında burada bile bir özenti görülmektedir. Ebû Îsâ, Müslümanların yoğun olduğu
bir coğrafyada yaşadığı için olsa gerek İslamî motifler kullanmıştır. Çünkü ümmî
olduğu halde mükemmel bir kitap getirmiş olmak Hz. Muhammed'in peygamberliğinin
delilidir. Benzer bir argümanı İseviyye mensuplarının ileri sürmüş olmaları Müslümanlardan
ne denli fazla etkilendiklerini göstermesi bakımından önemlidir.
Bu mezhebin nübüvvet anlayışının iki hususta yoğunlaştığı görülmektedir. İlki,
peygamberliğin devamlılığı, diğeri ise Mûsâ şeriatının asla ilga edilemeyeceğidir.
Yahudi geleneğine göre peygamberler, Allah'ın yeryüzündeki hükümranlığının temsilcisi
konumundadırlar ve birbirine bağlı uzun bir peygamberler silsilesi bulunmaktadır.
Bu silsile Hz. Mûsâ'da bitmemiştir, dünyanın sonuna kadar onun halefi olacak bir
nebi bulunacaktır.31 Ebû Îsâ da peygamberliğin kıyamete kadar devam edeceği anlayışından
hareketle Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed'in de bu silsileye tabi olduğunu kabul etmiştir.
Böyle davranmakla o, bir bakıma kendi peygamberliğinin de alt yapısını oluşturmuştur.32
Îseviyye'nin nübüvvet anlayışındaki ikinci önemli husus neshi kabul etmemeleridir.
Şöyle ki; peygamberler kendi kavimlerini uyarmak üzere görevlendirilmişlerdir. Her
peygamberin getirdiği şeriat kendi kavmiyle sınırlıdır ve diğer peygamberlerin şeriatlarını
ortadan kaldırmaz.33 Bu itibarla Mûsâ şeriatı, her ne kadar başka peygamberler gelse
de devam edecektir.
Burada Müslümanları yakından ilgilendiren husus, Ebû Îsâ'nın peygamberlik konusunda
genel Yahudi anlayışından ayrılıp Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed'in peygamberliklerini
tasdik etmesidir. Zira böyle bir tasdik, onların mesajlarının da gerçek olduğunu
tasdik etmeyi gerektirecektir. Çünkü Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu kabul etmek,
onun Allah elçisi olduğunu ve asla yalan konuşmayacağını kabulü gerektirir. Zira
Allah Resulü, kendisinin "Hâtemü'l-enbiya"34 olduğunu açıklamış ve getirdiği şeriatın
bütün insanlığa hitap ettiğini bildirmiştir. Bu itibarla Ebû Îsâ'nın Hz. Muhammed'in
peygamberliğini kabul edip onun risâletinin sadece Araplarla sınırlı olduğunu iddia
etmesi bir tezat teşkil etmektedir.
Burada İseviyye mezhebinin Gaybet ve Ric'at inancını da benimsediğini belirtmek
gerekir.35 Onlara göre Ebû Îsâ, gerçekte ölmemiştir, hayattadır ve tekrar geri dönecektir.
İseviyye'nin bu inancı ile Şii fırkalarda görülen gaybet ve ric'at inançları arasında
da yakın bir ilişki bulunmaktadır. Nitekim gaybet ve ric'at inancı zaman içinde
birçok Şiî fırkada kendi imamlarının ölmediği, şu anda gaybette olduğu ve zamanı
gelince geri döneceği şeklinde tezahür etmiştir.36 Hıristiyan teolojisinden ve büyük
oranda da Şiî gelenekten etkilendiği kabul edilen Îseviyye mensupları da, Mesih
olduğuna inandıkları Ebû Îsâ'nın gerçekte ölmediğine, çevredeki dağlardan birine
çekildiğine, ileride yeniden geri döneceğine, dünyayı adâletle dolduracağına ve
zulmü ortadan kaldıracağına inanmışlardır.37 Bu inanç onların bir müddet daha dağılmasına
mani olmuştur.
Ebû Îsâ'nın siyasî faaliyetleri ve görüşleri dikkatle incelendiğinde planlanmış
bir hareketin safha safha gerçekleştirildiği görülür. Nitekim o, henüz faaliyetlerinin
başlangıcında Mesih'in habercisi olduğunu ileri sürerek Yahudiler arasında var olan
Mesih beklentisi inancından faydalanmak istemiştir. Yahudi halkının ilgi ve alakasını
toplarken, Müslümanlara yönelik olarak da Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul
ettiğini açıklamak suretiyle onların sempatisini kazanmış ya da tepkilerini en aza
indirmeyi hedeflemiş olmalıdır. Zira o, Yahudi olduğu halde Hz. Muhammed'in peygamberliğine
inanan kayda değer ilk örnektir.38 Bu itibarla Müslümanların dikkatini çekmiş ve
sempatisini kazanmış olması muhtemeldir. Ebû Îsâ, belli bir güç kazandıktan sonra
kendisini bizzat Mesih ve peygamber olarak takdim etmiştir. Taraftarlarının sayısı
on binleri bulunca da, dönemin siyasî çalkantıları ve kaotik yapısından faydalanarak
merkezi yönetime karşı isyan etmiştir. Bu itibar onun, siyasî ve dinî faaliyetlerini
önceden planlandığı gibi belli bir doğrultuda devam ettirdiği anlaşılmaktadır.
III- Îseviyye'nin Tesirleri
İslâm'ın ilk asırlarında Müslümanlar arasında fikrî, itikadî ve siyasî çekişmeler
vuku bulmuş ve bunun sonucunda Şia, Havaric, Mürcie ve Mûtezile gibi îtikâdî ve
siyasî mezhepler teşekkül etmiştir. Şüphesiz Müslümanlar arasındaki bu hareketlilik
aynı coğrafyada yaşayan diğer din mensuplarını da etkilemiştir. Nitekim ortaçağ
Yahudi mezheplerinin önemli bir kısmının bu dönemde ortaya çıktığı bilinmektedir.
Kültürlerin birbirinden etkilendiği, sosyal ve ekonomik açıdan üstün olan milletlerin
diğer kültürlere tesir ettiği kabul edilen bir realitedir. Bu bakımdan Yahudilerin
İslâmî gelenekten, fikrî ve siyasî çekişmelerden etkilenmiş olmaları anlaşılabilir
bir husustur. Ancak Müslümanların Şam, Irak ve İran gibi eski medeniyetlerin yaşadığı
toprakları hakimiyeti altına almasından sonra ortaya çıkan ilk Yahudi mezhebinin
Îseviyye olması ve bunların ortaya koydukları peygamberlik görüşü hayli dikkat çekicidir.
Şimdi burada şu soru akla gelmektedir: "Hz. Muhammed'in peygamberliğinin Araplarla
sınırlı olduğu" şeklindeki iddia niçin Filistin, Şam ya da Irak çevresinde yaşayan
Yahudiler tarafından dile getirilmedi de, İran coğrafyasında etkili olan Îseviyye
ve sonrasında Yudgâniyye ve Müşkâniyye mezheplerince ileri sürüldü? Halbuki Filistin,
Şam ve Irak coğrafyasında yaşayan Yahudilerin Müslümanlarla daha erken bir dönemde
karşılaştıkları ve İslâmiyet'i daha iyi tanıdıkları bilinmektedir. Dolayısıyla böyle
bir iddianın, İslâm'ın ilk yıllarında değil de, Müslümanların güç kuvvet buldukları
ve geniş coğrafyalara yayılıp hakim oldukları bir dönemde ve İran coğrafyasında
dile getirilmiş olmasının dinî olduğu kadar sosyo-psikolojik ve siyasî sebepleri
de olmalıdır. Nitekim Babil sürgününden sonra Yahudilerin önemli bir kısmı, esaretin
sona ermesine rağmen Filistin'e dönmemiş; İran topraklarında Belh, Merv, Gazne,
Herat, Nişabur, Horasan, İsfahan ve çevre bölgelere yerleşmişlerdi.39 İslâm Tarihi
kaynaklarında İran'da yaşayan Yahudilerin Filistin ve Irak Yahudilerine göre daha
cahil oldukları bildirilmektedir. Özellikle İsfahan ve çevresinde yaşayan Yahudiler
arasında değil okur-yazar olanı, kendi dinlerini bile hakkıyla bilen kimselerin
bulunmadığı belirtilmektedir.40 Bu durum, art niyetli bazı kimselerin onları rahatlıkla
kandırabilmesine zemin hazırlamıştır. Örneğin Şehristânî'nin, Îseviyye'yi anlatırken
"Onlar Tevrat'ta ortaya konulan önemli kanun ve kaidelerden bir çoğuna muhalefet
ettiler"41 şeklindeki açıklaması, onların Tevrat'ın ahkamına yönelik tutumlarını
göstermesi bakımından önemlidir. Kirkisânî de bu durumunu teyit eder mahiyette,
Ebû Îsâ'ya tabi olan Yahudilerin bilgi ve kültür seviyelerinin çok düşük olduğunu
bildirmiştir.42 Nitekim Îseviyye mensupları, gerek Tevrat'ı tefsir ve anlama şekliyle,
gerek ileri sürdükleri Mesîh inancıyla ve en önemlisi peygamberlik konusunda ortaya
koydukları iddialarıyla ellerindeki Tevrat'ın şeriatından geniş ölçüde uzaklaştıkları
anlaşılmaktadır.43 Şu halde onların dinî bilgi ve kültür seviyelerinin çok düşük
olması ya da dinî kurallara karşı kayıtsız kalmaları Ebû Îsâ'nın iddialarına inanmalarına
zemin hazırlamış ve neticede Abbâsîlere karşı ayaklanmalarına sebep olmuştur.
Diğer taraftan Yahudi din anlayışının da bunda etkili olduğu söylenebilir. Çünkü
Ebû Îsâ, başlangıçta Müslümanlara hoş görünmek, dinî ve siyasî açıdan daha rahat
olmak için gerek Müslümanların gerekse Hıristiyanların peygamberlerini kabul ve
tasdik ettiği ve böyle bir kabulün Yahudilerin inancına halel getirmeyeceğini belirterek
onların sempatisini kazanmaya ya da tepkilerini en aza indirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır.
Bunun alt yapısını oluştururken Yahudi din anlayışından ilham almış olmalıdır. Zira
Yahudilik'e göre Hz. Mûsâ ve Tevrat, Yahudi ırkına aittir. Tevrat'ı okuyan bir kimse,
İsrailoğulları'nın başkalarını kendi dinlerine davete memur olduklarını gösteren
bir emir bulamaz. Bazı Ortaçağ Yahudi düşünürlerinin ve günümüz modern Yahudi mezheplerinin
ortak kanaatine göre, aynı dönemde birden fazla ilâhî din yürürlükte olabilir. İkisi
de insanlığın saadetine vesiledir. Yahudi olmayan diğer milletler, hak ya da batıl
kendi dinleriyle kurtuluşa erebilirler. Şu halde Hz. Mûsâ'nın İsrailoğulları'na
ait bir peygamber, Tevrat'ın da yine onlara ait bir şeriat olması ve asla neshedilmeyeceği
inancı, diğer kavimlerin de kendilerine ait peygamberlerinin olmasına ve kendi dinleriyle
kurtuluşa erebilecekleri şeklindeki bir anlayışa zemin hazırlamıştır. Yukarıda izah
edildiği üzere peygamberliğin devamlılığı anlayışı yeni peygamberlerin gelmesini
mümkün görmektedir. Bu itibarla, Mûsâ şeriatı neshedilmeksizin diğer kavimlere peygamberler
gelmesi düşüncesinin Yahudileri rahatsız etmediği anlaşılmaktadır. Ebû Îsâ, bu inancı
kullanmış olmalıdır.
Ebû Îsâ'dan sonra onun yerine Yudgân, daha sonra da Müşkân geçmiştir. Şehristânî,
Yudgân'a nispetle Yudgâniyye, Müşkân'a nispetle de Müşkâniyye mezheplerinin isimlerini
ve görüşlerini zikretmektedir.44 Ebû Îsâ'nın fikirleri, talebeleri tarafından devam
ettirilmiş, çok yaygın olmasa da Maveraünnehir'den Endülüs'e kadar çeşitli bölgelere
dağılmış olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. İbn Hazm (ö.456/1063), bu mezhebi
benimseyen bazı seçkin Yahudilerle karşılaştığını ve mezhebin ortaya çıktığı dönemden
kendi zamanına kadar Îseviyye'nin önde gelen Yahudiler arasında yaygın olduğunu
bildirmiştir.45 Keza X. yüzyılda yaşayan Kirkisânî de, kendi zamanında bunların
Şam civarında taraftarlarının bulunduğunu, fakat sayılarının çok az olduğunu nakletmiştir.46
Ebû Îsâ'nın Anan b. Davud üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. VIII. yüzyılda
Irak'ta yaşamış olan Anan b. Davud, Karaî hareketinin öncüsü kabul edilir. İsmine
nispetle Ananiye diye de adlandırılan bu mezhep, ortaçağ İslam dünyasının mutlak
tesiri altında meydana gelmiş bir Yahudi tecrübesidir. Bu mezhep mensupları, Talmud'u
kabul etmez sadece Tevrat'la amel ederler.47 Bunlar, özellikle Hz. Îsâ'nın Hıristiyanların
ve Hz. Muhammed'in Müslümanların peygamberi olduğu şeklindeki esası Îseviyye mezhebinden
almış ve böylece bu inanç gruplarının teveccühünü kazanmıştır.48
Diğer taraftan Îseviyye mezhebinin peygamberlik görüşünün İslâm dünyasında nübüvvetin
evrenselliği tartışmalarının başlamasına sebep olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim İslâm
alimleri, Ebû Îsâ'nın özellikle Hz. Muhammed'in peygamberliğiyle alakalı görüşlerini
dikkatle takip etmiş ve bu görüşleri sebebiyle kelâm eserlerinde Hz. Peygamberin
nübüvvetinin evrensel olduğuna vurgu yapma ihtiyacı hissetmişlerdir. Abdülkâhir
el-Bağdâdî (ö.429/1037), İbn Hazm (ö.456/1063) ve Şehristânî (ö.548/1153) gibi Mezhepler
Tarihi yazarlarının eserlerinin yanı sıra kelâmcıların nübüvvet bahisleriyle alakalı
olarak bu fırkaya atıfta bulundukları görülür. Örneğin Bâkıllânî (ö.403/1013), "Îseviyye
fırkası, Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed'in kendi kavimlerine gönderildiğini, Hz. Mûsâ'nın
şeriatını neshetmediklerini iddia etmiştir"49 şeklinde açıklamada bulunduktan sonra,
bir kelâmcı olarak bu iddianın tutarsız olduğunu bazı delillerle izah etmeye çalışmıştır.
Abdülkâhir el-Bağdâdî, İslâm milletinin anlamını tartıştığı kitabının ilk bölümünde
kimlerin Müslüman kabul edileceğine dair bir bahis açar ve bu bağlamda İseviyye
fırkasını örnek olarak verir. Ona göre Hz. Peygamberin nübüvvetini sadece kabul
etmek yeterli değildir.50 Diğer taraftan Gazzâlî (ö.505/ 1111), Hz. Muhammed'in
peygamberliğini üç fırkaya karşı ispat etmek gerekir derken ilk sırada Îseviyye
fırkasını zikretmiş ve bunların tutumunun şaşırtıcı olduğuna dikkat çekmiştir.51
Buna ilaveten bazı kelâmcılar, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin evrensel olduğu
hususunu izah ederken bu fırkanın görüşlerine yer vermişlerdir.52
İbn Teymiyye (ö.728/1327), el-Cevabu's-sahih li-men beddele dine'l-Mesîh adlı
eserinde Hz. Muhammed'in peygamberliğinin evrenselliği meselesini çok ayrıntılı
bir şekilde ele almıştır.53 Zaten o, bu eserini Hz. Peygamber'in nübüvvetinin evrensel
olduğunu izah etmek üzere kaleme aldığını ifade etmiştir.54 Burada dikkatimizi çeken
husus, İbn Teymiyye'nin eserini, Yahudi ve Hıristiyanların söz konusu iddialarını
dikkate alıp Hz. Muhammed'in peygamberliğinin evrenselliğini izah etmek üzere kaleme
almış olmasıdır. Diğer taraftan müfessirler de Hz. Muhammed'in risâletinin evrenselliğine
işaret eden âyetlerin yorumunda, Yahudilerden Îseviyye adlı bir mezhebin "Hz. Muhammed'in
peygamberliğinin umumi değil, Araplara mahsus olduğu" tarzında bir iddiayı ileri
sürdüğünü belirtmişler ve Hz. Muhammed'in risâletinin evrenselliğine dair deliller
ortaya koymuşlardır.55 Mezhepler tarihi kaynaklarında Îseviye mezhebine nispet edilerek
ortaya konulan bu iddialar, aslında tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış ve unutulmuş
iddialar değildir. Asrımızda da bazı müsteşrikler ve yerli işbirlikçileri benzer
iddialarda bulunmaktadırlar. Aşağıda İslam alimlerinin Hz. Muhammed'in peygamberliğinin
evrenselliğiyle alakalı olarak ortaya koydukları delillerden bazılarına yer verilmiştir.
IV- Hz. Muhammed'in Peygamberliğinin Evrenselliği
Hz. Muhammed'in risâletinin evrenselliği meselesine girmeden önce "evrensellik"
kavramıyla neyin kastedildiği açıklanmalıdır: Herhangi bir fikrin, düşünce veya
dinin evrensel olabilmesi için yalnızca belli bir cemaat, grup, topluluk, ırk veya
millete mahsus olmayıp, herkesi davetinin kapsamına alması ve her seviyedeki insana
hitap etmesi lazımdır. Aksi takdirde böyle bir düşünce veya din, millî ve yöresel
bir özelliğe sahip demek olup evrensel olmayacaktır. Evrensel din, dünyadaki bütün
insanlar için geçerli olan, onların hepsinin ihtiyaçlarını cevaplayacak, dünya ve
ahiret mutluluklarını sağlayacak mahiyette olan din, demektir. Hz. Muhammed'in peygamberliğinin
evrensel olmasından maksat, onun getirdiği ilâhî mesajın, sadece Araplar için değil
bütün insanlığa hitap etmesi, onların ihtiyaçlarına cevap verecek mahiyette bulunması
ve kıyamete kadar geçerli olmasıdır.
Burada önemli bir hususa dikkat çekmek gerekir. İslâm âlimlerinin ortak kanaatine
göre, önceki peygamberlerin nübüvvetleri husûsî, Hz. Muhammed'in peygamberliği ise
umûmidir.56 Çünkü önceki enbiyanın peygamberlikleri belli bir zamanla sınırlı kalmıştır.
Ancak Hz. Muhammed'den sonra bir peygamber, İslâm'dan sonra da bir vahiy gelmeyecektir.
Hz. Muhammed'in son peygamber olması İslâm'ın da son din olması, bu dinin insanlar
var oldukça geçerli olacağına, dolayısıyla zaman ve mekanla sınırlandırılamayacağına
delildir. Îseviyye, Yudgâniyye ve Müşkâniyye gibi mezheplerin Hz. Muhammed'in peygamber
olduğunu kabul ettiklerine göre, bir nebîde bulunması gereken asgari özelliklerin
onda da bulunduğunu kabul etmeleri aklî ve mantıkî bir zorunluluktur. Bu itibarla
Hz. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğunu, asla yalan konuşmayacağını kabul etmeleri
gerekir.57 Şu halde Hz. Peygamber'in, Allah'a yalan isnat etmesi, Allah adına yalan
söylemesi ve bu doğrultuda risâleti umûmî olmadığı halde en baştan veya sonradan
umumî olduğunu ileri sürmesi mümkün değildir. Bu itibarla, hem Hz. Muhammed'in peygamber
olduğunu kabul etmek hem de risâletinin evrenselliği konusunda yalan söylediğini
iddia etmek, aklî ve mantıkî açıdan ciddi bir tutarsızlığı göstermektedir. Aşağıda
bu konu üzerinde durulacak, Kur'an ve Sünnet'te Hz. Muhammed'in peygamberliğinin
evrenselliğini gösteren bazı deliller ortaya konulacaktır.
Naklî deliller, Kitap ve Sünnet'ten çıkarılan delillerdir. Bu deliller, Hz. Muhammed'in
vahiy aldığını ve peygamber olduğunu kabul ve tasdik eden kimseler için geçerlidir.
Bu itibarla söz konusu deliller Îseviye, Yudgâniye, Müşkâniye ve bazı munsif Hıristiyanları
ikna edecek mahiyettedir. Zira bunlar Hz. Peygamberin nübüvvetini kabul etmektedirler.
Dolayısıyla onun getirdiği mesajı da kabul etmek durumundadırlar.
ı) Kur'an-ı Kerim'deki bazı âyetler Hz. Peygamberin risâletinin evrenselliğini
göstermektedir.
"De ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi
olan Allah'ın elçisiyim. O'ndan başka tanrı yoktur…"58 "Ey Resûlüm, biz seni bütün
insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik. Lakin insanların
çoğu bunu bilmezler."59 ve "İşte bunun içindir ki ey Resûlüm, biz seni bütün insanlar
için sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik."60
İslâm âlimlerinin ortak kanaatine göre bu âyetler Hz. Muhammed'in nübüvvetinin
evrenselliğini ifade etmektedir.61 Bu âyetlerin dışında birçok âyet vardır ki orada
kullanılan nâs,62 insan,63 âlemîn64 gibi kelimeler umum bildirmekte, dolayısıyla
Hz. Muhammed'in peygamberliğinin evrenselliğini göstermektedir. Bunlara ilaveten,
Kur'an'ın umuma hitabı hiçbir zaman "Ey Araplar!" şeklinde değil, "Ey inananlar",
"Ey insanlar", "Ey Ademoğlu" ve benzeri şekillerde olmuştur. Hz. Peygamberin nübüvveti
ve tebliğiyle alakalı olarak kullanılan bu kelimeler, onun peygamberliğinin zaman,
mekan ve belirli bir kavimle sınırlı olmadığını, aksine bütün insanlığı içine aldığını
göstermektedir.
ıı) Hz. Peygamberin bizzat kendisi çeşitli vesilelerle bütün insanlığa gönderildiğini
açıklamıştır.
"Önceki peygamberlerden hiçbirisine verilmeyen beş şey bana verildi: … Benden
önceki peygamberler sadece kendi kavimlerine gönderildikleri halde, ben bütün insanlığa
gönderildim…"65
"Canım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, Yahudi olsun Hıristiyan olsun
şu topluluktan beni işitip de gönderildiğim şeye inanmayan kimse Cehennemliktir."66
"…Canım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, şâyet içinizde Hz. Mûsâ
zuhur etse, siz de beni bırakıp ona tâbî olsanız, dalâlete düşmüş olursunuz…"67
"Allah'a yemin olsun ki, eğer Mûsâ diri olsaydı ancak bana tabi olurdu."68
ııı) Hz. Muhammed'in son peygamber oluşu da onun risaletinin ve getirdiği ahkamın
evrensel olduğuna delildir. İslâmiyet'in doğuşundan zamanımıza kadar geçen süre
içinde Kur'an ve Sünnet'e bağlı olan bütün âlimler, Hz. Muhammed'in gelişiyle nübüvvetin
sona erdiğine inanmanın İslâm akaidinin temel bir ilkesi olduğunu kabul etmişler
ve bunun zarûrât-ı diniye arasında yer aldığı hususunda görüş birliğine varmışlardır.
Buna göre peygamberliğin Hz. Muhammed ile birlikte sona erdiğine (hatm-i nübüvvet)
inanmamak veya bu konuda sürekli bir şüphe içinde bulunmak dinden çıkmayı gerektirir.
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber için kullanılan "hâtemü'n-nebiyyîn" terkibi,69
onun nebîlerin sonuncusu olduğunu açık bir şekilde belirtmektedir. Ayrıca Kur'an'da,
dinin tamamlandığı, insanlar için din olarak sadece İslâm'ın kabul edildiği,70 İslâm'dan
başka din arayanların ahirette hüsrana uğrayacağı ve isteklerinin asla dikkate alınmayacağı,71
Kur'an'ın tahrife uğramaktan korunacağı,72 Hz. Muhammed'in bütün âlemlere rahmet
olarak gönderildiği73 açıkça bildirilmiştir. Bu itibarla peygamberlik sürecinin
sona erdiğini, başka bir ifadeyle Hz. Muhammed'den sonra yeni bir peygamberin gelmeyeceğini
haber veren yegane ilahî kitap Kur'an-ı Kerim'dir. Diğer taraftan hadis kaynaklarında
yer alan çeşitli rivâyetlerde beyan edildiği üzere Hz. Peygamber nebîlerin sonuncusudur
ve risâlet kendisiyle sona ermiştir.74
ıv) Hz. Muhammed'in peygamberliğinin evrensel olduğunu gösteren diğer bir naklî
delil ise Ehl-i Kitab'ın Kur'an'a uymakla zorunlu olduklarını bildiren âyetlerdir.
Kur'an, bu durumu birçok vesile ile dile getirir ve onların ancak bu yolla kurtuluşa
erebileceklerini bildirir.
v) Hz. Muhammed'in vefatından günümüze kadar kayda değer hiçbir peygamberin zuhur
etmemesi onun son peygamber oluşunu ve aynı zamanda mesajının evrensel olduğunu
tasdik eden sosyolojik delilerden biridir. Zaman zaman peygamberlik iddiasında bulunanların
ortaya çıkması bu gerçeği değiştirmez. Zira gerek İslâm dünyasında gerekse gayri-müslimler
arasında peygamberlik iddia edenlerin hiçbiri iddialarını kanıtlayamamış ve ciddiye
alınmamıştır. Nitekim tarih boyunca bunlar sadece birer yalancı ve maceracı olarak
değerlendirilmiş ve sahte peygamber diye nitelendirilmiştir.75
vı) Hz. Peygamberin uygulamalarından çıkarılan deliller de bu hususu desteklemektedir.
Bunların en önemlisi Hz. Peygamber'in çevre bölgelerdeki yöneticilere, Bizans ve
İran devlet başkanlarına elçiler göndermesi, onları İslâm'a davet etmesidir.76 İddia
edildiği üzere İslâm sadece Araplara mahsus bir din olsaydı, Hz. Peygamber'in Bizans
ve İran krallarını dolayısıyla onların halklarını İslâm'a davet etmesine gerek kalmazdı.
Aslında Hz. Peygamber'in bu uygulaması İslâm'ın evrenselliğini göstermesi bakımından
tek başına yeterli olacak tarihi bir delildir. Diğer taraftan Hz. Peygamber, putperestlerle
olduğu gibi Yahudi ve Hıristiyanlara da tebliğde bulunmuş, onlarla mücadele etmiş
ve gerektiğinde savaşmıştır.77 Medine dönemi İslâm'ın evrenselliğini göstermesi
bakımından ayrı bir önemi haizdir. Nitekim bu dönemde müşrik Araplara, Ehl-i Kitaba
ve büyük devletlere karşı ortaya konulan siyaset, Hz. Peygamberin bütün insanlığa
gönderildiğinin en güçlü delillerinden birini teşkil etmektedir.
vıı) Yahudi, Hıristiyan ve Arap olmayan diğer kavimlerin, henüz Hz. Peygamber
hayatta iken İslâm'a girmeleri, onun peygamberliğinin cihanşümul oluşuna işarettir.
Mekke ve Medine dönemlerinde İslâm'a giren birçok Yahudi ve Hıristiyan'ın varlığını
bilmekteyiz.
Şüphesiz Hz. Muhammed'in peygamberliğinin evrensel oluşuna dair binlerce delil
ortaya konulabilir. Ancak mekanın darlığı sebebiyle bu kadarıyla yetiniyoruz. Son
söz olarak, İslam dünyasında zuhur eden İseviyye mezhebi, her ne kadar Yahudi mezhebi
ise de Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu kabul etmiş, ancak O'nun nübüvvetinin
Araplarla sınırlı kaldığını savunmuştur. Bu iddia, İslam alimlerinin nübüvvetin
evrenselliği konusuna ehemmiyet vermelerine sebebiyet vermiş ve sonuçta Hz. Muhammed'in
peygamberliğinin evrensel olduğunu izah etmek üzere pek çok eser kaleme almalarına
zemin hazırlamıştır. Böylece onlar, Hz Muhammed'in peygamberliğinin cihanşümul olduğunu
gösteren pek çok aklî, naklî, sosyolojik ve tarihî delil ortaya koymuşlardır.
Öz
Müslümanların geniş bir coğrafyaya hakim olmasından sonra bu coğrafyada yaşayan
Yahudiler arasında -İslam'ın tesiriyle- bir takım fikir ve düşünceler zuhur etmiştir.
Bu bağlamda İslam dünyasında ortaya çıkan ilk Yahudi fırkası Îseviyye mezhebidir.
Ebû Îsâ el-İsfahânî'nin önderlik ettiği bu mezhep hareketi ortaya koyduğu görüşleriyle
İslam alimlerinin dikkatini çekmiş ve buna cevap verme ihtiyacı hissetmişlerdir.
Aşağıda ilk olarak, "Hz. Muhammed'in risâletinin Araplara mahsus olduğu" şeklindeki
iddiayı ilk defa ileri süren Îseviyye Mezhebi kısaca tanıtılacak, dinî ve siyasî
görüşlerine değinilecektir. İkinci olarak Hz. Muhammed'in peygamberliğinin evrenselliği
konusundaki aklî, naklî ve tarihî delillere yer verilecektir.
Anahtar Kelimeler: Îseviyye, Peygamberlik, Evrensellik, Umûmilik, Husûsilik
Abstract
After the conquest of Muslims in a wide geography, some new thought and ideas
among the Jews in those areas – as a result of the impact of Islam- have been emerged.
In this respect, the earliest Jewish division in the Muslim world was the sect of
Isawiyya. The leader of this sectarian movement was Ebû Îsâ el-İsfahânî whose thought
has been taken into consideration by Muslim scholars who attempted to respond to
his thoughts. Below, I will introduce at the first step the Isawiyya Sect which
claimed for the first time that "the Prophecy of Hz. Muhammed had been specific
for Arabs" and mention its religious and political views. Then, the rational, narrative
and historical proofs of the universality of the prophecy will be discussed.
Key Words: Isawiyya, Prophecy, Universality, Generality, Specificity