AK Party and Conservative Democracy

Girdiği ilk seçimde (3 Kasım 2002) tek başına iktidar olan AK Parti'nin
kendine seçtiği siyasi kimlik "Muhafazakar Demokrasi"dir. Dışarıdan yapılan okumalar
ve yakıştırmalar ne olursa olsun, parti kurucuları ve sözcülerinin öne çıkardığı
kimlik ve üzerine vurgu yaptıkları tanımlama önemlidir. İlke olarak herkesi kendi
beyan ettiği tanımıyla ele almak gerektiğinden AK Parti'yi de kendi beyan ettiği
kimlik tanımlamasıyla ele alıp değerlendirmek gerekir.

"Muhafazakâr demokrasi" ne demek? "Merkez sağ" ve "merkez sol" ile daha uçlarda
yer alan partiler var. Belki hiç biri kimliklerini böylesine seçmemişlerdir. Sözgelimi
CHP kendini "sosyal demokrat" olarak tanımlar, gerçekte ise tek parti zihniyetinde
bir "nasyonal sosyalist parti" hüviyetindedir. Umdeleri arasında "demokrasi" yer
almayan ve "devlet kuruculuk"la diğer partilerden kendini ayıran bir parti nasıl
sosyal demokrat olabilir? AP ve devamı DYP, büyük sermaye ve toprak sahiplerinin
partisi olmakla beraber, daha çok tek parti yönetimine rücu edilmesinden korkan
dindar ve mazbut kesimlerin desteğini almıştır; bunlar da çoğunlukla orta sınıf,
esnaf, küçük işletme sahipleri ve yoksul kimselerden oluşur.

Paradoks açıkça gözleniyor: Sosyal demokrat CHP, imtiyazlı iktidar seçkinlerinin,
asker-sivil bürokrat ve aydınlanmacı sermayenin partisi olurken, Batılı literatüre
göre büyük sermaye ve toprak sahiplerinin siyasi kimliğini üzerinde taşıyan partiler
küçük işletme sahipleri, orta sınıf ve dindar yoksul kesimlerin desteğiyle sahnede
yer alıyorlar. Bu, Batılı siyaset yelpazesinin bizde maddi, toplumsal ve sınıfsal
bir karşılığa tekabül etmediğini göstermektedir. Diğer yandan dünya ölçeğinde yaşanmakta
olan değişim ile Türkiye'de siyasetin izlediği seyir, politik kavramlar ve atıfta
bulundukları kimlik tanımlamalarının bir tür içlerini boşaltmış bulunuyor.

Bu durumda ilk sormamız gereken sual şu: AK Parti, kendine uygun gördüğü kimliği
yerli yerine oturtabilecek ve ona uygun siyaset yapabilecek mi? Diğer irili ufaklı
partilerin bir tür kimlik belirsizliği içinde oluşlarının belli başlı iki sebebinden
söz edilebilir: İlki, bizim toplumumuzun tarihsel olarak sınıflı bir yapıya sahip
olmaması ve demokrasinin sınıflar arasında süren uzun bir kavga ve mücadeleler sonucunda
teşekkül etmemiş olması; diğeri açıkça ifade etmek gerekirse mevcut sağ ve sol partilerin
hiçbir zaman yeterli ve tatmin edici bir siyaset felsefesine ve siyaset teorisine
önem vermemiş olmalarıdır. Bu onları her zaman entelektüel ve dolayısıyla politik
bir yetersizlik haliyle karşı karşıya getirmiştir.

AK Parti, belirgin bir çaba göstererek kendini belli bir siyaset felsefesi ve
herkesçe anlaşılabilir teorik bir çerçeve içine oturtma iradesini ortaya koyuyor,
bunu özellikle yapıyor. Bunun, kurucu aktörlerin geçmişleriyle ilgili yaşadıkları
sorunlarla doğrudan bir ilgisi varsa da, yine de takdirle karşılamak lazım. İçinden
çıkıp geldiği Milli Görüş partilerinin (MNP, MSP, RP, FP) neredeyse tümünde hiçbir
zaman bu yönde bir irade beyanı ve gayret olmadı. Anılan Milli Görüş partilerinin
açık kimlik beyanları vardı, ancak bu referans aldıkları düşünce kaynaklarıyla irtibatının
ne olduğu, hangi teorik, tarihsel ve toplumsal zemine oturduğu yönünde herhangi
bir açıklık yoktu; bunun için güçlü entelektüel çabalar gerekirdi. Yüksek perdeden
seslendirdikleri iddialarına ve sahici toplumsal tabanlara dayanmış ve elverişli
konjonktürleri yakalamış olmalarına rağmen, Milli Görüş hareketinin önde gelenleri
hiçbir zaman Türkiye'nin entelektüel kaynaklarından yararlanmayı düşünmediler. Parti(ler)
hakkında olumlu çalışma yapan insanlara da ya kuşkuyla baktılar ve yeterince önemsemediler
ya da herhangi bir propagandist gibi parti içinde aktif görev almalarını talep ettiler.
Bu da çok sayıda entelektüel, yazar, ilim adamı ve araştırmacının gelişmeleri dışarıdan
bir izleyici gibi seyretmekle yetinmelerine sebep oldu.

3 Kasım 2002 seçimleriyle tek başına iktidar olan AK Parti hükümetinin en dikkate
değer icraatı, seçimlerden hemen sonra Aralık 2002'de Türkiye için çok önemli bir
zirve olan Kopenhag'ta gösterdiği yüksek performans oldu. Geleneksel Cumhuriyet
hükümetlerinin gelişmeleri geriden izleyen ağır tutumu göz önüne alındığında, hem
Abdullah Gül hem R. Tayyip Erdoğan hükümetinin Türkiye'nin adaylığı için bir tarih
almak üzere sarfettikleri çaba önemliydi. Herkesin zihnini meşgul eden soru şuydu:

"İslami köken"den veya "Milli Görüş geleneği"nden gelen R. Tayyip Erdoğan veya
AK Parti bu konuda "samimi" olacak mıydı? Soruyu soranların kafasında AK Parti'nin
yeni kimlik tanımlaması yapmış olmasına rağmen "takiyye" yaptığı fikri yatıyordu.
Eğer sahiden "takiyye" yapıyorsa ve geçmişte kendisine yanlış olarak isnat edildiği
üzere "demokrasiyi salt bir araç" görüyorsa, işi yokuşa sürecek, tam üyelik sürecini
oyalama taktikleriyle geçirecek ve böylelikle Türkiye bir kere daha AB yolundan
sarf-ı nazar edecekti. Esasında Türkiye bu tür oyalama taktiklerine çok alışıktı.
Geçmişte merkez sağ veya merkez sol partiler, hep AB üyeliğinden yana görünmüşler
ve fakat hiçbir zaman üyelik yolunda yapılması gereken şeyleri yapmamışlardı. Tabii
ki gelişmeler tam aksi yönde seyretti ve şaşırtıcı biçimde AK Parti hükümeti reform
üstüne reform kararı aldı. Belki güvenlik kaygıları, ABD'nin son tutumu ve bölgede
meydana gelen gelişmeler bu adımların atılmasında etkili olmuştur; ama öyle veya
böyle, bugüne kadar hiçbir hükümetin göstermediği performansı AK Parti hükümetinin
gösterdiğinde hiç kuşku yok.

Mevcut aktüel olayların etkileyici gücünü bir kenara bırakacak olursak, bunun
anlamı nedir? Kökeni göz önüne alındığında böyle bir ekip (AK Partililer) nasıl
oluyor da, son 150 yıllık tarihimizin en köklü, en kapsamlı reformlarını yapabiliyordu?

Aslında bu sorunun cevabını yine partinin yaptığı "yeni kimlik tanımlaması"nda
ve Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin mahiyetini temel bir değişikliğe uğratan
yeni konjonktürde arayabiliriz. Geçmişte Milli Görüş çizgisinde siyaset yapan partiler
açısından Avrupa blok halde bir bütündü ve bir "Hıristiyan Kulübü"nden ibaretti;
Türkiye bu bütünün bir parçası olamazdı, onun ebedi rakibi olabilirdi ancak. Dünyanın
1990'lardan sonra yaşadığı köklü değişmeler bu bakış açısını büyük ölçüde kuşkulu
hale getirdi.

Yeni bir perspektif olmadıkça yenidünyayı doğru okumak mümkün görünmüyor. Bu
bütün siyaset şekillerini yeniden okumayı gerektiren ilginç bir durumdur. Milliyetçilik,
sol, liberalizm, İslamcılık, Muhafazakârlık, demokrasi vb. kavramlar yeni baştan
ele alınıyor. Bu süreçte AK Parti'nin yaptığı şey, diğer siyasi hareketlerden önce
davranıp yeni bir kimlik tanımlaması yapması veya böyle bir şeyin farkına varmış
olmasıdır. Ne kadar doğru ve isabetli bir tanım yaptığı ayrı bir konu. Ama bugün
karşımıza "Muhafazakâr demokrasi" olarak çıkıyor.

Siyasetin ve siyasi partilerin sınıflara göre teşekkül etmediği Türkiye'de Batı
demokrasilerinde yelpazenin çeşitli yerlerinde yer alan partilerin siyasi kimlikleri,
genellikle maddi sosyal karşılığı olmayan soyut tanımlamalardan ibarettir. Stanly
Parry'nin açıkça vurguladığı üzere "liberalizm ve Muhafazakârlık, temelde Batı uygarlığının
"kendi içindeki krizin" ve bu krize verilen birbirinden radikal biçimde iki cevabın
ürünüdürler." Sınıf çatışmaları, Aydınlanma'nın aşırı rasyonalizmi, 19. yüzyıl modernizmi
ve pozitivizm açısından bakıldığında diğer siyaset biçimleri de aynı krizin ürünü
olarak görülebililer.

Bu çerçevede tartışmaya açık olmakla beraber "Muhafazakârlık" bunun tek istisnası
olabilir. Yalçın Akdoğan, "Muhafazakâr demokrat siyaset"in tanımını verirken bunu
ima eder: "Muhafazakârlık, Aydınlanma'nın kimi olumsuz sonuçlarına, dönemin siyasi
projelerine ve bu siyasi projeler doğrultusunda toplumun dönüştürülmesine ilişkin
öneri ve uygulamalara muhalif olarak ortaya çıkan, rasyonalist siyaseti sınırlamayı
ve toplumu bir tür devrimci dönüşüm projelerinden korumayı amaçlayan; yazar, düşünür
ve siyasetçilerin eleştirilerinin biçimlendirdiği bir siyasi felsefeyi, bir düşünce
geleneğini ve zaman içinde onlardan türetilen bir siyasi ideolojiyi ifade etmektedir."
(Yalçın Akdoğan, Muhafazakâr Demokrasi, AK Parti, Ankara-2003, s. 14-15.)

Akdoğan'ın verdiği bu tanımın yakın Türk siyasi tarihi açısından oturabileceği
bir yeri vardır. II. Mahmut'tan bu yana iktidar seçkinleri tarafından formüle edilen
Türk Modernleşme Projesi tam da bu tanımda sözü edilen temel iddialardan ibarettir.
Yani çevrenin veya toplumun görüş ve rızasına başvurmayı akıl etmemiş iktidar seçkinleri,
modernleşme projesini topluma empoze etmeye çalışırlarken, Aydınlanma'nın Fransız
versiyonunu esas almış, toplumu bir proje çerçevesinde yukarıdan aşağıya doğru ve
jakoben yöntemlerle değiştirmek istemiş, 18. yüzyıl rasyonalizmini ve 19. yüzyıl
pozitivizmini dogmalar bütünü olarak algılamışlardır. Bu açıdan "merkez sağ" ile
"merkez sol" partiler arasında konunun mahiyeti açısından fark yoktur. Her iki kanadın
partileri, siyaset yoluyla toplumu yukarıdan aşağıya doğru dönüştürmenin enstrümanları
olarak işgörmüşlerdir; bu açıdan merkez sağ ve merkez sol partilerin bütününde tabanın
arzu ve taleplerini merkeze taşıyacak kanallar tıkalıdır; dolayısıyla bu partilerde
"parti içi demokrasi" sadece bir retorikten ibarettir.

Burada altını çizmemiz gereken ilk husus, yeni bir iddia ile siyasi hayata atılmış
bulunan AK Parti'nin siyaset yaparken "toplumun merkezi" ile "verili siyasetin merkezi"ni
birbirine karıştırıp kendini "merkez sağ bir parti" olarak görmesi tehlikesidir.
Söz konusu tehlike dünyadaki diğer siyaset şekilleri için de altı çizilen bir husustur.
Nitekim Anthony Giddens, "muhafazaklığın sağcılıktan dikkatle ayrılması gerektiği"
konusuna işaret eder.

Bu çerçevede eğer AK Parti, toplumun ana gövdesi ve bu gövdenin sahip olduğu
genel değerlerin, politik ve ekonomik çıkarların savunuculuğu adına "merkez sağ"
bir siyasi kimliğe bürünecek olursa, şüphesiz akibeti diğerlerinden farksız olamaz.
Çünkü toplumun ana merkezi yani "toplumsal merkez" ile öteden beri anlaşılagelen
"siyasi merkez" arasında derin bir mahiyet farkı vardır. İster sağ ister sol partilerin
iktidarında olsun, siyasi merkez devletin müdahalesine açıktır. Devlet de sivil
ve askeri bürokrasi, ekonomik büyük güçler ile resmi toplumun yanında yer alan yabancılaşmış
aydınlardan ibaret iktidar seçkinlerince kontrol edilmektedir. Bu süreçte "demokrasi"
gerçekte siyasetin merkezini kontrol eden devletin halka, yani seçmene verdiği "tencereye
kapak koyması" işleminden ibaret olmaktadır.

"Muhafazakâr" konsept, 19. yüzyıldan bu yana toplumu kaale almayan, Fransız tipi
aydınlanmayı herkese dayatan, jakoben ve ben merkezli müdahalelere karşı, toplumun
kendisini öne çıkaran, kişilik sahibi sorumlu insanı özgür ve özerk bir özne olarak
siyasi alana sokan siyaset olur. "Demokrasi" onun meşru ve geçerli yöntemidir.

Hangi Muhafazakârlık?

İhmal edilmemesi gereken nokta şu ki, Batılı siyaset tecrübesi açısından "işlevsel"
olan şey bize uygulandığında aynı sonucu vermeyebilir. Batı siyaset tarihinde kazandıkları
tanımlardan ve bugün sahip oldukları siyaset şekillerinden ayrı olarak, yeni tanımlara
ihtiyaç hisseden çok sayıda kavram vardır. Biz bunları Batı'dan tercüme yoluyla
olduğu gibi alıyor, düşüncelerimizi ve eylemlerimizi bunlarla ifade ediyoruz. Bu
ne kadar sağlıklı bir tutumdur?

"Muhafazakârlık" kavramı da bunlardan biridir. Geldiği siyasi geçmiş, bugün temsil
ettiği görüş ve geleceğe ilişkin projeksiyonları açısından AK Parti'nin bu kavrama
sahip çıkması ve kendini "Muhafazakâr demokrat" bir kimlikle ifade etmeye çalışması
üzerinde durulması gereken bir husustur.

Prensip olarak herhangi bir kültürde ortaya çıkmış bulunan bir kavram, bir başka
kültüre transfer edilebilir; ama bu basit bir tercüme, iktibas veya bir uyarlama
olmaz. Almayı düşündüğümüz kavramlara yeni anlamlar kazandırma, başka bir ifadeyle
onlara semantik müdahalelerde bulunma gibi bir iddiamız ve kaygımız olmalı. Ancak
bu sayede hariçten aldığımız bir kavram bize ait olur. Aksi halde üzerimizde iğreti
bir nesne gibi durmaktan kurtulamaz. "Geçici bir ikame" olması kaydıyla muhafazakârlığın
şu şekilde tanımlanabileceğini düşünüyorum:

"Muhafazakârlık", tarihin imbiğinden geçmiş, zaman içinde test edilmiş ve geleneksel
formlar içinde geçmişten bize tevarüs edilmiş değerlerin korunması (muhafaza) şeklinde
anlaşıldığında, bundan çok sayıda siyasi, sosyal ve kültürel yapının içinde yer
aldığı değerler bütünü ve bu değerlerin sürekliliği anlaşılır. Bu tanımda anahtar
terim "muhafaza" değil, "sürekliliği sağlama"dır. Muhafaza yoluyla sürekliliği sağlanan
değerler, toplumun üzerinde bir tür mutabakata (konsensus) vardığı ortak iyi, ortak
doğru ve ortak yararlardır; bunlar doğrudan siyasi olmaktan çok siyaseti geriden
besleyen ve motive eden değerler bütünüdür.

"Süreklilik" somut koruma çabalarından çok, beşeri "hafıza" ile ilgilidir ki,
hafızası kuvvetli olmayan, geçmişiyle irtibatı zayıflamış veya kopmuş olanın muhafaza
edebileceği pek bir şeyi yoktur; böyle bir insanın hayatında bir süreklilikten de
söz edilemez. Yüz yıla yaklaşan zamanda ülke olarak halimiz budur. Hafızasız veya
Cemil Meriç'in deyimiyle "hafıza ameliyatı"na uğramış bir ülke durumundayız.

Muhafazakârı devrimciden ayıran şey, bu zihni tutuma sahip olan kişinin veya
topluluğun, değişimi bir realite, yaşayan bir gerçeklik olarak kabul etmesi, yerine
göre desteklemesi ve fakat her değişimin "mutlak iyi, mutlak doğru ve mutlak yararlı"
olabileceği yönündeki soyut "ilerleme inancı"nı reddetmesidir. Bu özelliğiyle Muhafazakâr,
önceden kestirilemez gelişmelere karşı hazırlıklıdır, ama bununla öne çıkan radikal
kopuşlara, jakoben tasarım ve muhayyel (kurgusal) projelere, test edilmemiş projelerin
totaliter ve otoriter siyasetlerce topluma empoze edilmesine karşı durur. Bu yönüyle
değişime eleştirel ve duruma göre muhalif bakar. Bunu "tutuculuk"tan ayrı ele almak
gerekir.

Tutucu, geçmişten devralınan değerleri, geleneksel formları, içerikleri aşınmış
biçimleri ve artık fonksiyonlarını kaybetmiş veya kaybetmeye yüz tutmuş yapıları
olduğu gibi ebedi doğrular, ebedi formlar olarak görür ve onları her nasıl iseler
öylece tutmak, üzerine kapanmak ister. Bu, bir tür "entegrizm"dir. Tutucu harici
dünya ile iletişim kurmayı, interaktif ilişki içine girmeyi reddeder; dış dünya
ve değişme korkusu dolayısıyla kendi üzerine kapanır; Hakikat'in değişen gerçekleriyle
ilişkisi bir ölçüde kesilir. Tutucu daima nevrotik bir ruh hali içinde yaşar. Bu
özelliğiyle tutucunun siyaseti ile jakoben ilerlemecinin siyaseti ters yönden büyük
benzerlikler gösterir.

Söz konusu çerçevede tanımlamaya çalıştığımız Muhafazakârlık tamamen değerlerle
ilgilidir. Kuşkusuz bu değerlerin önemli parçası siyasi, ekonomik ve politik yapı
ve kurumlara taalluk eder. Ancak söz konusu olan gündelik siyaset olunca, Muhafazakârlığın
statüko ile ilgisi öne çıkar. İşin içinde "statükoyu muhafaza etmek" de vardır.

Muhafazakârlığın herhangi bir tanımını yapmadan "Muhafazakâr konseptin, 19. yüzyıldan
bu yana toplumu kaale almayan, Fransız tipi aydınlanmayı herkese dayatan, jakoben
ve ben merkezli müdahalelere karşı, toplumun kendisini öne çıkaran, kişilik sahibi
sorumlu insanı özgür ve özerk bir özne olarak siyasi alana sokmak isteyen siyaset"
olabileceği varsayılıyorsa ve eğer AK Parti bu çerçevede bir "Muhafazakâr demokrasi"yi
savunmak üzere siyaset sahnesine çıkmışsa, bunun üzerinde durulmaya değer. Bu tür
Muhafazakârlığın, üzerinde siyaset yapılan topraklara ait değerler iddiasıyla bir
ilişkisinin olması lazım. Tayin edici değerlerden vazgeçilmişse, ne adına siyaset
yapılacak ve en önemlisi neyin muhafazası yapılacak?

Değerlerin önemli parçası siyasi, ekonomik ve politik yapı ve kurumların muhtevası
ve işleyiş tarzlarıyla ilgilidir. Bu çerçeveden bakarak AK Parti'nin geleneksel
Milli Görüş çizgisinden koparken kendine mal ettiği yeni siyaseti ve elbette yeni
bir siyasi kimlik olarak benimsediği "Muhafazakâr demokrasi" konusunu ele alabiliriz.
Muhfazakar demokrasi üç ayrı gerilim noktası arasında kendine ilerleyebileceği bir
mecra arayacaktır ki, bunlar da statükodan hoşnut olmayan ve elbette "değişim" isteyen
halk kitleleri ya da başka bir deyimle seçmen kitlesi; ikincisi statükonun kendisi
ki, bu merkezdeki çekirdek ve bu çekirdeği oluşturan unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sonuncusu da partinin kendisi.

Hatırlanacağı üzere AK Parti'yi tasarlayanlar ve kuranlar, üç temel parametreyi
"çatışma dışı" bırakacaklarını beyan etmişlerdi: Bunlar da merkezdeki çekirdeğin
denetlediği askeri ve sivil bürokrasi, büyük sermaye ve uluslar arası merkezi-büyük
güçler olarak belirlenmişti.

Pekiyi, bu gerilim bir çatışma olmadan aşılabilir mi? Bu son derece zor bir iddia
olur. Çünkü bu iddia eşyanın tabiatına aykırıdır. Teorik düzeyde "Muhafazakâr tanımı"nın
içerdiği iki anlam düzeyi (statükonun kendini koruma dürtüsü ve değerler arasındaki
farklılık) açısından da çatışma veya çekişme potansiyelinin varlığı kaçınılmaz görünüyor.

Yakın tarihte yaşanan siyaset pratiği bunun somut örneğidir. Mesela, AK Parti
tek başına iktidarda, ama hakkında kapatılma davası açılmış bulunulmaktadır.

Muhafazakârlığın Referansları

AK Parti'nin benimsemiş göründüğü "Muhafazakâr demokrasi"nin ne anlama geldiği
konusu henüz yeterince açıklığa kavuşmuş sayılmaz. Siyasi kimliğini ve iddiasını
belli bir teorik çerçeveye oturtmaya çalışması, büyük ölçüde "üst bir politik bilinç",
"üst bir politik dil" ve "üst bir politik vizyon/perspektif" oluşturma ihtiyacından
kaynaklanmaktadır. Bu, kuşkusuz doğru bir hareket noktasıdır.

Ama peki, AK Parti siyasete sahiden "sıfır nokta"da mı başlıyor? Kendisiyle arasını
özenle ayırmaya çalıştığı politik geçmişinin hiç mi bir anlamı yok? Bu aşırılaştırılmış
uzaklaşma (teberri) çabasını sürdürürken, kendisine seçtiği yeni kimliğin fikri
ve kurumsal referansları nelerdir ve bunlar çok mu sağlıklıdır? Asıl soru budur.

Kurucular tarafından aksi iddia edilse de, AK Parti'nin kurumsal referansı DP
olamaz. DP, CHP içinden çıkmıştı ve bir muvazaa hareketiydi. İkinci Dünya Savaşı'nın
bittiği yıllarda CHP iktidarda iken Türkiye'nin güvenliği sağlanamazdı; Türkiye
Stalin'in tehditlerini savamazdı. Türkiye'nin Batı İttifakı içinde yer alması gerekirdi.
Bu işlemde DP bir enstrüman olarak tasarlandı. CHP ile ayrışma, kendisi için tayin
edilen sınırları aşınca DP kanlı bir biçimde -ve elbette haksız olarak- sahneden
silindi. AP ve ANAP'ın AK Parti için referans olamayacağını ayrıca söylemeye gerek
yok; bugün bulundukları nokta onların siyasi misyonları hakkında yeterli bilgi veriyor.

Fikri olarak AK Parti eğer kendine yeni referanslar arıyorsa, bu hiçbir zaman
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Mümtaz Turhan, Peyami Safa vb. çizgideki zatların
fikriyatı da olamaz. Bu çizgiden milliyetçi, Muhafazakâr ve sağcı siyasetler çıkar
ancak. 3 Kasım'la verilen mesaj merkez sağın ve genel olarak sağın tasfiye edildiği
gerçeğidir. Yalçın Akdoğan, AK Parti için kaleme aldığı "Muhafazakâr Demokrasi"
adlı çalışmada, "Muhafazakârlığın sağ partiler üzerinden gelişimi"ni anlatırken
bu isimlere atıfta bulunmaktadır (s. 25.) Ancak bu isimlerin Akdoğan'ın ifadesiyle
"modernleşmeye açık, milli kültüre yabancı olmayan sentezci bir değişimi savunmaları
ve İslamcılık'tan dem vurmamaları" Türkiye'yi merkez alan, ancak seçmen tabanı çevre,
politik yönelimi AB ve vizyonu küreselleşme olan AK Parti ile aralarındaki mesafeye
işaret etmeye yetiyor.

Bir başka nokta AK Parti seçmeninin kendini siyasi olarak nasıl algıladığı konusudur.
GENAR'ın Temmuz-2003'te, İstanbul'da 2668 kişiyle görüşerek yaptığı kamuoyu araştırmasına
göre, AK Partili seçmenin yüzde 26,8'i kendini İslamcı; 14,6'sı Sağcı; 13,6'sı Demokrat;
9,9'su Muhafazakâr; 9,6'sı Muhafazakâr-demokrat; 6,1'i Milliyetçi; 3'ü Atatürkçü;
2,9'u Milliyetçi-Muhafazakâr olarak görüyor. 9,6'sı kimliğini henüz netleştirmiş
değil. Burada AK Partili seçmenin ancak yüzde 9,6'nın kendini "Muhafazakâr-demokrat"
olarak görmesi ile "İslamcı siyasi kimlik"in yüzde 26,8 ile ilk sıraya oturması
önemlidir. Görülüyor ki AK Parti "rüzgar" ile "fırtına" arasındadır. Onun kaderini
referansları ve icraatları tayin edecektir.

"İslamcılar"ın "İslam'dan Teberri" Etmeleri

"Berae"den "Teberri", kerih, çirkin görülen bir şeyden ayrılma (tefassi), uzaklaşma
(tebaud) demektir. Bir şeyden uzaklaşmak üzere özel bir gayret gösteriliyorsa, şimdi
çirkin ve zararlı görülen bu şeyle geçmişte arada bir ünsiyet olduğunu ima eder.
Fakat bu her zaman ve her durumda kendisinden teberri edilen şeyin sahiden çirkin
olduğu anlamına gelir mi?

Bazen farkında olsun olmasın, "güzel ve yararlı" bir şeyden de uzaklaşmaya kalkışmak
da mümkündür. Bu durumda kendisinden uzaklaşılan değil, uzaklaşan çirkin ve kötü
bir nitelik kazanmış olur. Hiç şüphesiz bu durum, teberri teriminin sözlükte ve
ıstılahta kullanıldığı anlam düzeyinden farklı, hatta aykırı bir anlamına işaret
eder.

İslam, Allah'a teslimiyet, esenlik, barış ve güvenliktir. Başka bir ifadeyle
masivadan Maksud'a, yani dünyanın kötülüklerinden, mihnet ve kışkırtıcı cazibesinden
Allah'a hicrettir. İslam'ın aslı iyilik, güzellik, doğruluk ve faydadır. Kim ondan
uzaklaşmaya kalkışıyorsa, gerekçesi her ne olursa olsun; iyilikten, güzellikten,
doğruluktan ve faydadan kaçıp kötülüğe, çirkinliğe, yanlışa ve zarara sığınıyor
demektir.

İmanı doğru din ile düzenlenmiş hiçbir Müslüman, İslam'ın temel hükümlerini göz
ardı ederek herhangi bir davranışta bulunamaz. İslam, bir Müslüman'ın varoluşunun
hakiki ve nihai anlamı, hayatının amacıdır. Bu durumda her meselede ve attığı her
adımda İslam, müntesipleri için referanstır. "Ben İslamiyet'e inanıyorum, ama şu
veya bu işlerimde İslamiyet'i referans almıyorum" diyen, hem dini hem ruhsal kişiliğini
ve hayatın kendisini parçalamış olur. Bu söylediklerine içten inanıyorsa dinle ilişkileri
kesilir; belki dünya hayatını abad eder, ama ebedi hayatında onu bekleyen akibet
hüsrandır. Allah hiç kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez. Bir Müslüman'ın "ben
bu şartlarda sadece bu kadarını yapabilirim" deme hakkı vardır; yapamadıklarını
yapmaması veya yapılmaması gereken şeyler şeklinde takdim edemez.

İslamiyet diğer dinlerden farklıdır. İslamiyet'in bir "iddia"sı, bu iddiayı ihtiva
eden bir "dava"sı ve bu iki hususa mebni bir "davet"i vardır. Her Müslüman bilfarz
ve bilmecburiye İslam'ın hükümlerine iman eder ve elbette hayatın bu hükümler istikametinde
kurulmasını arzu eder. İslam'ın hükümlerini tebliğ etmek ve tatbik alanları bulmaları
için çalışmak her Müslüman'ın asla ihmal edemeyeceği görevlerinin başında gelir.
Bu görev, kendine "İslamcı" desin demesin, Müslüman olan herkesin asli görevidir.
İslamcılık da bundan başka bir şey değildir. Yani İslam'ın asli, temel ve genel
değerlerine uygun bir dünyanın tasarlanması; bu yönde entelektüel, siyasal ve toplumsal
bir cehd ve gayret içinde olunması.

Tarihte İslam birçok kavmi vahşilikten çıkarıp medenileştirmiş, önderler kılmış,
izzet sahibi kılmıştır. Bu ülkede ve şimdi de İslam, sayısız kişiyi, çevreyi, kurumu
ve kuruluşu izzet sahibi kılmış ve kılmaya devam etmektedir. Ama yazık ki Müslümanlık
sanki "bir ara istasyon" olarak kullanılmakta, işi biten hemen araç (kimlik) değiştirdiğini
bar bar bağırmaya başlamaktadır. Belli bir statüye, mevkie, başarı ve servete kavuşanlar,
bırakın İslamcılığı, "Müslümanlık"tan bile fersah fersah kaçıyorlar. İslam'dan teberri
gayreti ve telaşı içinde olanlar, ya sahiden bir zamanlar "din istismarcılığı" yapmışlar
veya büyük bir cehalet içinde bulunuyorlar. İslam'ın bir süreliğine kullanımı siyasette
olduğu kadar ticarette, medyada ve çeşitli bürokratik, toplumsal statülerin elde
edilmesi işleminde de görülebilmektedir. Bir çok kişi, İslam'la başlamış, İslamcılık
yapmış, belli bir güce veya sınıra geldikten sonra İslamcılığı sırtında bir kambur
görerek ondan kurtulmaya çalışmıştır.

İslami kimlikle işe başlayıp arkasından bundan kaçınmanın sonuçlarından biri,
merkezin devamlı bir biçimde geleneksel güçlerin denetiminde kalmasını sağlamasıdır.
Bu açıdan 3 Kasım seçimlerinde merkez-kaç güçlerin AK Parti'ye verdiği destek merkeze
ulaşıldığı anlamına gelmiyor. Merkez henüz ne dolmuş ne doldurulmuş bulunuyor. AK
Parti merkezi doldurmak istiyor, merkezdeki çekirdek ise "boş yer yok" diyor. Geleneksel
siyasette merkezde merkez sağ veya merkez sol partiler yer alır. Partiler demokrasinin
şekil şartlarını yerine getirmeye yarayan enstrümanlardır. Gerçekte merkezi dolduran
bizzat sert çekirdektir. "Siyasetin ve toplumun merkezi" ile "bürokratik merkez"
aynı şey olmadığından rejim hiçbir zaman krizlerden kurtulamıyor.

Zaman zaman çevreden gelen homojen veya heterojen aktörler merkezi doldurmaya
çalışır. Halk desteği ne olursa olsun, bürokratik merkez kısa zamanda gardını alır,
yönetim ve hukuk sisteminin her yanına yerleştirdiği mekanizmalarını harekete geçirir.
Bu durumda çevrenin politik aktörleri, ya bürokratik merkezin öngörülerini kabullenirler
ya da RP örneğinde gözlendiği üzere gitmek zorunda kalırlar. Bu Türk siyasetinin
içinde cereyan ettiği bir kısır döngüdür. Şimdi benzer bir kısır döngü küresel bir
nitelik kazanmaktadır.

AK Parti bu kısır döngüyü aşma iddiasıyla ortaya çıktı. Kazandığı desteğin anlamı
budur. AK Parti hiçbir zaman "devrimci bir parti" profili çizmedi, ama lisan-ı haliyle
reformcu bir parti olacağını telkin etti. İslami kökenini -ki bu Türkiye'nin özel
şartlarında teşekkül etmiş bulunan Milli Görüş çerçevesinde bir "İslami"liktir-
açıkça reddetmekle beraber, toplumsal bakımdan son derece heterojen olan çevre bu
partinin İslam'ın dinamizminden beslenen muhalif ve bittabi reformcu ve elbette
hakikatte İslamcı bir hareket olduğunu düşündü; parti sözcülerinin seçim meydanlarında
ve medyada aksi yöndeki beyanlarını bile bu çerçevede tefsir etti.

Stratejik veya taktik düzeyde AK Parti'nin kökenine sahip çıkmamasını bir dereceye
kadar anlamak mümkün. Ama iktidar ile kendisi arasında bir tercihte bulunurken merkezin
ağır baskıları karşısında bir iç dönüşüme uğramasını ve bu yönde ciddi sayılabilecek
gelişmelerin ipucu vermesini anlayışla karşılamak mümkün değildir. Burada AK Parti'nin
ağır baskılarını hissettiği "merkez"in niteliğinde köklü bir değişim söz konusudur.

Bugün için "merkez" sadece iç bürokratik güç odakları, Türkiye'nin geleneksel
iktidar seçkinleri değildir; bütün dünyayı etkisi altına almaya aday "yeni bir merkez"
ortaya çıkmış bulunmaktadır. Ben buna "küresel merkez" denebileceğini düşünüyorum.
Söz konusu merkez şimdilik güç, servet ve diplomasi temerküzünün doruğunu teşkil
eden Amerika'dır. Bundan sonra dünyanın ana gövdesi durumunda olan ezici çoğunluk
çevre, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 20'si de merkez durumundadır.

Dikkatten kaçmaması gereken nokta şu ki, nasıl iç siyasette çevrenin talepleriyle
iktidara gelen partiler iç merkezle ittifak kurdukları andan itibaren sonlarının
başlangıcını hazırlamışlarsa, bunun gibi küresel merkezle benzer uzlaşma ve ittifaklar
kurarak ayakta durmaya çalışan partiler de aynı şekilde sonlarının başlangıcını
hazırlarlar. AK Parti, son derece anlaşılabilir sebeplerle "küresel merkez"le ittifaklar
kurmak suretiyle "iç merkez"e karşı kontra tedbirler alacağını ve böylece uzun süre
iktidarda kalacağını düşünüyorsa, kesin olarak yanılıyordur. Çünkü bugün bir ulus
devlet içindeki temel çelişkiler ortadan kalkmış değil, küresel ölçekler kazanmış
bulunmaktadır sadece.

Amerika ve Batı bugüne kadar bölgede hiçbir çevre aktörle iş yapmadı, ilk defa
çevrenin talepleri doğrultusunda iç merkezi dönüştürme iddiasıyla ortaya çıkmış
bulunan AK Partiye hayırhah bakıyor. Bu ilk tecrübedir ve bundan nasıl bir sonuç
çıkacağını zaman içinde görme fırsatını bulacağız. Acaba AK Parti, temsil iddiasında
bulunduğu güçlerin taleplerini mi yansıtacak yoksa küresel merkezin öngörüleri doğrultusunda
güçleri manipüle mi edecek? Parti önde gelen şahsiyetlerin beyanları ve yeni atamalarla
el attığı kurumlardaki değişiklikler hangi yönde bir değişimin öngörüldüğü konusunda
bir fikir vermektedir:

"Muhafazakâr demokrasi" kimliğiyle iktidara gelen AK Parti ile birlikte Diyanet
İşleri Başkanlığı da belli bir konsept değişikliğine gitti. Diyanet İşleri Başkanlığı'na
yeni atanan Ali Bardakoğlu, düzenlediği ilk "basını bilgilendirme toplantısı"nda
"Modern Müslüman tipini yaratmalıyız" düşüncesinde olduklarını söyledi (17 Ekim
2003). Bu, "Muhafazakârlık" ile "modernlik" arasındaki ilişkinin bir kere daha gündeme
getirilmesini sağlaması bakımından önemlidir.

Bardakoğlu son derece problemli bir alanda rahat konuşmuş. Herkesin kolayca kullandığı
ve harcı alem gibi görünen modernlik, modernite, modernizm ve modernleşme gibi konular
uzun yıllardan beri sosyal bilimciler arasında ve entelektüel çevrelerde yaygın
araştırma ve tartışma konusudur. Özellikle modernliğin din ile olan ilişkileri söz
konusu olduğunda mesele daha da karmaşık hal almaktadır. Peter Berger gibi büyük
sosyologlar, böylesine temel bir konuda kökten görüş değiştirmek zorunda kalmışlardır.

Türk modernleşmesi ve bunun İslam'la ilişkileri ise henüz yeterince ele alınmış
değildir. Oysa modernliğin İslam'la ilişkileri doğru bir kavramsal çerçeveye oturtulmadıkça
ve dini hayatını önemseyen bireyler ile kültürü din ile iç içe olan toplum tarafından
kabul görmedikçe hem meşruiyet sağlanamaz, hem merkezdeki çekirdeğin sebep olduğu
gerilim ve krizler sona ermez. Diyanet gibi bir kurumun bu tartışmada alacağı tutum
bir açıdan önemlidir; çünkü bu Diyanet'in meşruiyet çerçevesini de tayin etmeye
yarayan bir husustur.

Ben Türk modernleşme projesinin başarısızlığa yol açan üç ana sabitesini sayarken,
bunlardan birini söz konusu projenin "devletin bir tercihi" olarak formüle edilip
topluma merkezden veya yukarıdan empoze edilmesini göstermiştim. Diğer iki sabitesi
"Batılılaşma" olarak tanımlanması ve "din-dışı bir forma sıkıştırılması"dır. (Daha
geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, Din ve Modernizm, 3. Bsm, İstanbul, 2006.) Bardakoğlu,
verdiği demeçte kullandığı ifadelerle bir devlet kurumunun başı olarak bizi şaşırtmıyor.
Şöyle diyor: "Modern Müslüman tipini yaratmalıyız. Dinde coğrafyadan, kültürden
gelen kirleri temizlemeli, dini hafifletmeliyiz." Bu cümledeki üç hüküm de son derece
problemli, Türk modernleşme projesinin temel varsayımlarının bir tekrarından ibaret.

Sorumuz şu: "Modern Müslüman tipi"ni kim yaratacak? Bir kurum olarak Diyanet
mi, bir bütün olarak devlet mi, geniş katılımlı bir müzakere ve sağlanacak mutabakattan
sonra toplum mu, yoksa Müslüman insanın kendisi mi? Türk modernleşmesi bir misyon
olarak bunu devlete veriyor.

Bu sorunun cevabı ikinci hükümde verilmiştir. O da, "dinde coğrafyadan ve kültürden
gelen kirler"in temizlenmesi. Bu otoriter modernleşme kuramının bilinen sabitesidir
ve 20. yüzyıl boyunca devlet hep bu coğrafyada yaşayan ve kendine özgü bir kültür
geliştiren toplumu "kirlerden temizleme" politikalarına tabi tutmuştur ki, bu tastamam
modernizasyondur. Aynı gün Bardakoğlu'nun kullandığı "kara çarşaf" tanımlaması bu
arındırma politikalarına maruz kalan kültürel unsurlardan birine işaret ediyordu.
(Milliyet, 18 Ekim 2003)

Dinin örtünme emrini çarşafla yerine getirmek dini bir emir değilse de, kişinin
kendi tercihi, estetik beğenisidir. Kişisel tercih demokratik kültürün temel kabulleri
arasında yer alır. "Cinsel tercihler"in (mesela homoseksüellik, lezbiyenlik vs.)
demokratik kabul edildiği bir ülkede farklı giyim tarzlarının bu derece ağır ifadelerle
aşağılanması düşündürücüdür. Çarşafı beğenmeyebilirsiniz, ama bu, size "kara çarşaf"
diyerek çarşaf giyen insanlara hakaret etme hakkını vermez. Sayın Bardakoğlu bütün
Türkiye'nin Diyanet İşleri Başkanı'dır, şöyle deseydi daha doğru (ve şık) olurdu:
"Örtünmek dinin gereğidir, ama çarşaf giymek dinin amir hükmü değildir." Giyime,
kılık kıyafete ve dolayısıyla salt forma indirgenmiş Türk modernleşmesinin ne kadar
problemli olduğunu bundan da anlamak mümkün.

Bardakoğlu, bir yandan "din ile devlet işleri eskisi gibi birbirine karışmasın"
diyor, diğer yandan "dini hizmetlerin cemaatlere bırakılamayacağı"nı savunuyor.
Yani devlet kendisinin başında bulunduğu kurum (DİB) aracılığıyla dini kontrol altına
almaya devam etsin demenin başka şeklidir bu. Bunun da devletin dini toplumsal ve
kamusal boyutlarından arındırmak suretiyle, onu özel hayata indirgemek, böylelikle
marjinalleştirmek ve izafileştirmek anlamına geldiğini biliyoruz. Problem de burada
ortaya çıkıyor. Çünkü "Modern Müslüman tipi"nin ortaya çıkmasına engel olan en önemli
faktör budur.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu'nun dile getirdiği bir konu da "İslamcı
yazarlar"a ilişkin görüşleridir. Şöyle diyor başkan: "İslamcı yazarların din kurgulamasını
doğru bulmuyorum. Din algılamalarınızı anlatabilirsiniz ama reel Müslümanlığı tarihe
bakarak anlatmak zorundasınız." Belli ki Bardakoğlu, bir şeyin altını çizmektedir:
İslamcı yazarlar dini kurguluyorlar.

Sözlüklerde "algı"nın karşılığı "idrak ve anlayış"tır. Kurgu ise şöyle tarif
edilir: "Kuruntu, vehim, şüphe; fiil haline geçmeyen sadece tasavvurda kalan şey."
Bu görüşleri beyan eden Bardakoğlu'nun resmi konumu bu konuda bizi ciddi düşünmeye
davet eder. Bardakoğlu, Türkiye Cumhuriyeti'nin Diyanet İşleri Başkanı'dır. "Kara
çarşaf" diyerek nasıl bir kısım yurttaşları, çarşaf giymeleri dolayısıyla sanki
"dine rağmen" bir davranışta bulunmakla suçluyorsa ve -niyeti bu olmasa da- onlara
uygulanan baskıyı bir tür meşrulaştırmaya sebep oluyorsa, bu vurguyla da "İslamcı
yazarların dini kurgulamaları"ndan bahsederek bir düşünceyi ve çevreyi adeta mahkum
etmekte, hatta sanki "işaret" etmektedir. Başkan'a göre İslamcılar, "din anlayışları"nı
ifade etmiyorlar, "kuruntu ve vehim içinde gerçek hayatta karşılığı olmayan tasavvurlarda
bulunuyorlar, kuruntu içinde bulunuyorlar." Sanki İslamcılar dini istismar ve suiistimal
ediyorlar.

Bunun sahiden öyle olup olmadığına bakmamız lazım. İslamcıların gösterdiği performansın
burada bir dökümünü veya övgüsünü yapacak değilim. Ama en azından Batı'da bazı gözlemciler,
son asır İslamcıların gösterdiği yüksek performansın son bin yıllık İslam tarihindeki
performanstan daha önemli ve fonksiyonel olduğunu söylemektedirler.

Konuya dönersek, epistemolojik açıdan son derece yanlış ve aynı zamanda tehlikeli
bir yaklaşımla karşı karşıya bulunuyoruz. Çünkü İslam dini genel çerçevesinde belli
bir "asl ve usul"e göre hareket eden herkesin dini anlama, anlatma, içtihatta bulunma
ve yorumlama hakkı vardır. Bu hak bilgi performansı dışında hiçbir ruhani otoriteye
veya resmi bir makama tanınmamıştır. İslam'da doğruyu yanlıştan ayıran, din adına
konuşan, Tanrı adına hüküm veren bir papalık kurumu yoktur. Bir Diyanet İşleri Başkanı,
eğer geniş bir çevreyi -üstelik 150 yıllık geçmişi ve zengin birikimi olan bir akımı-
ortaya koyduğu düşünceleriyle ve bir bütün olarak yargılıyorsa, bu, -Bardakoğlu'nun
niyeti öyle olmasa da- işgal ettiği makam dolayısıyla "din adına konuşma" hakkını
kendinde buluyor demektir. En azından toplumda bu yönde bir kanaatin teşekkülüne
sebebiyet verebilir. Bu ne kadar "kurgu" yapıyor olursa olsun, İslamcıların yaptıklarından
çok daha tehlikeli ve İslam'ın temel bilgi, içtihat ve hüküm çıkarma yöntemleriyle
ilgili temel varsayımlarına aykırıdır. Hiç kimse makamı dolayısıyla otorite değildir;
herkes sadece kendi şahsi görüşünü dile getirebilir. Kendi görüşünü demokratik müzakereye
sunar, kabul görürse taraftar bulur ve bu görüşler demokratik taleplere dönüşür.
Siyaset ve hukuk bu demokratik talepleri kaale almak durumundadır. Biz de Bardakoğlu'nu
kendi adına konuşmuş sayıyoruz.

İkinci husus, kavramsal modeller zaten birer kurgudur. Poperyen açıdan bir model
açıklayıcı olduğu sürece iş ve işlev görür. Kavramsal modellerden beklenen dünyayı,
olayları açıklaması ve tutarlı bir bütün içinde anlamlandırmasıdır. İslam düşünce
tarihinde olduğu gibi bugünkü modern bilimsel faaliyetler ve felsefeler de ancak
modeller çerçevesinde gelişmektedirler.

İslam tarihinin bütününde ortaya çıkan itikadi ve fıkhi mezhepler, fırkalar,
düşünce ve felsefe akımları kendilerine özgü kavramsal modeller geliştirmiş, dinin
kendilerince o günkü şartlarda ihtiyaçlarına ve sorularına cevap veren bir yönünü
öne çıkarmış ve böylece düşünce tarihine zenginlik katmışlardır. Meşşailerin varlık
görüşü ile Kelamcıların, Sufilerin varlık anlayışı ile Mutezile'nin anlayışı son
tahlilde "açıklayıcı kavramsal model" anlamında birer "kurgu"ya dayanmaktadır. Filozofların
ay-üstü (mükemmel) ve ay altı (fesat) alem tasavvurları birer zihni kurgudur. Kelamcılar,
insan fiillerini farklı yorumladıkları, bir takım olayları özel tercihlerle bir
araya getirdikleri için birbirlerinden farklı düşünmüş, farklı ekollerde toplanmışlardır.

Bu farklılık olmasaydı, merkezin (siyasi iktidar) tayin ettiği resmi bir makam
tarafından her şey belirlenir ve böylelikle tek tip din yorumu ve üniform bir toplum
teşekkül ettirilirdi. Bunlar, düşünen insanların vehim ve kuruntu içinde yüzdükleri
anlamına gelmiyor. Hep dinen kendisine meşruiyet tedarik etmek istemiş Türk modernleşmesinin
bu türden sivil farklılıklara tahammülü olmadığını deneysel olarak biliyoruz.

Buradan şu sonuca varıyoruz: Türkiye'nin toplumsal yapısı "Muhafazakâr" değil,
ahlaki açıdan "mazbut"tur. "Mazbut olan"ın "Muhafazakâr" görülmesi kavram kargaşasından,
tanımlarda esas alınan sınırların iyi tayin edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Mazbut
hayat yaşayan bir insanın illa Muhafazakâr olma mecburiyeti yoktur. Mazbutluğun
ahlaki değerler, geleneksel hayatın sürdürülmesi arzusu ve aile bağlılığıyla yakın
ilgisi var. Ahlak, geleneksel hayat ve aile bağları çerçevesinde mazbut olan bir
kişi, siyasette Muhafazakâr olmayabilir. Başka bir ifadeyle "mazbut siyaset" dürüstlüğü
öne çıkaran ahlaki davranış olarak görülebilir ancak.

Göç sonucunda oluşmakta olan toplum Muhafazakâr olmaktan çok, gerçekte reformcudur,
çünkü gelir bölüşümü, statülerin kazanılması, eğitim, sağlık vb. alanların paylaşımında
ve dağıtımında merkezdeki çekirdeğe karşı haksızlığa uğradığını, eşit rekabet şartlarına
sahip olmadığını düşünen büyük toplumsal kesimler, köklü reformların yapılmasını
talep ediyorlar. Siyaseti anlamlı kılan bu temel sorunlardır. O halde Muhafazakâr
siyasal kimlik, daha çok statükonun korunmasında ısrarcı partilere, mesela en çok
CHP'ye yaraşır. Çevre adına siyaset yapma iddiasıyla sahneye çıkan bir parti, yerine
göre sosyal, yerine göre liberal politikalar izlemek durumunda kalabilir ve esasında
zengin bir siyasi tarihi ve tecrübesi olan Müslüman toplumlarda bunları birer dünya
görüşü veya emredici felsefeler olmaktan çıkarmak mümkün olduğunda birer teknik
ve yöntem olarak düşünmek ve yerine göre kullanmak mümkün. Başka bir ifadeyle "sosyal
demokrasi" veya "liberalizm" sınıflı Batı toplumlarında birer felsefe olabilir,
ama bizde ekonomik kararların alınmasında duruma göre başvurulan birer teknik olarak
düşünülebilir. "Duruma göre"den kastettiğim aynı partinin aynı icraat döneminde
bazen "sosyal demokrat" -hatta aciliyet kesbeden faktörler söz konusuyla "sosyalist",
bazen "liberal" olması mümkün, hatta kaçınılmazdır. Mesela, yoksul kesimlerin durumlarının
iyileştirilmesi amacıyla sosyal politikalar izlemek durumunda olan bir iktidar,
küçük ve orta ölçekli işletmelerin gelişmesi, orta sınıfların adil bir çerçevede
gelişmesi için liberal politikalar izleyebilir, izlemelidir.

Geriye "kültürel Muhafazakârlık"tan ne anlaşılması gerektiği konusu kalıyor.
"Siyasi anlamı" "kültürel yanı"na baskın olan Muhafazakârlık, Hıristiyan dini değerleriyle
aynı düzenekte yer alabilir, fakat adil paylaşımı, zayıfların korunmasını ve tüketimde
ahlaki limitleri temel alan İslamiyet ile Muhafazakârlık ters anlam boyutlarına
sahiptirler. Bu durumda Muhafazakâr bir partinin, köklü bir İslami referansı yoksa
-ki olamayacağı anlaşılıyor- ve çevrenin reform taleplerine rağmen merkez sağın
siyasetlerine göndermelerde bulunan söylemler benimseniyorsa, kısaca eninde sonunda
seçmen kitlesini alıp merkezin sağındaki kontrol mekanizmalarının denetimine teslim
edecekse -ki kaçınılmaz olarak böyle olur-, burada itikadi ve fıkhi (ameli) boyutu
olmayan bir dindarlığa vurgu yapılıyor demektir. Toplumun Muhafazakârlaştırılması,
dinin marjinalize edilmesi, özel alana sıkıştırılması ve izafileştirilmesi düşüncesinin
siyasi söylemi olarak karşımıza çıkar. Diyanet'te öngörülen değişim projeleri bu
açıdan izlenmeye değerdir.

Küresel kapitalizmin bu tür dindarlığa karşı değil, hatta çok ihtiyacı olduğunu
söylemek mümkün. Küreselleşme, sınır tanımaz seyyaliyetinin din(ler) ve elbette
İslam dini tarafından engellenmesini istemiyor. 1789 Fransız Devrimi, müteal/aşkın
ve ahlaki kriterlerin siyaset üzerindeki denetleyici rolünü ortadan kaldırdı; bugün
küreselleşme de dini herhangi bir kriterin sorgusuyla karşılaşmaya tahammül etmiyor.
İslam dünyasında, doğrudan geleneksel politik statükoyu takviye etmekle yükümlü
hale gelmiş bulunan merkez sağ ve merkez sol partiler dışında, hem köklü değişimi
savunan hem de bu değişimin demokratik yöntemlerle olmasını isteyen kitlelerin siyasi
ideolojisi İslam(cılık) olarak şekilleniyor. Muhafazakâr bir ikame aracı olarak
siyasetteki yerini almaya çalışıyor, ama temel sorunlar çözülemediği için bu da
ancak bir süreliğine iş görecektir.

Öz

Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidar olan AK Parti'nin kendine seçtiği
siyasi kimlik "Muhafazakâr Demokrasi"dir. Dışarıdan yapılan okumalar ve yakıştırmalar
ne olursa olsun, parti kurucuları ve sözcülerinin öne çıkardığı kimlik ve üzerine
vurgu yaptıkları tanımlama önemlidir.

"Muhafazakâr demokrasi" ne demek? AK Parti, kendine uygun gördüğü bu kimliği
yerli yerine oturtabilecek ve ona uygun siyaset yapabilecek mi? Bu makale bu soruya
cevap ararken "Muhafazakâr demokrasi" ve "Muhafazakârlık" kavramlarını irdelemekte
ve bu kavramların modernizm, İslamcılık, dindarlık vb. kavramlarla ilişkisine dikkat
çekmektedir.

Anahtar Kelimeler: Muhafazakârlık, Muhafazakâr demokrasi, AK Parti, modernizm,
İslamcılık, Müslümanlık, küresel merkez, iç merkez, statüko

Abstract

AK Party became majority party after the elections on November 2002 and defined
its political identity as "Conservative Democracy". The identity stressed by the
founders of the party and defıned by them is important whatever the commentaries
and critics from the people outside will be.

What does "conservative democracy" mean? Is the AK Party enough capable of making
politics in harmony with this political identity? This article seeks for answer
to this question while analyzing the concepts of "conservative democracy" and "conservatism".
It also draws our attention the connection of these concepts to the concepts as
modernism, Islamism, religiosity etc.

Key Words: Conservatism, conservative democracy, AK Party, modernism, Islamism,
Islam, global center, inner center, status quo