The Love and Clemency Heroes of the First World War

Osmanlı toplumunun yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığı felaketler
aileleri derinden sarsmıştı. Önce Balkan Savaşları’yla kırılan Müslüman-Türk
nüfusu kısa bir süre sonra daha büyük bir felaketle karşı karşıya kaldı. Büyük
çoğunluğu köylerde yaşayan ve ziraatla meşgul olan genç ve orta yaşlı erkekler
annelerinden, karıları ve çocuklarından ayrılarak cepheye koştu. Bu barışsever
insanlar, kısa bir süre içinde muharip olarak şartlara uyum sağlamayı başardı.
Ancak, savaşı onlar istememişti. Meydana gelen olayları, Osmanlı toplumu
kucağında bulmuştu ve değer verilen ne varsa tehlike altında idi. Savaşmaya,
karşı koymaya, vatan ve geleceklerini korumaya mecburdular.

Erkekler düşmanla boğuşurken, ülkenin en büyük yükü kadınların
üzerinde kalmıştı. Türk kadını artık başında örtüsü, sırtında çocuğu ile
haysiyetini koruyacak; ekip biçecek, ocağını tüttürecek ve gelecek nesilleri
yetiştirecekti. Bunun için ise mangal gibi yürek lazımdı. Yakın zamanlara kadar
bütün Anadolu köyleri, yaylaları ve mezralarında görüp-geçirmiş böyle pîrifâni
kadınlar hayatını sürdürmekte idi. Onlara hürmet ve hizmet etmek, gönüllerini
hoş tutmak sonradan gelen nesillerin birinci derecede göreviydi. Onları memnun
etmek, dualarını almak her evladın eşsiz mutluluk kaynağı idi. Faziletin,
sadakatin, fedakârlığın, sevgi ve şefkatin yüksek derecede tecelli ettiği bu
kadınlara "tam bir Osmanlı kadını" sıfatı verilmesinin arkasında muhtemelen
"Harb-i Umumi"den (I. Dünya Savaşı) kalan bir hakikat bulunmaktadır. Bu konu çok
gerilere de götürülebilir, ancak yakın tarihimizde cereyan eden olaylar, adeta
Türk kadınını sevgi, şefkat ve sadakat kahramanı durumuna getirmiştir. Türk
erkeklerinin birçoğu savaşlarda canlarını feda ederken, Türk kadını hayatını
feda etmekte idi. İşin en zor kısmının da burası olduğunda şüphe yoktur.

Savaş sürecinde dış dünya ile ülkenin münasebetinin kesildiği
bir zamanda, "bu memleketi doyuran ellerin en çoğu" köyde yaşayan kadınlardı. En
sıkıntılı zamanlarda harmanını toplayan, hayvanlarını besleyen, böylece hem
kendi, hem de askerin erzakını temin eden Anadolu kadınlarından başka,
İstanbullu hanımların savaşta gösterdiği himmet, düşmanlarla çarpışan
erkeklerine büyük bir destek sağlamıştır. Yani Türk kadını adeta erkekleri gibi
seferberlik halinde savaşın getirdiği sorunlarla boğuşmuştur. Şehirlerde yaşayan
kadınların teşkilatlanma bilincinin henüz filizlendiği bir zamanda, olaylar
karşısında süratle uyum sağlamayı ve örgütlenmeyi başarmışlardır.1

Meşrutiyet döneminde kurulan kadın derneklerinin muhtaçlara
yardımları

Meşrutiyet döneminde kadın cemiyetleri kurulmuş, ancak adetleri
sınırlı kalmıştır. Ekim 1915 tarihi itibarıyla İstanbul’da yedi Türk kadın
cemiyeti bulunduğundan bahsedilmektedir.2 Şefika Kurnaz, II.
Meşrutiyet Döneminde Türk Kadını adlı araştırmasında ülke içinde kurulan kadın
derneklerini (cemiyetleri) şu ana başlıklar altında incelemektedir.

1-Devlet ve Orduyu Desteklemek Amacıyla Kurulan Dernekler (9
dernek).

2-Hayır ve Yardım Dernekleri (10 dernek).

3-Ekonomik Amaçlı Dernekler (4 dernek).

4-Eğitim, Kültür, Sanat ve Feminist Amaçlı Dernekler (12
dernek).

Yoksullara yardım amacıyla kurulan derneklerin (Hayır ve Yardım
Dernekleri) isimleri şunlardır:

*Cemiyet-i Hayriye-i Nisvaniye

*Esirgeme Derneği

*Osmanlı Kadınları Şefkat Cemiyet-i Hayriyesi

*Osmanlı ve Türk Hanımları Esirgeme Derneği

*Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti

*Şehit Ailelerine Yardım Birliği

*Bîkes Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti

*Suriye Nisvanı Umûr-ı Hayriye Müessesesi

*Topkapı Fukaraperver Cemiyet-i Hayriyesi3

İstanbul’da kurulan Türk kadın cemiyetlerinin en eskisi
Meşrutiyet’in ilanını müteakip olarak kurulan Teali-i Nisvân Cemiyeti’dir. Bu
cemiyet öncelikle eğitim ve kültür faaliyetleriyle ilgilenmekte idi. Bununla
beraber savaş zamanında yardım faaliyetleri de söz konusu olmakta idi. Ramazan
bayramı yaklaştığında "cemiyetin şefkatli azaları" şehitlerin yetim kalan
çocuklarını "sevindirmeyi" düşünmüşlerdir. Bayramda 350 çocuğu giydirmek,
eğlendirmek için gerekli parayı "müsamere ve konserler" tertip ederek, ayrıca
ianeler toplayarak temin etmişlerdir..4

Hilal-i Ahmer Kadınlar Şubesi’nin birkaç yüzü geçmeyen
üyelerinin "Darüssınaa"sında üç ay zarfında askerler için 135.000 kat çamaşır
hazırlanmıştır. Ayrıca seferberliğin başlarında Müdafaa-i Milliye Cemiyeti için
60.000 avcı yeleği kısa zamanda dikilmiştir. Çanakkale muharebelerinde düşman
kuvvetlerinin gazlar yayan gülleler attığını duyan Hilal-i Ahmer’e (Kızılay)
mensup kadınlar bu duruma üzülmüşler, asker kardeş ve evlatları için vahim olan
bu gayr-ı insani hareketi telafi etmek için çareler aramışlar ve araştırma
yapmışlardır. Nihayet bu sorunu giderici bir çare keşfetmişler ve Avrupa’da
bunun için kullanılan ağızlıklardan imal etmeye karar vermişlerdir. Masraflarını
da kendileri karşılayarak 40.000 adet ağızlık imal etmişler, deniz ve kara
askerlerine yollamışlardır. Muharrir Lebib Selim, bahsi geçen faaliyetle ilgili
bilgi almak üzere kurumu ziyarete gittiğinde büyük masaların çevresinde 20–30
kadar hanımın sessiz sedasız, ciddiyetle ve süratle çalıştıklarını görmüş,
hayran kalmıştır. Esasında, Darüssınaa Balkan savaşları esnasında birtakım
ihtiyaçlardan doğmuş ve kadınlar tarafından tesis edilmişti. Bu sayede birçok
savaş mağduru kız istihdam edilmiş ve meslek öğrenerek hayatını düzene
koymuştur.5

Muhtaç Asker Ailelerine Muavenet Cemiyeti, aile reislerini
kaybeden ve yardıma muhtaç hale gelen birçok asker ailesine sıcak yemek vermek
amacıyla faaliyetlerine başlamıştır. Ancak, fiziki şartların uygun olmaması
sebebiyle fasulye, pirinç, yağ ve sair yiyecek yardımı dağıtılmıştır. Polis ve
Emniyet-i Umumiye müdürlerinin hanımları başkanlığı altında faaliyetlerini
sürdüren bu cemiyet, İstanbul’da 18.000 aileye yardım yaparak ihtiyaçlarını
gidermiştir. Ayrıca, sağlık alanında da ihtiyaç sahiplerine yardım yapılmış,
ilaç ve sağlık giderleri temin edilmiştir. Topladıkları ianeyi bilfiil ihtiyaç
sahiplerinin evlerine giderek takdim etmişlerdir.6

İstihlak-i Milli Kadınlar Cemiyeti, seferberliğin ilanından
itibaren bütün çalışmalarını vatanın müdafaasında görev yapanlara hasretmiştir.
İstanbul’da muhtelif semtlerde dikiş, nakış ve el işleriyle ilgili faaliyetler
yürütülmüş, askerler için 1500 çift çorapla 1450 avcı yeleği Müdafaa-i Milliye
Cemiyeti’ne teslim edilmiştir. Muhtaç ve fakir ailelerin ev kiralarına yardımda
bulunulmuştur.7

Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’ne yardım eden diğer bir cemiyet ise
Türk Kadınları Biçki Yurdu Cemiyeti’dir. İstanbul’da daha ziyade ecnebilerin ve
gayrimüslimlerin elinde bulunan terzilik mesleğinin Türk kadınları arasında da
yaygınlık kazanmasını amaçlayan Behire Hakkı Hanım’ın öncülüğünde Biçki Yurdu
kurulmuştur. Buraya alınacak öğrenciler özellikle fakir kesimden olmasına dikkat
edilmiştir. Bu teşebbüsle bahsi geçen kesimlerin fakirlikten kurtarılması, yani
kendi alın teriyle hayatlarını kazanması amaçlanmıştır. İki sene süren
faaliyetleri sonucunda 150 kişinin yetişmesi temin edilmiştir. Soğuk havalarda
askerlerin giymesi için 55.155 adet pamuklu mintan hazırlayan bu talebelerin,
mesleklerinde ne derece maharet kazandıkları anlaşılmaktadır. Bu hizmetlerinden
etkilenen Müdafaa-i Milliye Cemiyeti mensupları, kurstaki öğrenci, öğretmen ve
yöneticiler için 4500 kuruş harcanarak madalyalar hazırlamıştır. Ancak, harcanan
meblağdan haberi olan hanımlar kendi aralarında topladıkları aynı miktarda
parayı cemiyete yardım olarak vermişlerdir.

Bu cemiyete mensup olan hanımların şefkat ve zarafetlerine bir
başka örnek ise, Çanakkale muharebelerinde yaralanıp İstanbul’a tedavi için
gelen askerleri hastahanelerde ziyaret edip, daha önceden iane toplayarak-
aldıkları şeker, çikolata, sigara ve sair hediyeleri kendilerine takdim
etmeleridir. Bunun yanında, yaralıları rahat ettirmek gayesiyle gerekli eşyalar
temin edilmiştir. Ayrıca bazı sosyal faaliyetler düzenleyerek buradan
kazandıkları paraları ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak üzere Müdafaa-i Milliye
Cemiyeti’ne vermişlerdir.8

İstanbullu kadınların hastahane hizmetleri

Çanakkale muharebelerinde İstanbul’a gelen yaralıların artması
sebebiyle tedavi ve bakım yönünden büyük bir sorun yaşanacağı anlaşılmıştı.
Bunun üzerine İstihlak-ı Milli Kadınlar Cemiyeti azası hanımlar bir toplantı
tertip etmişler ve 100 yataklı bir hastahane açmaya karar vermişlerdir. Divan
Yolu’nda kurdukları hastahane (İstihlak-ı Milli Kadınlar Cemiyeti Hastahanesi)
için gerekli araç ve eşyalar cemiyet tarafından temin edilmiştir. Cemiyet Reisi
Melek Hanım’ın da gayretleriyle yatak sayısı 160’a çıkarılmıştır. Kadınların
idare ettiği bu hastahane temizliği ve hastaların bakımındaki titizliğiyle
dikkat çekmiştir. Hastahanenin kurulması esnasındaki harcamaların yanında,
ayrıca cari harcamalar da cemiyet tarafından çeşitli faaliyetler ve yardımlarla
karşılanmış, kurum savaş döneminde büyük fedakârlıklarla ayakta tutulmaya
çalışılmıştır. Burada görev yapan hastabakıcılar ise cemiyete üye olan
hanımlardan oluşmuş ve herhangi bir ücret almadan değişmeli olarak gönüllü
çalışılmıştır.

Anadolu köylerinden kopup gelen ve harbe iştirak eden köylü
çocukları, bu şehirli, müşfik ve nazik hanımların gönüllü olarak hizmet verdiği
bir ortamda yaraları tedavi olurken büyük bir hürmet ve şefkat halesi meydana
gelmekte, acıları hafiflemekte idi.9 Diğer taraftan, İstihlak-i Milli
Kadınlar Cemiyeti Hastahanesi’nde çalıştırılan kadın hademelerin hemen hepsi,
fakir olan gazilerin hanımlarından meydana gelmekte idi. Bunlara verilen ücret
ise -o dönemde kadınların ücreti düşük olmasına rağmen- erkeklere verilen
ücretle eşit seviyede idi.10

Yaralı askerlere karşı İstanbullu kadınların gösterdiği şefkat
ve fedakârlığın benzerini saraylı kadınlar da göstermekte, moral desteğinde
bulunmakta idiler.

3 Haziran 1915 tarihli Türk Yurdu mecmuasında çıkan bir haberde
şu hususlara yer verilmektedir: Kadınefendi’nin (Sultan Reşad’ın eşi) Haydarpaşa
Hastahanesi’nde yaralı Türk askerlerini ziyaret ederek "onlara en ince ana
hisleriyle dolu, en tatlı bir Türk kadını diliyle hitaplarda" bulunmuştur;

"Nasılsınız gazi evlatlarım, kardeşlerim! Arzunuz nedir? Biz hep
size kul kurbanız. Yaralarınızı sarmayı bilsem, bilen hemşirelerim gibi
başucunuzda pervane olurum. Sizler bize pek kıymetlisiniz, yavrularım,
kıymetinizi düşmana da anlattınız. Allah sizden razı olsun! İnşallah yakında
yine aşkınızın, imanınızın yüceliklerini düşmana gösterirsiniz."

Kadınefendi’nin bu ifadeleri koğuşta bulunan subay ve askerlerin
gözlerini yaşarttı. Kolu sargılı bir asker yatağından doğrularak Kadınefendi’ye
şunları söyledi: "Kadınefendi Hazretleri! Bak ben nişanlı bir tane kardeşimin,
şehit Hasan’ımın cesedi üzerinden atlayarak düşmana karşı koşarken bir acı bile
duymadım, ağlamamıştım. İşte bu sözleriniz, bakınız gözlerimden yaş akıttı.
Bizden emin olunuz. Geçen harpte nâhak yere bize sürülen lekeyi işte bu akan
kanlarımızla silmeye çalışıyoruz. Millet duygusu önünde, hak yolunda canımız
kurban olsun, biz buna ahd eyledik."11

Hemşirelik Hizmetleri ve Örnek bir Hemşire: Safiye Hüseyin
(Elbi)

Türkiye’de hemşireliğin bir meslek olarak ortaya çıkışı,
Trablusgarp ve Balkan savaşlarına rastlar. Aslında hemen her ev kadını kendi
çapında hastabakıcılık yapmayı öğrenerek yetişmesine rağmen, Osmanlı toplumunda
bunun meslek olarak ortaya çıkmasının geç bir tarihte olmasını "geleneklerin
kadınların çalışmasına engel olduğu" gibi bir gerekçeye bağlanması pek doğru
gelmiyor. Zira kadınlar köylerde ve kasabalarda işlerinin güçlerinin başında yer
almışlardır. Osmanlı toplumu kendi şartları içinde veya zamanın getirdiği
şartlara göre bir iş bölümünü gerçekleştirmiştir. Ancak iktisadi, siyasi, askeri
ve sosyal yönüyle toplum daha karmaşık bir hale geldiği, sosyal olayların hızlı
bir şekilde aileleri etkilediği ve savaşların erkek nüfusunu olumsuz bir yönde
etkilediği bir dönemde zaruri olarak kadınların da en yetenekli oldukları bir
mesleğe intisap etmesi tabii idi. Nitekim sanayi toplumunun getirdiği şartları
yaşayan Batı toplumlarında bu tarz hizmetler daha eskilere dayanmakta idi.

Kızılhaç’ın Washington’da gerçekleştirdiği bir kongreye katılan
Dr. Besim Ömer Paşa ve Dr. Nihat Reşad, hemşireliğin çeşitli kolları da bulunan
bir meslek olduğunu yakından gözlemlemişlerdir. Yurda döndükten sonra, Besim
Ömer Paşa Hilal-i Ahmer Cemiyeti mensuplarıyla görüşerek hemşirelik mesleğine
olan ihtiyaç konusunda onları ikna etmiştir. Cemiyet, bu ihtiyacı gidermek için
ilk defa İstanbul’da Kadırga semtinde bulunan bir hastahanede masraflarını
karşılayarak altı aylık bir gönüllü hastabakıcı kursu düzenlemiştir. (Prof. Dr.)
Besim Ömer Paşa’nın şahsi gayretlerinin büyük etkisi olduğu bu faaliyetler
İstanbul’un kültürlü çevrelerinde ilgi görmüş ve "Balkan Savaşı ile birlikte
Türk kadını hastahanelerde çalışmaya başlamıştır."12 1913–1914
yıllarında Darülfünun’un (üniversite) bünyesinde tertiplenen kurslara çok sayıda
hemşire adayı katılmıştır. Kursları bitiren Kerime Salahor, Safiye Hüseyin Elbi
ve Münire İsmail; büyük fedakârlıklar göstererek savaş sürecinde gönüllü
hastabakıcılık yapmışlardır.13 Kısaca, Osmanlı kadınının gelişen
şartlara ayak uydurarak hizmet üretmesi ve sosyal hayatta kendini göstermesi
zaruretlerden doğmuştu. Hastabakıcılığın da bir meslek olarak ortaya çıkması
İmparatorluğun en zorlu yıllarına rastlamaktadır. Doktor Yakob, Osmanlı
kadınının hastabakıcılık hizmetlerini şu şekilde okuyucularına anlatmaktadır:

"Kadırga Hastabakıcı Mektebi’nin küşadı ve geçen sene birçok
müessesat-ı sıhhiye tarafından Payitaht hanımlarına verilen tedrisatı müteakip
Türk kadınını mükemmel bir hasta bakıcısı evsafını haiz bulunduğu ve alelhusus
gayet şefkatkâr olduğu tezahür etmiştir. Ne derece hulus ve fedakârlıkla hareket
ettiğine kanaat hâsıl eylemek için Türk kadınını bir defa mecruhun başı ucunda
görmek kâfidir. Maderane ihtimamları ve muhabbet-i vataniye hisleri telkin etmek
suretiyle mecruhların acı ağrılarını tahfif ve teskin uğrunda bütün hissiyat-ı
muhabbetkarenesini, bütün ruhunu bezl ediyor. Yumuşak ve tatlı sesiyle pek ağır
yaralanmış zavallı askerlerin kuvve-i maneviyesini yükseltiyor ve ağrılarına
tahammül kuvveti veriyor. En vahim surette mecruh olanlar bile kendilerine bakan
hanımların mesut telkinatı neticesinde âlî bir tevekkül ile bizim ameliyat-ı
cerrahiyemize teslim-i nefs ediyorlar. (…) Beride bir hastabakıcı hanım,
muharebede ağır yaralanmış zavallı bir askerin yanına oturmuş, kemal-i nezaketle
ona yemek verdiğini, cengâver ecdadımızın hayat-ı kahramananelerine dair yavaş
yavaş hikâyeler anlattığını görürsünüz. Biraz ötede diğer bir hanım başka
mecruhun tuvaletini yapmakla meşguldür. Ellerini yıkıyor, tırnaklarını kesiyor,
hatta vatan uğrunda istihkar-ı hayat eden sevgili asker kardeşinin ayaklarını
yıkamaktan da çekinmiyor. (…)"14

Hastabakıcılıkta daha ziyade bilgili olan ve tecrübe kazanan
hanımlar doktorların ameliyatlarına yardımcı olmakta, hastayı en güzel bir
şekilde hazırlamaktadırlar. Dr. Yakob’un ifadelerinde bu güzel bir şekilde
tasvir edilmektedir: "Nazik ve mahir elleri pansuman ameliyatının mütenevvi
inceliklerini büyük bir ustalıkla icrada ciddi mümarese kesbetmiştir (maharet
kazanmıştır). Onlar olmasa idi, bizim nezaret ve idaremize tevdi edilmiş 350’den
fazla mecruhun her günkü tedavisine bakılmasına hakkıyla muvaffak olabileceğimiz
şüpheli idi."15

Burada bir parantez açacak olursak; bu meçhul şefkat
kahramanlarının yaptığı hizmetler doğrusu özel bir araştırmayla ortaya
çıkarılması gerekir. Maalesef araştırmacı ve tarihçilerin yakın tarihle ilgili
daha düne kadar ilgilendiği konuların belli bir alanla sınırlı olduğu görülür.
Sürekli belli akımları ve şahısları meşrulaştırma gayesi güdülmüş, olayların ve
tarihi şahsiyetlerin bu akım ve şahsiyetlerle olan yakınlıkları konu edilmiştir.
Olayların doğal akışı, toplumun yaşadığı zorluklar, kazanılan ve kaybedilenlerin
sosyal derinliği pek nazarı itibara alınmamıştır. Bunun tarihçiliğimizin düzeyi
ile de ilgili olduğunu belirtmemiz lazım. En zorlu dönemlerde hayatını ortaya
koyan birçok yetişmiş insanın unutulması veya unutturulması milli/toplumsal
hafızanın zayıflaması anlamına gelir ki, bu durum gelecek nesillerin başka
ulusların örnek veya sıradan şahsiyetlerine özenmesine sebebiyet verir. Hâlbuki
hemen her beldede, kasaba ve köylerde kadın-erkek büyük kahramanlar bulunduğu,
ancak kalem erbabı, sinema ve dizi yönetmenlerinin özentili hali nedeniyle
bunlar yeterince konu edilmediği bilinmektedir.16

Asıl konumuza gelecek olursak, Harb-i Umumi’nin zor şartlarında
birçok kadın fedakârca hastabakıcılık hizmetinde bulunmuştur. Bunlardan örnek
bir şahsiyet durumuna gelen Safiye Hüseyin (Elbi)’yi anmak gerekir.

İlk kadın hastabakıcılarımızdan olan Safiye Hüseyin,
üniversitede verilen hemşirelik kurslarına katılarak bu mesleğe adım atar. O
sıralarda Balkan Savaşları cereyan etmekte, Türk birlikleri aldıkları ağır
mağlubiyetlerle büyük kayıplar vermekte, aynı şekilde yaralıların sayısı da
artmakta idi. Kursları bitiren hemşireler hastanelerde, bu yaralıların bakımında
istihdam edilmekte idi. Safiye Hüseyin de arkadaşları gibi mesleğinde sadakatle
hizmet vermekte ve çeşitli hastanelerde görev yapmakta idi.

O bununla da yetinmeyerek, bilgisi, kültürü ve becerisini
artırmaya gayret gösterir, İngilizce ve Almanca öğrenir. Çanakkale
muharebelerinde yaralıların cephe gerisi veya civar hastahanelerde bakımı
yetersiz kalınca vapurlarla İstanbul’a yaralı sevkiyatı başlar. Ancak Marmara’ya
giren düşman donanmasına ait denizaltılar durumu tehlikeye sokar. Yaralıların
tedavisi için Harbiye Nezareti, Reşitpaşa Vapuru’nu hastahaneye dönüştürür ve
Gelibolu yarımadasına gönderir. Bu yolculuğa ve hizmete Safiye Hüseyin gönüllü
olarak katılır.17 Yaralılar Gelibolu’dan vapura bindirilerek
İstanbul’a doğru harekete geçildiği bir zamanda İngiliz keşif uçakları
tarafından taciz edilir ve savaş gemilerine işaret fişekleriyle geminin yerini
bildirirler. Geminin bulunduğu alan bombalansa da isabet almadan İstanbul’a
varırlar. Bu heyecanlı ve tehlikeli saatleri askerlerle beraber Safiye Hüseyin
de yaşar… O, bu vapurda gördüğü hizmetlerden başka Maydos ve Anafartalar’daki
ordu karargâhlarında muharip askerlerin yakınında da görev yapmıştır. Böylece,
"Vatanını savunan nice Türk yiğitleri gibi, Türk kadınlarını da temsilen Safiye
Hüseyin Çanakkale’de üstüne düşen görevi eksiksiz bir şekilde, fedakârca yerine
getirmiştir."18

Safiye Hüseyin, görev yaptığı süre içinde yüzlerce insanın
tedavi ve bakımında hizmet vermiştir. Bir mülakatında, birçok gencin son
nefeslerine tanıklık ettiğini belirtir ve askerlerin dünyaya veda zamanıyla
ilgili ilginç bir tespitte de bulunur: "Herkes son anlarında hep anne diye
sayıkladı. İster İngiliz, ister Fransız, isterse Alman ve Türk olsun hepsi anne
diyerek can verdiler." Yaralı olarak getirilen Bekir (Çavuş) adında bir askerin
ayağı kesilmek zorunda kalınır. Ve müdahale bitince yatağına yatırılır. Bir gün
Alman hemşirelerden biri, Safiye Hüseyin’in yanına gelerek telaşla, "Hani
ayağını kestiğimiz ağır yaralı yok mu?" der. Safiye Hüseyin, "Bekir Çavuş mu?"
diye sorar. Alman hemşire müspet cevap verince muhatabı ne olduğunu sorar. O;
"Tek bacağı ile ayağa kalktı. Odanın içinde dolaşmak istiyor." Safiye Hüseyin
Hanım hikâyenin devamını şu şekilde anlatmaktadır:

“Hemen koştum. Bekir Çavuş yaralarından kanlar aka aka ayağa
kalkmıştı. Yanına koştum. Bileğinden tuttum. Müthiş bir ateşi vardı: ‘Aman Bekir
Çavuş!’ Dedim. ‘Ne yapıyorsun? Bu hal ile ayağa kalkılır mı?’ Bekir Çavuş ise
kendini kaybetmiş bir halde idi: ‘Elbette! Dedi. Ne diyorsun? Emir geldi, emri
yerine getirmek lâzım. Tabii kalkacağım…’ Ve sabaha karşı Bekir Çavuş
kollarımızın arasında dünyaya gözlerini büsbütün kapadı. Bu adamcağız son
dakikasına kadar kumandanın emrini kendine verilen vatan vazifesini yapmaktan
başka bir şey düşünmüyordu. Son dakikasında bile ne annesini ne de sevdiğini
düşünüyordu. Kansız bembeyaz dudaklarından çıkan son cümle: ‘Emri yapamadım…’
oldu. Fakat ben ona kani idim ki: Bekir Çavuş vazifesini en güzel şekilde yapmış
idi"19

Sonuç olarak, Safiye Hüseyin ve benzeri şahsiyetlere bazı
duyarlı yazarlar tarafından son zamanlarda dikkat çekilmektedir. Bu toplumun
hafızasının tazelenmesi açısından sevindirici bir gelişmedir.20 Zira
toplumsal tarihin birçok yönüyle kaleme alındığı süreç içinde meydana gelecek
olan birikimlerin başka alanlara yansıyacağı, sinema ve televizyon yapımcıları
da buna ilgi duyacağı açıktır. Malzeme noktasında herhangi bir sıkıntı
yaşanmadan birçok çalışma yapılabilir, yeter ki ilgi duyulsun, vakit ve
kaynakların bir nebze de olsa bu alana kaydırılması mümkün olsun.

Öz

Osmanlı toplumunun yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığı felaketler
aileleri derinden sarsmıştı. Önce Balkan Savaşları’yla kırılan Müslüman-Türk
nüfusu kısa bir süre sonra daha büyük bir felaketle karşı karşıya kaldı. Savaş
sürecinde dış dünya ile ülkenin münasebetinin kesildiği bir zamanda, "bu
memleketi doyuran ellerin en çoğu" köyde yaşayan kadınlardı. Bu çalışmada
Osmanlı’nın savaşlarla sarsıldığı yıllarda Osmanlı kadınlarının bir sevgi ve
şefkat kahramanı olarak ortaya çıkışları ve yaptıkları fedakarlıklar ele
alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Harb-i Umumi, sevgi, şefkat, Osmanlı
kadınları, kadın dernekleri.

Abstract

The Ottoman society survived many catastrophes during the first
quarter of the century which appalled families harshly. The Muslim-Turkish
population faced a bigger disaster after the disaster of Balkan Wars in which
many of them were died. While the communication with the outside world was
broken totally during the First World War, the rural women mostly fed on the
whole country. This study calls our attention both into the emergence of Ottoman
women as heroes of love and clemency during the traumatic war years and into
their altruisms during this period.

Keywords: World war, love, clemency, Ottoman women, Women
associations

Dipnotlar:

1. Lebib Selim, "Türk Kadınlığının Harb-i Umûmîdeki
Faaliyetleri", Türk Yurdu, c. IV (7-8-9, yıl: 5, sayı: 94, 8 Teşrinievvel 1331),
Ankara: Tutibay Yayınları, 1999, s. 250.

2. Lebib Selim, s. 250.

3. Şefika Kurnaz, Meşrutiyet Döneminde Türk Kadını,
İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1996, s. 7.

4. Lebib Selim, s. 250-251.

5. Lebib Selim, c. IV (7–8–9, yıl: 5, sayı: 95, 22
Teşrinievvel 1331), s. 259.

6. Lebib Selim, s. 259.

7. Lebib Selim, s. 260.

8. Lebib Selim, c. IV (7–8–9, yıl: 5, sayı: 96, 5
Teşrinisani 1331), s. 270.

9. Lebib Selim, s. 269.

10. Lebib Selim, s. 270.

11. "Kadınefendi Hazretlerinin Asker Evlâtlarına Muhabbet ve
Şefkati", Türk Yurdu, c. IV (7-8-9, yıl: 5, sayı: 84, 21 Mayıs 1331), Ankara:
Tutibay Yayınları, 1999, s. 146.

12. Dr. Serdar Günaydın, "Çağdaş Tıbbın Yükselen
Standartları Perspektifinde Hemşirelik Mesleği", 19 Mayıs 2003, Pazartesi,
www.hurriyet.com.tr; Doktor Yakob, "Türk Kadınlarının Hastabakıcılığı", Türk
Yurdu, c. IV (7–8–9, yıl: 5, sayı: 88, 16 Temmuz 1331), Ankara: Tutibay
Yayınları, 1999, s. 185.

13. Dr. Serdar Günaydın,
www.hurriyet.com.tr

14. Doktor Yakob, s. 185–186.

15. Doktor Yakob, s. 186.

16. Beni yaralayan bir olayı bu vesile ile hatırladım. Bir
dizi filimin (Çocuklar Duymasın) gündemde olduğu yakın bir zamanda, bir siyasi
partinin İstanbul şubesi "yılın annesi ödülünü" bahsi geçen dizinin başrolde
oynayan kadın oyuncusuna vermişti. Ancak, "örnek anne" bekârdı. Sadece dizide
çalışan bir "modern anne"yi oynuyordu ve fedakârlık, şefkat ve sevgi gibi
duygular da sıradan ve yapay görünüyordu. Neticede, Batı özentisi, gösteriş
merakının matah bir şey gibi işlendiği bir dizinin oyuncusu idi. "Akşam
saatlerinde" ekrana gelen diziye "halkın" gösterdiği ilgiden böyle bir ödülün
ortaya çıkarılması bazı kesimler açısından neyin önemli olduğunu göstermiştir.
Hâlbuki herhangi bir köy, bir mahalle veya İstanbul’un kenar bir semtinden kura
ile bir anne seçilse idi yılın annesi ödülüne daha layık olacağı şüphesizdi.

17. "Çanakkale’deki İlk Hemşiremiz: Safiye Hüseyin (Elbi)",
www.sanatalemi.net

18. "Safiye Hüseyin (Elbi)",
www.sanatalemi.net

19. "Safiye Hüseyin (Elbi)",
www.sanatalemi.net

20. Mehmet Nuri Yardım, "Safiye Hüseyin Elbi ismini
yaşatmak", www.haberas.com