İslam’da cihad, dinin otaya koyduğ hususları yerine
getirip, insanın hayatı boyunca bunu yaşaması, yani "Allah’ın emirlerine
uygun bir şekilde yaşama çabasıdır."

Cihad, İslamla beraber oluşan bir kavram. Müslümanın doğru olanı
yapıp yanlıştan kaçınması anlamına geleceği gibi tarihî seyir içinde yüklendiği
anlam ise iyinin kötüye karşı mücadelesi veya Müslüman bir devletin gayrı
müslimlerle yaptığı -haklısavaş olarak bilinir…

Türkler İslamiyetten önce bozkır kültürünü yaşamış bir
millettir. Bu yüzden yerleşik hayattaki sosyal arızalardan uzak durumda idiler.
Yani bir dini anlayışı benimseyip ona samimiyetle bağlanabilecek istidadı
taşıyorlardı. Bu yazımızda, Türklerde fütuhat fikrinin ortaya çıkışı, aynı
zamanda İslamın cihad anlayışıyla birleşmesi, Selçuklu ve Osmanlılardaki
tezahürlerine temas etmeyi düşündük. ı Böylece Türk (Selçuklu-Osmanlı) fetih
siyasetiyle diğer miletlerin savaş ve emperyalist siyasetlerini anlayabilmemiz
mümkün olur, kanaatindeyim.

İslam’da cihad, dinin ortaya koyduğu hususları yerine getirip,
insanın hayatı boyunca bunu yaşaması, yani Allah’ın emirlerine uygun bir şekilde
yaşama çabasıdır. Esasında, hadisler, cihadın mahiyetini ortaya koymaktadır.
Aynı zamanda Müslümanın hayat felsefesini de bu hadislerde bulmamız mümkündür.

"Mücahid nefsiyle cihad edendir."

"Müşriklere karşı mallarınız nefisleriniz ve dillerinizle cihad
edin."

"Kim onlarla eliyle cihad ederse o mü’mindir, kim onlarla
diliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mü’mindir."

Bu hadislerden anlaşıldığına göre insan, Allah’ın peygamber
vasıtasıyla tebliğ ettiği dinin, ferdî hayatından, toplumsal hayatın bütün
safhalarına kadar yaşaması ve Müslümanlara yönelik bütün tehlikelere karşı
tavrını ortaya koyması gerekiyor.

Hz. Peygamber bu hususta ince ve esaslı ölçüler vaz’etmiştir:
Müşriklerle ve vatan düşmanlarıyla savaşın küçük cihad olduğu; asıl büyük
cihadın nefisle mücadele olduğu islamî anlayışta vurgulanmıştır. Böylece "büyük
cihad"ın sürekliliği halinde "küçük cihad"ın anlam kazanacağı anlaşılıyor. Aksi
halde savaş ve fetihler, kuru cihangirlik veya kin, intikam ve kibirin bir
tezahürü olur ki, cihad meşruiyetini yitirir. Ayrıca, Müslümanların savaşa
girmesi gayr-ı Müslümlerin inançlarından dolayı meşru sayılmaz maksat onların
müslümanlarla barış içinde yaşamalarını sağlamaktır." Düşmanlıklarından
vazgeçseler savaş meşruiyetini yitireceğinden savaşı sürdürmek anlamsız olur.
Mağlup olan gayr-ı müslimler zımmî olarak kabul edilip, can, mal ve namus
güvenliği İslam devletinin emniyeti altındadır.

İslâm devletlerinin diğer ülkelerle yaptıkları savaşların birçok
sebepleri vardır: Siyasi ve ekonomik sebeplerin yanında İslâmın mesajını diğer
geniş insan yığınlarına iletme kaygısı da sözkonusuydu. Diğer toplulukların
gayr-ı müslim olan askeri organizasyonlarını tesirsiz duruma getirdikten sonra o
ülkede yaşayan halklara tebliğ imkanının doğmasını sağlamak gayretini de
görmemiz mümkündür. "Nitekim İslamda meşru kabul edilen savaş için cihad
kelimesi kullanıldığı gibi bu hareketleri istila ve sömürü savaşlarından ayırmak
için de özellikle fetih (açmak) tabiri kullanılmıştır."

20. yy. iman yönünden büyük bir zaaf içindedir. Materyalist
anlayışın tesiriyle insanların ve toplumların bunalımları, 18. yy.’ın ikinci
yarısından itibaren artarak devam etmiştir. Batı dünyasında buna karşı getirilen
çözümler, yeni çözümsüzlükleri de beraberinde getirmiştir. Bunun yanında İslam
dünyasının kültürel ve ekonomik yönden geri kalmışlığı cihadın evvela nefislerde
olmasını zorunlu kılmakta ve "ihya-yı dinle" İslam milletlerini ayağa
kaldırmanın zarureti ortaya çıkmaktadır. Bu 20. yy. Müslümanının en önemli
meselesidir. İman zaafının olduğu bir yerde siyasi ve askeri tedbirlerin,
futuhatın hiçbir önemi olmaz. "Büyük Cihad"ın olduğu bir yerde "küçük cihad" bir
netice olarak ortaya çıkacaktır.

Türk milletinin millî seciyesinin teşekkülü uzun bir süreç
neticesinde oluştu. Bunun meydana gelmesinde, coğrafî bölge, iktisadî
faaliyetler ve diğer insan unsurlarının da tesiri olmuştur. Ancak, Bozkır hayatı
yaşıyan toplulukların karakteristik vasıfları birbirine benzerlik arz eder. Türk
milleti uzun bir müddet bu hayatı yaşamak durumunda olduğu için, kültürel ve
medeniyet anlayışında bunu takip etmek mümkündür. Bu yapılarıdır ki İslamiyeti
rahatlıkla özümseyebilmişlerdir. (İbn Haldun’a göre yeni bir anlayışı özümsemede
göçebeler şehirlilerden daha saf ve şanslıdır.)

Bozkırda yaşayan insan topluluklarının hayatı oranın tabiat ve
ekonomik şartlarından zorluklardan etkilenir. Hayvan besiciliğine dayalı
ekonomik yapıları onlardaki dayanışma ve idarecilik anlayışlarında önemli bir
ilk adımdır. Kalabalık sürülerini idare etmek için yeterli otlak ve su bulmak
zorundadır, bozkır insanı. Ancak, kendi durumundaki diğer topluluklarla anlaşmak
durumundadır da. Zira aralarında çıkacak sorunlar her zaman çatışmaya ve
gruplaşmaya dönüşebilir. Bunun için aralarından seçecekleri nüfuzlu kişinin
hakemliğine itimat etmeye kendilerini mecbur hissederler.

Böylece şartların zorlamasıyla ilk teşkilatlı gruplar ve gruplar
üstü organizasyonlar kendini gösterecektir.

Hayvan sürüleri çoğalınca göçebelik zorunlu hale geldi. Çünkü
"otların büyüme hızı hayvanların ihtiyaçlarına yetmiyordu. Bu durum, tarım ve
hayvancılıkla uğraşanlarla, ürünlerini sadece hayvancılığa dayandıran ve sürekli
otlak arayan toplumlar arasında bir kopuş meydana getirdi… Göçebe
toplumlarında "hayvancılık nasıl iktisadi faaliyetlerin esasını teşkil ediyorsa,
ot da öylece askeri kudretin kaynağı idi." Bu sebeple, göçebe kavimler (ve
Türkler) çok sayıda at yetiştiriyorlardı. Böylece, "Dünyayı dar gören bir
anlayışta" beraberinde gelişiyordu.

O dönemde süratli hareket edebilmenin yegane aracı attı. Böylece
atla hareket etmenin, dövüşmenin bütün imkânlarından yararlanmaya başladılar.
Atla manevra yapan savaşçıların karşısında atsız başa çıkabilmek çok zordu. Hele
otun az yetiştiği yerde at beslemenin masraflı oluşu bozkırda yaşayanlar için
sözkonusu olmuyordu.

Kıtlık ve kuraklık, insanları göçe zorlarken bozkır toplumları
eriyip yok olmamak için toplu ve ayrılmaz bir kütle olmalarını zorunlu
kılmaktadır. Ayrıca o toplumların teşkilatçı anlayışlarını kuvvetlendirmektedir.
Hedefe varmak içni birbiriyle kenetlenmeye, bütünlüğe ihtiyaç kaçınılmazdır.
Ferdi, anlayıştan ziyade toplumun umumi menfaatleri ön plana çıkmaktadır.

Sürekli hareket halinde yaşamak mecburiyeti kısa zamanda
savaşçıların toplanmasını kolaylaştırıyordu. Bütün bu özelliklerin bir yerde
toplanması savaş becerilerinin artmasını netice veriyor ve bu, hayatın bir
parçası durumuna geliyordu. Otlak ve su yüzünden yapılan savaşların yanında,
aşiretler veya daha büyük organizasyonların nûfuz ve şeref mücadelesi için
savaştıkları da oluyordu.

"Böylece göçebe gelenekleri ve kurumları küçük akraba
guruplarının kolayca çözülebilen bir siyasal yapılaşma içine girmesine yol açtı.
Etkili birinin önderliğinde çok çabuk birlik kuruluyor ama bunlar aynı hızla
dağılabiliyordu." Ayrıca, bozkır. halkları -hayatları gereğihareketliliklerinden
dolayı büyük atlı ordularını kolayca bir araya getirebildiklerinden yerleşik
toplumların zayıf noktalarından istifade etmeyi beceriyorlardı. O yerleşik
toplumların kendilerini savunma çabalarıyla göçebelerin akınları "Avrasya’nın
siyasal tarihinde" belirleyici rol oynamıştır. Vahalardaki kentler saldırılara
uğrayarak çoğunlukla göçebelerin denetimine geçiyordu.

Türk halklarının bu oluşumlarda sürekli birinci derecede rol
oynadıklarını tarihi verilere dayanarak biliyoruz. O. Turan’a göre "Türkler"
ayakta durabildiği andan itibaren ömürlerini at üstünde geçirmişlerdi. Eski
Türkler at üstünde yemek yer, kımız içer, toplantı ve istişarelerde bulunur ve
nihayet savaş yapardı.

Gök-Türk, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklan da at üzerinde
yaşayarak ve savaşarak kurulmuştu. Türkler süratli süvarileri ve akınları
sayesinde kolaylıkla istilalara girişiyor, uzak-yakın ülkeleri fethediyorlardı.
Komşu milletlerin yaya veya ağır hareket eden, zırhlı ordularını ani baskın ve
hücumlarla, ve öne arkaya ok atmak suretiyle şaşkına çevriliyordu. Daima
teşebbüsün elde tutulması sayesinde düşman safları bozuluyor; ondan sonra da son
ve imha savaşı başlıyordu. Bu durum zaferlerin az bir zayiatla kazanılmasına
yardım ediyordu."

Savaş teknikleri, hayat tarzları, inançlar, diller başka
ülkelere yayılırken buralarda önceden oluşmuş medeniyetlerle kaynaşma
sağlanıyordu. Yani, bu fetihten oranın kültürel, hayatı müsbet yönde
etkilenebiliyor ve sosyal bir zenginliğe kavuşuyordu.

Türk milletinin fetihçilik duygusu ileri tarihlerde İslamiyet
sayesinde cihad anlayışıyla kaynaşacak daha anlamlı hale gelecektir.

Bu, Türklerin İslam ordusuyla aynı safta, Talas savaşında (751)
Çinlilere karşı savaştıktan sonra başlayacaktı: Süratle İslamiyete giren Türk
halkları zamanla İslamiyet için yeni bir kuvvet olacaklardı. Karahanlılar ve
Gaznelilerden sonra Selçuklu devletleri siyasal ve askeri açıdan güç kaybeden
Halifenin devletine (Abbasî) dayanak olmuştur. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in
döneminde Abbasi halifeliği üç büyük tehlike ile karşı karşıya idi. İslam alemi
içinde Şiî Büveyhoğulları ve Şü Fatımiler, dışarda ise Bizans İmparatorluğu.
İşte Selçuklular İslam dünyasının bu zor döneminde büyük bir iman ve taze bir
kuvvetle devreye geçtiler. Yani, fiilî olarak İslam dünyasının koruyucusu
durumuna geldiler. Türklerin bu konumu Osmanlı devletinin yıkılışına kadar devam
edecektir.

Cihad anlayışı, Türk devletlerinde mevcut duruma göre
şekilleniyordu. Bu, savaş stratejileri, ekonomik ve jeopolitik yapılarla da
alakalı idi. Ancak, genellikle, devlet bazında İslami anlayış göze çarpıyordu.

Önceleri, Maveraünnehir ve Horasan bölgesinde Cihad yapmak
maksadıyla "Uç"lara gönüllü mücahitler geliyordu. Selçuklu devleti birliğine,
kavuştuktan sonra (Tuğrul Bey, Alpaslan zamanı ve sonrası) Müslümanlarca
"darü’l-cihad" olarak bilinen Anadoluya daha yoğun mücahit grupları veya
göçebeler gelmişlerdi.

Buna "Selatin-i İslam" olan Selçuklu Sultanları da önayak
oluyorlardı. İslamiyetin sadece kendi ülkesinde değil dışarda da güçlenmesini ve
daha sonra daru’l cihad olan bu beldenin daru’l-İslama dönüşmesini
arzuluyorlardı. Bunun için de hiçbir fedakârlıktan ve tehlikelere karşı göğüs
germekten çekinmiyorlardı. Dindar oldukları bilinen Selçuklu Sultanları
giriştikleri savaşlarda İslami cihad anlayışını yaşamışlardır, "Sultan Tuğrul,
Çağrı, Alpaslan, Melikşah" hakkında tarihin naklettiği anektotları okumaktayız.
Malazgirt Muharebesinde Cuma gününün seçilmesi, bir İslami inançla vazifeyi
yapıp galip ve mağlup olmak durumunda şükür ve tevekkül bilincini
anlayabiliyoruz: Zaferi kazanan Alparslan’ın Romanos Diogenes’e davranış ve
hoşgörüsü kamil bir Müslümanın tavrıdır.

Burada Y. Kemal’in şu düşüncesini nakletmek isterim: "Malazgirt
Meydan Muharebesi, Rum Selçuklu devletinin kurulmasına sebep olan Vak’a olmadan
ibaret değildir, tesiri itibariyle vatanın temeli o muzafferiyettedir:’ Demek ki
vatan ve İslam için bu kadar önemli hadise, Cihad olsa gerek.

Türkmenlerin onbirinci yy. da Anadolu’ya akınlarının diğer bir
sebebi, Horasan ve Maverünnehirdeki sıkışıklıktır. Verimli, daha doğrusu
kendilerine uygun bir yer, (otlağı ve suyu bol) bir yurt edinebilme ümidi idi.
Bizansın, Anadolunun doğusunda zayıf düşmesi geçişi kolaylaştırıyordu.

Hasılı "ilk büyük selçuklu Sultanları için doğunun fethi, bir
yandan kesif Oğuz göçleri baskısı ve onlara yurt bulmak zarureti ile yapılmakta
öte yandan kendi devletlerini Müslüman halk ve ülkelerini istila ve
asayişsizlikten korumak maksadını gütmekte idi." Bununla birlikte İslam
devletleri için eskiden beri (Suriye ve Anadoluda) hasım olmuş Bizans’a karşı da
cihad sürdürülüyordu.

Göçlerin neticesinde Anadoluda kurulan Selçuklu Sultanlığı da bu
misyonu aynı şekilde devam ettirmekte idi. Yine Türkmenler dalga dalga Asya
içlerinden gelmektedirler. "İç Asya ve Batı Asya siyasi bakımdan kaynamaktadır."
Tarihler 1200’lü yılları gösterdiği zaman Moğal istilası"nın arifesine
gelinmiştir. "Çok uzak bir ihtimal de olsa bir Bizans Moğal işbirliği halinde
iki ateş arasında kalabileceğini sezen Konya Sultanlığı, Bizans ile olan
hudutlarının emniyet altına alınmasına, önem veriyor, ayrıca her zaman stratejik
yerlerin elde tutulması veya ele geçirilmesinin zarureti ortaya çıkıyordu.
Abbasi ve Büyük Selçukluların uyguladıkları Uç sistemi politikalarını bu sefer
Konya Sultanlığı da tatbik ederek kendisine bir ileri karakol veya tampon bölge
oluşturmaktadır.

Anadolu Selçukluları Batıdan (Haçlılar) ve doğudan (Moğollar)
gelen ve İslam ülkelerini silindirleme istidadı gösteren tehlikelere karşı büyük
bir fedakarlıkla karşı koymuşlardır. Doğuda Harezmşahların yıkılışını müteakip
Selçukluların da mağlubiyetiyle istilaya uğrayan İslam âlemi içinde yine en
büyük direnişi Konya Sultanlığı gösterebilmiştir. Tarih sahnesinden çekilirken
misyonunu ve cihad ruhunu bir uçboyu olan Osmanlıya aktarabilmesi anlamlıdır. Bu
yüzden 13. yy. Anadolusunda bir mayalanma ve tabir yerinde ise adeta rönesans
çağı oluşmuştur. Bu geçiş 14. yy.’a kadar yoğunluğunu sürdürmüştür. Sezai
Karakoç’un ifadesiyle: "Mevlânanın, Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Hacı Bayram Veli’nin
arka arkaya çıkışları tarikatlann doğuş ve kuruluşları" ve Osmanlı Devletinin
kuruluşu ve sür’atle gelişmesi, bunun yanında veliler, gaziler, bilginler
yetişerek milletin geleceğine önemli bir dayanak teşkil etmişlerdir. Böylece
Cihad ruhu Anadolu’da yeniden evrenselleşmiştir. Bu yeni bir hayat ve Fetih
siyasetini de beraberinde getirecektir.

Tevarih-i Ali Osmanlardan anlaşıldığına göre Kayı Boyu Anadoluya
geldikten sonra Selçuklu tabiyetinde Anadolunun Kuzey batı bölgesine
yerleştiler. Ertuğrul Bey hem aşiret reisi hem de Selçukluların bir uç beyi
durumunda bulunduğu bölgede faaliyetini sürdürecektir. Selçukluların daha önceki
bekçilik rollerini üstlenmektedirler. Zamanla Osman ve Orhan Gazi dönemlerinde
durum daha değişik bir hal alacaktır.

Tarihçi Ömer Lutfi Barkan’a göre: "Osmanlı İmparatorluğunun
kurulmakta olduğu zamanda Anadolu’daki uç beyleri, medeni bir hayatın kaynağı
olan Türk ve İslâm dünyasının her tarafından gelmiş her sınıftan ve meslekten
adamlarla doludur: İran, Mısır ve Kırım Medreselerinden çıkan hocalar, orta ve
şarki Anadolu’dan tarikata mensup şahsiyetler muhtelif şovalye ve misyonerler
diyebileceğimiz dervişler. "Bunlar arasında bilhassa, Aşık Paşazade tarihinde
Gaziyan-ı Rum diğer tarihlerde Alpler veya Alp Erenler namı altında zikredilen
ve daha İslamiyetten evvel bütün Türk dünyasında mevcut olan eski ve geniş bir
teşkilata mensup Türk şovalyeleri mensuptu."

Bu dervişler boş topraklar üzerinde zaviyeler kurup siyasal
düzenden önce kültürel çalışmalarıyla öncülük ederlerdi. Ayrıca hoşgörü ve
yardımseverlik duygularıyla bölgedeki diğer unsurların İslamlaşmasına katkıda
bulunurlardı.

Tarikata mensup dervişlerin yaygınlığı, İslam dünyasının her
tarafıyla rahatlıkla temas kurabilmelerine vesile oluyordu. Osmanlı devleti daha
kuruluş aşamasında bu organizasyonlardan yararlanmasını bilmiştir: "Askeri
istilalarla birlikte genişleyen devletle beraber birçok aşiret ve köylülerin
Anadolunun içlerinden siyasi gelişmelere paralel olarak uçlara doğru kayması ve
boş yerlere yerleşmeleriyle oraları yeni bir Türk yurdu durumuna getiriyorlardı:
Buralar yavaş yavaş "bir köy bir kültür ve tarikat mesleği halinde
teşkilatlandırıldıkları görülmektedir." Anadolunun bir çok yerinde bu fütühatı
ve kolonizasyonu; İslamlaştırma ve Türkleştirmeyi görmemiz mümkündür.

Selçuklularda ve hususan Osmanlılardaki süratli gelişmeler ve
şöhretli dervişler genellikle mucizevi izahlarla anlatilmaya çalışılır. Oysa
meselenin arka planı, göze çarpmayan alt yapısı, yani gelişmelere sebeb olan
donanım ve hazırlıklar vardır: Bunların en önemli ayaklarından biri "Misyoner
Türk Dervişleridir."

"…Futuhatı başarmak için Osmanlı ordularına yalnız teşkilatlı
ve imanlı muhasib temin etmekle kalmayıp, bu misyoner dervişlerin dini ve sosyal
fikirler prokogondosile de halk kültürleri arasında çok faal bir maya gibi
faaliyete geçerek, o memleketlerin sosyal bünyesinde ve siyasi kuruluşunda büyük
yenilikler yapmak için müsait kaynaşmayı yaratmakta temsil ve futuhat işlerini
kolaylaştırmakla anıl oldukları da muhakkaktır.

Ayrıca, alın teriyle hayatını kazanan, kendi gayretleriyle bağ
bahçe meydana getirip yerleşimi kolaylaştırarak gazilerle birlikte memleket
açımını temin ediyorlardı. Anlaşıldığı kadarıyla bu Türk derviş ve gazilerinin
tercihi daha çok boş alanlar olup ilk önce oraları mamur hale getiriyorlardı.
Kültürel ve siyasi yönden hazır hale gelen uçlarda Osmanlı devletinin
tutunabilmesi kolaylaşıyordu. Uyguladıkları hukuk ve toprak düzeninin yanında
gayr-ı müslim halkaların tepkileri azalıyor veya bazan olmadığı gibi
iltihaklarda vaki oluyordu.

Cihad veya İslama hizmet anlayışı Osmanlının sürekli ideali
olmuştur. Belki de Osmanlı hanedanının ve devletinin en önemli
dayanaklarındandı, bu ideal… Devlet ve Milletin selameti için bütün gayretler
sarfedilmeliydi. "Ya şehid, Ya gazi" ibaresiyle ifade ediliyordu, bu ideal. Ülke
tehlikeye düşünce, onu savunmak ve bu uğurda ölmek, İslam inanışına göre en
büyük mertebe olan şehitliğe ulaşmaktı… Yine bu anlayışa göre savaşta sağ
kalarak hizmet edenlere ise gazi ünvanı layık görülüyordu… 5avaşta alınan her
yara belki de en büyük şeref madalyası idi. Böylece dünya ve ahirete yönelik
vahdet anlayışına sahib oluyordu, Osmanlı insanının, Dünya’yı ahirete yönelik
geçici bir gözle gören bir anlayışının yapamıyacağı fedakârlık olamazdı.

Ayrıca, ahireti kazanmak içinde dünyada iyi işler yapmak
gerekiyordu şüphesiz. Hadis-i Şeriflerde ifade edilen hususların Osmanlı
toplumuna yansıması idi, bütün bunlar:

Yani genel olarak, halkın dervişi, çiftçisi askeri ve
idarecisiyle "ya şehid ya gazi" fikrine ulaşıldığı tarihi bir gerçektir. (Hatta
günümüz Türkiyesinde Muhafazakar insanlarımız arasında bunun en canlı en taze
heyecanını müşahade edebiliriz.)

Osmanlı devletinin ilk mayasını teşkil eden Osman Gazinin ölüm
döşeğinde oğlu Orhan’dan; adil, merhametli, dinin emirlerine itaatlı olmasını
ister. Ayrıca, "İslam dinini yaymak için Allah’ın emri mucibince Cihad eyle: din
adamlarını, alimleri, dervişleri koru. Onlara yardım et, dualarını al. Rahatı
düşünme. Bizim gibilerin rahatı zahmettedir. Güçlüklerden yılma, emeklerini
Cihad uğruna harca, dünya malına değer verme. Çünkü dünya malı geçicidir. Bütün
beşerî lezzetler biter, sen ebedi güzelliklere talip ol. Mükafatını da yalnız
AIlah’tan bekle. Bizim kavgamız Mihnetle kuru kavga değil. Davamız cihana
hükmetme davası değil, davamız bütün bunlardan çok daha mukaddes ila-yı
kelimetullah davasıdır. Zaferlerimiz büyük davamızın zaferleridir. Bu davada,
insanlar sadece vasıtadan ibarettir. Nöbet senin Orhan, biz göçer olduk. Göreyim
seni, ilminin de kılıcının da hakkını ver. Yolun açık olsun." der.

Osmanlı hanedan mensupları ve halk arasında makes bulan bu
anlayış, adeta Osmanlı cihad ruhunun bir manifestosudur. Bu vesileyle şunu
belirtmek isterim. Asrımızın büyük alimi Bediüzzaman’ın Türk milletinin
milliyetinin İslam milliyetiyle imtizaç etmiş olduğunu ve "mazideki mefahirin"in
İslamiyet defterine" geçtiğini ifade etmesi anlamlıdır.

Osman Gazi ondan sonraki nesline hedef gösterirken kendiside
sağlığında bu hedeflere riayet ediyordu. Tanınmış Osmanlı tarihçisi Hammer’in
tarihinde bahsi geçen bir hususu burada nakletmeliyim: Osman Bey tayin ettiği
kadıya "Pazarlarda din ve milliyet farkı gözetmeksizin" koruma görevini verdi.
Bir Cuma günü Germiyan Türk Beyi Alişar’ın uyruklarından olan bir Müslüman ile
Bilecik Rum Komutanına bağlı bir Hıristiyan arasında çıkan kavgada Osman,
Hıristiyandan yana hüküm verdi. Bunun üzerine bütün ülkede Ertuğrul’un oğlu
Osman’ın hak ve adaletseverliğinden söz açılmaya başlandı. Bunun üzerine halk
Karacahisar pazarına daha çok ilgi duymaya ve toplanmaya başladı.

Osmanlının girdiği topraklarda askeri tatbiklerle kaldığını
zannetmek eksik bir anlayıştır. Cihat ve futuhat için geçtikleri Rumeli
yakasında yeni iskân politikası izleniyordu. Oralardaki gayr-ı Müslim ahaliyi
ezmek, köylü veya diğer emekçilerin haklarını gasbetmek gibi Osmanlı karşıtı
görüşler geçerli değildir. Zira, vatanıyla bütünleştirilen toprakları vatan
toprağı, halkını da kendi halkı yani tebaası gibi görmek zorunda idi, Osmanlı
idarecileri. Sadece İslamın getirdiği şefkat anlayışından değil, (tabir yerinde
ise hümanist ve insan severlikleri yanında) o topraklarda kalabilmek, devletin
nizam ve asayişi için buna mecburdular.

Balkanlarda Osmanlı nüfûzu tırmanırken Anadoluda isyan eden
beylere karşı da savaşmak zorunda kalınıyordu. Anadolu Beyleri bir türlü cihad
misyonun bayraktarlığının Osmanlıya geçtiğini kabullenemiyorlardı, halbuki gazi
ve gazilik bütün Anadolu göçebeleri tarafından "Oruç gibî ibadetler arasında
sayılmaya" başlanmıştı. Ancak bunun anlamına uygun bir şekilde kanalize edilmesi
gerekiyordu… Fakat, beylerin nüfûz mücadelesi Osmanlı Sultanlarını da savaşa
zorluyordu. Karamanoğulları tarafından bir türlü hazmedilemeyen Osmanlı
futuhatı, onlar için daima tehlike olarak anlaşılıyordu. Osmanlı sultanları için
Beyler arasındaki muharebeler çok ızdıraplı İslam ahalisinin ve mülkünün
luzumsuz yere heder edilmesi olarak telakki ediliyordu. Karamanoğlu Alaaddin
Bey’in saldırısını öğrenen Murad Hüdavendigâr bundan dolayı çok üzülür. "Şu
ahmak zalimin yaptığı işleri görün. Ben din gayretiyle Allah yolunda bir aylık
mesafede kafirler içine girdim, ömrümü gece-gündüz kazaya verdim, çok mihnet ve
belâ çektim. halbuki o gelip Müslümanları yağma etti. Ey gaziler! Ben nasıl
cihadı bırakıp Müslümanlara kılıç çekeyim" demişti. Böylece Karamanlılarla savaş
kaçınılmaz hale geldi…

İspanyol seyyahı Pero Tafur, Türkler hakkında: "Onlar asil ve
doğrulara önem veren insanlar… son derece güzel yüzlü cömert ve sohbetlerinden
zevk alan hatta o yörelerde bir insana faziletli denecekse "Türk gibi" demek
yeterli idi, der. Seyyahın üzerinde müsbet tesir bırakan türkler, II. Murad
zamanında Edirnede gördüğü insanlardı.

Osmanlıların Balkanlarda yerleşmeleri "arızî’ bir olay değildir.
"Bizans kudretinin" çözülmesinin tabii bir neticesidir. Rumeli Anadolu gazileri
için daimi faaliyet ve cihat sahası olmuştur: Bu yayılışta devletin güttüğü
politikaya dikkat edilirse, fetihle ezip geçme veya orada yaşayan halkları
Avrupa’nın içine doğru itmek gibi bir harekattan uzaktır. Ani bir fetih ve
yerleşme bahismevzuu olmayacağını belirtmek lazım: "Eski Rum, Sırp, Arnavut asil
sınıfları ve askeri zümrelerin yerlerinde bırakılarak mühim bir kısmının
Hristiyan tımar erleri olarak Osmanlı Tımar kadrosuna sokulduğunu XV. asırda
Osmanlı devletinin hiçbir şekilde zora dayalı bir İslamlaştırma politikası
gütmediğini daha ziyade içine aldığı unsurları özümseyerek hareket ettiğini "II.
Murat ve Fatih S. Mehmet devrine ait tımar ve tahrir defterlerinden
anlamaktayız.

Osmanlı devleti "senin dinin sana benim dinim bana" düsturu ve
devletin pragmatik anlayışıyla dini hususta oldukça müsamahakar ve rahat
yaklaşmış "gayr-ı Müslim reayanın dini işleriyle kendisini alakadar görmediği
vakıası belirtilmiş." Hıristiyan halka devşirme ve gulam sistemi sayesinde
devlet hizmetine katılma imkânı vererek idari kademelerde önlerinin açılması
sağlanmıştır. Bunun yanında Vaynuklar ve Martoloslar gibi varlıklarını asırlarca
sürdürebilmiş Hristiyan askeri guruplar olduğu gibi Hıristiyan tebaadanda askeri
yönde hizmetler için istifade edilebilmiştir.

Böylece çok milletli bir devlet olan Osmanlı fetih ve cihat
politikasını da bu hassas dengelere göre ayarlamak zorunda idi. Bunun sonucu
olarak birçok toplum İslamiyeti seçmişlerdir. Bosnalılar, Arnavutlar, Lazlar,
Kırım Gürcüleri, dillerini koruyarak Müslüman olmuşlardır. Klasik dönemden sonra
XVII. yy.’ın ikinci yarısı boyunca bir küçük Yahudi gurubu İslamlaştı.

Bu hoşgörülü fetih siyaseti Avrupada önemli yeri olan bazı
şahsiyetler tarafından da kabul edilmiştir. Katoliklerle Protestanların çatışma
halinde olduğu 1530’lu yıllarda bir Katolik kardinali: "Türkler Protestanlardan
daha iyidir, çünkü onlar Hristiyanlara yaşama hakkı tanıyınca "Katolik olarak
yaşamalarına izin veriyorlar. Oysa protestanlar insanın yaşamasına izin verseler
bile, ruhlarını yok ediyorlar." Protestanlılığın kurucusu Martın Luther’de
Türkler hakkında olumlu görüşlere sahipti: "Türkler herkesi kendi inancında
serbest bırakır fakat papa bunu yapmaz. O daha kötüdür. Papanın yönetimi beden
ve ruh açısından Türklerinkinden daha katıdır."

Hıristiyan Avrupanın o dönemlerde sahip olamadığı tolerans
Türkiyede fazlasıyla mevcuttu. Türkiye’den Haham Isaak Safartı’nın Hıristiyan
egemenliği altındaki Avrupadaki dindarlarına yazdığı mektup ünlüdür: Haham
mektubunda Türkler boyunlarında Hıristiyanlar gibi birer "insan sevgisi" yaftası
taşımıyorlardı" fakat insan sevgileri fiili olarak, hiçbir gösteriş ve şaşaaya
yer verilmeden görülüyordu. Avrupa ve Osmanlı mülkünde yaşayan Yahudilerin
durumu buna örnek teşkil etmektedir.

Emer icus Ziperius adında birisinin Türkiye’den Malthias Flaaus
illysecus’a yazdığı mektup ilginçtir. Bu mektup 3 Ağustos 1549’da bir Macar
şehri olan Tolna’dan yazılmıştır. Mektup arkadaşı tarafından yayınlanmıştır.
Önsözünde; "Bizim sözde Hıristiyan hükümdarlar Türklerin Tanrının sadık kullan
Hıristiyanları himaye ettiklerini savunduklarını, Hıristiyanlık öğretisini
yaymalarına ve uygulamalarına bile izin verdiklerini duyunca utançtan yüzleri
kızarsın istedim," "Onlar Türkleri kendilerine örnek alsınlar! Bu sözde
Hıristiyanlar gerçek Hıristiyanlara en korkunç Türklerden daha kötü
davranmaktalar. Türkler gerçek Hıristiyanlık öğretisine sadece izin vermekle
kalmayıp, Hıristiyan olmayan kurtlara karşı (Yani Katoliklere karşı) da
kılıçlarıyla savunuyorlar. Şimdi elbette bazı ukalalar beni Hıristiyan değil de
Türk yönetimi istemekle itham edecekler…" Emericus mektubun devamında
Türklerin de bazı gaddarlıklarını bildiğini, Ancak, Hıristiyan yöneticiler bir
Türkün hiçbir zaman olmayacağı kadar kötü olduğunu söylemektedir.

"Şimdi Türkün yönettiği yerlerde Proteslanlık özgürce
vaazediyor. Hıristiyanlar başta olsaydı bu özgürlük olmayacaktı."

Mektupta, Osmanlı yönetimi altındaki Macaristan’da
Hıristiyanların gördüğü adalet ve serbestiyetten bahsediliyor, Katoliklerin
kendilerine uygulamak istedikleri baskıya Beylerbeyi kesinlikle izin vermiyor,
hatta Protestanların korkusuzca vaaz edebileceklerini teminat altına alıyordu.

Protestan ve Katoliklerin ileri gelenleri tarafından kabul
edilen bu husus, esasında kolaylıkla anlaşılabilecek bir husustur. Zira, o
dönemde gerek Katoliklerin Protestanlara gerekse protestalanların Katoliklere
baskısı birbirini inkara yöneliktir. Oysa Türklerde bu yoktur. İslam dininin
bakış açısı ve Türkler eski çağlardan beri getirdikleri özümseme ve kendi içine
alma fikri sayesinde Hıristiyan halkları, hasım olarak görmüyorlardı. Onlara
tebaa, ve müstakbel ümmet nazarıyla bakıyorlardı. İslam inanışının temellerinden
olan Peygamberlere iman sayesinde, Hz. İsa’nın ve ondan önce gelen ve
Hıristiyanlarca da inanılan bütün peygamberlerin kabul edilmesi o günün mezhep
ayrılıkları yüzünden birbirinin gözünü oyan Avrupalılarca hayret ve hayranlıkla
karşılanmıştı. Aynı inkar zihniyetine sahip İspanyollar Müslümanlara ve
Yahudilere İspanyada yaşama hakkı tanımamışlar, Müslüman ve Yahudiler din
değiştirmek zorunda kalmışlar ya da İspanya’yı terk etmek zorunda
bırakılmışlardı.

Osmanlının kucaklayıcı siyaseti üzerinde, ciddi tarihçiler
ittifak halindedir.

Halil İnalcık Osmanlı İmp. adlı eserinde görüşlerine yer verdiği
tarih çilerden Lorga:

"Bir asır içinde yerlerini Osmanlı İmp. ne terkeden Balkan
Hıristiyan devletleri, umumiyetle sanıldığı gibi Hıristiyan dinini yok etmek
isteyen mutaasıp bir düşmanın sebep olduğu dini bir katastrofla ortadan
kaldırılmış değildirler. Osmanlılar monarşik birliği ve mutlakiyetin sulh ve
sükununu, bir tek efendinin hükmünü getirdiler Osmanlılar bir kavim olarak değil
bir ordu bir hanedan bir hakim sınıf olarak ortaya çıktılar. Bizans, Slav ve
Osmanlı siyasi nizamları bir tek bütün içinde birbirleriyle kaynaştı. Mahalli
feodal hakimiyetler, devri umumi tarihi temayülünü temsil eden Osmanlılar önünde
birer birer silindi ve Osmanlı birliği içinde İnzıcık P. Wittek de yer verir
kitabında.

"…Osmanlı devletinin Gazi devleti karakteri üzerinde durur ve
bu gazi devletinin menşeden tabi olduğu hususi bir uç kültürünün Osmanlıların
fethedilen yerler hakkında tam bir müsamaha içinde yaklaştırdığını ve kaynaşmayı
kolaylaştırdığını söyler. Fatihlerin gazi karakteri sayesindedir ki, ne
Anadoluda ne de Balkanlarda bir kültür inkıta olmamıştır. Aynı alim şu vakıaya
da dikkati çekmektedir: "Osmanlılar taarruz ettikleri memleketin medeniyetine o
derecede intibak etmeleri, aklitoiların (Bizans hudut askerleri) kitle halinde
onlara iltihaklarını" kasaba ve küçük şehirlerin kendilerinden teslim olmalarını
daha kolay bir hale getirmiştir."

İnalcık’a göre, hiçbir ciddi tarihçi, Osmanlıların yerli idareci
ve asil sınıfları kılıçtan geçirerek veya zorla İslamiyete sokarak Türkleri
imtiyazlı hale getirdiğini iddia edemiyor.

Esasında bu iddialar 15. ve 20 yüzyıllarda propogandanın
tesiriyle, ciddi tarih verilerine dayanmadan yaygın hale gelmişti. Milliyetçilik
duygusunun tesiriyle Osmanlı devletinden ayrı, milli organizasyonlar kurmak
iseyen Rumlar, Sırplar, Romenler, Bulgarlar, Ermeniler, Arnavutlar’ın
taleplerine Avrupalı büyük devletler olumlu yaklaşmışlar ve hatta
desteklemişlerdir. Meydana gelen olumsuzluklar neticesinde Batı peşin hükümle
Osmanlı İmparatorluğunu zorba olarak görmeye başladı. Bunun yanında Birinci
dünya savaşı sırasında Bab-ı ali’nin Almanların yanında savaşa girmeye karar
vermesi başta İngiltere ve Fransa ile savaşta karşı tarafta yer alan diğer
devletlerin yoğun bir şekilde düşmanlığını celbetmiştir.

Sonuç olarak Selçuklular ve Osmanlılarda cihat ve futuhat
anlayışlan Türk tarihini anlamamızda önemli noktalardan biridir. Türklerin
fetihçi karakteri, bozkır Kültürü ve İslamın cihad yönünün tabii bir sonucudur.
Bu fetih siyasetini çapul ve yağmadan ayırmak gerekir. Türklerin cihad
anlayışında, Batılı kavramlarla ifade edersek, sömürü anlayışı yoktu, belki buna
dini anlayışı, sosyal ve ekonomik yapısı da müsait değildi. Türklerin
yayılmasında en önemli husus: Dini tebliğ yanında, vatan edinme arzusudur:
Bulundukları bölgelerin coğrafi yapısı kendi ihtiyaçlarına cevap veremeyince
yeni yurt bulmak zorunda kalmışlardır. Bunun gereklerini de hiç çekinmeden
yapmışlardır. Türklerin Anadoluyu yurtlaştırmaları eşyanın tabiatına uygun,
tabii bir gelişmedir. Stefanos Yerasimos’un değerlendirmesine göre: Bizans
İmp.nda iktidarı kaybetmekte olan bürokrasiyle, orduları bulunan büyük mülk
sahipleri arasında cereyan eden mücadeleler ülkeyi harabeye çevirmiştir. Bu
durum halkı devletten ve mülk sahiplerinden soğutmuş, yeni gelen topluluk
tarafından özümsenip kendi içinde erimesine sebep olmuştur.

Osmanlı Devletinin Balkanlarda yayılmasında da aynı durum
sözkonusu idi. Osmanlı idari, hukuk ve toprak düzeni Balkon halkları için bir
alternatif ve tercih sebebi olmuştur. Dini hoşgörü, iktisadi rahatlık hususunda
tarihçiler müttefiktir. Gibbons, Osmanlıların, yeniçağlarda dini hürriyet ve
hoşgörü ilkesini getiren ilk millet olduğunu, batı Dünyası engizisyon zulmü ve
Yahudi aleyhtarlığı gibi, din ve mezhep taassubu içinde çalkalanırken; Türkiyede
her dine mensup insanların ahenk ve barış içinde yanyana yaşadığını, yine,16.
yy’ın Akdeniz bölgesinin iktisadi ve sosyal tarihini yazan F.Braudel,
Osmanlılardaki feodal sistemin Avrupalılarınkinden daha iyi olduğunu
belirtmişlerdir.

Esasında bu yapılanmalar ve özellikleri yok farzettiğimiz
takdirde altıyüz sene yaşayabilmiş Osmanlı tarihini anlamakta güçlük çekeriz.
Meselâ, Balkanlardaki değişik etnik unsurları uzun süre bir arada tutabilmeyi ve
oralarda yapılan yatırımları, Mehmed II.nin İstanbul’u fethinden sonra bütün
halkı kucaklayıcı siyaseti, ancak İslam’ın cihad anlayışıyla izah edilebilir.
Bütün muameleler bu düşünceye göre şekillenir. Fethedilen yer vatan toprağı,
üzerinde yaşayan unsurlarda artık yabancı değil, tebaa (günümüzün kavramlarıyla
ifade etmek doğru olursa vatandaş)dır.

"Avrupanın içlerinde, Arap çöllerinde asırlarca kan dökmek bize
ne kazandırdı" gibi günümüzde telaffuz edilen sözler, Türk fütuhat felsefesine
göre anlamsızdır. Suud çöllerine yapılan bir taarruz Anadoludaki bir şehire
yapılmış gibi addedilir. "Sınırdaki bir kulubenin işgali dolmabahçe sarayının
işgali gibidir." Zira oralar vatanın bir parçası olup, uğruna dökülen kan da
şehit kanıdır. Osmanlı devletinin gelişip, büyümesi insan vucudunun büyümesine
benzediği için, gövdeden kopacak en küçük parça bile vücudu uzun bir süre
rahatsız eder.

Sonuç olarak şunuda belirtmekte yarar görüyorum: Osmanlı fetih
ve cihad siyasetinin her zaman kaidelerine uygun bir şekilde tezahür ettiğini
söyleyebilmemiz de mümkün değildir. Hele geniş bir coğrafyaya yayılan değişik
bölgelerde, mücadele etmek zorunda olan ve değişik bölgelerde idari yapılanmaya
giren, ayrıca her zaman idareci ve komutanlık vasıflarını haiz olan insanları
bulunmayan veya isabetsiz tayin edilen bir imparatorlukta Cihad hususundaki
hassasiyet de her zaman tutarlı olmayabilir. Ancak biz burada genel olarak
Selçuklu ve Osmanlılarda makes bulan anlayışı ortaya koymaya çalıştık. Türk
fetih siyasetini kapsamlı bir şekilde ortaya koymak için Osmanlı Devletinin
bütün safhalarını inceleyerek, hususan savaşların gerekçeleri, ulemânın tavrı ve
alınan neticeleri incelememiz gerekir ki, bu da bir kitabın hacmini aşabilecek
araştırmayı gerektirir

Kaynakça

Akpmar, Dr. Turgut, Selçuklu Tarihçilerimizde Siyasi ve
İdeolojik Düşünceler, Tarih ve Toplum Ocak 1993, Sayı:109

Ana Britanica, c.6

Bahadıroğlu, Y. Orhan Gazi. İst 1983

Barkan, Ö.L., Kolonizatör Türk dervişleri, Hamle Yayınları

Beldıceanu, Nıcara, Osmanh İmp.nda Şeneltme, Türkleştirme ve
İslamlaştırnıa., Tarih ve Toplum: Ekim 1992, sayı:106

Çetin, Osman, Anadoluda İslamiyetin yayılışı, İst.1990

Davıson, Roderic H. Türkiye’nin Batıdaki Tarihsel İmajı,
Tarih ve Toplum. Ocak 1993 Sayı:109

Georgeon, François, A. Abdulhamit ve İslam, Tarih ve Toplum,
Nisan 1993, Sayı:112

Hammer, J. (Bugünkü dille: Abdulkadir Karahan) Osmanh
Tarihi, c.l. İst.1990

İnalcık, Halil: "Rumeli’, İ.A. c.9

Osmanh İmparatorluğu, İst.1993

Kabapmar, Y. Bir İdeolojik mücadele Alanı olarak lise Tarih
Kitaplan I,II,III, Tarih ve Toplum; Eldm, Kasım, Aralık,1992, Saydar:106,107,108

Kafesoğlu, İ.: Türk Fütuhat Felsefesi ve Malazgirt
Muharebesi, tarih Enstitvsü Dergisi Sayı: 2’den ayxu basım İst.1971

Kırkıncı, Mehmed: Daru’1-Harb Nedir? İst. 1985

Köprülü, Fuat: türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
Ankara,1991

Kula, Onur Bilge, İncildeki Bir Söylemin Türk İmgesine
Uyarlanışı, Tarih ve Toplum Nisan 1993 Sayı: 112.

"Kayzer I. Friedrich’in (Barbarossa) Yaşamının ve Tarihinin
Gerçek Öyküsü’nde Ti.irk İmgesi, Tarih ve Toplum Ağustos,1992 Sayı:104

Niyazi, M, Türk Devlet Felsefesi, İst.1993.

Schwarz, Klaus,16. yy’m Ortalarmda Protestanlann umudu:
ti.irkler, Tarih ve Toplum, İst.1989, c.10. s.265

Şıbay, Halim, S. Cihad, İ.A. c.9

Tekin, Şinasi: türk Dünyasmda Gaza ve Cihad Kavramları
Üzerine Düşünceler, Tarih ve Toplum, Ocak 1993. Sayı:109

Gazi teriminin Anadolu ile Akdeniz Bölgesinde İtibannı
Yeniden kazannıası T. ve Toplıun. Şubat 1993. Sayı:110.

Topaloğlu, Sekiz, Özel, Ahmed, "Cihad" Dia. Tııran, Osman,
Türk Cihan Halâmyeti mefkııresi Tarihi C.I., II. İst 1993

Yalçııı, Aydın, türkiye İktisat Tarihi, İst.1979.