Şeytan (daemon) ya da daha genel olarak konuşmak gerekirse
"kötülük" (evil), düşünce tarihinde şahit olunan en ilginç konulardan birisidir.
Aşağı yukarı bütün dinlerde de önemli bir yer işgal eden bu konu önemli bir
problemi de beraberinde getiriyor. Tanrı dünyayı iyilik olsun diye, yani
insanları iyiliğe çağırmak için yarattı; onları yaratmasında bir iyilik, bir
hayır var. Fakat kötülüğü niçin yarattı; İyilik olsun diye cevaplanabilir bu
soru. Ama insanların iyiliğe yöneltilmesi için yarattığı bu dünyada, kötülük
diye ahengi bozan, dejenere eden, huzursuzluğa yol açan bir unsur da ortaya
çıkmış olmadı mı?

Felsefe ve ilahiyatta "teodise problemi" (the problem of
theodicy) denilen çok önemli bir probleme de kapı açan bir soru bu; yani Allah
Kadir-i mutlaktır ve iyiliği sonsuz olandır. En yüce iyilik sahibi olan O’ dur.
İyi ama bu dünyada kötülükler de var! Ya bu kötülükleri önlemeye gücü yetmiyor.
O zaman Kadir-i Mutlaklık vasfı tehlikeye giriyor. Yok gücü yetiyor da
önlemiyorsa o zaman da mutlak hayır sahibi olması özelliği zayıflıyor. Kötülüğü
önlemiyorsa demek ki onu istiyor; dolayısıyla iyiliğinin mutlaklığında bir zaaf
söz konusudur. Bu mesele dinler tarihi içerisinde ve özellikle de Hıristiyanlık
içerisinde yoğun biçimde tartışılmış, Leibniz’den başlayarak modern Batı
felsefesi içinde de çok kritik tartışmalara sebep olmuştur. Kötülük konusunun,
özetle dinlerin ve felsefenin temel problemlerinden birisi olarak karşımıza
çıktığını görüyoruz. Diğer teolojik problemlerden kader ve irade özgürlüğü
meselesi gibi normal muhakeme ile halledilemeyen ve rasyonel düzeyde de
halledilmesi mümkün olmayan problemlerden birisidir kötülük. Dinler, iyilik
üzerine kurulu olduklarını ve insanları iyiliğe götüreceklerini söylüyor ama bu
arada kötülük diye bir unsurun varlığını da kabul ediyor. Burada şöyle bir
durumla karşı karşıya bulunuyoruz: "Dinler" deyince tek bir stereotipten söz
etmiyoruz. Dinler içerisinde bazı farklılaşmalar söz konusu. Kimisi kötülük
konusunu çok fazla öne çıkartıp öğretilerini eksenine yerleştirirken kimisi onu
bağımlı bir değişken konumunda tutuyor. Kimi dinler ise kötülüğün bağımsız
değişken olarak iyiliğin Tanrı’nın karşısında özerk bir varlık alanına sahip
olduğunu savunuyorlar. Dolayısıyla bu dinlerde "şeytan" diye kötülüğün timsali
bir varlık ortaya çıkıyor. Söylediğim dinlere Zerdüştlük çok bariz bir örnek.
Zerdüştlük’te, biliyorsunuz Ehrimen ve Hürmüz adlı iki tanrı, daha doğrusu
tanrının ikiye bölünmüş parçaları rakip, çatışan güçler olarak resmedilmiştir.
Birisi iyilik Tanrısı, diğeri kötülük Tanrısını sembolize eden bu iki güçten
Hürmüz (Ahura Mazda) Işık Tanrısı, Ehrimen (Angra Mainyu) Karanlık Tanrısıdır.
Bütün dünyadaki hadiseler bu iki Tanrı’nın üstün gelme mücadelelerinin,
savaşlarının ürünü olan çatışma ve gerilimlerden oluşuyor. Hiç birisi ebediyyen
diğerine üstünlük kuramıyor. Birisi belki geçici bir süre egemenlik kazanıyor,
fakat bu egemenliği bir süre sonra rakibine kaptırıyor. Yalnız Zerdüştlük’te
ileriye yönelik olarak Işık Tanrısı’nın, Hürmüz’ün dünyada egemen olabileceğine,
ilelebed bu çatışmanın sürüp gitmeyeceğine ilişkin bir öngörü var ama normal
Zerdüştlüğün dünyayı açıklayışında bu iki kutuplu telakkinin baskın olduğunu
görüyoruz. Bir iyilik-kötülük; aydınlık-karanlık dikotomisi, çatışması belirgin
bir şekilde var. Tanrı’nın iyilik ve kötülük sıfatları eşitlenmiş ve iki ayrı
güce bölünmüş durumda. Buna benzer bir şeyi Maniheizm’de de görüyoruz. Kısmen
Yahudilikten, Yahudi gnostisizminden de sızan bazı etkiler dolayısıyla
Hıristiyan öğretisi içerisine kötülüğün egemen bir öğe olduğu fikri sirayet
ediyor. Şeytan aslında İnciller’de sanıldığından çok daha önemli bir role sahip.
Hz. İsa’nın Kadisiye Çölü’nde imtihan edilmesi kıssası anlatılır İnciller’de.
İblis çölde Hz. İsa’ya musallat olur. Onu açlıkla, susuzlukla veya kendisine
eziyet verdirmekle çeşitli şekillerde imtihan eder. Hz. İsa kendisine kanmadıkça
imtihanlarını zorlaştırır ve sonunda tepelik bir yere gelirler. Oradan aşağısı
uçurum ve bir vadidir; vadiden bütün dünya şehirleri gözükmektedir. Orada İblis
Hz. İsa’ya şunu söylüyor: "Sana yeryüzünün krallığ’ını vereyim (dikkatinizi
çekerim, bunu Hz. İsa’ya söyleyen şeytan), yeter ki bana tabi ol." O zaman Hz.
İsa şöyle diyor (asla bizim Peygamberimizden beklenemeyecek bir söz): "Benim
krallığım göktedir." Burada bir şey dikkatimizi çekiyor. Bu bir bakıma dünyanın
şeytana teslim edilmesi, onun bu dünyadaki hükümranlığının zımnen tanınmasıdır.
Zaten Hıristiyan literatürüne baktığımızda dünyanın "şeytanın krallığı" diye
tanımlandığını görürüz.

Bu, gerek folklor içerisinden, yani Batı kültürünün
putperest kökenleri içerisinden, antik Yunan’daki daemonlardan, büyük ölçüde de
Zerdüştî düalizmden gelen bir halita. Fakat ben tabii ki asıl İncil’in böyle
olduğunu söylemek istemiyorum. Özerk "şeytan" kavramının İncil’e bu kadar
derinliğine sirayet etmiş olması, aslında İncillerin tedvini ve "Hak İnciller"in
tesbiti sırasında gerçekleşmiş bir inhiraf olsa gerek. (Kuşkusuz bu düalizmin
İncillere kadar sirayetinde Hıristiyan egnostisizminin de rolü teslim
edilmelidir.)

Doktrinde bu kadar önemli ve Hz. İsa’ya karşı bir rakip ve
düşman güç olarak karşımıza çıkınca şeytanı ister istemez politik olarak da
kullanılabilir "yararlı" bir kavram olarak görmeye başlıyoruz. Hıristiyanlar
tarafından, önce Yahudiler Hz. İsa’yı öldürdüler diye şeytan olarak ilan edildi.
Sonra Romalılar şeytan oldu, daha sonra da Müslümanlar. İkinci Dünya Savaşı ve
sonrasında Hitler, daha sonra da Sovyetler Birliği Batının "Sahte şeytanları"
rolünü üstlendiler. Aslında Sovyetler Birliği’nin çöküşünün Batı basınında
karikatürize edilişlerine dikkat ettiğimizde eski şeytan motifinin Batılıların
elinde siyasi bir kullanıma nasıl yansıtıldığının güncel örneklerini görüyoruz.

Şimdi yine Müslümanlar Batının "mâşerî şuurunda" tekrar canlanan
bir kadim bir arkatip olarak şeytan şeklinde görülmeye başlandılar. Demek ki,
teolojik düzeyde "Tanrı’nın düşmanı" addedilen şeytan, Hıristiyanlık tarihi
içerisinde yalnızca bir teolojik varsayım olmaktan çıkmış, aynı zamanda politik
olarak, hatta toplumsal olarak da düşman kabul edilen kişilere atfedilen bir
özellik, bir yafta haline gelmiştir. Hıristiyanlık içerisinde şeytanın görece
kudretine yapılan bu ağır vurgu, dünyayı Tanrı-merkezli kabul eden ve Tanrı’nın
bir parçası olarak dünyanın da egemenliğinin Tanrı tarafından kuşatıldığını,
onun egemenliğinde bulunan tek alana ait olduğunu kabul eden tevhidî bakışıyla
taban tabana zıtlık arzediyor. Başta bir ayrım yapmıştım. Kötülüğe bağımsız bir
alan tanıyan dinler (Hıristiyanlık, Zerdüştlük vs) ve bunun karşısında onu
doktrinin deusotiosis’i (âtıl tanrı) kılan İslam. İslam şeytanın yaratılması
hadisesine tâli ve adeta iyiliğin ortaya çıkması için gerçekleştirilmiş bir oyun
şeklinde yaklaşıyor. Kötülük unsurunun bağımlı değişken şeklinde daha tâli bir
konumda bırakılmasını gerektiriyor İslam’daki tevhid anlayışı. Kur’an-ı Kerim’de
sık sık "şeytanın oyununun zayıf’ olduğu, onun ancak "doğru yolun üzerindeki bir
pusu" mesabesinde bulunduğu, onun "Allah’ın istemediği hiç bir şeyi
yapamayacağı" gibi vurgularla karşılaşıyoruz. Bu, tabi ki şeytanın varlığını
reddetmek anlamında değildir. Aksine onun varlığını kabul edip daha üstün bir
varlığa tâbi olduğunu vurgulamaktır. Şuna inanır Hıristiyanlar: Şeytan İsa’yı
imtihan etti, İsa da onun isteğini kabul etmedi, şeytan bundan büyük bir hınç
duydu. Daha sonra bir fırsatını bulup Yahuda İskaryot adlı hain havarinin ruhunu
zaptederek İsa’nın yerini ihbar etti. Çarmıha gerildiğinde son bir tebessümünden
bahsedilir İsa’nın. Çarmıhta acı çekerken gülümseyişini şuna bağlıyorlar: Şeytan
karşısına gelip gözüne görünmüş ve "Benim dediğimi yapmadın, intikamımı işte
böyle aldım senden", tarzında böbürlenmiş, İsa da ünlü acı gülümsemesi ile ona
cevap vermiş. Demek ki, burada Tanrı’nın oğlu olarak kabul edilen İsa bir
şeytanla çatışıyor ve şeytan sonunda onu bu dünyadan kovana kadar mücadele
ediyor ve bunu da sonunda başararak yeryüzünün hükümdarı olduğunu tescil ediyor!

Öte yandan İslamiyet’e baktığımızda bambaşka bir tablo ile
karşılaşıyoruz. Muhyiddin-i Arabi’nin Şeceretü’l-Kevn adlı eserinde Muaz bin
Cebel’den naklettiği bir hadiste ilginç bir hadise cereyan eder. Bu hadise, Hz.
İsa ile şeytanın çatışmasında görülen Hıristiyanî bakış açısı ile karşı örnek
olarak İslam’ın kötülük konusuna nasıl baktığını ortaya çıkartacak çarpıcı bir
misal olması açısından ilginçtir.

Bir gün Peygamber Efendimiz’in (sav) bulunduğu kalabalıkça bir
mecliste sohbet ediliyorken bir ara Peygamberimiz ashabına şöyle diyor; "Şimdi
buraya birisi gelecek onun kim olduğunu biliyor musunuz? O İblistir. Sormak
istediğiniz bir şey varsa geldiğinde sorun. Size ne isterseniz açıklayacaktır."
Biraz sonra bir insan kılığında İblis içeri girer. (İnsan kılığında gelmesi de
ilginçtir. Zira Hıristiyan resminde şeytan yarı insan, yarı hayvan şeklinde,
boynuzlu, kuyruklu, gözleri ateş saçan gayri insanî bir figür olarak tasvir
edilmiştir. Hadiste insan şeklinde zikredilmiş olması, İslam’da şeytanın daha
ehlileştirilmiş ve versiyonunun yer aldığını bir kere daha göstermektedir.)
İblis geliyor, Peygamber Efendimiz’in dizinin dibinde oturuyor ve ona "İnsanları
nasıl tuzaklarına düşürürsün?" tarzında sorular soruluyor. (Kur’an-ı Kerim’de
şeytan, "Ben sadece vesvese veririm. Şu anda sizinle benim durumlarımız arasında
bir fark yok, ben de sizin gibiyim" diye güçsüzlüğünü itiraf eder.) Bütün
sırlarını bir bir anlatır. En sonunda Peygamber Efendimiz İblis’e şu beklenmedik
suali soruyor; "Tevbe etmen mümkün değil mi? Eğer tövbe edersen sana şefaat
ederim." İblis de takdir-i İlahî’nin böyle olmasını istediğini, zaten var olma
sebebinin bunu gerektirdiğini beyan ederek bu görevden vazgeçmesi noktasında
kendisinin elinde bir şey olmadığını vurguluyor.

Biraz önce İncil’de geçen İsa ile şeytanın çatışmasında adeta
eşit güçlerin mücadelesi gibi bir durum olduğunu görmüştük. Burada ise tam
tersine bir tâbimetbû ilişkisi ile karşı karşıyayız. Şeytana tövbe teklif eden,
ona şefaat edeceğini söyleyen bir peygamber ve "elimde bir şey yok" diyen
"zavallı" şeytan arasındaki konuşma; şeytan, itiraf eden, özür dileyen bir
varlık kısacası. İns ve cinnin Peygamberi olması hasebiyle Peygamberimiz (şeytan
da bazı alimlere göre cinnîlerden kabul edildiği için) bir bakıma onların
üzerinde bir otorite konumunda karşımıza çıkıyor. Yani şeytanın peygamberi
aldatması, onun ayağını kaydırması, onu imtihan edip bazı istemediği şeyleri
yapmaya zorlaması gibi bir durum mevzubahis değildir İslam’da. Mevzubahis
olabileceği her durumda ise hemen Allah’ın direkt müdahalesi devreye giriyor ve
Hz. Peygamber anında uyarılıyor; tıpkı meşhur büyülenme olayında olduğu gibi.

Zannediyorum bir şey belirginleşmiş oldu: Kötülük unsurunun
doktrinlerinde görece etkisiz ve tâli bir konumda bulunduğu dinler ile şeytanın
özerk ve bağımsız bir değişken olduğu dinler arasında belirgin bir eksen
farlılığı var. Bu konu, Hıristiyanlıkla İslam arasındaki temel farklılığı ortaya
çıkarması açısından da önemlidir. Bir başka şey açısından da önemli: Batı
kültürüyle İslam kültüründeki temel dinamikler bu noktadan itibaren
farklılaşıyor. Bu farklılaşma, aslında bugüne kadar gelen, bizi belirleyen
farklılıkları da besleyen bir mahiyet arzediyor. Burada bir parantez açarak
Şerif Mardin’in bir yazısından kısa bir parça okumak istiyorum. Zaten benim bu
konulara ilgimi çeken de büyük ölçüde Şerif Mardin’in "Aydınlar Konusunda
Ülgener ve Bir İzah Denemesi" (Toplum ve Bilim, sayı;24, Kış 1994) adlı yazısı
oldu. Bu yazıda şöyle diyor Mardin: "İnsanın daemon tarafı (yani şeytanî tarafı)
geleneksel kültürümüzde olduğu kadar belki de bu sebepten çağdaş kültürümüzde de
örtülü kalmıştır. Daemon insanı bir dalga gibi kaplama potansiveli taşıyan
herhangi bir tabii değerdir. Çağdaş Türk edebiyatının bir tür fakirliğinin de
gizi buradadır. Eşkiya menkıbelerinde daemon (yani şeytan) bir başka (öteki)
olarak görülebildiğinden bu gibi anlatımlarda ustayız fakat daemonun iç
serüvenlerinin anlatılmasında daima yüzeyde kalmaya mahkumuz. Çünkü yazarın
kültür dağarcığında kendi içinde daemonu anlamasına yarayacak açıklıklar mevcut
değildir."

Şunu söylemeye çalışıyor Şerif Mardin: Kötülük bir kültürde
insanın zihninde bir parçalanmaya sebep olmayacak şekilde konumlandırılmışsa,
eğer çatışma insanın iç dünyasında bir parçalanma meydan getirecek bir "açıklık"
(kendisiyle öteki arasındaki mesafe gibi bir bakıma) ortaya çıkarmıyorsa Batı
kültüründe gördüğümüz anlamda trajedi dediğimiz psikolojik gerilimlerin
anlatılmasını üstlenen eserlerin ortaya çıkması bizim kültürümüzde söz konusu
olamaz. Bu ikili karşıtlıklardaki gel-gitlerden bir başka değere yükselmesini
sağlayacak olan trajedideki dinamik de bu "açıklığın" bulunmaması sebebiyle
ortadan kalkmış oluyor. Goethe’nin Faust’unda, birinci kitapta Mephistopheles
(şeytanın bir başka ismi) Faust’u kendisine tâbi etmek için uğraşır ve sonunda
onunla bir anlaşma imzalar. (Avrupa kültüründe şeytanla yapılan bu anlaşmaların
Ortaçağdan beri çok yaygın bir teamül olduğunu biliyoruz. Şeytanla anlaşma yapıp
ruhunu şeytana satanlar arasında önde gelen Hıristiyan azizleri de vardır.)
Ruhunu kendisine satması karşılığında Mephistophelesonun her dediğini
yapacaktır. Böyle bir anlaşma sonucunda beraberce hareket ederler. Fakat
sevgilisi Margarethe zindanda ölümüne doğru kendisini sevdiğini söyler ve
Faust’ta değişiklik başlar. İşte tam bu noktada Mephistopheles ile olan
anlaşmasını bozar. Daha önce ona tâbi olmuştu, şimdi ise tamamen zıt kutba
sürüklendi. Anlaşma karşılığında sattığı değerlerden olan sevginin, çoraklaşmış
ruhuna yağmur gibi çiselemesiyle birlikte bir başka kutba sürüklenmiş; bu
kötülükten vazgeçmesi ve sevgilisinin de ölmesinin arkasından başka bir değere
yükselmiş oldu. İyi ile kötü arasındaki bu gerginlik, bu salınım sonucunda bir
üst değere yükselme, Batı trajedisinde insanın gel-gitler neticesinde elde
ettiği "artı" değer olarak karşımıza çıkıyor. Trajedinin bir anlamı da böyle bir
değerin seyredenlerin ruhunda ortaya çıkmasını sağlamaktır.

Buna mukabil İslam kültürüne dönersek, Ahmed Eflakî Dede’nin
Menâkıbu’l-Arifin’inde Mevlânâ ile Selahaddin Zerkûbî arasında geçen bir
karşılaşma öyküsü anlatılır. Hadise şöyle cereyan eder; Konya’da Zerkûblar
Çarşısı diye halen bilinen bir çarşı vardır. Mevlânâ kuyumcuların altın işlediği
bu çarşıdan geçerken bir çekiç sesinin "remel" veznindeki ritminden etkileniyor;
vuran kişi öyle bir tempoyla çekici altına indiriyor ki; Mevlânâ kendisini
kaybediyor ve semâ etmeye başlıyor çarşının ortasında. Çekiç sesinin geldiği
dükkânın sahibi de Selahaddin Zerkûbî. Dışarıya çıkıyor, Mevlânâ’nın bu şekilde
semâ ettiğini görünce çıraklarına dönüyor, "Vurmaya devam edin", diyor. Sürekli,
ritmi bozmadan çekiç seslerini devam ettirmek için ne kadar altını varsa getirip
önlerine döküyor ve dükkândaki bütün altınlar paramparça olana kadar da
dövdürmeye devam ediyor. Bu arada bir dışarıya çıkıyor bir içeriye giriyor,
Mevlânâ ve dükkânı arasında mekik dokuyor. Onun bu fedakârlığını gören Mevlânâ
kendisini müritliğe kabul ediyor. Zerkûbî bu noktada da durmuyor ve yeni bir
hamleyle bu sefer altınları paramparça olmuş bulunan dükkânındaki bütün eşyaları
yağmaya açıyor, "Dileyen dilediğini alsın" diyor. İşte kendisine verilen bir
ödüle bir başka aksiyonla cevap vermenin eşsiz örneklerinden birisi.

Burada şöyle bir denklem görüyoruz: Altınlarının toz haline
gelmesiyle yaptığı fedakârlık> ödül> ödül karşısındaki feragat> daha makbul bir
ödüllendirme> bu ödüllendirilmeyi de reddetme> ve onun da ötesine geçmeye
çalışma. Buradan şu sonucu çıkartabiliriz: Eğer varsa bizim trajedimizin
dinamiği, kötülükle iyilik arasında değil, iyiliğin katları arasında bir
yükselişte yatıyor. Bir psikolojik sıkışma, gerilim, en azından zorda kalması
söz konusu değil insanın. Her adımda Allah’ın her nimetine, ödülüne insanın
başka feragatla mukabele etmesi söz konusu; en sonunda da Mevlânâ’nın onu
müritlikten dostluk makamına çıkartması ile ödüllendiriliyor…

Hıristiyan ve Batı kültüründe olduğu gibi iyi ve kötü arasındaki
med-cezir sonucunda insanı her ikisi de olmayan bir üst değere yükseltmek yerine
"mutlak iyiliğe" bağlamayı gaye edinen eserlerdir tasavvuf klasikleri. Bir nokta
doğrusu bana son derece önemli görünüyor: Batı ve İslam kültürleri arasında
teolojik düzeydeki farklılaşmanın da ötesine geçen bir farklılaşma var burada.
Bu belki kültürümüzde mesela niçin roman yazılmadığının da bir açıklaması
olabilir. Buna Yeşilçam filmlerini de örnek gösterebiliriz. Mesela Orson
Wells’in Yurttaş Kane isimli filminde filmin kahramanı Kane, çok ilginç bir
tercihle karşı karşıya kalır. Amerika’da başkanlığa soyunan Kane, seçim
kampanyasını tam kazanacağına yakın -ki tüm göstergeler onun kazanacağını
söylüyor- bir gazeteci bir zamanlar yaşadığı aşk skandalını ortaya çıkartacağını
söyleyerek başkanlıktan çekilmesini istiyor. Kane uzun bir tereddüt ve sıkıntı
döneminden sonra ailesini de karşısına alma pahasına ne olursa olsun mücadeleye
devam kararını alıyor.

Oysa Yeşilçam filmlerinde insanın her şeyini kaybedeceği, bir
anda her şeyini ontolojik boyutta riske sokacağı böyle bir karar vermesi
rastlanan bir durum değildir. En iyi durumda, melodramlar imdada yetişir ve
sonunda ya kahraman veya kötü adam ölür ve düğüm çözülür, herkes rahatlar. Bu
gerilimler Şerif Mardin’in dediği gibi hiç bir zaman iç dünyamıza çok fazla
yansımadan, belirli yüzeysel dalgalanmalarla devam eder ve çok fazla
derinleşmeden de biter.

Not: Bilim ve Sanat Vakfı’nda 13 Nisan 1995 tarihinde
ders olarak sunulmuştur.