O, modern hayatın önümüze sunduğu yeni bir imaj…
O, medyanın ortaya çıkardığı (sahte) kahraman…
O, kusurlarını pazarlayarak ün kazanan tâcir…
O, milletin sahip olduğu mukaddesâtla dalga geçen günümüzün frenkzâdesi veya
Bihruz Bey’i…
O, Jhony White…
O, popüler kültürün kara yüzü: Beyaz (Beyazıt Öztürk)

Herhalde yazıya bir mübaşir edasıyla "Beyazıt Öztürk" veya
"Beyaz" diye başlamak daha makul bir davranış olacaktı. Ancak o zamanda yazımız
maksadını aşıp bir biyografiye dönüşebilirdi. Oysa bizim amacımız popüler
kültürün içinde Beyaz ve Beyaz gibilerin yerini tesbit etmekti. Bu yüzden
yazının mukaddimesinde bir tellal gibi Beyaz’ı aslında ise popüler kültürün
Türkiye’de meydana getirdiği yeni kimlikleri incelemek istedik.

Mukaddimedeki ilanâtımızı açıklamadan önce niçin Beyaz’ı
incelediğimizi belirtmekte fayda mülahaza ediyoruz. Beyaz, popüler kültürün en
etkin silahı olan medyadan bihakkın istifade etmiş ve onun hemen her alanına el
atmış bir insandır. Evvela radyoculuk, ardından TV programları, şov programları,
film, stand-up gösterileri ve nihayet bir türkü kaseti. Kısacası televizyon ve
radyonun her alanında at koşturan bir insan. Bize göre bir kusurlu tarafı vardı
ki, o da makale, deneme, şiir tarzından bir ürün ortaya koymaması idi. Lakin
öğrendik ki ilerleyen zamanlarda "Memleketimden İnsan Manzaraları" isminde bir
eser kaleme alacakmış. Eserinin de çıkmasından sonra medyanın her alanında imza
atmış olacak. İşte bu özelliği Beyaz’ı diğer popüler kültür misyonerlerinden
farklı kılmaktadır…

Modern hayat’ın cilvelerine kapılıp kendimize yeni çehre
kazandırmak istediğimizden beri beyaz, siyah, mavi, pembe tonlarda lakin bir
türlü kendi rengini bulamamış yeni tiplerin ortaya çıkmasına sebep olduk. Evvela
Fransız kibarlığı, İngiliz kibri, Alman kabalığı bizlere asil meziyetlerimizi
unutturdu. Bizlerde bu yeni meziyetlerin ortasında ama gerçek manasıyla onlardan
olmadan zaman zaman kibarlık budalalığıyla züppeleşirken, zaman zaman "bir Türk
dünyaya bedeldir" ucuz edebiyatıyla teselli bulurken (ki bugün 1$, 400 küsür bin
liraya bedeldir), zaman zamanda "ölmeye ölmeye geldik…" nidalarıyla Yunan,
İngiliz, Alman…ilh. takımlarına cihad ilan ederek modernleştiğimizi iddia ettik.
Modernleştiğimizi göstermek için de Bihruz Bey, Felatun Bey, Tarkan, Sezen Aksu,
Mirkelam, Rafet el Roman, Beyaz…ilh. gibi isimleri öne sürdük.

Dikkat ederseniz bu satırların yazarı Bihruz Bey’i ve Felatun
Bey’i de aynı kategoride değerlendirmektedir. Evet bizce Tarkan, Rafet el
Roman…ilh. gibiler bunların çocuklarıdır. Her ne kadar tenâsühü reddediyorsak da
o zamanki ruhun aynen ve belki daha da gelişerek devam ettiğini söylemek
mümkündür. Değişen tek şey moda ile birlikte değişen imajlardır. Mesela o
dönemin setre pantolon, püsküllü fes, yağlanmış bıyığı yerini transparan
kıyafetlere, yırtık blujeanslere, No problem, Chigago Bulls… yazılı şapkalara,
koyundan yoksun diyarın Abdurrahman Çelebisi mo-delinde kesilmiş sakal ve ancak
ucubelere yaraşır bir şekilde kesilmiş saçlara bırakmıştır. Felatun Bey ve Rakım
Efendi isimli romanda Felatun Bey’in başına gelen felaket (rezalet)i bugün
torunları yaşamaktadır.

Yine de hakkını vermek gerekirse o dönemin frenkzâdeleri ile
zamanımızın frenkzâdeleri arasında bazı farklar vardır. Bir kere o dönemin
insanları günümüzdekilere göre ince duygu ve güzelliklere âşina, adab-ı
muaşereti bilen ve alenen mukaddesatla oynamaktan ictinab eden veya en azından
toplumun bir değerler manzumesi olduğunu idrak etmiş insanlardı. Bu değerlere
karşı tavır almaları da onların toplumu geri bıraktığı zannından ileri
geliyordu. Günümüzdekiler ise böyle bir akıl ve feraset melekelerinden yoksun
olduklarından bu milletin bazı kıymetleri olabileceği gerçeğini kavrayamamış ve
bohemliği ha-yatın bizatihi kendisi bilen kimselerdir. Onlara göre namus
mefhumunu savunanlar XX. yüzyıla gireceğimiz şu günlerde yüz karasıdır.

Tanzimattan günümüze uzanan zaman diliminde Cumhuriyet bir dönüm
noktasıdır ve günümüzün frenkzâdeleri Cumhuriyet’e çok şey borçludur. 10 yılda
onbeş milyon genç yaratan Dinsiz A.Ş. ve fabrikalar ürünlerini ülkenin dört bir
yanına dağıtarak mukaddesatı yok etmeye ve kendi ürünlerini pazarlarda
sergilemeye çalıştı. Bu günkü gençlik bu fabrikaların eseridir. Frenk ve
bilhassa pagan kültüre ait Yunan eserlerin pazarlanmasını serbest bırakıp buna
mukabil Kur’an-ı Kerim’i ve imanî esaslardan bahseden eserleri yasakladılar.

İçinde en büyük tarihi hakikatlerin gizli olduğu kelime ile
ifade edersek "yıllar yılları, aylar ayları kovaladı" ve bir gün dinsiz A.Ş.’nin
malları piyasaya hakim olmak için ayaklandı ve ortalığı kan gölüne çevirdi.
Bütün faaliyetlerine rağmen ideolojisini pazarlayacak kimse bulamadığından "ben
de patent değiştiririm arkadaş" diyerek kendini Amerikancılığa yamadı.
Amerika’yla farkında olmadan Amerika’nın değerleri ile mücadeleye kalktı.
İslâm’ı da Amerikan değerleri ile yıkmaya çalıştı. Böylelikle sekülerleşmeyi
daha kolay sağlayacaktı. Elin Maykıl’ı varsa bizim de Tarkanımız var. N’olcak
yani?" "Hem bizim stand-upçı (‘şaklabanlarımız’ vurgu bana ait) Amerikan
esprilerini pek bir hoş yapıyor." "yok abicim biz Avrupa’yı çoktan yakalamışız.
Baksana şimdiki filmlere tam Avrupa düzeyinde" diyerek modernleştiğimizi
zannediyorduk. Oysa modernlikten ve batı ile sidik yarıştırmaktan çok bizatihi
onu taklit ediyorduk

Sonunda ne oldu. Evvela Tarkan, ardından Serdar Ortaç
askerlikten kaçmak için türlü bahaneler uydurdular, Doğuş adi suçlardan hapse
girdi. Bilmem kim, kaç gram esrarla, kokainle, hapla yakalandı. Hapishaneler,
hastaneler, kabristanlar bu yeni imajlarımız ile doldu.

Malumunuz toplum olarak en büyük zaafımız, gözümüzde
büyüttüğümüz bir takım insanlara kudsiyet atfetmektir. Hani eşek ve türbesi
meselesi gibi. Medyanın kahramanlaştırdığı bu insanları gözümüzde çok büyüttük.
Keşke sadece onunla kalsaydık. Kimilerimiz onlara secde edecek ve "sana
tapıyorum" diyecek kadar şirk batağının içine saplandı. Kimimiz kanımızı bu
kahramanlarımız uğrunda feda etmekten çekinmedi ve ülkede kırık şişe, yarım
jilet endüstrisinin doğmasına sebep oldu. Kimimiz de bohçamızı toplayıp "benim
onlardan neyim eksik?" diye büyük şehirlerin küçük lokması oldu.

Medya kimi zaman mülevveslikleri de bir özenti haline getirme
gayreti içine girdi. Bundan bir kaç yıl önce "İSKİ Gate" ismi ile maruf davanın
sanığını önce mahkum etti ardından da sanki onu mükafatlandırıyormuşçasına
Skandal isimli bir dizi film çekti. Böylelikle atasözleri literatürümüzde yer
alan "devlet malı deniz…" atasözünden uyarlanmış bir filmle bizlere hakaret
etti.

Bir başka zamanda ehl-i dünyanın bir sene gündemini meşgul eden
Kumkapı cinayetinin suçlu ve mağdurunu sanatçı yaparak "sahipsiz değilsiniz.
Nasıl olsa size sahip çıkan enayiler bulunur" diye piyasaya sürdüler.

Bir başka zamanda bilmem hangi tarikatin liderinin hanımı ile
bir başka tarikat liderinin oğlunu piyasaya sundular. Tarikat liderinin hanımı
kocasının gayr-i meşrû bir ilişkisi yüzünden ondan boşanmış ve bir dahaki
seçimlerde milletvekilliğine adaylığını koyacağını açıklamıştı. Diğeri ise ağzı
ile tuz yalamış koyunları dereden su içmeden geçirecek maharette kaval çalmakta
idi. Ancak üzerlerine fazla düşmedikleri için bu konuda muvaffak olamadılar.

Ve bir gün Eskişehir’de Güzel Sanatlar Fakültesi’nde okurken
orada bir yerel rad-yoda sunuculuk yapan Bayezıt Öztürk’ü bulup getirdiler.
Gençti, yakışıklıydı ve üstüne üstlük "r" harflerini söyleyememe gibi bir kusuru
vardı. Evet bu çok önemli idi. Çünkü böylelikle sıradan insanlara da bir umut
kapısı açıyorlardı. Burası fırsatlar ülkesi idi. Kim bilir belki yolda giderken
biri kolundan tutup "arkadaş gel bizim şaklabanımız ol" diye cazip fiyatlarla
sizi TV’ye, radyoya götürebilirdi. Bırakın onu, Boğaz Köprüsü’nün
korkuluklarından kendinizi Marmara’nın serin sularına bırakıp Cehennemin kaç
arşın olduğunu ölçmeye çalıştığınızda veya en azından teşebbüs ettiğinizde orada
bulunan nöbetçi "kahraman bulma" teşkilatı sizi meşhur ediyordu. Üzerinize
benzin dökmeniz, birini doğramanız, Alişan’ın yazdığı Delikanlılığın Kitabı’ndan
okuduğunuz teorileri pratik hayata dökmeniz, fuhuş yaparken yakalanmanız kâfi
idi meşhur olmak için.

Hakkını verelim ki Beyaz bunların hiç biri ile meşhur olmadı.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi zaafları ve kusurlarını pazarlayarak meşhur
oldu. Üstelik bu zaafları ve şaklabanlıkları ile Boğaziçi, İstanbul, Ankara gibi
hatırı sayılır üniversiteler tarafından en iyi talk show’cu seçildi. Ardından
türkülerden müteşekkil bir kaset çıkardı ve listelerde başa oynadı. İyi aile
çocuğu rolüne bürünerek "Aileler Yarışıyor" isimli bir yarışma programı sundu.
Ancak ailenin en temel taşı olan namus realitesini bir kenara koyarak. Bu
özelliğini hem yarışma programında hem de günlük hayatında gösterdi.

Bir gün bu ülkenin değerlerinden bıkmış olacak ki Jhony White
olarak karşımıza çıktı. Kurnaz, sinsi ve batının temel niteliği olan homo
economicus’u bihakkın temsil eder bir biçimde. Saçlarını uzatmış, elinde icad
ettiği ürün ve ürünü pazarlayabilmek için şekilden şekle giriş. Evvela sempatik
görünüyor, iş çıkmaza girince "alın ulan" diye bayağılaşıyordu. Batıyı çok güzel
yansıtıyordu. Ve bize 75 yılda aldığımız mesafenin ne kadar olduğunu
gösteriyordu.

Kim ne derse desin bu ülkede gerçek beyaz yüzün, saflığın ve
masumluğun, ülkenin değerlerine sahip çıkan insanlar olduğuna iman ediyorum.
Beyaz ve Beyaz gibiler ancak ve ancak karanlık ve kapkara tarafımız olabilir.