A Theological Comment on the Phenomenon of Guidance (Hidayath)

Giriş

Hidâyet olayı, sadece Kelam İlmi'nin uğraştığı bir mesele değildir. Psikoloji
ve Felsefe gibi sosyal bilim dallarının da inceledikleri bir konudur. Özellikle"ihtidâ
psikolojisi"ni Din Psikolojisi bir problem alanı olarak ele almaktadır. Çünkü ihtida
dediğimiz değişim, insan hayatını derinden etkileyen bir olgudur. Hidâyetle buluşan
bir birey; doğrudan inancıyla, kültürel değerleriyle, örf ve adetleriyle yüzleşmekte
ve bu hesaplaşma neticesinde farklı bir dünyaya yeniden doğmaktadır. Elbette, zihniyet
plânında meydana gelen bu büyük doğumun, sancısı da kolay olmayacaktır. Yetişkinlerde
önceleri bir duygu açlığı şeklinde tebarüz eden bu sancı, geçirdiği merhaleler sonucu,
dini duyguda düğümleniyor. Hidâyet olayında "olgunlaşma zamanı" fertten ferde başkalaşım
gösterir. İnsanda aşkın olan Varlık'a bağlanma duygusu, sonlunun sonsuz Yüce Hakikat'e
yönelmesi, güvenmesi, sığınma ve teslim olmasıyla tekâmüle erer. Bir çeşit hidâyet,
insanın kendisini güvende hissetmesi olayıdır. İhtidâ alanında yazılan "hidâyete
ulaşma biyografileri" diyebileceğimiz eserler, ihtida analizleri konusunda bize
yardımcı olmaktadır. Hiç kuşkusuz Din Psikolojisi için bu eserler çok önemli bir
malzemedir. Bu disiplinin "dine dönüş" olayını yorumlaması, insanda meçhul kalan
yönleri anlamada bize yardımcı olacaktır. Ama ne var ki, biz, hidâyet olayına Din
Psikolojisi açısından değil, konunun iman ve irade alanlarıyla ilişkisi olduğu için
teolojik açıdan bakacağız.

Bilindiği gibi ihtidâ olaylarının doğrudan Allah'ın fiilleriyle ilişkisinin yanında,
insanın özgürlüğü ile de çok yakın bağlantısı vardır. Konunun can damarını; "insan
davranışlarında özgür müdür, yoksa mecbur mudur?" sorusu oluşturur. İslam düşünce
tarihine baktığımız zaman insanın fiilleri konusunda kullara ait "ihtiyari fiilleri"
tamamen reddeden Cebriye akımı ile insana mutlak bir hürriyet tanıma noktasında,
insanı, eylemlerinin yaratıcısı olarak nitelendiren Mu'tezile akımı, bu tür tartışmaların
daima merkezinde yer almışlardır. Bütün bu fırkaların görüşlerine aykırı olarak,
orta bir yol izleyen Mâtürîdîlik ve Eş'arîlik gibi itikadî akımlar da olmuştur.
İşte bu makalemizde "hürriyet-hidâyet ilişkisi" bağlamında kelamî ekollerin soruna
bakış açılarını ele alacağız. Ama itikâdî mezheplerin hidâyet konusu ile ilgili
görüşlerine geçmeden önce, hürriyet kavramı üzerinde durmakta yarar olduğuna inanıyorum.
Bu sebeple evvelâ, "Hürriyet kavramının tam ve mutlak bir tanımı yapılabilir mi?"
vb. sorulara cevap bulmak gerektiğine inanıyorum.

A. Hürriyet Sorununa Genel Bir Yaklaşım

Sözlükte hürriyet; Arapça bir kelime olup, "hurr" kökünden türemiştir; köle olmayan
insan anlamına gelir.1 Günlük hayatımızda bu kelime, zorlamanın yokluğu, tutuklu
olmayan bir varlığın durumu, bir eylemde bulunma veya bulunmama iktidarı/gücü2 şeklinde
kullanılır. Hürriyetin varlığı veya yokluğu, insanın doğuştan getirdiği temel hak
ve hürriyetlerinin askıya alındığı ve kısıtlandığı ortamlarda daha iyi anlaşılır.
İnsanlık düşüncesi tarihi içerisinde bazı kavramları, somut bir biçimde tanımlamak
oldukça zorluk meydana getirmiştir. Bu nedenle de tam ve mutlak bir tanımı yapılamamıştır.
Bunun başlıca sebebi de o kavramların daha çok duygusal alana ait ve de duygusal
anlamlar taşımalarıdır. Örneğin, renk, aşk, sevgi, güzellik ve hürriyet kavramları
bunlardan sadece bir kaçıdır. Gerçekte hürriyet, kolayca tarif edilemeyen, zekânın
kadrolarına sığmayan, anlaşılmaktan daha çok yaşanan bir olaydır.3 İşte bu açıdan
hürriyet, insanın yaşama halidir, denilebilir.

Erich Fromm, insanda ferdîleşme süreci arttıkça hürriyet ve bağımsızlık düşüncesi
gelişir,4 der. Fromm'a göre modern tarihte, Aydınlanma Çağı ile birlikte ferdin
din, tarih, kültür, medeniyet gibi mensûbiyet bağlarından gitgide kurtulmasıyla
özgürlüğü artmıştır.5 Özellikle bugün Batı'da, ailede meydana gelen savrulmalar
neticesinde modern hürriyetin nedenli istenmeyen bir takım sonuçlar doğurduğu görmezden
gelinmiştir. Bunun en açık delili; insanın, hürriyet adına mensûbiyet ve ait olma
duygusu veren sosyal ve manevî değerlerden koptukça güçsüzlük ve yalnızlık duygusunun
derinleşmesidir. Bu aslında modernitenin dayatmacı, jakoben, tekçi totaliter ve
müdahaleci tavrının bir sonucudur. Her ne kadar Aydınlanma felsefesinin dünyasında
hürriyet gibi efsunlu bir kavrama yer verilmişse de o, kendi paradigması içerisinde
bir anlam ifade eder. Ötekisi için, hürriyet tuzağıyla, reel siyasette, bütün farklılıklara
(din, kültür) son verip homojenleştirici bir siyaset izler. Bunun uygulamasını biz
Batının sömürge haline getirdiği ülkelerde daha iyi gözlemleyebiliriz.

Bilindiği gibi, Kelâm İlmi'nin en önemli ve aslî problemlerinden birisi, Allah'ın
birliğini ele alan "tevhid" meselesidir. Allah'ın en önemli sıfatlarından ilki O'nun
bir, tek ve eşsiz oluşudur. Şu halde biz de bir, yani kendi iradesiyle hareket eden
olmayı istemeliyiz. Bu özgürlük, diğer bir deyimle insanın otonom oluşu aklın bir
görünüşü değil, varlığımızın doğal yapısıdır. Biz farklı, ferdîleşmiş bir vahdetten
yaratıldık ve her birimizin öbür âlemde dirilişi de ferdî olacaktır.6 Ama burada
tanımlanan ferdîlik, Aydınlanma düşüncesinin evrenindeki her türlü mensûbiyet duygusundan
tecrit olmayı beraberinde getiren, insanı güçsüzleştiren ve yalnızlaştırın ferdîleşme
süreci değildir. Çünkü, ferdiyetçilikte insanın benliğini tanrılaştırması, kendi
kendini bütün değerlerden müstağni sayması, ihtiyaç hissetmemesi vardır. Halbuki
İslâm, insanı fert olmaktan çıkarıp şahıs haline getirmiştir. Biz bunu Muhammed
Aziz Lahhabi'nin tanımında daha iyi görüyoruz. Gerçekten şahıs, toplumcu benliğe
sahip bir varlıktır. İslâm, insanın yalnızlık hissini bir cemaat kavramı ile gidermiştir.
İnsan ben demekle, başkalarını da ifade etmiş, diğerlerinin de varlığını tespit
etmiş oluyor. Benliğimiz, bizin birbiriyle sıkı sıkıya bağlılığı içinde bağımsızdır.7

Bir başka bilinmesi gereken önemli konu da İslâm'da insan, sadece kul/abd olarak
değerlidir. Ne var ki, buradaki kulluğu, Batı düşüncesinde kullanıldığı biçimiyle
kölelik şeklinde anlamamak gerekir. Eğer insan Allah'ın kulu olduğu hususunda bir
bilinç taşıyorsa, Allah'tan başka, her şeyden özgürdür. Böyle bakınca insan, özgürlükten
de özgürdür. Hiçbir zaman o, Batılı manadaki özgürlük adına, özgürlüğe köle olmaz.
Bir defa insanın, her şeye karşı özgürlüğünü ilan ettiğini düşünsek bile, bu kez,
özgürlüğüne karşı özgürlük ilanına kalkışan, bir yerde her şeye, ama her şeye karşı
köleliğini açıklamış olur, fakat farkında olunmaz. Aslında İslâm'a göre özgürlük,
bir istiğnâ disiplinidir.8 Bunu da en güzel şahâdet cümlesinde geçen "Allah'tan
başka ilah yoktur" tümcesi ifâde eder. Yoksa hürriyet, insanın bütün aidiyet noktalarından
soyutlanması değildir. Eğer hürriyet buysa -ki Batı düşünce sisteminde budur- bunun
adı bir çeşit anarşizimdir, kaostur, başıboşluktur.

Farklı alanlara göre çok sesli bir anlam zenginliği taşıyan hürriyet kavramının
temelinde değişmeyen iki sâbite vardır: Seçme (ihtiyâr) ve eylem (fiil). Bunu, "Hürriyet=
Seçme + Eylem" formülüyle izah etmek mümkündür. Burada "ihtiyarın/seçme"nin gerçekleşebilmesi
için bilgi ve bilinç adı verilen olgu ve yetilerin büyük rolü vardır. Yani, insanda
seçme yeteneği, yüksek bir zihnî faaliyetin ürünüdür. İrade adı verilen yüksek zihnî
fonksiyon, günlük konuşma dilinde çokça kullandığımız iştah kelimesinin bir müterâdifidir.
Her ne kadar iştah, bizi bir objeye, bir nesneye karşı aşırı istek duymayı motive
eden biyolojik bir duygu ise de bu arzu, sadece insanın bedenî/fizyolojik ihtiyaçlarını
doyurmadaki yönelişini ifâde etmez. İnsanın rûhî/manevî ihtiyaçlarını karşılamada,
yani, inanç seçiminde de belirleyici ve etkin bir rol oynar. Bu iştah duygusu, sonlu
varlığın, sonsuz, yüce bir varlığa sığınmasıdır ki, fert köklü bu değişimi özgür
iradesiyle bilinçli bir şekilde gerçekleştirir. Çünkü bir nevi özgürlük, insanın
gerçek tabiatının taleplerine göre hareket etmesidir.9 Allah, insanın ontolojik
yapısına fıtrat adı verilen tabiî bir eğilimi yerleştirmiştir.10 İnsan bu eğilimi
sayesinde inancını hür bir şekilde seçebilir.

Hiç kuşkusuz Allah inancına varmak Allah'ın takdiri ile olur. Yalnız bu takdiri
kör bir cebir/fatalizm mantığı içerisinde değerlendirmemek gerekir. Bu istikâmette
insana verilen irâde/seçme hürriyeti neticesinde onun göstereceği gayretin önemi
büyüktür. Bundan dolayı itikâdî mezhepler irade hürriyeti bağlamında hidâyet konusuna
yaklaşmayı gerekli görmüşlerdir.

B. İtikâdî Mezheplere Göre Hidâyet Olayının Yorumu

1. Mu'tezile'nin Hidâyet Olayına Bakışı

Mu'tezile düşüncesinin ana eksenini; "tevhîd ve adâlet" meseleleri oluşturur.
Bu sebeple onlar kendilerini "ehlu'l-adl ve't-tevhîd" şeklinde isimlendirmişlerdir.
Bütün tartıştıkları konular hep bu iki ana konu çevresinde döner dolaşır. Dolayısıyla,
onlar, hidâyet meselesini 'tevhîd' içerisinde değil, 'adâlet' kapsamı içerisinde
değerlendirmişlerdir. Adâlet prensibinin temelinde de insanın fiillerini yapmada
hür olduğu ve insanın bu fiilleri gerçekleştirmede, Allah'ın müdahalesi söz konusu
olmadığı noktasında toplanır. Bu görüşün mantığı ise, "eğer insan fiillerinde hür
değilse ve insanın bütün fiillerini de Allah yaratmışsa, insanın o fiillerden âhirette
sorguya çekilmesi ya da ceza görmesi adâlet prensibiyle nasıl bağdaşacaktır?" sorusuyla
ilişkilidir. Zira insan, yaptığı eylemlerden sorumlu tutulacaksa, hür olması gerekir.
Mu'tezile bu görüşlerini Kur'an âyetleriyle temellendirmeye çalışır.11

Konuya, insan özgürlüğü açısından yaklaşan Mu'tezile'ye göre "hidâyet"; Allah'ın
doğru yolu kuluna, sadece "beyân" etmesidir, yoksa, ihtidâ fiilini insanda yaratması
anlamında değildir.12 Beyân ise, doğru yolu açıklamak anlamına gelir. Bu konuda
insan, bir takım soyut ve somut olguları devreye sokacaktır. Bu olguların başında;
akıl, İlâhî kitaplar, peygamberler, âfâk ve enfüs vb. gibi deliller gelir. İnsan,
bu rehberler sayesinde, özgür iradesiyle hidâyeti elde edebilir. İnsanın diğer fiillerinde
olduğu gibi, ihtida fiili de Allah'ın yaratmasıyla değil, kulun kendi fiilini kendisinin
yaratmasıyla gerçekleşir.13

Diğer yandan Mu'tezile kelam ekolü, homojen bir grup da değildir. Gerek Basra
ve gerekse Bağdat ekolleri arasında birçok itikadî konuda görüş ayrılıkları vardır.
Dolayısıyla Mu'tezile, hidâyet konusunu, biri kâfirlerle ilgili, diğeri ise mü'minlerle
ilgili olmak üzere iki kısımda değerlendirmekte ve her bir kısım hususunda kendi
aralarında da ihtilafları bulunmaktadır.14

a. Allah'ın Kâfirlere Hidâyeti

Mu'tezile Kelam ekolü içerisinde, Allah'ın kafirlere hidâyeti meselesinin 'nasıllığının'
izahı, tam açık ve net değildir. Ama, genel bir görüş de şöyledir: "Allah kâfirlere
hidâyette bulunmuş, onlar hidâyete duyarsız kalmışlardır. Yine onlara Allah itaat
etme imkanı verdiği halde, onlar, özgür iradelerini kullanarak bu imkandan yararlanma
yoluna gitmemişlerdir. Onları ıslah ettiği halde, onlar ıslah olmamışlardır."15

Mu'tezile bilginlerinin bir kısmı, Allah'ın kafirlere hidâyet etmesiyle ilgili
olarak yukarıdaki görüşü benimserken, bir kısmı da şu anlayışı kabul eder: "Allah'ın
herhangi bir yönden kâfirlere hidâyet ettiğini söyleyemeyiz. Allah onlara sadece
'beyân' edip, yol göstermiştir. Çünkü Allah'ın beyân ve çağrısı, onu kabul etmeyen
için değil, fakat onu kabul eden kimse için bir hidâyettir. Nitekim İblis'in dâveti,
kabul etmeyen kimse için değil, onu kabul eden bir kimse için dalâlettir."16

Bir başka Mu'tezile bilginler grubu da yukarıdaki görüşün aksine, kafirlere Allah'ın
hidâyetinin olmadığını ileri sürerek şu görüşü benimsemişlerdir: "Eğer Allah kâfirlere
hidâyet etseydi, onlar hidâyete ererlerdi. Allah onlara hidâyet etmediği için hidâyete
ulaşamadılar. Bazen O, onları hidâyette güçlü kılmak sûretiyle onlara hidâyet eder.
Bu şekildeki hidâyete dair güce, hidâyet adı verilir. Bazen da onlara, onların hidâyetini
yaratmakla hidâyet eder."17

Dikkat edilirse Mu'tezile Kelam ekolünün 'hidâyet' konusundaki yorumları, farklılıklar
arz etmektedir. Bunlardan bir kısmı, "insan, kendi fiillerinin yaratıcısıdır" bağlamında
hidâyeti yorumlarken, bir kısmı da insana nisbî bir hürriyet vermek suretiyle hidâyette
İlâhi iradenin rolünü de hesaba katar bir tanımlama getirmişlerdir. Çünkü, burada
İbn Rüşd'ün (ö. 595/1198) dediği gibi18 gerek hidâyette ve gerekse dalâlette, insanın
kendi tabiatı kadar, iç ve dış birçok faktör birlikte rol oynar. İnsan, Allah'ın
iradesinden yana tercihini kullanırken sanki bir düşünme aralığı vardır ki, o aralık
esnasında yine Allah tarafından verilen cüz'i iradesiyle rahat bir şekilde kişisel
tercih hakkını kullanarak Allah'a yönelebilir. Nitekim Muhammed Hamdi Elmalılı,
(ö. 1942) Ra'd Sûresi'nde geçen: "Kafirler: 'Ona Rabbinden bir âyet (mucize) indirilmeli
değil miydi?' derler. De ki: Allah dilediğini saptırır, gönlünü yönelteni de hidâyette
kılar,"19 âyetini yorumlarken, hidâyete erme ya da dalâleti seçme konusunda insanın,
İlâhi meşîetin taalluku mümkün olan vaktinde iradesinin devreye girip-girmemesiyle
ilişkisi vardır, demektedir.20

Görüldüğü gibi Mu'tezile bilginlerinden bir bölümü, hidâyet olayını salt insan
iradesine bağlamaktan yana değil, işin belli bir bölümünden sonra devreye İlâhi
meşîetin de girdiğini kabul etmek zorunda kalmışlardır. O halde hidâyet, salt "beyân"
değildir. Eğer insanın doğru yola yöneliminde olumlu bir adımı olmuşsa ya da içinde
iman ateşi çakmışsa, onu alevlendirmek de vahiy hidâyetinin bir parçası olmaktadır
ki, buna "tevfikî hidâyet" denmektedir.21 Buradan çıkan sonuca göre Allah'ın hidâyet
çağrısı, bütün insanlığadır. Hidâyet, kulun kesb istidadı ve İlâhî lütfun katkısıyla
gerçekleşmektedir.

b. Allah'ın Mü'minlere Hidâyeti

Mu'tezile Kelam ekolü kendi içinde, nasıl ki, Allah'ın kafirlere hidâyet edip
etmediği konusunda görüş ayrılığına sahipse, aynı şekilde, mü'minlere hidâyet edip
etmeme konusunda da görüş ayrılığına sahiptirler.

Mu'tezile bilginlerinden bir bölümüne göre Allah, mü'minlere "mühtediler" ismini
vermek suretiyle hidâyet etmiş ve onlara bununla hükmetmiştir. Allah mü'minlerin
imanını; bir takım menfaatler ve lütuflarla artırır. İşte bu bir hidâyettir. Kur'an'da
geçen şu âyet de bu görüşü destekler: "Doğru yolu bulanlara gelince, Allah onların
hidâyetlerini artırır."22

Mu'tezile bilginleri, zâhiri ifadeleriyle, hidayetin, Allah'ın yaratması, O'nun
fiili olduğunu, O'nun tarafından hidâyete erenlerin kalplerine telkin edildiğini
ima eden âyetler üzerinde durmuşlardır. Örneğin: "Allah dilediğini saptırır, dilediğini
hidâyete eriştirir"23 âyetinin yorumu çevresinde şunları söylemişlerdir: "Bu âyeti,
başka âyetlerin ışığında tefsir etmek gerekir. Çünkü Yüce Allah, bu hususta: 'Ben
hidâyete eriştirdim' demiyor; aksine, amelleri sonucu imanı hak edenleri 'mühtediler'
olarak isimlendiriyor. Mu'tezile âlimlerinin bir kısmına göre bu tip âyetler, Allah'ın
gücünden ve yaratmasından haber veriyor. Buna göre Allah, kullarını hidâyete eriştirmeyi
isterse, bu olur ve hiçbir kimse bu konuda O'nu alt edemez. Ancak O, böyle bir şeyi
dilemiyor. Yalnızca insanların kendi seçim ve iradeleriyle kendisine kulluk etmelerini
diliyor. Bu konuda onları hayra teşvik edip, şerden sakındırıyor."24

Mu'tezile'nin önde gelen kurucu teorisyenlerinden Ali el-Cübbâi (303/915) ise,
"hidâyet" olayını tamamen farklı bir yaklaşımla ele alarak görüşünün merkezine "İlâhi
lütuf" kavramını oturtur. Ona göre Allah, isim ve hüküm vererek hidâyet etmez. Allah
bütün mahlûkata yol göstermek ve beyân etmekle hidâyete ulaştırır. Dahası, Allah
mü'minlere lütuflarından ziyade ederek hidâyet eder. Âhirette de onları cennetine
hidâyet eder ki, bu da Allah'ın mü'minler hakkında ihsanda bulunacağı sevâbıdır25
diyen el-Cübbâi, bu görüşünü şu âyetle de destekler: "İman edip güzel işler yapanlara
gelince, imanları sebebiyle Rableri onları nimet dolu cennetlerde altlarından ırmaklar
akan (köşklere) erdirir."26

İlk dönem Mu'tezile bilginlerinden İbrahim en-Nazzâm (ö. 221/835) ise, mü'minlerin
itaat ve imanlarını, hidâyet olarak isimlendirmenin câiz olacağını ve bunun Allah'ın
bir hidâyeti olduğu, görüşünü savunur.27

Bütün bu görüşlerden yola çıkarak söylemek gerekirse; ilk dönem Mu'tezile Kelam
bilginleri, temel prensiplerinden taviz vermeden insandan hareketle, Kur'an'da Allah'a
isnat olunan hidâyeti, hakiki manasında değil de doğru yolu göstermek, açıklamak,
Hakk'a delâlet ve irşat gibi mecazî manada yorumlamışlardır.28

2. Ehl-i Sünnetin Hidâyet Olayına Bakışı

a. Mâtürîdî'lerin Hidâyet Anlayışı

Mâtürîdî kelamcılara göre, insanın bütün fiillerinin yaratıcısı, Allah'tır. Bununla
birlikte insanın yaptığı işler, kendisine nispet edilir. Çünkü insan, isteyerek
kendi seçimi neticesinde bu fiillerin sahibi/yapanı olur. Yani bu fiiller, insan
gücünü kullanmak suretiyle kendisinden meydana gelir. Bir başka ifade ile insan,
özgür iradesini kullanarak bu fiillerin meydana gelmesini sağlamış olur.29 İşte
bu anlayış doğrultusunda olaya yaklaşan Ehl-i Sünnet Kelam ekolünün kurucu önderlerinden
Ebû Mansûr el-Mâtürîdî'ye (ö. 333/944) göre hidâyet, Allah'ın insanda doğru yolu
bulma fiilini yaratması; ihtida ise, kulun hidâyet bulmasıdır.30 Kur'an-ı Kerim'de:
"Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediğini de doğru yola koyar"31 buyrulması,
Allah'ın kullarına bizzat kendisini "kudret" sıfatıyla vasfetmesiyle ilgilidir.
Yoksa âyette söz konusu edilen mana, insandan ihtiyari fiillerinin soyutlanması
ya da soyup çıkarılması anlamında değildir. İnsanların ihtiyarî fiilleri İlahi fiilin
icad ve yaratmasıyladır. Kâfir küfrü seçer, Allah da onda küfür fiilini yaratır,
kul da sapar; mü'min de imanı seçer, Allah da onda hidâyet fiilini yaratır, kul
da ihtida eder.32 Ancak yukarıda atıfta bulunduğumuz âyetten 'cebrîyeci' bir bakış
açısından ziyâde serbest seçime bağlı 'ihtiyarî' bir bakış açısına dayalı sonuç
çıkar. Şöyle ki, Allah, tutum ve davranışlarının gidişi itibariyle asla imana ermeyeceğini
bildiği insanların dışında hiç kimseyi saptırmaz, sapıklık içinde bırakmaz. Yine
Allah, imana/hidâyete eğilimini bildiği insanların dışında kimseyi doğru yola yöneltmez,
doğru yola sokmaz. Bunun içindir ki, yukarıdaki âyette Allah'a izâfe edilen 'saptırma/sapıklık
içinde bırakma' ifadesi, Allah'ın, sapmaya eğilim gösteren kişiyi rahmet ve hidâyetinden
yoksun kılarak kendi haline bırakması (tahliye) anlamına, "doğru yola yöneltme"
(hidâyet) ifadesi ise, bunu hak eden kişiye başarı (tevfîk) ve destek sağlaması
anlamına gelir. Bu itibarla, Allah, yüzüstü bırakılmayı hak edenlerin dışında kimseyi
yüzüstü bırakmaz; buna karşılık yardım ve desteği hak edenlerin dışında kimseye
yardım ve destek vermez. Bu durum, sonucun, insanın serbest seçimine bağlı olmakla
birlikte, özellikle hidâyete yönelişte, Allah'ın destek ve yardımını hesaba katmayı
da gerektirmektedir.33 Zaten hidâyet kelimesinin anlamında da bu mana vardır. Hidâyet,
talep edilene ulaştıracak yola kılavuzluk etmek veya talep edilen şeye ulaştıracak
yolu göstermektir.34

İmâm-ı Mâtürîdî, birtakım insanların kendi istek ve özgür iradeleriyle iman ettiklerini,
geri kalanların da Allah'ın din ve taatinden yüz çevirmelerinden dolayı, hidâyetten
men olunduklarını, bu konuda hiçbir zaman cebrin/zorlamanın söz konusu olmadığını
söyler.35 Bu konuda görüşlerini temellendirdiği şu âyetleri de zikreder:

"Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa, hepsi toptan iman ederlerdi."36

"Dileseydik herkesi doğru yola iletirdik."37

"Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzerinde toplayıp birleştirirdi."38

Mâtürîdî Kelam bilginleri, insan neyi irade ederse Allah onu, onda yaratır. Allah
hâlık/yaratan; insan kâsib/isteyendir. Allah, kulun istekleri doğrultusunda ihtida
fiilini yaratmak suretiyle el-Hâdi/hidâyete ulaştıran sıfatını aldığını söylerler.39
Diğer taraftan Mâtürîdî bilginler, Mu'tezile'nin, "hidâyetten amaç, din yolunu beyân
etmektir" görüşünün tartışmalı olduğunu ifade etmişlerdir. Bu mevzuda Mu'tezile'nin
görüşünün fasit ve temelsiz olduğuna dair Kur'an'dan şu âyeti delil olarak getirmişlerdir:
"Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; bilakis Allah, dilediğine hidâyet verir."40
Şayet hidâyet, sadece doğru yolu beyân etmek olsaydı, onun Hz. Peygamberden nefyedilmesi
doğru olmazdı, zira o, sevdiğine de sevmediğine de doğru yolu göstermiştir, hidâyeti
açıklamıştır. Böylece Allah'ın doğru yolu açıklaması, herkes için umumi olarak meydana
gelmiştir.41 Elbette burada şu hususu da unutmamak gerekir. Bir kimsenin herhangi
bir kimseyi, -velev ki, bu kimse çok sevdiği kimse de olsa- bizatihi kendi istek
ve eğilimi olmadıkça doğru yola sokmaya çalışmanın belli bir noktadan sonra yararsız
olduğu da bir gerçektir. Nihâyetinde, Allah'ın dışındaki yol göstermeler, mecazî
anlamda birer vesileden öte geçemez. Ama, kişi özgür ve içten arzu ve isteğiyle
doğru yola girmeye yatkınsa, hidâyete yönelirse, Allah da o kulunun elinden tutarak
doğru yola çıkarır.

Her akıl sağlığı yerinde olan bir insan kabul etmelidir ki, gerek Ehl-i Sünnet
Kelamının kurucularından İmâm-ı Mâtürîdî'nin ve gerekse izleyicilerinin hidâyet
konusundaki görüşlerinde kör bir fatalizm/kadercilik yoktur. Hidâyet konusundaki
isabetli görüşleri, gayet ma'kul ve anlaşılırdır. Onlara göre bir fiil aynı manada
hem Allah'a ve hem de başkasına nispet edilemez. Fiilin Allah'a izâfe edilmesi yaratma
açısından, fiilin insana nispet edilmesi de seçme (ihtiyar) açısındandır.42

b. Eş'arî'lerin Hidâyet Anlayışı

Ehl-i Sünnet Kelam ekolünün diğer bir kurucusu da Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö.324/936)'dir.
Onun hidâyeti, teolojik açıdan yorumlama girişimleri son derece önemlidir. el-Eş'arî,
Allah'ın, dâveti insanlara genel, hidâyeti ise özel kıldığını söyler ve "Allah kullarını
selam yurduna (cennete) çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola iletir"43 âyetini
de delil olarak getirir.44

Eş'arî mütekellimlere göre Allah'ın hidâyeti iki şekilde tecelli eder:45

Bunlardan ilki, hakkın bütün yönleriyle açıklanmasıdır. Kur'an-ı Kerim'de hidâyetin
en meşhur anlamlarından birisi, hakkın bütün yönleriyle insanlara açıklanması ve
bu husustaki delillerin açıkça gösterilmesidir. Bu şekildeki bir hidâyetin peygamber
ile Allah'ın dinine çağıranlara nispet edilmesi oldukça doğru bir görüştür. Çünkü
onlar, insanlara doğru ve hak yolu gösteren rehberlerdir. Peygamberimiz hakkındaki
Allah'ın hükmü işte böyledir: "Şüphesiz ki, sen doğru yolu göstermektesin."46 Bu
âyetin anlamı, sen insanları kendisinde eğrilik olmayan İslam'a çağırmaktasın, demektir.

Diğeri ise, hidâyetin gönüllerde yaratılmasıdır. Nitekim bu tür hidâyet Kur'an-ı
Kerim'de şöyle açıklanır: "Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslâmiyet'e
açar."47 Hidâyetin bu çeşidine Allah'tan başka kimse güç yetiremez.

Eş'arî mütekellimlere göre Allah'ın birinci türdeki hidâyeti, bütün mükellefleri
içine alırken; ikinci tarzdaki hidâyet ise, hidâyet edilenlerin özelliklerine göre
farklılaşmaktadır.48

Ehl-i Sünnet inancına göre, küfür ve sapıklık/dalâlet arızî, iman ve hidâyet
aslîdir. Allah'ın, hiçbir zaman kullarının küfrüne ve sapmasına rızası yoktur. Gerek
hidâyet ve gerekse dalâlet konularında insanların temâyülleri büyük rol oynar. Böyle
olunca da insanların hür eğilimleri neticesinde Allah saptırdığı kimseyi adâletiyle
saptırır; hidâyette kıldığı kimseyi de lütfuyla iman yoluna erdirir.49 Bunun anlamı,
hidâyet ve dalâlet, yönelimler neticesinde insanın kalbinde yaratılır. Yoksa Mu'tezile
ve taraftarlarının iddia ettiği gibi, Allah'ın kâfirleri saptırması hızlanıyla,
mü'minleri hidâyette kılması da tevfîk ve lütfuyla değildir. Allah sadece mü'min
için değil, kâfir için de lütuf yaratır. Dilerse o da iman eder. Allah'ın kâfiri
saptırması, onun, kişisel bağlamda hidâyeti kabul etmemesinin bir sonucudur.50

Mu'tezile teologları hidâyet kavramına, sadece literal anlamda; irşâd, davet
ve hakkı açıklamak vb. gibi manalar vererek hayata baktılar. Halbuki, sadece, hidâyet
kelimesini, salt lügat anlamıyla sınırlandırarak külli bir görüş beyân etmek, hatalı
bir girişimdir. Kur'an'da hidâyetle ilgili geçen bütün âyetleri bütünlük içerisinde
değerlendirmeden, sadece: "Biz onlara doğru yolu gösterdik de onlar körlüğü hidâyete
tercih ettiler"51 âyetini tercih edip, hidâyeti 'beyân'la açıklamak kapsamlı bir
bakış açısından ziyâde ufuk yetersizliğidir.52 Bu tür zâhirinden ne kastedildiği
açıkça anlaşılamayan âyetleri, zâhirinden ne kastedildiği açıkça anlaşılan âyetler
ışığında yorumlamak gerekir. Bu kural hem hidâyet ve dalâletle ilgili âyetler ve
hem de diğer muhtelif konularla ilgili âyetleri anlamada bir yöntem olabilir.

Eş'arîliğin bânisi Ebu'l-Hasan el-Eş'arî, Mu'tezile'den döndükten sonra yazdığı
el-İbâne an Usûli'd-Diyâne adlı eserinde bizzat Kur'an'dan hareketle Mu'tezile'nin
tezini çürütmeye çalışmıştır. Örneğin, Kur'an'da kıssası anlatılan Semud milleti,
kafirler ve mü'minler şeklinde ikiye ayrılmıştır. Allah mü'minleri, Semud milletine
peygamber olarak gönderdiği Hz. Salih'le birlikte kurtaracağını şu ifadelerle belirtmiştir:
"Salih'i ve O'nunla birlikte iman edenleri kurtardık."53 Bu âyette, Allah'ın hidâyet
ettiği kimselerin mü'minler olduğu anlaşılıyor. Çünkü Allah, Kur'an'ın çeşitli âyetlerinde
kafirlere hidâyet etmeyeceğini beyan etmiştir. Onlardan, önce iman edip, sonra irtidat
ederek kendi özgür iradeleriyle dinden dönenler olmuştur. Demek ki Allah, hidâyet
vermiş, ama onlar, dalâleti hidâyete tercih etmişlerdir. Küfrü imana tercih etmeden
önce mü'mindiler.54

İmâm-ı Eş'arî'nin hidâyet olayına yaklaşımı, Allah'ın bu durumu insanda yaratması
şeklinde olmaktadır. Başta Kur'an-ı Kerim, hidâyete giden yolu gösteren yegâne kılavuzlardan
birisidir. O, insanları en doğruya iletir. Öyleyse, Kur'an'ın, kendisi için hidâyet
kaynağı olduğu kimseye körlük aracı olması câiz olmadığı gibi, kendisinde körlük
olan bir kimseye de hidâyet kaynağı olması câiz değildir.55

Eş'arî Kelam sisteminin gelişmesinde büyük katkılarda bulunmuş olan Kâdî Ebû
Bekir el-Bâkıllânî (ö. 403/1013), Allah mü'minlere hidâyetini üç anlamda açıklar
demektedir ve görüşünü şu şekilde ortaya koymaktadır:

a. Allah, mü'minlerin kalplerinde hidâyeti yaratarak ve kalplerini imanla aydınlatmak
suretiyle doğru yola iletmiştir.

b. Onların göğüslerini genişletmek, muvaffakiyetlerini, yardımlarını ve hidâyete
giden yollarını kolaylaştırmayı deruhte etmek üzere Allah, onları doğru yola ulaştırmıştır.

c. Âhirette ise, onlara bol sevap vermek suretiyle Cennet yoluna iletmek şeklinde
hidâyet edecektir.56

Bir başka Eş'arî mütekellim İmâmu'l-Harameyn el-Cüveynî'nin (ö. 478/1015) hidâyet
meselesine yaklaşımı, imanın insanın kalbinde yaratılması tarzındadır. Eş'arî'nin
iyi bir muakkıbı olan el-Cüveynî, hocası gibi düşünerek, Allah'ın iradesiyle hidâyeti
tahsis ettiği gibi, daveti de tüm insanlar için umumi kılmıştır, demektedir.57

Yukarıda söz konusu edilen bütün bu görüşlere saygı duymakla birlikte, önemli
bir hususun altını çizmek lazım. O da, her ne kadar bizzat Eş'arî ve takipçileri,
hidâyet olayına teolojik açıdan yorum getirmede Allah'ın meşîetine bağlı olma noktasından
hareket etmişlerse de, dine dönüş olayında insanın payının "ne"liğini tam olarak
açıklayamamışlardır.

Genel olarak sünnî paradigmada hidâyet, ızdırari bir fiil olmayıp, ihtiyarî bir
fiildir. Fiilin ihtiyarî oluşu, Mu'tezile'nin iddia ettiği gibi, Allah'ın meşîetinin
dışında cereyan etmez. İnsanın hidâyete eğilimi neticesinde, Allah'ın meşîetinin
de o yöne tecellisi, Allah için bir nakısa gerektirmez. İnsan, Allah'ın, kendisinde
yarattığı hâdis bir kudretle hidâyeti tercih edebilir ya da etmeyebilir de. Çünkü,
İslamî misyonun mâhiyetini inanç ve fikir hürriyeti oluşturur. Kur'an'da bu gerçek
çeşitli âyetlerde dile getirilmiştir.58

İslam'a çağrı, kesinlikle bir zorlama değildir. Aksine, çağrılanın özgür iradesiyle
gerçekleşecek olan bir davettir. Amaç, çağrılanı; Allah'ın âlemlerin yaratıcısı,
Rabbi, Mâliki ve Hâkimi olduğuna ikna etmek olduğu için, baskı altında verilen bir
karar bu manada bir çelişki ortaya çıkaracaktır. İnsan ahlâkı, baskı ile yapılan
bir dâveti, insanın kişiliğinin bir ihlâli olarak görür. Onun için herhangi bir
kimse, kararını hidâyet lehinde vermede hürdür. Zira, insan hayatında dinden daha
yoğun ferdi ve özel bir boyut yoktur. Bundan dolayı, hiçbir kimse bir başkasının
yerine inanamaz.

Gerçekte Allahu Teâlâ, insanın hidâyete ulaşamama konusunda savunabileceği bir
mazeret bırakmamıştır. Kişiyi Allah'a ulaştırabilecek gerek kozmolojik, gerek teleolojik
ve gerekse enfüsî âlemde bin bir türlü ontolojik deliller yaratıcı kudret tarafından
ortaya serilmiştir. Bu uyarıcı ve hidâyete vesile olucu deliller karşısında, gerçeği
yakalama sorumluluğu insana düşmektedir. İnsan, hayatı ve eşyayı ancak, hidâyet
boyutunda anlamlandırabilir. Elbette, varlık alanında tecelli eden uyarıcıların
çeşitliliği ve şiddetine göre insanların uyarılması aynı değildir. Avâmî bir kişinin
hidâyet serüveni ile entelektüel bir kişinin hidâyet serüveninin aynı olmadığı gibi.

Bir diğer gerçek de ihtida hareketlerinin özünde, hidâyete ulaşmış kimselerin
geçmiş inançlarından kopma ya da kaba tabirle dönme değil, Müslüman olmaya doğru
bir gelişim çizgisi ve kavrayış süreci vardır. Bu anlamda İslam son din olduğunu
iddia eder; bütün dinlerin, özellikle kendisinden önce gelen ve aynı dini gelenek
üzere bulunan Mûsevîlik ve Hıristiyanlığın son reformu olduğunu söyler.59 İşte bunun
gibi, hidâyet olayı da insanın öz benliğinin şuuruna varması ya da uzun bir yürüyüşün
tamamlanmasıdır.

Sonuç

Kelam İlmi, itikâdî âyetlerin yorumuyla uğraşır. Hidâyet olayı da imanla ilgili
bir konu olduğu için, elbette mütekellimlerin bu konudaki görüş ve düşünceleri son
derece büyük önem ve değer arz etmektedir. Dolayısıyla, İslam düşünce tarihinde
derin izler bırakmış olan Mu'tezile kelam ekolü, hidâyet olayına insandan hareketle
yaklaşırken, Allah'ın iradesini hesaba katmamaları konunun tam olarak açıklanmasını
kilitlemiştir.

Diğer taraftan görüşleriyle mutedil bir çizgi izlemiş olan Mâtürîdîler ise, hidâyetin
gerçekleşmesinde salt insandan hareket etmek yerine, Allah'ın meşîetini de kuvvetli
bir şekilde vurgulamak sûretiyle işin içine katmışlardır. Bu konuda dengeli bir
yol izleyen Mâtürîdîler; "hidâyet, yaratma açısından Allah'a, kesb yönünden de insana
aittir" demek sûretiyle noktayı koymuşlardır.

Eş'arî mütekellimler ise, tam bir cebr-i mutavassıt yöntem izleyerek, her ne
kadar hidâyet olayını Allah'ın meşîetine bağlamışlarsa da, insanın, hidâyetin gerçekleşmesinde
payı ve rolü konusunda yeterince açık olmamışlardır.

Netice olarak hidâyet, insanın yepyeni bir dünyaya yeniden doğuşu, yeniden hayat
bulmasıdır. Bu dirilişin gerçekleşmesinde ana etken, insanın İlâhî ışığa bütün benliğiyle
yönelmesidir. İnsan bu İlâhi ışığa yönelmeyi içten, samimi olarak istediği zaman
Allah'ın kullarına hidâyeti devreye girecektir. Her ne kadar hidâyet, insanın kesb
ve iradesiyle kayıtlı ise de, mazhar-ı İlâhi'nin bir lütfu olduğu gözden ırak tutulmamalıdır.
Çünkü insanın gönül dünyasında seçme, tahrik ve meyletme gibi bir takım arzu ve
istekler vardır. Bu arzular Allah tarafından yaratılmış olup, insan kudreti bunlar
üzerinde tesirli değildir. Allah her hangi bir fiille bunları yarattığı zaman, insan
bu duygularla fiili sağlam bir irade ile gönülden arzular ve ister. Bunun akabinde
de Allah, insan için o fiili yaratır. İşte hidâyete ulaşma da bu şekilde gerçekleşir.

Öz

Kelam İlmi'nde, fiillerin, insanla ilişkilendirildiği konulardan birisi de, "hidâyet"
meselesidir. Olayın; hem İlâhî ve hem de insanî fiillerle bağlantısı vardır. Sosyal
bilimler, ihtida olaylarının daha çok fizikî; Kelam İlmi ise, metafizik boyutlarıyla
uğraşır. Bu noktada İslam kelamcıları, fiillerin insana aidiyeti noktasında, konuya
hürriyet açısından yaklaşarak 'hidâyet olgusunu' yorumlamada, farklı görüşler ortaya
koymuşlardır. Başta Mu'tezile Kelam ekolü, hidâyet sorununa, insanın hür fiilinin
bir sonucu olarak bakmış, İlâhi iradeyi devre dışı bırakmıştır. Mâtürîdî kelamcılar,
hidayet konusuna; hem İlâhî ve hem de insanî fiilin ortak katkısı perspektifinde
total bir bakış açısı sergilemişlerdir. Bu konudaki tezlerini, "yön"ler yöntemiyle
izah etme yoluna giderek; "hidayet, yaratma yönüyle Allah'a, kesb yönüyle de insana
aittir" sonucuna varmışlardır. Eş'arîler ise, İlâhi kudretten hareketle hidâyet
meselesini yorumlamışlar, insanın katkısını görmezden gelen bir tutum içerisine
girmişlerdir.

Anahtar Kelimeler: Kelam, Hidayet, Mu'tezile, Ehl-i Sünnet, Mâtürîdîlik, Eş'arîlik,
Hürriyet.

Abstract

One of the subjects, in which the action is related to the man, in Islamic Theology
is the question of "guidance" (hidayath). It has relations to actions both divine
and human. Social sciences deal with the physical aspects of conversion, on the
other hand, Islamic Theology deals with the meta-physical aspects. In this respect,
Islamic Theologists put forward different opinions about the comments on the phenomenon
of guidance (hidayath) by approaching the subject from the angle of freedom. To
start with, Mu'tazilah Islamic School of Theology treats the question of conversion
as a result of free will, and disregards the God's Will. Maturidi Islamic Theologists
has a total point of view from the perspective of the mutual contribution of human
will and God's Will. They explained their thesis on this subject with the method
of "ways", and they made a deduction as "hidayath pertains to God in creation, and
pertains to man in acquiring". Ash'ariyyah explains conversion by ignoring the contribution
of the man.

Key Words: Islamic Theology, Guidance (Hidayath), Mu'tazilah, Ahl Sunnah, Maturidiyyah,
Ash'ariyyah, Freedom

Dipnotlar

1. el-İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'an, İstanbul, 1986, s. 160.

2. Bkz. Öner, Necati, İnsan Hürriyeti, Ankara, 1995, s. 12.

3. Bkz. Öner, a.g.e., s. 14.

4. Fromm, Erich, Hürriyetten Kaçış, (çev. Ayda Yörükan), İstanbul, 1979, s. 49.

5. Fromm, a.g.e., s. 110.

6. Lahhabi, M. Aziz, İslâm Şahsiyetçiliği, (çev. İ. H. Akın), İstanbul, 1972,
s. 51.

7. Daha geniş bilgi için bakınız; Lahhabi, a.g.e., s. 35.

8. Özdenören, Rasim, "Özgürlük", Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (SBA), İstanbul,
1990, IV, s. 211.

9. Attas, S. Nakıb, Modern Çağ ve İslâmî Düşünüşün Problemleri, (çev. M. E. Kılıç),
İstanbul, 1989, s. 89.

10. er-Rûm 30/30.

11. Âyetler için bakınız. en-Nisâ 4/44; et-Tevbe 9/70; Yunus 10/44; el-Bakara
2/281.

12. ez-Zemahşerî, Muhammed b. Ömer, el-Keşşâf an-Hakâiki't-Tenzîl, Beyrut, ts.,
I, 116.

13. Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu'l-Usûli'l-Hamse, Kâhire, 1965, s. 323.

14. Yüksel, Emrullah, "Kur'an-ı Kerim'de Hidâyet ve Dalâlet Anlayışı", AÜİF Dergisi,
Sayı: VII, (Erzurum-1986), s. 99.

15. el-Eş'arî, Ebu'l-Hasan, Makâlâtü'l-İslâmiyyîn, (tahk. Helmut Ritter), Wiesbaden,
1980, I, 260.

16. el-Eş'arî, Makâlât, I, 260.

17. el-Eş'arî, a.g.e., I, 260; Krş. Gölcük, Şerafeddîn, Kelam Açısından İnsan
ve Fiilleri, İstanbul, 1979, s. 323; Altıntaş, Ramazan, Kur'an'da Hidâyet ve Dalâlet,
İstanbul, 1995, s. 258.

18. İbn Rüşd, Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed, el-Keşf an Menâhici'l-Edille, (çev.
N. Ayasbeyoğlu), Ankara, 1955, s. 135.

19. er-Ra'd 13/27.

20. Elmalılı, M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, 1979, IV, 2982.

21. el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 784.

22. Muhammed 47/17.

23. Fâtır 35/8.

24. Yahya b. Hüseyin, "er-Redü ale'l-Mücbirati'l-Kaderiyye", (Rasâilü'l-Adl ve't-Tevhîd
içinde), tahk. Muhammad Ammara, Dâru'l-Hilâl, 1971, II, 35-36.

25. el-Eş'arî, Makâlât, I, 261.

26. Yunus 10/9.

27. el-Eş'arî, a.g.e., I, 261.

28. Harpûtî, Abdüllatif, Tenkîhu'l-Kelâm, İstanbul, 1330, s. 244; Gölcük, Kelam
Açısından İnsan ve Fiilleri, s. 324.

29. el-Beyâdî, Kemâleddîn Ahmed, İşârâtü'l-Merâm min 'Ibârâti'l-İmâm, Kahire,
1949, s. 252-54.

30. el-Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed, Te'vîlâtü'l-Kur'an, (tahk. A. Vanlıoğlu),
İstanbul, 2005, I, 31.

31. el-En'âm 6/39.

32. Harpûtî, Tenkîhu'l-Kelâm, s. 243.

33. Geniş yorumlar için bakınız. Esed, Muhammed, Kur'an Mesajı, (çev. C. Koytak-A.
Ertürk), İstanbul, 1999, II, 500.

34. el-Cürcânî, Seyyid Şerîf, et-Ta'rîfât, Kahire, 1987, s. 312.

35. Bkz. el-Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed, Kitâbu't-Tevhîd, (tahk. Fethullah
Huleyf), Beyrut, 1979, s. 288.

36. Yunus 10/99.

37. Secde 32/13.

38. el-En'âm 6/35.

39. Bkz. es-Sabûnî, Nureddîn, el-Bidâye fî Usûli'd-Dîn, (tahk. B. Topaloğlu),
Dımaşk, 1979, s. 79.

40. el-Kasas 28/56.

41. es-Sabûnî, el-Bidâye, s. 79.

42. Bkz. es-Sabûnî, el-Bidâye, s. 79.

43. Yunus 10/25.

44. Bkz. el-Eş'arî, Ebu'l-Hasan, el-İbâne an Usûli'd-Diyâne, Medine, 1975, s.
57.

45. el-Bağdadî, Abdülkâhir, el-Fark Beyne'l-Firak, Beyrut, 1990, s. 340; a.mlf.,
Usûlü'd-Dîn, Beyrut, 1927, s. 140.

46. eş-Şûrâ 43/52.

47. el-En'âm 6/125.

48. el-Bağdadî, el-Fark, s. 340; a.mlf., Usûl, s. 140.

49. el-Bağdadî, Usûl, s. 141.

50. Bkz. ez-Zemahşerî, Keşşâf, II, 17; İbnü'l-Müneyyir, Ahmed b. Muhammed el-İskenderî,
el-İnsâf Fîmâ Tedammene'l-Keşşâf Mine'l-İ'tizâl (Keşşâf'ın hâmişinde), Beyrut, ts.,
III, 387.

51. Fussilet 41/17.

52. el-Bağdadî, Usûl, s. 141.

53. Hûd 11/66.

54. Bkz. el-Eş'arî, el-İbâne, s. 59.

55. el-Eş'arî, a.g.e., s. 58.

56. el-Bâkıllânî, Kâdî Ebû Bekr Muhammed b. Et-Tayyib, et-Temhîd, Beyrut, 1957,
s. 335.

57. el-Cüveynî, İmâmu'l-Harameyn, el-İrşâd, Kahire, 1950, s. 211-12.

58. Bkz. el-Bakara 2/256; ez-Zümer 39/41; el-İnsân 76/3.

59. Geniş bilgi için bakınız. Fârukî, İsmail Raci-Luis Lamia Farukî, İslam Kültür
Atlası, (çev. M.O. Kibaroğlu-Z. Kibaroğlu), İstanbul, 1991, s. 72.