Global Economic Crisis is a Crisis of Modernism

2 Ekim 2008 yılında, AB ülkeleri Fransa Cumhurbaşkanlığının sarayında
toplandılar. Bu toplantı sonunda içinde bulunduğumuz ekonomik krizi aşmak için,
Almanya 470 milyar dolar, Fransa 360 milyar dolar, İspanya 100 milyar dolar, İngiltere
39 milyar dolar, Avusturya 85 milyar dolar piyasaya pompalama kararını aldı. Daha
önce Obama da seçildikten sonra piyasaya 825 milyar dolar aktaracağını söylemişti.
Bu yaklaşık iki trilyon dolardır; fakat Ekim’den bu yana piyasaya aktarılan para
miktarı 3,5 trilyon doları bulmuştur. Anlaşılan bu daha da devam edecektir. Amerika
eğer bu 825 milyar doları piyasaya aktarırsa şu alanlarda kullanacağını söylüyor.
275 milyarın yoksul kesimlere dağıtılacağını, küçük ve orta bütçeli firmalara işçi
çıkarmamaları için destek olunacağını, 550 milyar doların da kamusal harcamalar,
temiz enerji, eğitim, altyapı ve memur alımında kullanılacağını ifade ediyor. Amerika’nın
açıkladığı ikinci önemli tedbir ise; Dünya Bankası, IMF ve Ticaret Örgütü’nü reformdan
geçirmektir. Obama’nın açıkladığı tedbirin üçüncü ayağı, yoksul ve gelişmekte olan
ülkelerle işbirliğini öngörmektedir.

Fakat burada dikkatimizi çeken en önemli nokta, eğitim ve sağlık
alanında devlet merkezli bir müdahalenin, piyasa yanında, gündeme gelmiş olmasıdır.
Ekonomik krizde devlet açıkça piyasaya müdahale etmektedir. Halbuki, ABD ve liberalizmin
ana yurdu Avrupa Birliği’ni de tarih sahnesine çıkaran üç önemli değerden bir tanesi,
bildiğiniz gibi Kopenhag Kriterleri ve serbest piyasa ekonomisidir. Halbuki, her
iki havzada da piyasaya devlet çok önemli miktarda para aktarmaktadır. Acaba bu
içinden geçmekte olduğumuz ekonomik krizin aşılmasına yetecek mi? Son derece önemli
bir soru. Ben iki açıdan bu tedbirlerin bu krizin aşılmasına yetmeyeceğini düşünüyorum.
Bunlardan bir tanesi, krizin gerçek kaynaklarına inilmemektedir. İkincisi de para,
usulüne uygun bir şekilde her ne kadar piyasaya yoksul kesimlere aktarılacak gibi
görünüyorsa da, belli mekanizmalara farklı enstrümanlar kullanılarak tekrar krize
sebep olan zenginlerin kasasına akacaktır. Bunun en somut örneği Türkiye’nin IMF
ile imzalamak üzere olduğu 20 milyar dolarlık anlaşmadır. Eğer bu para sağlanırsa,
bu para piyasaya mı akacaktır, küçük ve orta bütçeli esnafa mı akacaktır, işçiye
emekliye mi akacaktır, işsize mi akacaktır? Yoksa yine Türkiye’de belli zengin kesimlere
mi akacaktır? Şu anda Türkiye’deki kavganın temelinde bu yatmaktadır.

Bunu iki sebepten söylüyorum. Birincisi liberalizmin tarihin sahnesinden
bütün temel varsayımlarıyla çekilmekte olduğunu gösteren önemli bir gelişmedir,
bunu atlayamayız. İkincisi, Fukuyama, Sovyet sisteminin çökmesinden sonra felsefenin
sonuna geldiğimizi ve liberal demokrasiden ve liberal kapitalizmden başka herhangi
bir alternatifin olmadığını söylemişti. Şimdi felsefenin sonu ilan edilmektedir;
yani aslında çöken Batı’nın son sözüdür. Bu krize yol açan önemli sebeplerden birine
de değinmek istiyorum. Bu da ABD’nin Afganistan’a ve Irak’a yaptığı işgaldir. 2006
yılında ABD’de yapılan bir hesaba göre, ABD’nin Irak işgali 2 trilyon dolara mal
olacaktı; fakat ABD ve İngiltere’nin Irak petrollerinden elde edeceği gelir de 2
trilyon dolar olacaktı. Aslında başa baştı; ama bu miktar arttı. Şimdi üç trilyon
dolara doğru gitmekte olduğu söyleniyor. Yani hesap şaşmıştır. ABD işgale iki trilyon
dolar harcadı. Irak’tan çaldığı petrollerden elde ettiği gelir de iki trilyon. Diyeceksiniz
ki, ABD’nin kazancı ne oldu? Bu sizin bu soruyu nereden sorduğunuza bağlıdır. Çünkü
işgalin askeri hazırlıklarına ayrılan iki trilyon dolar, ABD halkının cebinden çıktı,
vergi mükelleflerinden alındı. Fakat Irak petrollerinden elde edilen iki trilyon
dolar, petrol şirketlerinin, silah şirketlerinin ve lobilerin cebine girdi. Bu aslında
şu anki ekonomik krizin önemli sebeplerinden bir tanesidir. Fakat bu her nedense
sistemli bir şekilde gizleniyor. Meşhur Soros, diyor ki; “Bu krizin dibi görünmüyor.
Eskiden krizler U şeklinde cereyan ederdi, bir kriz başlayıp dibe vurur sonra da
yukarı çıkardı. Şimdi bu kriz L şeklinde cereyan ediyor. Krizin hem dibini göremiyoruz,
hem de aynı şekilde devam ediyor.” Soros, ayrıca bu krizin 1929 krizinden çok daha
yıkıcı olduğunun da söylemektedir. Soros, “Reagan, zamanında ve Teacher zamanında
dünyaya empoze edilen liberal ekonomi sona eriyor. Bu kriz sadece ekonomik değil
köklü siyasal sonuçları olacak da bir krizdir” diyor. Bu bize neyi anlatıyor? diye
soracak olursak şu hususların altını çizmek gerekir.

1. Bu kriz küreseldir, sosyo-ekonomik üssü ABD’dir, felsefi ve entelektüel
üssü Avrupa’dır.

2. Bu modernliğin bizzat içine girdiği bir krizdir.

3. Yeni bir beşeri hareketliliği anlamlandıramamanın krizidir. Yani
şu anda yer küresi derin, yeni bir beşeri hareketlilik hali yaşamaktadır ve bunu
modern dünya anlamlandıramamaktadır. Bu güne kadar dünyada üç büyük beşeri hareket
görülmüştür. Bunlardan bir tanesi göçebelikten yerleşik hayata geçişimizdir. Peygamber
Efendimiz (s.a.v) hicretle beraber, sonra Hz. Ömer onun politikasını takip ederek
bedevileri, konargöçerleri yerleştirme politikası takip ettiler. İkinci büyük beşeri
hareket, sanayi devrimiyle başladı. Bu da kırlardan ve köylerden kentlere doğru
olan bir hareketti. Fakat şu anda, 21. yüzyılın geldiğimiz şu noktasında kentlerin
varoşlarından kentlerin merkezine doğru bir hareket gözlenmektedir. Bu son derece
önemlidir. Burada modernizasyon, sanayi politikalarının temerküz etmesi, tarımın
küçültülmesi, ekolojik felaketlerin peş peşe yaşanması, doğudan batıya doğru göçmelerin
artması, siyasi suçların artması ve savaşlar; bu üçüncü hareketi tetiklemektedir.
Mesela ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra 4,5 milyon Iraklı yurt dışına göçmek zorunda
kaldı. 2 milyon kişi de kendi ülkelerinde yer değiştirdi. Bosna’da 400 bine yakın
Boşnak hâlâ evlerine dönemedi. Çeçenistan’da savaş nedeniyle 4 bin Çeçen yer değiştirdi
Azerbaycan’da Karadağ savaşında 1 milyon kişi yer değiştirdi. Afganistan’da 4 milyon
100 bin kişi yer değiştirdi, muhacir durumuna düştü. Sudan’da 700 bin Eritreli muhacir
konuma düştü. Bu rakamları şunun için söylüyorum. Şu anda dünya nüfusu 2012 yılında
7 milyara çıkacak deniyor. Bu çok yüksek bir rakam ve her gün 200 bin kişi kentlere
taşınıyor. 2008 yılında, Birleşmiş Milletler’in nüfus dairesinin yaptığı açıklamaya
göre, bugün dünya nüfusunun %50’si kentlerde yaşıyor. Ve orta gelecekte Çin Halk
Cumhuriyeti ve Hindistan, dünya nüfusunun %40’ını teşkil edecek durumda bulunuyor.
Kentlere doğru ve kentlerde kentlerin merkezine doğru akan bu nüfus önümüze şu problemleri
çıkarıyor.

Birincisi, gelir bölüşümü üzerinde muazzam bir kavga ortaya çıkıyor.
İkincisi etnik çatışmalar hızlanıyor. Üçüncüsü marjinal hareketler önem kazanıyor.
Dördüncüsü, bütün kentlerin kalbinde şiddet potansiyeli giderek artıyor. Aslında
içine girdiğimiz bu kriz, her ne kadar ekonomik boyutlu gibi görünse de bunun temelinde
böylesine sosyo-politik ve demografik bir alt yapı yatmaktadır.

Burada sorunun üç noktada toplandığını görmekteyiz. Bunlardan bir
tanesi sosyo-politik katmanı geçip biraz daha epistemolojik, biraz daha ontolojik,
biraz daha insanın varlık yapısı ile ilgili alana geldiğimiz zaman, derin ve yabancılaştırıcı
bir süreç bütün hızıyla devam ediyor. Yani, varlıkta insan anlam kaybına uğramıştır.
Yani insan varlıkta amaçsız ve güvensiz yaşıyor, insan epistemolojik olarak merkezden
kopmuş oluyor. Halbuki modernliğin üç temel vaadi vardı. Modernlik, insana özgürlük,
güven ve refah sağlayacaktı. Şu anda modern dünya bu üçünü de gerçekleştiremiyor.
Ahlaki açıdan da mihverinden sapmış bulunmaktadır. Sosyo-politik olarak insan derin
bir kaosun içine sürüklenmiş bulunmaktadır. Bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi,
büyüme ideolojisinin hâlâ en başat ideoloji konumunda bulunmasıdır. Halbuki geldiğimiz
noktada büyümenin bizatihi kendisi, maddi ve fiziki sınırlarına gelip dayanmıştır.
Yani yeryüzünün daha fazla maddi ve fiziki olarak büyümesi mümkün değildir. Daha
çok büyüme, daha çok kaynak tüketimi ve kent nüfusuna yol açıyor; daha çok kaynak
tüketimi ve nüfus da daha çok büyümeyi gerektiriyor. Bu beşerin içine girdiği bir
fasit dairedir. Bunun içinden çıkamıyor.

Sorun iktisadın modern tanımında ve algısında yatmaktadır. Modern
iktisat kendini şu şekilde tanımlamaktadır. İktisat; insanın sınırsız ihtiyaç ve
arzularıyla, tabiatın sınırlı kaynakları arasında denge kurma bilimidir. Halbuki,
insanın ihtiyaçları sınırlıdır, sınırsız olan insan arzularıdır. Modern iktisat,
insanın arzularını tahrik etmekte, kışkırtmakta, tabiatın maddi kaynakları hem buna
yetmemekte, hem de adil bir şekilde paylaşılmamaktadır. Dolayısıyla bu kendi içinde
bir çatışma potansiyeli taşımaktadır. O halde iktisadın bizatihi kendisini sorgulamamız
gerekmektedir.

Acaba bu bilim arzularla kaynaklar arasında mı denge kurmalı, ihtiyaçlarla
kaynaklar arasında mı denge kurmalıdır? Bizi yanılgıya götüren ikinci önemli nokta,
Brezilya’da toplanan Birleşmiş Milletler’in küresel zirvesinde alınmış olan karar,
sürdürülebilir kalkınmadır. Halbuki sürdürülebilir kalkınma, kontrolsüz kalkınmanın
kılıfıdır. Kalkınmanın bizatihi kendisini sorgulamak gerekir. Kalkınma bir ideolojidir
ve politikadır. Teknik ve ekonomik bir hadise değildir. Modern iktisatçılar, bunu
bize tabiri caizse, yutturmaktadırlar. Kalkınma ideolojisi ne mümkündür ne de sahicidir.
Mesela ABD’nin 302 milyon nüfusu vardır. ABD’de trafikte sefer halinde, diğer ülkelerde
görülemeyecek miktarda, milyonlarca araba vardır. Çin bir milyar üç yüz milyon nüfusa
sahiptir. Hindistan da bir milyar nüfusa sahiptir. Çin ve Hindistan da kalkınma
yolunda ilerlemektedirler. Çin ve Hindistan’ın ABD kadar araba tükettiğini varsayalım,
yeryüzündeki canlı hayat bir haftada stop eder. Biz Çinlileri vs. Amerikalılar ya
da Almanlar gibi araba kullanmaktan vaz geçiremeyiz. Çin şu anda iktisadi hayata
müdahil olmuştur, Çin hızlı bir büyüme gösteriyor; fakat Çinliler tüketmiyor. Sadece
üretip satıyorlar. Günün birinde onlar da tüketiciler olarak sahneye çıktıklarında
gezegenin içine düşeceği durumu şimdiden düşünebiliriz.

Bu büyüme modeli derin eşitsizliklere yol açmaktadır. Ülkeler, bölgeler
ve sınıflar arasında derin eşitsizliklere yol açmaktadır. İkinci olarak, bu büyüme
modeli ekolojik dengeyi derinden sarsmakta, çevreyi yaşanamaz hale getirmektedir.
Üçüncü olarak da daha çok çatışmaya ve yoksullaşmaya sebep olmaktadır. Bugün dünya
nüfusunun yüzde on yedisi dünya nüfusunun yüzde seksenini kontrol etmektedir. Yakın
gelecekte, dünya nüfusunda her insandan sadece biri refah içinde yaşayabilecektir.

Bu durumda, “nereye gidiyoruz?” sorusunu çeşitli açılardan sorabiliriz.
Mesela Türkiye nereye gidiyor? sorusu ulusal bazda sorduğumuz bir sorudur. Bu soruyu
Ürdün de Hollanda da kendilerine sormaktadırlar. İslam dünyası nereye gidiyor, Avrupa
Birliği nereye gidiyor, Nato nereye gidiyor ya da dünya nereye gidiyor? diye sorabiliriz.
Aslında birbiri içinde üç daireden oluşan derin bir krize doğru gidiyoruz. Ben bunu
şuna benzetiyorum. Ay dünyanın uydusudur, Dünyanın etrafında döner, Ayla beraber
Dünya Güneşin etrafında dönüyor, güneş de kendi hareketini yapıyor, Vega yıldızına
doğru bir sistem olarak akıp gidiyor. Doğru olan şu ki, Ay da Dünya da Güneş de
bir yere doğru gidiyor. Bölgeler, Türkiye ve Dünya da bir yere doğru gidiyor. Bu
gidişi insanın alacağı tavırla ya iyi hale çevirebiliriz ya da kendi kıyametimizi
kaçınılmaz hale getirebiliriz. Sufilerin dediği gibi, “insan bozulursa kainat da
bozulur; insan ıslah olursa kainat da ıslah olur.”

Burada bizim Müslümanlar olarak cevabını aramamız gereken üç soru
vardır.

1. Bu büyümeyi nasıl kontrol edebiliriz? Halbuki, Müslümanlar biz
daha fazla nasıl büyüyebiliriz diye zihinlerini meşgul ediyorlar ve temel kaynaklarını,
Kur’an’ı, Sünnet’i ve geleneklerini bu soruya cevap arama üzere okuyorlar. Bu yanlış
bir okumadır. İkincisi, siyasi ideolojilerini daha çok kalkınma üzerine oturtuyorlar,

2. Nasıl bir arada yaşayacağız? İnsanlık olarak nasıl bir arada
yaşayacağız? Bunun için adaleti nasıl tesis edeceğiz? Adaletin hakiki formlarını
nerede bulacağız? Özgürlük, ahlak ve insanın yaratılış hikmeti nedir? Bunların cevabını
bulmadıkça nasıl bir arada yaşayacağız? sorusunun cevabını da bulamayız.

3. Nefsimizi nasıl kontrol edeceğiz? Bu en önemli sorulardan biridir.
Çünkü bu liberal kapitalizm dediğimiz şey, nefsin bütün isteklerini, heva ve hevesi
kışkırtan, onun doyumsuz arzularını ayakta ve diri tutan bir sistemdir ki bunun
dinamiği de zaafı da aynı noktada toplanmaktadır. Bu da, büyümedir. Büyüdükçe güçleniyor,
büyüme durdukça zaafa uğruyor. Büyümeyi sağlayan gerçek dinamizm de nefsin tutku
ve arzularıdır; nefsin sürekli tahrik halinde olmasıdır. Eğer nefsi kontrol edebilmenin
enstrümanlarını, yollarını bulabilirsek, bu büyüme ideolojisine karşı da bir çözüm
bulabiliriz.

Aslında bu kriz, insanın içinde bulunduğu derin bir çatışmanın da
su yüzüne vurmuş şeklidir. Şu anda insan kendisi ile çatışma halindedir; öteki ile
çatışma halindedir, tabiatla çatışma halindedir ve Allah’la çatışma halindedir.
O halde bizi bu krizin içinden çıkaracak olan paradigma, bizi kendi öz varlığımızla
barıştıracak olan paradigmadır, öteki insanla barıştıracak olan paradigmadır-bizim
gibi düşünmeyebilir, bizim gibi inanmayabilir, bizim dinimizden de olmayabilir-
fakat bir hukuk çerçevesi içinde onunla bir arada yaşayabiliriz. Ve tabiatla, varlıklarla
bizi barıştıracak ve Allah’la barıştıracak bir çıkış yolu bulmamız gerekir.

Kapitalizmi restore ederek, ıslah ederek bu krizin içinden çıkamayız.
Sosyalizme geri dönerek ya da sosyalizmden ödünçler alarak da bu krizin içinden
çıkamayız. Batı çok tehlikeli bir mecraya girmiş bulunmaktadır. Şu anda ya birinci
ve ikinci Dünya Savaşlarında olduğu gibi, milyonlarca insanın hayatı pahasına bu
krizden çıkılacak – ABD derin devletinin refleksleri, yeni ve kapsamlı ve İslam
dünyasının toprakları üzerinde sürecek ve milyonlarca Müslüman’ın hayatına mal olacak
bir savaşı öngörmektedir; barışı değil. Ve Türkiye’yi de dünyanın önünde İslam’a
ve Müslüman dünyaya karşı konumlandırmak üzere, doktrine etmektedirler- Batı böylesine
büyük krizleri savaşlar çıkararak bastırma yolunu takip eder, öyle aşar. Ya da,
Hz. Yusuf gibi yedi yıllık bolluktan sonra, yedi yıllık kıtlık dönemine girdik,
bu yedi yıllık kıtlık dönemini bilgi ve hikmetle, ancak aşabiliriz. Bu bilginin
ve hikmetin kaynağı da vahiydir. Bize vahyi Peygamber Efendimiz tebliğ etti, bu
da Kur’an ve Sünnet’tir. Büyük ve muteber alimlerimizin zengin geleneğidir, mirasıdır,
onlara itibar etmemiz gerekir. Ve tabi ki Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri gibi
çok büyük ve seçkin zihinler ve seçkin alimlerdir. Bizim problemimiz, Kur’an’ı da
Sünnet’i de geleneğimizi de modern sorulara cevaplar aramak üzere okuma hatasına
düşmemizdir. Bundan kurtulmamız gerekir. Ben Bediüzzaman başta olmak üzere, bütün
İslam geleneğinin yeniden ve farklı bir perspektiften okunması gerektiğini düşünüyorum.

Öz

Yaşanan küresel ekonomik krizin bize anlattığı temel gerçekleri
üç noktada toplamak mümkündür. 1. Bu kriz küreseldir, sosyo-ekonomik üssü ABD’dir,
felsefi ve entelektüel üssü Avrupa’dır. 2. Bu modernliğin bizzat içine girdiği bir
krizdir. 3. Yeni bir beşeri hareketliliği anlamlandıramamanın krizidir. Yani şu
anda yer küresi derin, yeni bir beşeri hareketlilik hali yaşamaktadır ve bunu modern
dünya anlamlandıramamaktadır. Bu yazıda insanın içinde bulunduğu derin bir çatışmanın
da su yüzüne vurmuş şekli olarak tarif edilen bu kriz yukarıdaki maddeler ışığında
bir değerlendirmesi yapılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Küresel kriz, modernlik, felsefe, kapitalizm,
liberal ekonomi, göç, iktisat bilimi, Kur’an, Sünnet, gelenek

Abstract

It is possible to determine three topics to see the basic facts
of the global economic crisis that it tells us. 1. This crisis is global, socio-economic
base is the United States, Europe is a philosophical and intellectual base. 2. This
is a crisis that modernity in it, itself. 3. This is a crisis of not to be able
to explain a new behavior of human. So at the moment the world lives a deep and
new version of social change and modern world can not explain this. In this article,
the assessment of this crisis that is described as reflection of deep conflict that
human lives, in the light of topics defined above article.

Key Words: global crisis, modernity, philosophy, capitalism,
liberal economy, immigration, science of economics, Qur’an, Sunnah, traditions