The Ontological Basis of Love in the Risale-i Nur

Muhabbet; genel algılanış şekli ile bir duyguyu ifade ediyor olmasına
rağmen Risale-i Nur’da bu kavram, varlık ile irtibatlı halde ve varlığın özünü teşkil
eden bir hakikat şeklinde ortaya konmaktadır. Bu noktadan bakıldığında varlık tanımı
eşyanın özü ile uyumlu bir şekilde ele alınmakta ve derine doğru gidildikçe ortaya
çıkan atomlar, atom içi alem ve daha derinliğinde yer alması muhtemel olan esir
maddesinin de daha derinliğinde hakikat şeklinde bir kavram ortaya konmaktadır.
Bu madde ve mananın ayrı olarak değerlendirildiği bir varlık tanımında günümüz bilim
ve felsefe alemine uzak gözükmekle birlikte, geçen zaman hem bilimi hem de felsefeyi
bu noktaya doğru yaklaştırmaktadır. Bu belki de eskiden beri hissedilen; ancak karşılığı
tam olarak ifade edilemeyen bir durumdu. Eflatun’un idealar dünyası bu arayışın
netleşmemiş ve tam olarak karşılığını bulmamış bir ifadesi olabilir.

Risale-i Nur varlığın başlangıç hakikatini şu cümlelerle ifade etmektedir:
“Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazîneleri vardı. Hem o hazînelerde
her çeşit cevâhir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem, gizli pek acâib defîneleri
varmış. Hem, kemâlâtça sanâyi-i garîbede pek çok mahareti varmış. Hem, hesabsız
fünûn-u acîbeye mârifeti, ihâtası varmış. Hem, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve
ıttılâı varmış.

Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek
istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler
dizsin; tâ nâsın enzârında saltanatının haşmetini, hem servetinin şâşaasını, hem
kendi san'atının hârikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhâr edip, göstersin.
Tâ, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle müşâhede etsin:

Bir vechi, bizzat nazar-ı dekâik âşinâsıyla görsün; diğeri, gayrın
nazarıyla baksın.”

Bu, aslında varlığın ontolojik tanımlanması anlamında en son nokta
ve hakikatin en kısa özeti şeklinde ele alınabilir. Burada ortaya konan yaklaşımla
varlığın ortaya çıkış noktasının Alemlerin Rabbi’ndeki bir mukaddes duygudan hasıl
olduğunu ve bunun da kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek duygusu olduğunu
anlıyoruz. Bu bir cümlede ifade edilen sır, aslında varlık dediğimiz yapının arka
planındaki hakikati ifade etmektedir. Bu eşyanın başlangıç noktası ile ilgili ‘büyük
patlama’ şeklinde ifade edilen teorik izahtan daha derin ve daha güçlü bir hakikattir.
Son dönem modern bilim anlayışının varlık alemini fizik alem ve metafizik alem şeklinde
ayrıştırıp sadece fiziki olaylarla ilgili bir varlık algısı ve kurgusu oluşturma
arayışı içinde olması, varlığın en temel yapısını oluşturması muhtemel hakikat kavramından
zihinleri uzaklaştırmakta ve bu da varlığın maddi boyutundan öte geçemeyen bir bakış
açısı doğurmaktadır. Oysa geçen zaman içine başta fizik olmak üzere bütün bilimler
maddenin hakikati ile buluşma noktasına doğru bir seyir içindedir. Bu gidişin uzantısında
zerreler alemi ve esir maddesinin daha derinliğinde eşyanın bir hakikati olmalıdır.

Mülk ve Melekut

Risale-i Nur, varlığı genel kabulde olduğu şekli ile sadece görünen
maddi boyutu ile ele almaz. Her varlığın bir gözlenen aleme bakan yönü bir de O’nu
yaratan Zat’a bakan yönü olduğu ortaya konur ve gerçek varlık tanımının bu iki yönün
birlikte ele alınması ile ancak mümkün olabileceği ifade edilir. Bu bakış açısında
durum ve şartlara göre varlığın sadece mülk ya da materyal yönü ile ele alınıp buradan
çıkan sonuçlarla melekuta ulaşmak gibi bir teklif yoktur. Doğru bir varlık tanımının
eşyanın bu iki yönü ile birlikte değerlendirilmesi dışında mümkün olmadığı net şekilde
ortaya konur. Mülk ve melekut kavramları genel anlamda çok yerde geçmekle birlikte
genel bir özeti sayılabilecek şu ifadeler bu kavramların Risale-i Nur’daki karşılığına
bir özet şeklinde değerlendirilebilir.

‘Demek esbab vaz edilmiş, tâ aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin
izzeti muhafaza edilsin. Zira, aynanın iki veçhi gibi, herşeyin bir mülk
ciheti var ki, aynanın mülevven yüzüne benzer; muhtelif renklere ve hâlâta medar
olabilir. Biri melekût'tur ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir
veçhinde, kudret-i Samedâniyenin izzetine ve kemâline münâfi hâlât vardır. Esbab,
o hâlâta hem merci, hem medar olmak için vaz edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakikat
cânibinde herşey şeffaftır, güzeldir, kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir, izzetine
münâfi değildir. Onun için, esbab sırf zahirîdir; melekûtiyette ve hakikatte tesir-i
hakikîleri yoktur.’

Bu yaklaşımı muhabbet kavramı ile bağlantılı olarak ele aldığımızda
eşyanın sebep ve sonuç bağlantılarının devre dışı kaldığı bir arka plan ortaya konmakta
ve bu alanda hakikat kavramı devreye girmektedir. Hakikat sebeplerden bağımsız bir
bütünlük alanı olmalıdır. Bu alanın da aslını muhabbet oluşturmaktadır.

Hakikat Kavramı

Bu, varlığa vahye dayalı bir bakış içinde olanların bildikleri hissettikleri;
ancak varlığı gözlemleri ile tanımaya çalışan bilimin pek aşina olmadığı bir kavramdır.
Fizikçilerin eşyanın derinliğinde ne olduğu merakı ile inerken öyle bir tablo ile
karşılaştılar ki, belirli bir çizgiden sonra sanki bizim bildiğimiz tanımı ile ele
avuca sığar bir maddi yapı kalmıyordu. Bu çizgiden ötede artık makro alem olarak
tanımlanan ve bizim algı alanımız içindeki alemin kuralları neredeyse tamamen ortadan
kalkıyor ve mikro alem olarak tanımlanan yeni bir alemin bize ve aşina olduğumuz
aleme çok yabancı kurallarından bahsediliyordu. Daha da derinlere inildiğinde her
şeyin aslında teklik halinde bir yapının farklı görüntüdeki yansımalarından ibaret
olduğunu ifade eder bir noktaya geliniyordu. Bu süreç bilimin görünen maddi alemle
uğraştığı, dinlerin ise aynı görüntüye inançlarına göre yorumlar getirdiği; aslında,
iki alanın birbirinden tamamen ayrı olup, bağlantısız ele alınmaları gerektiğini
iddia eden bakış açısının sonuna doğru bir gidişin işaretlerini taşıyordu. Tarih
Boyunca İlim ve Din (Bilim ve Din) adlı eserini Adnan Adıvar şu cümlelerle tamamlıyor:
‘Newton çekim gücünü anlatmak için, uzaktan etki prensibini söylediği vakit, büyük
Alman filozofu Leibniz şöyle diyordu: ‘ Bazı adamlar güç adı altında iskolastiğin
gizli karakterlerini diriltiyorlar; bizi de yine karanlıklar diyarına götürüyorlar’.
Şimdi yeni fiziğin zor olan bir çok konularının da bizi karanlıklara götürdüğünü
söyleyenler eksik olmadığı gibi, o yeni prensiplerden yardım alarak ruhsal, tinsel
sorunları mistik bir aydınlıkla ışıklandırmak isteyenler de bulunduğunu yukarıda
gördük. Bir gün belki bir Newton daha gelip bize bu gün mekanik modellerle tasarımı
güç olan bahisleri basit modellerle açıklayacaktır.

Fakat büyük fizik bilgini Max Planck, kendisine, ‘bilimle ilerleme
evrenin bir esaslı sırrının çözüldüğünün sanıldığı bir sırada başka bir sırrın ortaya
çıkmasıdır diyorsunuz; evet, örneğin kuantum teorisinden sonra ortaya nedensellik
prensibi çıktı’ diyen bir yazara, şimdilik ancak şu yanıtı veriyor:

‘Pek doğrudur; bilim doğanın son sırrını keşfedemeyecektir. Çünkü
en son bir incelemeyle anlaşılıyor ki biz kendimiz de doğanın ve bunun sonucu olarak
da, keşfetmeye çalıştığımız sırrın bir parçasıyız. Musiki ve sanat da, bir dereceye
kadar bu sırrı keşfetmeye değilse bile anlatmaya uğraşır. Fakat kanımca ne kadar
ilerlersek o kadar doğayla ahenk birliğine erişiyoruz. İşte bilimin bireye yaptığı
en büyük hizmet budur.’

‘Biz de ekleyelim: Bütün bunlara rağmen, doğanın derinliklerine
doğru giden yolları aydınlatmak için meşaleyi yüksek tutan el, bizi hedefimize eriştirmese
bile, mutsuzu mutlu, kötümseri iyimser yapacak, insanları huzursuzluktan sonra dinginliğe,
gözyaşından sonra sevince, karanlıktan sonra nura götürecektir.’

Adnan Adıvar’ın bilim ve din irtibatlı varlık tanımlamasının geldiği
noktada aslında maddenin gittikçe katı yapısından uzaklaştığı ve gittikçe elle tutulur,
gözle görülür durumunun ortadan kalktığı gözlenmiştir. Bu aslında 20. Yüzyılda daha
belirginleşmiş bir bakış açısı olmuş ve fizikçiler madde dediğimiz yapının derinlerde
ortadan kalktığını ifade etmektedirler. Bu durum mana ve hakikat dediğimiz yapının
sadece bir inanç ve tanımlama açısından ortaya konan ifadeler olmadığını ve maddenin
derinlerindeki ontolojik yansımaları olduğunu söyleyebiliriz. Bu, Risale-i Nur’da
mülk ve melekut şeklinde tasnif edilen varlığın mülk ve melekut taraflarının irtibat
sınırının hakikat olduğuna bir çıkarım ortaya koymaktadır. Hakikat bir varlık boyutu
olmalı ve esmanın asli şeklinin eşyanın derinliğindeki yansıması olmalıdır. Bu anlamda
çok uzak olmayan bir gelecekte fiziğin maddeyi tanımlama kategorileri arasına girecektir.
Hakikatten maddi aleme ve mülk boyutuna doğru gelirken bir sonraki kategori nur-u
Muhammedî(a.s.m.) olmalıdır.

Nur-u Muhammedî (a.s.m.)

Varlık aleminin melekut boyutundan mülke doğru gelişinde, yine Bediüzzaman’ın
ifade tarzı ile vahdetten kesrete doğru gelişinde farklı mertebelerden geçerken
ilk basamakta esmanın nur-u Muhammedî’ye(a.s.m.) dönüşmesi vardır. Bu, her şeyin
tekliğini halen muhafaza ettiği ve henüz gözlenen varlıklar şeklinde ayrışmadığı
bir basamaktır. Bu hakikat, Alemlerin Rabbi’nin varlık şeklinde zuhur eden muhabbetine
karşılık insanlık ve meleklerin tamamından O’na yansıyan geniş ve külli muhabbetin
Hazret-i Muhammed’in kalbinde temerküz eden geniş hali ile bütün alemi kuşattığı
safha olmalıdır.

‘İ’lem Eyyühel-Aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitab nazarıyla
bakılırsa, Nur-u Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.
Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği,
hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu
olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel
şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî onun andelibi olur.
Eğer pek büyük bir saray farzedilirse, Nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezel’in makarr-ı
saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san'atını hâvi olan o yüksek
saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor. O sarayda
bulunan bütün antika san'atları, hârikaları ve mu'cizeleri tarif ediyor. Halkı o
saray sahibine, sâniine îmân etmek üzere cazibedar, hayret-efza davet ediyor.’

Bu bakış açısında varlığın genel yapısında nurani bir temele dayanmak
hakikati ve bu nurani temelin Hazret-i Muhammed’in(a.s.m.) nuru olduğu ortaya konmaktadır.
Bu aslında maddi varlık izahının henüz çok uzak kaldığı ve eşyanın maddi alemlerin
ötesinde bir işleyişi olması şeklinde yeni bir varlık tanımı ve muhabbeti bir ontolojik
kavram haline getiren ve eşyanın temeline oturtan çok farklı bir yaklaşımdır. Bilimin
madde eksenli varlık algısının çok ötesinde bir ufku tanımlamaktadır. Haşir hakikati
de benzer bir ontolojik yaklaşım ile ve Alemlerin Rabbi’nin isimlerine dayandırılarak
şu şekilde ele alınmaktadır: “Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet derecede bir hüsn-ü
zatî sahibi, cemâlinin mehasinini ve hüsnünün letaifini aynalarda görmek ve göstermek
istemesin? Yani, bir habib resul vasıtasıyla-ki hem habibdir, ubudiyetiyle kendini
O’na sevdirir, âyinedarlık eder; hem resuldür, O’nu mahlûkatına sevdirir, cemâl-i
esmâsını gösterir.’ Bu varlık hakikatinin dayandığı en güçlü temel olarak ortaya
konmakta ve bütün varlıkların ve onlar içinde insanın var oluş sebep ve sonucunu
en derininde muhabbete dayandırmaktadır.

‘Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudat içinde ehemmiyetli
bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar
muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile O’nu tanımazsa;
hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle
kendini O’na sevdirmese; hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini
ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle O’na hürmet etmese, cezasız kalsın,
başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl bir dar-ı mücazat hazırlamasın?

Hem hiç mümkün müdür ki, o Rahmân-ı Rahîm’in kendini tanıttırmasına
mukabil, iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle;
ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü'minlere bir dar-ı
mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?’

Buradan da ortaya çıkan sonuç, varlığın sadece bu gördüğümüz alemden
ibaret olmadığıdır. Burada, arka planında ve sonrasında irtibatlı olduğu uhrevi
alemle iç içeliğinden bahsedilmekte ve uhrevi alemlerin de temel varlık sebebi muhabbet
hakikatine dayandırılmaktadır. Hem dünya hem de uhrevi alemlerin genel düzeninde
esas unsurun muhabbet olduğu ve bütün işleyişlerin Alemlerin Rabbi’nin kendini tanıtmak
ve sevdirmek istemesi saikından kaynaklandığı net bir izahtır.

Modern varlık algısı, sadece gözlemlerden kaynaklanan ve varlığın
maddi boyutunun ötesine geçemeyen bir tanımlama ile büyük bir anlam daralmasına
yol açmıştır. Bu ontoloji biliminin ve felsefenin eşya ile ilgili çıkarımlarının
sadece algıların verileri ve maddi unsurların işleyişinden kaynaklanıyor olması
bütün tanım ve bağlantıları maddi düzleme sınırlamaktadır. Oysa genel varlık tanımlamaları
içinde böyle bir durumun hiçbir belirtisi ortaya konamadığı gibi aksine çok işaretler
tersi durumun varlığını çok güçlü şekilde ihsas etmektedir. Varlık; maddi alemin
dışındaki pek çok alanla irtibatlı olarak ele alındığında maddenin temel yapı taşları,
atomlar ve bunların birbiri ile irtibatlarını izah eden mekanizmalar, doğru bir
varlık algısı ve bilgisinin ortaya konulabilmesine yeterli olmamaktadır. Esir maddesi
de dahil olmak üzere maddi plandaki hiçbir yaklaşım ve izah varlık hakikatini izaha
yeterli gözükmemektedir. Doğru bir varlık izahının içinde mülk ve melekut kavramları,
nur-u Muhammedi (a.s.m.) hakikati muhakkak yer almalıdır. Bu kavramlar ise muhakkak
bir şekilde muhabbet ile irtibatlıdır. Sonuç olarak denilebilir ki varlığa bütüncül
ve her yönünü ele alan ontolojik yaklaşım içinde eşyanın hakikatini muhabbet teşkil
etmektedir.

Öz

Modern varlık algısı, sadece gözlemlerden kaynaklanan ve varlığın
maddi boyutunun ötesine geçemeyen bir tanımlama ile büyük bir anlam daralmasına
yol açmıştır. Bu, ontoloji biliminin ve felsefenin eşya ile ilgili çıkarımlarının
sadece maddi unsurların işleyişine dayandırılmasından kaynaklanmaktadır. Oysa genel
varlık tanımlamaları içinde böyle bir durumun hiçbir belirtisi ortaya konulamamıştır.
Varlık; maddi alemin dışındaki pek çok alanla irtibatlı olarak ele alındığında maddenin
temel yapı taşları, atomlar ve bunların birbiri ile irtibatlarını izah eden mekanizmalar,
doğru bir varlık algısı ve bilgisinin ortaya konulabilmesine yeterli olmamaktadır.
Doğru bir varlık izahının içinde mülk ve melekut kavramları, nur-u Muhammedi (a.s.m.)
hakikati muhakkak yer almalıdır. Bu kavramlar ise muhakkak bir şekilde muhabbet
ile irtibatlıdır. Bu çalışmada, varlığa bütüncül ontolojik yaklaşım içinde eşyanın
hakikatinin ‘muhabbet’ olduğu ortaya konulmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Muhabbet, varlık, mülk, melekut, hakikat,
bilim ve felsefe, nur-u Muhammed

Abstract

The modern perception of entity, with its description which depends
only on observations and which cannot go beyond the material dimension of the being,
paved the way for a great restriction of meaning. This limitation derives from the
attribution of the science of ontology's and philosophy's inferences regarding the
'things' to the operation of only material elements. However, in general descriptions
of entity, no indication to this kind of a situation is manifested. The basic constituents
of substance, atoms, and the mechanisms which explain the connections among them
are inadequate to produce a proper perception and knowledge of the being, when it
is discussed with its relation to many spheres outside the material world. In a
proper explanation of entity, it is a sine qua non that it contains the concepts
of mülk and melekut, and the truth of nur-u Muhammedi (pbuh). These concepts are
definitely related to love in one way or another. In this article, it is put forward
that in an integrated ontological approach to the entity, the truth of the 'things'
is love.

Keywords: Love, entity, mülk, melekut, truth, science and philosophy,
nur-u Muhammedi