Bediüzzaman Said Nursî’nin Gelecek Tasavvuru İçinde Deccaliyet Ve Süfyaniyet Kavramlarına Dair Bir İnceleme

An Examination on The Conceptions of The Dajjal (The Antichrist) And Sufyan In Bediuzzaman Said Nursî’s Imagination of The Future

İlyas ÜZÜM, Prof. Dr.

 

 

Özet

Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerinde geleceğe ilişkin çok çeşitli beyanlara rastlamak mümkündür. Bunlardan en önemlileri arasında İslam’ın “gelecek tasavvuru”nu içine alan ve bir parçasını da teşkil eden “ahir zaman” kavramı ve ahir zaman olayları sayılabilir. Ahir zaman olayları içinde de Deccal ve Mehdi meselesi de önemli bir yer teşkil etmektedir.  İslam düşünce tarihinde gerek genel anlamda “kıyamet alametleri” gerekse bunlar arasında zikrolunan Hz. İsa’nın nüzulü, Deccâl’in ortaya çıkması gibi konularda birçok eser kaleme alınmıştır. Ayrıca Risale-i Nur’un bu konulara bakışına ilişkin de birtakım popüler yazı ile sınırlı sayıda akademik inceleme ortaya konulmuştur. Bu çalışmanın amacı söz konusu bilgileri tekrarlamak ya da özetlemek değil; hadislerde konuyla ilgili yaklaşımlara değinip bu rivayetleri anlamaya ve uygulamaya dönük olarak Risale-i Nur’da sergilenen metoda işaret etmektir.

Anahtar Kelimeler: Ahir Zaman, Kıyamet Alametleri, Mehdi, Deccal, Süfyan

Abstract

It is possible to come across a wide variety of expressions about the future in the works of Bediuzzaman Said Nursî. Among the most important of these, the concept of “end of the days” and events related with it, which include and form a part of the “vision of the future” of Islam, can be counted. The issue of the Dajjal (Antichrist) and the Mahdi also has an important place among the events of the End Times. In the history of Islamic thought, many works have been written on issues such as the “signs of the Apocalypse”, the return of Jesus to the world and the emergence of the Dajjal, which are mentioned among them. In addition, there are a few popular articles and a limited number of academic studies on Risale-i Nur’s view of these issues. The purpose of this study is not to repeat or summarize the information in question but to refer to the approaches related to the subject in the hadiths and to point out the method exhibited in the Risale-i Nur in order to understand and apply these narrations.

Key Words: End Of the Days, Signs of Apocalypse, Mahdi, Antichrist, Sufyan.

Risale-i Nur’a Göre Ahir Zamanda Dinsizliğin İki Cereyanı: DECCÂLİYET VE SÜFYÂNİYET

İnsanların genel olarak “zaman tasavvuru”, buna bağlı olarak zamanın ileriye doğru boyutunu teşkil eden “gelecek tasavvuru” inanç, düşünce ve anlayışlarına göre belirlenir ve şekillenir. Bir İslam alimi, bir müfessir, aynı zamanda Kur’an hakikatleri etrafında oluşan ve Kur’an’a hizmete odaklanan bir “şahs-ı manevi”nin mümessili olarak Bediüzzaman’ın da, yaşadığı dönemden istikbale bakan yönüyle “gelecek tasavvuru” İslam’a, onun birinci kaynağı olan Kur’an’ın beyanlarına, Kur’an’ın tebliğcisi ve tatbikçisi olan Resulullah’ın (asm) açıklamalarına dayanır. Bu bağlamda Kur’an’ın, inzal olmaya başladığı ilk dönemden kıyamete kadar geçen zamanı göz önünde bulundurarak, “geleceğe ilişkin” çok çeşitli beyanları olmuştur. Bunlardan birisi “kıyamet yaklaşmıştır[1]”, “kıyametin alametleri belirmiştir[2]” şeklindeki tespitlerdir. Resul-i Ekrem (asm) da İslam’ın “gelecek tasavvuru”nun bir boyutunu teşkil eden “kıyametin yaklaşması” vakıasıyla ilgili olarak, hadislerinde bunların küçük ve büyük alametlerine dikkat çekmiş, meydana gelecek fitnelere işaret etmiş ve ümmetini aydınlatıp uyarmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî de İslam’ın “gelecek tasavvuru”nun bir parçasını teşkil eden “ahir zaman” ve ahir zaman olaylarının da bir parçasını teşkil eden “iki vakıaya” yani Deccâl ve Süfyan’ın ortaya çıkmasına ve ilişkili öteki bazı olaylara, -Resulullah’ın hadisleri ışığında-, tercüman olmuş, insanları uyaran açıklamalar yapmıştır.

Sözlükte “son” anlamına gelen “ahir” ile “dönem” anlamındaki “zaman” kelimelerinden oluşan “ahir zaman” terkibi kıyametten önceki devri ifade etmektedir. Peygamberler silsilesi içinde Hz. Muhammed (asm) “hâtemü’n-nebiyyîn: nebilerin sonuncusu”[3] olduğu için, o (asm) aynı zamanda “ahir zaman peygamberi” diye anılmış, onun vefatından kıyamete kadar geçecek dönemdeki olaylara da -en geniş anlamıyla- “ahir zaman olayları” denilmiştir. Ancak bu dönem, hadislerdeki bazı kalıplar dikkate alınarak, daha özelde, asır veya yıl belirtilmeksizin, “bariz şekilde dinî ve ahlakî çözülmelerin gözlemleneceği kıyamet öncesi dönem” anlamında kullanılmıştır.

İslam düşünce tarihinde gerek genel anlamda “kıyamet alametleri” gerekse bunlar arasında zikrolunan Hz. İsa’nın nüzulü, Deccâl’in ortaya çıkması gibi konularda birçok eser kaleme alınmıştır. Ayrıca Risale-i Nur’un bu konulara bakışına ilişkin de birtakım popüler yazı ile sınırlı sayıda akademik inceleme ortaya konulmuştur. Bu çalışmanın amacı söz konusu bilgileri tekrarlamak ya da özetlemek değil; hadislerde konuyla ilgili yaklaşımlara değinip Risale-i Nur’da bu rivayetleri anlamaya ve uygulamaya dönük sergilenen metoda işaret etmektir[4].

Bediüzzaman’ın, daha doğrusu eserine nispetle Risale-i Nur’un zaman tasavvuru, hiç şüphe yok ki, girişte değindiğimiz üzere, İslam’ın zaman tasavvuruna dayanır. İslam’da ise gerek dünyamızın gerekse dünyamızın da bir parçasını teşkil ettiği fizikî alemin bir başlangıcı, bir de nihayeti vardır. Kur’an’da zaman zikretmeksizin yerin ve göklerin yaratılışından bahseden onlarca ayet, -literatürdeki adıyla-, “şehadet alemi”nin sonradan var edildiğini, dolayısıyla bir “başlangıcı” olduğunu açıkça ifade etmektedir. Aynı şekilde Kur’an’da yine muayyen bir zaman zikretmeksizin şehadet alemindeki düzenin bozulup kıyametin kopacağına dair onlarca ayet, alemin bir “sonu” olduğuna aşikar olarak dikkat çekmektedir. Son buluş, İslam’da “kıyamet” adıyla da anılmaktadır. Esasında kıyamet sözlükte “kalkmak, dikilmek” anlamındaki “kıyâm” kökünden isim olarak “kalkış, ayakta duruş”, mastar olarak ise “kalkıp ayakta durmak” mânâsındadır; ancak pratikte, yaygın olarak, bu terimle alemdeki fizikî düzenin bozulup yıkılması anlamı kast edilmektedir.

* * *

“Ahir zaman” kavramı kaçınılmaz olarak “ilk zaman” kavramını gündeme getirmektedir. Bu “ilk” ve “son” tabirleri de zorunlu olarak içinde yaşadığımız kozmik sistemin bir evveliyatı, bir de nihayeti olduğu fikrini ihtiva etmektedir. Bu husus, -zaman kavramının düz mü yoksa devrî mi olduğuyla ilgili değişik yaklaşımlar bulunmakla beraber en azından bir yönüyle- lineer yani düz bir hat halinde gittiği şeklindeki yaklaşıma işaret etmektedir. Biliyoruz ki başta İslamiyet olmak üzere Zerdüştîlik, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi bütün semavî dinler bu temel anlayışı benimsemektedir[5]. Nitekim mesela, Yahudilik’te dünyanın genel ömrü haftanın her günü bin sene kabul edilerek 7000 yıl, faal yıl 6.000 yıldır. Bunun ilk üçte biri karışıklık, ikinci üçte biri hikmet ve şeriat, üçüncü üçte biri mesih devresi olup “ahir zaman” tabiri mesihî dönemde, mesih gelmeden önceki olayları kapsamaktadır. Bu olaylar depremler, sel felaketleri, savaşlar, ihtilaller vb. fiziki hadiseler ve toplumsal çöküşlerdir. Daha sonra ise ayın ve güneşin kararması, yıldızların dökülmesi gibi fevkalade olaylar olacaktır. Mesih’in gelip hakimiyet kurmasından sonra üçüncü dönem tamamlanınca insanlar diriltilecek, ceza veya mükafat göreceklerdir. Hıristiyanlıkta da zaman tasavvuru Yahudiliğe benzer şekilde üç ana dönemden oluşmaktadır. İlk dönem yaratılıştan önceki dönem, ikinci dönem yaratılış ile Hz. İsa’nın gelişine kadarki dönem, üçüncü dönem ise ebedi hayattır. Hz. İsa’nın ikinci gelişinden önce milletler milletlere karşı çıkacak, zelzeleler ve kıtlıklar olacak, fitneler, dinsizlikler ve fesat yayılacaktır. Bütün bunlar “son”u getirecek olaylardır[6].

* * *

İlahî dinlerin sonuncusu olan İslam’a göre -daha önce ifade olunduğu üzere-, alem yoktan yaratılmış olup bir başlangıcı olduğu gibi bir de sonu vardır ve olacaktır. İçinde yaşadığımız “zaman” dilimi kıyamet ile sona erecek ve yeni bir diriliş ile sonsuz bir hayat başlayacaktır. Kur’an’da “ahir zaman” terimi yer almamaktadır. Onun yerine kıyamet kelimesi ile yakın anlamlı olmak üzere yüzden fazla ayette “ahiret”, yirmi altı ayette de “son gün” anlamında “el-yevmü’l-âhir” ifadesi bulunmaktadır. Ayetlerde geçen gerek “ahiret” ifadesi gerekse “el-yevmü’l-ahir” terkipleri “ahir zaman”ı değil, kıyametten sonra yeni bir diriliş ile başlayacak olan sonsuzluk hayatını ifade etmek üzere kullanılır. Diğer bir ifadeyle “”ahiret” ve “ahiret günü” tabirleri dünya hayatının son bulmasından sonra ahiri yani sonu olmayacak olan ebedi hayatı ifade eder[7].

Hadislerde ise “ahir zaman” terimi kıyamet öncesi vuku bulacak olaylardan bahsedilirken gündeme gelmektedir. Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim kıyameti başka bazı kelimeler yanında “es-sâat” kelimesi ile de anar. Sözlükte “zaman, an, gece ile gündüzün oluşturduğu zaman dilimlerden her biri” anlamındaki “es-sâat”, kırkı kıyametin kopma zamanını nitelemek üzere kırk sekiz ayette geçmektedir[8]. Bu kelimenin başına “alametler” anlamındaki “eşrât” (tekili şerat) getirilerek “eşrâtü’s-sâa” terkibi “kıyamet alametleri” demek olmaktadır. Hadislerde kıyamet alametleri bu terkiple anıldığı gibi bazı hadislerde “seye’tî zamânün” veya “seye’tî ale’n-nâs zamânun” (insanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki) yahut “lâ tekûmu’s-sâa hatta…” veya “lâ tekûmu’l-kıyâme hattâ…” (…olmadıkça kıyamet kopmaz), yahut da “le te’tiyenne zamânün” (mutlaka bir zaman gelecek) biçiminde ifade olunur[9].

Kuran-ı Kerim’de birçok ayette kıyametin mutlaka kopacağı, kıyamet öncesi güneşin dürüleceği, yıldızların bulanıp söneceği, dağların yürütüleceği[10], keza göğün yarılacağı, yıldızların saçılacağı, denizlerin kaynayıp fışkırtılacağı…[11] gibi kozmik değişikliklerden söz edilmektedir. Ayetlerde yine Ye’cüc ve Me’cûc’ün gelişinden[12], “dâbbetü’l-arz”ın çıkışından[13], göğün insanları sıcak bir duman ile yayacağından[14] ve ayın yarılacağından[15] bahsedilmektedir. Ancak ayetlerde kıyamet alametlerinin toplumsal olaylarla ilgili boyutu gündeme getirilmemiştir. Hadislerde ise kıyamet alametleri aynı zamanda bu yönleriyle ifade olunmaktadır.

* * *

Ahir zaman olayları, diğer bir ifadeyle kıyamet alametleri hadis kaynaklarında ya “kıyamet”, “fiten”, “melâhim”, “eşrâtü’s-sâat” gibi ana başlıklarda doğrudan[16] veya diğer ana başlıklarda dağınık olarak verilmektedir. Bazı alimler de bütün rivayetleri toplayarak konuyu müstakil teliflerle yansıtmaktadır. Müstakil eser telif eden alimler, “güneşin batıdan doğması” gibi fizikî alemdeki büyük değişikliği ifade eden alametlere “büyük alametler”, daha çok toplumdaki büyük olayları ve aynı zamanda toplumsal yozlaşmayı ifade eden ve bu vesile ile ortaya çıkan alametlere de “küçük alametler” demişlerdir. Sahih-i Müslim’de yer alan bir rivayette küçük-büyük ayırımı yapılmaksızın şöyle buyrulmuştur:

“Siz şu on alameti görmedikçe kıyamet kopmayacaktır: Duman (duhân), Deccâl, dâbbetü’l-arz, güneşin batıdan doğması, Meryem oğlu İsa’nın yeryüzüne inmesi, Ye’cûc ve Me’cûc’un çıkması; birisi doğuda, birisi batıda, birisi Arap yarım adasında olmak üzere üç husûfun gerçekleşmesi (yere batırılma), sonuncusu Yemen’de bir ateşin çıkıp insanları mahşere doğru sürmesi[17]”.

Konuyla ilgili müstakil çalışma yapan İslam alimleri, hadislerdeki açıklamalardan hareket ederek kıyametin küçük alametlerini yani ahir zaman olaylarını yirmiyi aşkın alamet olarak zikretmektedir. Mesela, bir çalışmada, bu listede yer alan yirmi sekiz alametten bazıları şöyle sıralanmıştır: “a) Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderilmesi (zira o, ayet-i kerimenin ifade ettiği üzere (Ahzab 33/40) peygamberlerin sonuncusudur, ahir zaman nebisidir), b) Hz. Muhammed’in vefat etmesi, c) Beytü’l-makdis’in (Kudüs) fethedilmesi, d) Taun hastalığının yaygınlaşması, e) Malın çoğalıp artması, f) Fitnelerin ortaya çıkması, g) Emanetin zayi edilmesi, ğ) İlmin azalması ve cehaletin artması, h) Zinanın yaygınlaşması, i) Faizin yaygınlaşması, j) İçkinin çokça içilmesi, k) Çobanların binaları yükseltmekte yarışması, l) Cariyenin efendisini doğurması, m) öldürme olaylarının çoğalması, n) Zelzelelerin artması, o) Giyinik olduğu halde çıplak sayılan kadınların ortaya çıkması …[18]. Şüphe yok ki Kur’an-ı Kerim, “Saat/kıyamet yaklaştı”[19] ifadesiyle dünyanın ömrünün azaldığını belirtirken Resul-i Ekrem (asm) da onun bu tür alametlerini sayarak insanları hazırlıklı olmaları konusunda sürekli uyarmıştır. Nitekim, “kıyamet ne zaman kopacak” diyen bir sahabiye, “Sen kıyamet için ne hazırladın?” şeklinde sorması da bunu göstermektedir[20].

* * *

Hadis kaynaklarının büyük çoğunluğunda geçen “kıyametin on alameti”nden[21] özellikle Deccâl’in ortaya çıkışı ve Hz. İsa’nın nüzulü, gerek ayetlerin işareti gerekse haklarında çok sayıda hadis olması dolayısıyla, daha çok öne çıkmıştır. Ayetlerde sarih bir şekilde Hz. İsa’nın kıyamete yakın bir zamanda yer yüzüne ineceği, keza Deccâl’ın zuhur edip türlü kötülükler yapacağı yer almamakla birlikte, bazı alimler şöyle bir istidlalde bulunmuşlardır: Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’nın Yahudiler tarafından öldürülmediği, göğe ref olunduğu, Ehl-i kitabın ölümünden önce ona iman edeceği belirtilmekte[22], ayrıca başka bir ayette onun “kıyamet alameti olduğu”[23] bildirilmekte; böylece ayetler Hz. İsa’nın nüzulüne atıf yapmaktadır. Ayrıca sahihliğinde şüphe olmayan hadislerde de Hz. İsa’nın nüzul edeceği açıkça dile getirilmektedir[24] Yine hadislerin ifadesi ile Hz. İsa (asm) Deccâl’i öldüreceğine göre Kur’an’ın Hz. İsa’nın nüzulüne işaret etmesi dolaylı olarak Deccâl’in oraya çıkacağına da işaret etmesi anlamına gelmektedir[25].

* * *

Deccâl bahsi, Ebû Davud’un Sünen’i hariç temel hadis kaynaklarının tamamında yer almaktadır. Bu rivayetler aralarında Hz. Âişe, Abdullah b. Mes’ûd, Abdullah b. Ömer, Ebu Hureyre gibi meşhur sahabilerin de bulunduğu yirmi beş dolayında râviden nakledilmektedir. Bir kısmı kısa, bir kısmı uzun, bir kısmı diğer rivayetlerle uyumlu, bir kısmı farklı birçok rivayetten oluşan bu hadisler hakkında bazı alimler “manevi tevatür” olduğunu belirtmişlerdir. Bu rivayetlerden, mesela birisi şöyledir:

“Nevvâs İbni Sem’ân (ra) demiştir: Bir sabah Resûlullah (asm) Deccâl’den uzun uzun bahsetti. Sonunda yorulup sesini alçalttı, sonra tekrar yüksek sesle konuştu. Biz onun anlatışına bakarak Deccâl’in Medine civarındaki hurmalıklara gelip dayandığını zannettik. Tekrar yanına gittiğimiz zaman üzüntümüzü anladı ve, ‘Hayrola, bu ne hal?’ dedi. Biz de, ‘Yâ Resûlallah! Sabahleyin Deccâl’den bahsettin. Kâh alçak sesle kâh yüksek sesle konuştuğun için, biz onun hurmalıklara gelip dayandığını sandık’, dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu: ‘Sizin adınıza Deccâl’den başka şeylerden daha çok korkuyorum. Şayet Deccâl ben aranızdayken çıkarsa, onun oyununu bozar, delillerini çürütürüm. Eğer ben aranızdan ayrıldıktan sonra çıkarsa, artık herkes kendini ona karşı savunup korumalıdır. Zaten Allah mü’minleri onun kötülüklerinden koruyacaktır. Deccâl kıvırcık saçlı, patlak gözlü, (Câhiliye devrinde ölen) Abdüluzzâ b. Katan’a benzeyen bir gençtir. Sizden onu gören Kehf sûresinin baş tarafından on âyet okusun. O Şam ile Irak arasındaki bir yerden çıkacak. Sağa sola her yana kötülüğünü yayacaktır. Ey Allah’ın kulları, imanınızı koruyup direnin!’ Biz ‘yâ Resûlallah! Deccâl’in yeryüzünde kalma süresi ne kadardır? diye sorduk. Şöyle buyurdu: ‘Kırk gündür. Bir günü bir yıl kadar, bir başka günü bir ay kadar, bir diğer günü de bir hafta kadardır; geri kalan günleri ise sizin bildiğiniz günler gibidir.’ Biz tekrar, ‘Ey Allah’ın resulü! Bir yıl kadar olan günde, kılacağımız bir günlük namaz kâfi gelecek mi? dedik. O da ‘Hayır, siz namaz vakitlerini ona göre takdir ve hesap ediniz’ buyurdu. Biz yine, ‘Ey Allah’ın peygamberi! Onun yeryüzündeki sürati ne kadardır? diye sorduk. Şöyle buyurdu: ‘Rüzgârın sürüklediği bulut gibi insanların yanından geçer, ilâh olduğunu söyleyerek kendisine iman etmelerini ister, onlar da iman ederler. Göğe yağmur yağdırmasını emreder, yağmur yağar; yere bitki bitirmesini emreder, otlar, çayırlar biter; insanların yayılmaya gönderdikleri hayvanları daha gösterişli ve semiz, sütleri daha bol olarak döner. Daha sonra başka insanların yanına gelerek onları kendine inanmaya davet eder; fakat onlar kendisine inanmayıp teklifini geri çevirirler; Deccâl de yanlarından ayrılıp gider; lakin sabahleyin suları çekilip çayır çimenleri kurur, hayvanları da helâk olur. Deccâl bir örene uğrayıp ‘Definelerini ortaya çıkar!’ der, o harâbedeki defineler arıbeyinin peşinden giden arılar gibi Deccâlin arkasından gider. Sonra Deccâl babayiğit bir genci yanına çağırıp onu kılıcıyla ikiye biçer; vücudunun her parçası bir yana düşer; ardından ona seslenir. Delikanlı gülümseyen bir çehreyle ona doğru gelir. Deccâl böyle işler yaparken Allah, Mesîh ibni Meryem’i (asm) gönderir. Mesîh, yani İsa (asm) boyanmış iki elbise içinde, ellerini iki meleğin kanatları üzerine koyarak Dımaşk’ın doğusundaki Akminare’nin yanına iner. Mesih parıldayan yüzüyle başını yere eğince saçlarından terler damlar, başını kaldırınca inci gibi nûrânî damlalar dökülür. Onun nefesini koklayan kâfir derhal ölür. Nefesi baktığı yere ânında ulaşır. Mesih Deccâlin peşine düşer, onu (Kudüs yakınındaki) Lüd kapısında yakalayıp öldürür. Sonra İsa (asm) Allah Teâlâ’nın kendilerini Deccâl’in şerrinden koruduğu birtakım insanların yanına gelir, onların yüzlerini okşayarak Deccâl fitnesinin sona erdiğini söyler ve kendilerine cennetteki yüksek derecelerini haber verir. Bu sırada Allah, İsa’ya (asm) vahyederek ‘Kimsenin öldüremeyeceği kullar yarattım; diğer kullarımı toplayıp Tûr’a götür’ buyurur. Allah Teâlâ Ye’cûc ve Me’cûc’ü yeryüzüne gönderir. Onlar tepelerden süratle inip giderler; öncüleri Taberiye gölüne varıp gölün bütün suyunu içer. Arkadan gelenler oraya vardıklarında, ‘Bir zamanlar burada çok su varmış’ derler. İsa (asm) ile yanında bulunan mü’minler Tûr dağında mahsur kalırlar. Onlardan her biri için bir öküz başı, sizin bugünkü paranızla yüz altından daha kıymetli olur. İsa (asm) ile yanındaki mü’minler bu belâdan kendilerini kurtarması için Allah Teâlâ’ya yalvarırlar. Allah Teâlâ da Ye’cûc ve Me’cûc’ün enselerine kurtçuklar musallat eder; hepsi bir anda ölüp gider. Ardından İsa (asm) ile mü’minler Tûr dağından inerler. Ye’cûc ve Me’cûc’ün kokmuş cesetlerinin olmadığı bir karış yer bulamazlar. İsa (asm) ile yanındaki mü’minler bu belâdan da kendilerini kurtarması için Allah Teâlâ’ya yalvarırlar. Allah Teâlâ deve boyunları gibi iri kuşlar gönderir; bu kuşlar onların kokmuş cesetlerini alarak Cenâb-ı Hakk’ın dilediği yere götürüp atarlar. Sonra Allah Teâlâ hiçbir evin ve çadırın engel olamayacağı bol bir yağmur gönderir; bu yağmur yeryüzünü ayna gibi pırıl pırıl temizler. Daha sonra yeryüzüne, ‘Meyveni bitir, bereketini getir’ diye emredilir. O gün bir grup insan tek bir nar ile doyar, kabuğuyla da gölgelenirler. Yaylıma gönderilen hayvanların sütü de bereketlenir, bir devenin sütü kalabalık bir grubu, bir ineğin sütü bir kabileyi, bir koyunun sütü bir cemaati doyurur. Onlar böyle yaşayıp giderken Allah Teâlâ tatlı bir rüzgâr gönderir; bu rüzgâr onları koltuk altlarından sarmalayıp her mü’minin ve müslimin rûhunu alıp götürür. Yeryüzünde insanların en fenaları kalır; onlar eşekler gibi birbiriyle tepişip herkesin gözü önünde cinsel ilişkide bulunurlar ve kıyamet onların üzerine kopuverir[26].”

* * *

Örnek olarak verdiğimiz bu uzun hadisi de dikkate alarak Deccâl ile ilgili bilgileri şöyle özetlemek mümkündür: Deccâl kıyametten önce çıkacaktır. Teni bazı rivayetlerde kızıl, bazı rivayetlerde esmer, bazı rivayetlerde parlak beyaz renktedir. Boyu bazı rivayetlerde iri, heybetli, bazı rivayetlerde kısa boylu bir beden yapısında olacaktır. Bir gözü kör veya patlamış üzüm tanesi gibi olacaktır. Beraberinde cennet ve cehennem olacak fakat cenneti gerçekte cehennem, cehennemi ise gerçekte cennettir. Yanında ateşten ve sudan iki nehir olacak fakat gerçekte ateş olanı su, su olanı ateş olacaktır. Önce peygamberlik, sonra ilahlık iddiasında bulunacaktır. Ortaya çıkması bazı rivayetlerde İstanbul’un fethinden sonra, bazı rivayetlerde toplum “iman ve nifak” şeklinde iki gruba ayrıldıktan sonra gerçekleşecektir. Irak ile Şam arası bir yerden veya Şam’dan çıkacak, rüzgâr gibi hızlı hareket edip yeryüzünü dolaşacaktır. Fakat Mekke ve Medine’ye giremeyecektir. Yeryüzünde kırk gün kalacak fakat bu günlerden biri bir yıl, biri bir ay, biri bir hafta olacak, diğer günleri normal günler gibi geçecektir. Bazı rivayetlerde ise kırk yıl kalacaktır. Yine bazı rivayetlere göre kaldığı süre boyunca Hz. İsa’nın mucizeleriyle benzerlik gösterecek şekilde, mesela yağmur yağdıracak, kurumuş bitkileri yeşertecek, hastaları iyileştirecek, öldürüp-diriltme, cüzamlı olanları ve körleri sağlığına kavuşturma gibi olağanüstülükler sergileyecektir. Daha sonra Hz. İsa gökten nüzul edecek ve onu Lüd kapısının önünde öldürecektir[27].

* * *

Temel hadis kaynaklarında ahir zaman olaylarından Hz. İsa’nın nüzulü ve Deccâl’ın ortaya çıkması konusunda, manevi tevatür oluşturacak sayıda rivayetler bulunmakla birlikte, Süfyan konusuyla ilgili olarak durum farklılık arz etmektedir. Bu kelime, sonuna nispet ‘ya’sı eklenerek Süfyanî şeklinde Hâkim en-Nisâbûrî’nin Müstedrek’inde geçmektedir. Buhari ve Müslim’in sahihlik şartlarını taşıyan ancak onların tahriç etmedikleri rivayetlerin eklenerek tamamlanmasını ifade eden el-Müstedrak ale’s-sahîhayn’de yer alan rivayet şöyledir: Ebû Hureyre’nin (ra) naklettiği bir hadiste Resul-i Ekrem (asm) şöyle buyurmuştur: “(Ahir zamanda) bir şahıs çıkar, ona Süfyânî denilir. Şam bölgesinin derinliklerinden çıkar. (Benî) Kelbin tamamı ona tabi olur. O da kendisine tabi olanlarla birlikte kadınların karnını deşer, çocukları öldürür. Kays onun için bir birlik toplayıp kıtale girer fakat bu zelil şahsın ilerlemesine mani olunamaz. Sonra Harre’de Ehl-i beytimden bir şahıs çıkar. Süfyanî’ye yetişir. Ona askeri birlik gönderir, bu birlik onları hezimete uğratır. Sonunda Süfyanî ve beraberindekiler ona doğru yürür. Beyda denilen yere gelince, yere batırılırlar. Onlardan durumu haber veren bir kişi hariç kurtulan olmaz”[28].

Kütüb-i sitte dışında kalan hadis kaynaklarında ise yine Süfyânî şeklindeki kullanım asıl olmak üzere çok sayıda rivayet bulunmaktadır. Berzencî kıyamet alametlerine tahsis ettiği eserinde bu rivayetleri toplayarak detaylı bilgiler vermiştir. Temelde bu rivayetlerde Süfyanî’nin Şam’ın derinlikli bölgelerinden bir yerde zuhur edeceği, Hz. Ali’nin nakline göre onun, Muaviye b. Ebî Süfyan’ın kardeşi olan Yezid b. Ebî Süfyan’ın soyundan olacağı, fizikî özelliklerinin iri başlı, yüzünün çiçek hastalığı belirtili, gözünün siyan noktalı olduğu, çok sayıda insanın kendisine uyacağı, elinde üç değnek yahut kılıç olacağı, hangisini vursa vurduğu kişilerin öleceği, Mehdi’nin onun hurucuna yetişeceği, askerleri ile Mehdi’nin askerleri arasında savaş olacağı, Beyda denilen yerde ise kendisiyle beraber bir kişi hariç askerlerinin tamamının yere batacağı, kurtulan kişinin ise onun öldüğünü bildirip Mehdi’nin zuhurunu müjdeleyeceği… gibi hususlar zikrolunmaktadır[29].

* * *

Deccâl ve Süfyanî’ye dair nakillerin özeti bundan ibarettir. Meşhur lakabıyla Bediüzzaman, sonradan daha yaygınlık kazanan ismiyle Said Nursî, 1907 sonlarında İstanbul’a geldiğinde, İstanbul ulemasının soruları üzerine ilk defa bu konulara dair bir çalışma yapmış, daha sonra Risale-i Nur telif edildiğinde, münasebet düştüğü yerlerde yeni açıklamalar ortaya koymuştur. Çalışmamıza konu olan husus ise, bir soruyla bağlantılı olarak müellifin Mektubat isimli eserinin On Beşinci Mektubunda yer almaktadır. Soruda, Hz. İsa’nın Deccâli öldürdükten sonra insanların ekseriyetle hak dine gireceklerinin belirtildiği, oysa başka rivayetlerde “Allah Allah diyen kalmadıkça kıyametin kopmayacağının” ifade edildiği, çelişkili gibi görülen bu iki hususun nasıl telif edileceği sorulmaktadır. Bu soruya şöyle cevap verilmektedir:

“O hadisin ve Süfyan ve Mehdî hakkındaki hadislerin ifade ettikleri mânâ budur ki: Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak: Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (asm) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır. İkinci cereyan ise: Tabiiyyûn, maddiyyûn felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı nemrudâne, gittikçe ahir zamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir…[30]”.

Görüldüğü gibi Said Nursî söz konusu rivayetler ışığında Süfyan(î) ile Deccâl’i kesin şekilde ayırmış, bunları da şahıstan ziyade “cereyan” yani akım yahut zihniyet olarak yorumlamıştır. İlk cereyan olarak Süfyanîyete işaret etmiş; Süfyan’ın, biri nifak ehlinin başına geçmesi, diğeri şerait-ı İslamiyenin yani İslamî ahkamın tahribine çalışması olmak üzere iki vasfını zikretmiştir. Ayrıca Süfyan’ın karşıtı olarak Mehdi’ye işaret etmiş, onun Süfyan’ın şahs-ı manevisini öldürüp dağıtacağını beyan etmiştir.

Nursî, kinci cereyan olarak ise Deccâliyeti anmış, onun felsefe-i maddiye ile yayılıp uluhiyeti inkar edecek noktaya geleceğini belirtmiştir. Deccâl hadislerinde, onun kendisine uluhiyet nispet edeceği şeklindeki ifadeleri, cevabın devam eden kısmında şöyle yorumlamıştır: “Nasıl, bir padişahı tanımayan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûnâ hâkimiyet verir. Öyle de, Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rubûbiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispritizma ve manyetizmanın hâdisâtı nevinden müthiş harikalara mazhar olan Deccâl ise, daha ileri gidip, cebbârâne surî hükümetini bir nevi rububiyet tasavvur edip ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlûp olan ve bir sineğin kanadını bile icat edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet dâvâ etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur[31]”.

Deccâliyetin karşıtının Hz. İsa olduğuna değinen Sair Nursî, bundan sonra cevabın devam eden kısmında, Hz. İsa’nın nüzulünü şöyle temellendirmektedir: “İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey vaat etmiş, elbette yapacaktır[32]”.

Devam eden bahiste Said Nursî, Hz. İsa’nın nüzulünü bazı örneklerle akla yaklaştırmaktadır. Buna göre, nasıl ki ilahî Kudret her zaman semavattan melaike göndermişse, bazı vakitlerde Cebrail’i Dıhye suretinde temessül ettirerek Resulullah’ın huzurunda hazır etmişse, vefat eden bazı evliyanın ruhlarını “cesed-i misali”si ile dünyaya göndermişse, elbette İsa dinine ait en mühim ve en güzel bir iş için halen hayatta olan Hz. İsa’yı dünyaya göndermesi yani nüzul ettirmesi Onun hikmetine tamamıyla uygundur. Şu kadar var ki o semadan nüzul ettiğinde, herkesin onu bilmesi söz konusu olmayacaktır[33].

Aynı bahsin devamında Said Nursî, rivayetlerde yer alan ve Deccâl’in cenneti ve cehennemi olduğu, fiziki bakımdan bedeninin şu kadar büyük olduğu gibi açıklamalar hakkında kendine has yorumlar paylaşmaktadır. Ona göre Deccâl’in şahsî görünümü herkes gibidir. Ancak o, Allah’ı unutmuş olduğundan “cebberâne olan hakimiyetine uluhiyet” namını vermiş, ahmak bir şeytan ve dessas bir insandır. Onun fiziki özelliklerinin büyüklüğüne dair tasvirler şahs-ı manevisi olan dinsizlik cereyanı içindir. Tıpkı Japon başkumandanı tasvir edilirken şahs-ı manevisi hesaba katılarak bir ayağının Okyanusta bir ayağının on günlük mesafede olan Port Arthur kalasında resmedilmesi gibi[34]. Deccâl’in yalancı cenneti ve cehennemine dair ise şu açıklamayı yapmaktadır:

“Amma Deccâl’ın yalancı cenneti ise, medeniyetin cazibedar lehviyâtı ve fantaziyeleridir. Merkebi ise, şimendifer gibi bir vasıtadır ki, bir başında ateş ocağı bulunur; kendine tâbi olmayanları bazen ateşe atar. O merkebin bir kulağı, yani diğer başı cennet gibi tefriş edilmiş; tâbi olanları oraya oturtur. Zaten sefih ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan şimendifer, ehl-i sefahet ve dünya için yalancı bir cennet getirir; biçare ehl-i diyanet ve ehl-i İslâm için, medeniyet elinde cehennem zebanîsi gibi tehlike getirir, esaret ve sefalet altına atar[35]”.

Müellif bahsin sonunda asıl soruya cevap teşkil etmek üzere şunları söyler: “İşte, İsevîliğin din-i hakikîsi zuhur ile ve İslâmiyete inkılâp etmesiyle, çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat yine kıyamet kopmasına yakın, tekrar bir dinsizlik cereyanı baş gösterir, galebe eder ve “el-hükmü li’l-ekser” kaidesince, yeryüzünde Allah Allah diyecek kalmayacak; yani, ehemmiyetli bir cemaat küre-i arzda mühim bir mevkie sahip olacak bir surette Allah Allah denilmeyecek demektir. Yoksa, ekalliyette kalan veyahut mağlûp düşen ehl-i hak kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır[36]”.

* * *

Said Nursî’nin kıyamet alametleriyle ilgili olarak varit olan hadislerden hareketle, “ahir zamanda dinsizliğin kuvvet bulacağı iki cerayanı” hakkındaki açıklamaları ana hatlarıyla bundan ibarettir. Ancak o, burada zikrolunan iki cereyanın temsilcisi olarak Deccâl ve Süfyan ile bunların karşıtı olarak rivayetlerde belirtilen Hz. İsa ve Mehdi hakkındaki rivayetleri, başka yerlerde bazı değinmeleri olmakla birlikte[37] çok geniş olarak Şualar isimli eserinin Beşinci Şua’sında ele alıp işlemektedir.

Eser, bir Mukaddime ile Yirmi Üç Mesele’den oluşmaktadır. Başında, eserin “avam-ı müminin akidesini vikaye ve muhafaza” için yazıldığı belirtilmekte, Mukaddime’de kıyamet alametlerinin anlaşılmasıyla alakalı beş temel prensibe dikkat çekilmektedir. Her biri ayrı bir yazıya konu olacak uzunluk ve kıymette olan bu “nükte”lerde şunlara işaret edilmektedir:

  1. a) Din bir imtihan olduğu için ahir zamanla ilgili rivayetler “perdeli” olarak gelmiş olup, iradeyi elden alacak şekilde değildir.
  2. b) Peygamber gaybı bilen bir kimse olmayıp, ancak Allah’ın kendisine bildirdiğini bilir. Allah ise bazı gaybî haberleri icmal ile bildirir, Peygamber kendi ifadeleriyle bunları tafsil eder.
  3. c) Her dilde olduğu gibi Arapçada da teşbih ve temsiller vardır ve Resul-i Ekrem (asm) bazı gaybî hususları teşbih ve temsillerle anlatmıştır.
  4. d) Pek çok ilahî hikmete bağlı olarak ecelin ömür içinde gizlenmesi gibi ahir zamana ait bazı hususlar da dünyanın ömrü içinde gizlenmiş olup Resulullah’ın bu konudaki beyanları kapalı, sırlı, icmalî nitelikli olmuştur.
  5. e) Deccâl ile ilgili rivayetler; birisi İslamlar içinde, diğer gayr-ı Müslim dünyada olmak üzere iki Deccâl olması, ayrıca bazı rivayetlerde otuz dolayında Deccâl’den söz edilmesi, Deccâl’e ait bazı rivayetlerin onun temsil ettiği şahs-ı maneviye ait olduğu halde şahsına ait olarak düşünülmesi gibi sebeplerle bazı iltibaslar olmuş ve bu konudaki rivayetlerin anlamı gizli kalmıştır[38].

Sonuç olarak hadislerde geçen ahir zaman olaylarıyla ilgili rivayetlere karşı bu beş nokta dikkate alınarak yaklaşılmalıdır.

* * *

Beşinci Şua, altı çizilen bu prensipler dahilinde Deccâl, Süfyan, Hz. İsa’nın nüzulü, Mehdi’nin zuhuru konularında, rivayetlerden bazı örnekler alarak bunların nasıl anlaşılması gerektiğine dair somut yorumlar ortaya koymaktadır. Mesela, Deccâl’in “bir cenneti, bir cehennemi bulunduğuna” dair rivayeti[39] şöyle yorumlamaktadır: “el ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki, hükümet dairesinde karşı karşıya kurulan ve birbirine bakan vaziyette bulunan hapishane ile lise mektebi; “biri hurî ve gılmanın çirkin bir taklidi, diğeri azap ve zindan suretine girecek” diye bir işarettir[40].

Yine mesela rivayetlerde Süfyan’ın Şam bölgesinde çıkacağına dair rivayetler hakkında[41], “Allahü a’lem bunun bir tevili şudur ki, hilafet merkezi eski zamanda Irak’ta ve Şam’da ve Medine’de bulunduğundan raviler rivayetleri kendi içtihatlarıyla tasvir etmişler” demektedir[42].

Keza başka bir örnek olarak Mehdi hakkındaki farklı rivayetlere dair[43] de “Allahu a’lem bi’s-savâb” kaydını koyduktan sonra şu açıklamayı yapmaktadır: “Büyük Mehdinin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dâirelerde icraatları olduğu gibi, her bir asır, me’yusiyet vaktinde kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdiye veyahut Mehdinin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan, rahmet-i İlâhiye ile her devirde, belki her asırda bir nevi Mehdi Âl-i Beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ, siyaset âleminde Mehdi-i Abbâsî ve diyanet âleminde Gavs-ı Âzam ve Şah-ı Nakşibend ve aktâb-ı erbaa ve on iki imam gibi büyük Mehdinin bir kısım vazifelerini icra eden zâtlar dahi, Mehdi hakkında gelen rivâyetlerde, medâr-ı nazar Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olduğundan, rivayetler ihtilâf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: “Eskide çıkmış.” Her ne ise… Bu mesele Risale-i Nur’da beyan edildiğinden, onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki: Dünyada mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beytin hanedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin. Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler mânevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-i Kur’âniyenin mayasıyla ve imanın nuruyla ve İslâmiyet’in şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette âhirzamanda, şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (asm) ihya ile, ilân ile, icra ile, başkumandanları olan Büyük Mehdinin kemâl-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet mâkul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır[44]”.

Görüldüğü Said Nursî, konuyla ilgili rivayetleri, başına “Allahü a’lem” kaydını düşerek te’vil etmekte/yorumlamakta, her yorum için “bir te’vili şudur ki” diyerek başka yorumlar olduğuna da işarette bulunmakta, te’villerini hem Kur’an ve sünnetin temel esaslarına hem hikmete ve akla uygun açıklamalar ile temellendirmekte, hem de yorumlarını somut gelişmelerle açıklayarak ahir zamanda yaşadığımızı, söz konusu rivayetlerin yaşadığımız zamana ilişkin açık mesajları olduğunu dile getirmektedir.

* * *

Açıklanabilir sebeplerden dolayı rivayetler arasında bazı farklılıklar bulunmakla beraber, detaylar bir tarafa, en temelde Resul-i Ekrem’in (asm) ahir zamanda Deccâl ve Süfyan’ın çıkacağını, bu iki fâsit ve fâsık kişi ya da ifsat zihniyetine karşı da Hz. İsa’nın nüzulünü ve Mehdi’nin zuhurunu haber verdiği anlaşılmaktadır. Bu dörtlüden, en geniş anlamda Deccâl ve Süfyan’ın şerri, Hz. İsa ve Mehdi’nin hayrı teşkil ve temsil ettiği açıktır. Şüphesiz ki Resulullah (asm) bu rivayetlerle ümmetini irşat ve ikaz etmiş ve etmektedir. Bu irşat ve ikaz karşısında, geçmişteki anlayış ve tutumlar bir tarafa, bugün baktığımızda, İslam dünyasının sergilediği manzara üçlü bir kategori teşkil etmektedir.

İlk kategori Selefî anlayış ve tutumdur. Başta Suudi Arabistan olmak üzere İslam dünyasında bu anlayışı benimseyen kesimlere göre Resulullah’ın (asm) bu beyanları haktır, zamanı gelince gerçekleşecektir. Olaylar bu rivayetlerde tasvir edildiği gibi aynen zuhur edecektir. Bu rivayetler sahih haberlerden oluştuğu için bunları inkar etmek kişiyi küfre sürükler. Mesela, meşhur Suudi müftüsü ve Selefi düşüncenin önemli temsilcilerinden Abdullah b. Bâz (ö. 1999) Deccâl’ın, Ye’cûc ve Me’cûc’un çıkışı ile Hz. İsa’nın nüzulü ve Mehdi’nin zuhurundan ibaret olan dört husus hakkında, “bunlar sahih ve mütevatir hadislerle sabittir, bunları inkar küfür ve dalaleti gerektirir. Ancak bazı alimler Mehdi konusunda tereddüt izhar etmişlerdir” demiştir[45]. Aynı şekilde, halen fetvalarıyla amel edilen ünlü Selefî alim Muhammed b. Salih el-Useymin (ö. 2001) de mesela Deccâl’e dair sorulara hadis metinlerindeki cümlelerle cevap vermiş, “Deccâl bugün mevcut mudur?” sorusuna, “hayır, mevcut değildir, Allah ne zaman dilerse o vakit çıkacaktır” cevabını vermiştir[46].

Bu anlayışın tam karşısında ise “modernist” diye anılan kimseler ile onların etkisinde kalan bazı alim yahut fikir adamı kabul edilen şahsiyetler vardır. Aralarında dereceler bulunmakla birlikte, bunların bir kısmı rivayetlerdeki farklılıkları bahane göstererek, bir kısmı benzer anlayışların diğer dinlerde de bulunduğunu ve etkileşim sonucu İslam kaynaklarına yansıdığını ileri sürerek, bir kısmı bu tür haberlerde yer alan tasvirlerin rasyonel bakışla uyuşmayacağını söyleyerek kısmen veya tamamıyla inkar etmektedir. Ülkemizde de örnekleri bulunan bu kategorideki kimseler, mesela Hz. İsa’nın normal bir vefat ile vefat ettiğini, nüzul edeceğine dair rivayetlerin gerçekliği bulunmadığını, keza Mehdi inanışının Şia’dan intikal ettiğini, Deccâl’a dair rivayetlerin de akıl ve mantıkla uzlaşmadığını ileri sürmektedirler[47].

Bu iki uç arasında ahir zaman olayları ile ilgili bu tür rivayetleri, İslam’ın genel prensiplerine uygun biçimde tevil eden alimlerin olduğu da bilinmektedir. Mesela Deccâl konusunda Reşit Rıza bunun Yahudi fitnesi olduğunu söylerken Muhammed Abduh İslam’a karşı uydurulmuş bütün yalan ve kötülüklerin sembolü olduğunu ifade etmiştir. Muhammed el-Behî de Deccâl’in materyalizm olduğunu beyan etmiştir[48].

Bu üçlü kategori içinde Said Nursî bu tür rivayetleri tevile tabi tutması bakımından son kategoride yer alıyor gibi ise de aslında daha müstakil bir konumda durmaktadır. O da şudur: Said Nursî bu rivayetleri önce Kur’an ve sünnetin temel ilkelerine ve akl-ı selime göre yoruma tabi tutuyor, sonra da –muhakkak ki daha önemlisi-, bu rivayetlerin mesajlarını hayata geçiren bir yaklaşım sergiliyor. Daha somut ifade etmek gerekirse o, Deccâl ve Süfyan rivayetlerinden hareketle, Deccâliyetin “uluhiyeti inkar” fikrine karşı uluhiyeti aklî ve mantıkî delillerle ispat eden bir çalışmaya giriyor, Risale-i Nurları telif ediyor. Ayrıca Süfyanîyetin “ahkam-ı İslamiyeyi” iptal tavrı karşısında da yine Risale-i Nurlarla insanların akıl ve kalplerini iman hakikatleri ve İslamî ahkama dair hakikatlerle tenvir ediyor. Öte yandan her iki zihniyetin “şahs-ı manevi” ile gelmesi karşısında da şahs-ı manevi oluşturarak mukabele eden bir program hazırlıyor ve sayısız zorluk ve engellere rağmen de bunu tatbikata koyuyor.

* * *

Sonuç olarak Said Nursî’nin zaman ve gelecek tasavvuru İslam’ın zaman ve gelecek tasavvuruna dayanır. İslam’a göre ise zamanın bir başlangıcı ve bir sonu vardır. İnsanlık tarihi zamanın sonu geldiğinde “kıyametin kopması” adı verilen kozmik değişikliklerle nihayet bulacak, ardından yeni bir diriliş ile ebedi hayat başlayacaktır. İnsanlığın uzun tarihi içinde Hz. Muhammed (asm)’in gönderildiği dönem genelde “ahir zaman” olarak anılmış, ancak hadislerdeki kalıplar dikkate alınarak bu terkip özelde, “kıyametin kopmasından muayyen bir zaman önceki devre”, “ahir zaman olayları” da bu dönemde meydana gelecek hadiseler anlamında kullanılmıştır.

Kıyamet alametleri diye de anılan ahir zaman olayları, Resul-i Ekrem (asm) tarafından, birçok olayla bağlantılı olarak zikredilmiştir. Bu hadislerde imanın zayıflaması, ahlakın yozlaşması, kötülüklerin artması gibi olumsuz vakıalardan söz edilmiş, Deccâl ve Süfyan fitnesinden bahsedilmiş, buna karşılık Hz. İsa’nın nüzul edip Deccâl’i, Mehdi’nin de zuhur edip Süfyan’ı öldüreceği haber verilmiştir.

Geçmişte ve günümüzde, İslam dünyasında bu hadiselere ilişkin başlıca üç tavır söz konusu olmuş, bir kısmı hiçbir yoruma gitmeksizin bu rivayetleri benimsemek gerektiğini söylerken, bazıları da bunların akıl ve hikmete aykırı olduğunu ileri sürerek reddedilmesi gerektiğini belirtmiştir. Said Nursî ise bu rivayetlerin müteşabih olduğunu ve tevil edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu hadislerin esasında ahir zamanda iki cereyanın kuvvet bulacağına işaret ettiğini dile getirmiştir. Ona göre Deccâliyet “gayr-ı Müslim dünyada uluhiyeti inkar eden bir zihniyeti ve şahs-ı maneviyi”, Süfyaniyet ise “Müslüman dünyada nifakla iş görecek ve İslamî ahkamı tahrip edecek zihniyeti” temsil etmektedir.

Said Nursî söz konusu rivayetleri yaşanan hayata ve meydana gelen gelişmelere uyarlayarak tevil etmiş, dahası bu teviller ışığında fiilen harekete geçmiş, Risale-i Nur’u telif etmek suretiyle Deccâliyete karşı uluhiyeti temellendiren, Süfyaniyete karşı İslamî ahkamı ve sünnete yapışmayı delillendiren çalışmalar ortaya koymuştur. Çok daha önemlisi ise her iki cereyanın şahs-ı manevi halinde geldiğini ifade ederek kendisi de Risale-i Nur etrafında bir şahs-ı manevi oluşturarak “fiilî bir mukabele” gerçekleştirmiştir.

Sonuç olarak bütün bunlar Said Nursî’nin gelecek anlayışının Kur’anî, nebevî, gerçekçi, hikmetli bir mahiyet taşıdığını ancak aynı zamanda içinde yaşadığımız ahir zaman insanına ayet ve hadislerin güncel yorumunu paylaşarak şuur, görev ve sorumluluk hatırlatmasında bulunduğunu göstermektedir.

 

 

Kaynakça

[1]       Kamer 54/1.

 

[2]       Muhammed 47/18.

 

[3]       Ahzab 33/40.

 

[4]       Kıyamet alametlerini konu edinen bazı eserlerin listesi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Kıyamet Alametleri”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), XXV, 525; Deccâl konusuyla ilgili bir araştırma için, mesela bk. Zeki Sarıtoprak, İslam ve Diğer Dinlere Göre Deccâl, İstanbul 1992; Risale-i Nur’da Deccâl ve Süfyan hakkındaki yaklaşımların da ele alındığını önemli bir çalışma olarak bk. D. Enis Muhammed Rıza el-Kahvecî, “Ârâü’l-Üstâz en-Nursî fî ehâdisi’l-Mehdî ve te’vilâtihi lehâ ve fî müteallikâtihâ”, en-Nûr li’d-dirâsâti’l-hadâriyye ve’l-fikriyye, sy. 18, yıl: 2018, s. 8-38.

 

[5]       Kaydedildiğine göre Eski Mısır, Mazdek, Sümer dinleri ile Hinduizm ve Budizm’e göre ise zaman devrî olup, birbirini takip eden dönemlerden oluşur. Bu dönemler sonsuza kadar sürüp gider (bk. Günay Tümer, Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1997467-468. Ayrıca bk. Günay Tümer, “Ahir zaman”, DİA, I, 542.

 

[6]       Geniş bilgi için bk. Günay Tümer, Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi (Ankara 1997), s. 469-470. Burada ahir zamanla ilgili olarak Yeni Ahit’te geçen bir ayeti nakledelim: “Lakin şunu anla ki, ‘ahir zaman’da sıkıntılı dönemler gelecek. Zira insanlar benliklerine, paraya, gurura, kendini beğenmişliğe, kötü söz söylemeye,  ukalalığa düşkün, anne-babasına itaatsiz, nankör, günahkar, zalim, öfkesine mağlup, müfteri, sefih, gaddar, iyilik düşmanı, hain, pervasız, gururla kabaran, İlahı sevmeyen, hazlara müptela olup dini daha çok şekil yönüyle ele alacaklardır. Bu insanlara sırt çevir” (Kitab-ı Mukaddes, İkinci Timoteyus 3: 1-5). Ayrıca günümüzde, Eski-i Ahit’teki metinleri dikkate alarak, kıyametin kopması için kötülüklerin artması gerektiğini ileri süren Hıristiyan gruplar da vardır.

 

[7]       Kur’an’da kıyametten sonra yeni bir diriliş ile başlayacak olan ahireti ifade eden çok sayıda terkip bulunmaktadır. “Yevmü’l-hisâb” (hesap günü), “yevmü’l-tenâd” (feryad günü), “yevmü’l-hak” (gerçek günü), “yevmü’t-tegâbun” (aldanma günü), “yevmü’l-hurûc” (hurûc günü), “yevmü’-d-din” (ceza günü) bunlardan bazılarıdır.

 

[8]       Mesela bir ayette, “Saatin bilgisi Allah nezdindedir” (Lukman 31/34) buyrularak kıyametin ne zaman kopacağını ancak Allah’ın bildiği ifade olunur.

 

[9]       Bu kullanımlarla ilgili olarak mesela bk. Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-ummâl, XI, 129 vd.; 191 vd.

 

[10]     Bk. Şems suresi, ilk ayetler.

 

[11]     Bk. İnfitâr suresi, ilk ayetler.

 

[12]     “Nihayet Ye’cûc ve Me’cûcün önü açıldığı zaman her tepeden akın ederler. Gerçek vaat (kıyametin kopması) yaklaşır, bir de bakarsın inkar edenlerin gözleri açılıp donakalmıştır. “Eyvah bizlere! Doğrusu biz bundan gafildik. Hatta biz zalim kimselermişiz” derler” (Enbiya 21/96-97).

 

[13]     “(Kıyametin kopacağına dair) o söz başlarına gelince, onlar için yerden kendilerine bir dâbbe (canlı) çıkarırız. O, insanların kesin olarak ayetlerimize inanmadıklarını söyler” (Neml 27782).

 

[14]     “Göğün açık bir duman getireceği günü bekle. O duman insanları bürür. Bu elem dolu bir azaptır. İnsanlar, “Rabbimiz! Bu azabı bizden kaldır, çünkü biz artık inanıyoruz” derler (Duhan 44/10-12).

 

[15]     “Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı” (Kamer 54/1).

 

[16]     Mesela Sahihu Müslim’de konu “Kitabü’l-fiten ve eşrâtü’s-sâat” adıyla verilmektedir.

 

[17]     Müslim, “Fiten”, 39-40.

 

[18]     Muhammed Salih el-Müneccid, “Alâmetü yevmi’l-kıyâmeti’s-suğrâ ve’l-kübrâ”, trc. Muhammed Şahin (d1.islamhouse.com). Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Muhammed b. Resul el-Berzencî, el-İşâa li eşrâti’s-sâa, Beyrut 1426/2005.

 

[19]     Kamer 54/1.

 

[20]     Tirmizi, “Zühd”, 50.

 

[21]     Bk. Müslim, “Fiten”, 39; Tirmizi, “Fiten”, 21; Eb3u Davud, “Melahim”, 12; İbn Mâce, “Fiten”, 28.

 

[22]     Bk. Nisa 4/ 157-159.

 

[23]     Zuhruf 43/61.

 

[24]     Hz. İsa’nın nüzulü ile ilgili meşhur bir rivayet şöyledir: “Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelal’e yemin ederim! Meryem oğlu İsa’nın, aranıza (bu şeriatle hükmedecek) adaletli bir hakim olarak ineceği, istavrozları kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap’tan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman, mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur.” Sonra Ebu Hureyre der ki: “Dilerseniz şu ayeti okuyun. (Mealen): “Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce O’nun (İsa’nın) hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyamet gününde ise İsa onlar aleyhine şahitlik edecektir” (Nisa 159). Hadisin kaynakları için bk. Buhârî, “Büyû”, 102, “Mezalim”, 31, “Enbiya”, 49; Müslim, “İman”, 242; Ebu Davud, “Melahim”, 14; Tirmizî, “Fiten”, 54.

 

[25]     İlyas Çelebi, “Deccâl”, DİA, IX, 69.

 

[26]     Müslim, “Fiten”, 110. Ayrıca bk. Tirmizî, “Fiten”, 59; İbni Mâce, “Fiten”, 33.

 

[27]     Bk. İlyas Çelebi, “Deccal”, DİA, 70. Deccal konusunda zikrolunan bazı isimler de vardır. Bunlardan birisi, kimliği belli olan, Yahudi asıllı İbn Sayyâd’dır. Yine bir başka husus Temim ed-Dârî rivayeti ve bu rivayette yer alan “cessâse” konusudur. Esasen birbiriyle çelişkili gibi görünen bu rivayetlerde Deccâl’in tek bir kişi olmadığına, her dönemde kötülüğü ve ifsadı temsil eden şahsiyet ve şahs-ı manevilerin bulunduğuna işaret edilmektedir. Nitekim otuz civarında deccâlden söz eden rivayet de bunu teyit etmektedir.

 

[28]     Hâkim en-Nisaburî, el-Müstedrek, IV, 565.

 

[29]     Muhammed b. Resul e-Berzencî, el-İşâa li eşrâti’s-sâa, Beyrut 1426/2005, s. 185 vd.

 

[30]     Said Nursi, Mektubat (İstanbul 2020), s. 51-52.

 

[31]     Said Nursi, a.g.e., s. 52.

 

[32]     A.y.

 

[33]     A.y.

 

[34]     Said Nursi, a.g.e., s. 53.

 

[35]     A.y.

 

[36]     A.y.

 

[37]     Mesela bk. Said Nursi, Sözler, 24. Söz, İstanbul 2020, s. 319 vd.

 

[38]     Said Nursi, Şualar, s. 502-506.

 

[39]     Mesela bk. Müslim, “Fiten”, 104, 109; Müsned, V, 397.

 

[40]     Said Nursi, Şualar, s. 507.

 

[41]     Hâkim, el-Müstedrek, IV, 565.

 

[42]     Said Nursi, Şualar, s. 508.

 

[43]     Bk. Celâleddin es-Suyutî, el-Urfil verdî fî ahbâri’l-Mehdi (el Hâvî içinde, II, 55-81), Beyrut 1421/2000.

 

[44]     Said Nursi, Şualar, s. 514.

 

[45]     Bk. www.binbaz.org.sa/fatwas/7404.

 

[46]     Bk. www.al-eman.com/Deccâl.

 

[47]     Deccâl konusunda inkarcı yaklaşım sergileyenler hakkında bk. İlyas Çelebi, “Deccâl”, DİA, IX, 71.

 

[48]     Bk. İlyas Çelebi, a.g.md., s. 71.