Bediüzzaman ve Talebelerinin Mahkeme Müdafaalarında Duygular

The Emotional Background in the Court Arguments of Bediuzzaman and His Students

Sebahattin YAŞAR, Öğretim Görevlisi, Harran Üniversitesi, Türk Dili Bölümü

Lecturer, Harran University, Turkish Language Department

Özet

Çalışmamızda Bediüzzaman ve talebelerinin davalarını müdafaa esnasında kullandıkları arkaplan donanımı olan duygular ele alındı. Duyguların şiddetlilerinin ebedi hayatı, zayıflarını dünya hayatını kazanmaya dönük kullanılmasının kişinin şahsi hayatında ve sosyal hayatta istikameti netice verdiği belirlendi. Duygu istikametinin davranış istikametini netice verdiği tespit edildi. Duygu-davranış bütünlüğünün de manevi dinamiklerle birbirini gözeten bir şahs-ı manevi içinde bulunmakla sağlanacağı sonucuna ulaşıldı.

Yine çalışmamızın devamında duyguların oluşum, gelişim ve güçlü hale gelmesinde manevi dinamiklerin etkisi, duyguların müdafaalar açısından önemi ve temel duyguların neler olduğu, müdafaalarda nasıl kullanıldığı gibi konular ele alındı.

Sonuç olarak güven, sevgi, korku, şefkat, sabır gibi temel duyguların ebedi hayatı kazanmaya dönük nasıl kullanıldığının ve dünya hayatından da nasibinin nasıl alınacağının ölçüsü, yaşanmış örnekleriyle gözler önüne serildi.

Anahtar kelimeler

Duygular, Davranışlar, Manevi Dinamikler, Güven, Korku, Sevgi, Şefkat

 

Abstract

In our study, the emotional states of Bediuzzaman and his students while defending their cases are discussed. It has been determined that the use of strong emotions for eternal life and the weak ones for gaining worldly life results in finding the right way in one’s personal and social life. It has been determined that emotional accuracy results in behavioral accuracy. It has been concluded that the integrity of emotion and behavior will be achieved by being in a community that takes care of each other with spiritual dynamics. Again, in the continuation of our study, the effect of spiritual dynamics on the formation, development and strengthening of emotions, the importance of emotions in court defense; In these defenses, issues such as what the basic emotions are and how they are used are discussed. As a result, how to use basic emotions such as trust, love, fear, compassion and patience to gain eternal life and how to live the worldly life together with it are explained through lived examples.

Key Words: Emotions, Behaviors, Spiritual Dynamics, Trust, Fear, Love, Compassion.

 

Giriş

Nur Talebelerinin mahkeme müdafaaları, Risale-i Nur eserleri içinde dikkat çeken bir konudur. Bu çalışmada müdafaalarda güven, korku, sevgi, şefkat, sabır gibi duygular ele alındı. Mahkeme salonlarında yaşanan psikolojik şiddetin, insanlık dışı muamelelerin, akla ziyan suç isnatlarının ve müdafaa hakkı tanınmamanın yanında yaşama hakkına kast eden zehirlemelerin, “ölüp gitsin” şartları oluşturmanın acı örnekleriyle karşılaşıldı.

Duyguları, davranışları, tepkileri Kur’an ölçülerinde yaşayan Said Nursî ve talebeleri, ağır şartlara rağmen, duygu istikametini bozmadan, müspet hareketten şaşmadan, negatif bir ruh haline düşmeden; yalana, hileye, yanıltmaya tevessül etmeden sağlıklı, ihlaslı durabilmenin örneklerini yaşayarak göstermiş ve duygularıyla da ifade etmiştir.

İdamla yargılanan mahkeme salonlarında kişi dünyasında nasıl bir duygu hükmeder, insanın koluna böyle bir halette hangi duygular girer, ayağa kaldırır ve ‘Zalimler için yaşasın cehennem!’ dedirten bir yüksek ruh haline ulaştırır, müdafaalarda bunların izleri sürüldü. Güç şartlara rağmen, kendisinin ve muhataplarının psikolojik olumsuz etkilenmesine meydan vermeden, başına gelen her hadisenin hikmetlerini okuyan Bediüzzaman ve talebeleri, mahkeme süreçlerinde yine aynı prensipli davranışları sergilemişlerdir. Buz gibi mahkeme salonlarını, acıtıcı ağır suçlamaları sımsıcak duygularla, serinletici tesellilerle karşılamanın nasıl bir duygu haleti olduğunu yüksek iman tezahürü olan ruh hallerinde aradık, bulduk.

Müdafaalarda karşılaşılan duygu zeminine ve çeşitliliğine, bugün de yarın da ihtiyaç vardır. Zaman değiştikçe, müdafaalarda yaşanan duygular daha iyi anlaşılacak ve istikbalde bu farklı duygu dokusu farklı boyutlarıyla hizmet edecektir. Güçlü duygular olmadan büyük davalar kazanılamaz. Müdafaalardaki duygular, farklı disiplinlerle ele alınacak bir zenginliğe sahiptir. Bu mütevazı çalışmanın daha derinlikli çalışmalara vesile olması temennimizdir.

 

Müdafaalarda Duyguların Önemi

Duygu kavramı, “duyularla algılama, his”, “belirli nesne, olay veya bireylerin insanın iç dünyasında uyandırdığı izlenim”, “Kendine özgü bir ruhsal hareket ve hareketlilik” gibi manalara gelmektedir.[1] Duygusal Zeka kitabının yazarı, Daniel Goleman öfke, korku, mutluluk, sevgi, üzüntü gibi temel duyguları ele aldığı eserinde[2] duyguları bir his ve bu hisse özgü belirli düşünceler, psikolojik ve biyolojik haller olarak değerlendirir ve öfke, korku, sevgi, üzüntü, şaşkınlık, nefret gibi duyguları, bireylerin sosyal etkileşime karşı ortaya koyduğu olumlu veya olumsuz cevaplar olarak niteler.

Bediüzzaman Said Nursî, duyguları iman nazarıyla, zahir ve batın çeşitliliği ile ve hisler, latifeler boyutuyla ele alır. Duyguların yönetilmesine, ‘hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarf etse, ahlak-ı hamideye menşe’, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dareyne medar olur’[3] diyerek dikkat çeker.

Risale-i Nur’da yüksek duygulardan olan şiddetli muhabbetin, Baki bir mahbubu aramak; endişe-i istikbalin, kabirden sonrasına çalışmak; şiddetli hırsın, hakikî câh olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zad-ı ahirete ve hakikî mal olan a’mal-i salihaya çalışmak; şiddetli inadın, alî ve bâkî olan hakaik-ı imaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarf edilmek için verildiğine[4] dikkat çekilir.

Hayatımızda sevgi, hayret, öfke, korku, üzüntü gibi pek çok duygu yaşarız. Bunları tek bir duygu gibi ele alamayız. İnsandaki yüksek duygular küme kümedir. Sevgi duygusunun içinde şefkat, merhamet, iyilik gibi hisler bulunur. Korkunun içinde nefret, düşmanlık, utanma ve öfke saklıdır. Güven duygu takımının içinde ise sadakat, gayret, doğruluk benzeri alt duygu grupları vardır. Bunların çeşitli oranlarda karışımı insanı mutluluğa götürür.[5] Bu duygu topluluğunun Risale-i Nur’daki karşılığı, kuvve-i akliye, kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye[6]dir. Bu duyguların ifrat, vasat ve tefrit düzeyleri vardır. İdeal olan vasat kıvamına, İslam düşüncesinde, insanlık için saadeti temin eden sırat-ı müstakim denir.

Duygular, davranışları şekillendiren dinamiklerdir. Fıtraten bozulmamış şefkat karıncayı bile incitmemeyi netice verirken; izzet, zalimlere boyun eğmemeyi netice verir. İnsanların ilgi ve alakalarına meyleden duygu (teveccüh-ü nas), imanla terbiye edildiğinde, Allah’tan başkasının teveccühünü aramaz. Yine insandaki korku duygusu, kadere iman rüknünden beslenir ve kimseden çekinmez, korkmaz hale gelir. İşte bunun gibi duygular fıtri mecralarında kullanıldığında, insan başka insanların karşısında ezilmekten, hadiselerin dalgaları arasında boğulmaktan kurtulur. Yani nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbuplardan yüzünü çevirttirir[7], hakiki kul olur.

Risale-i Nur’da, Kur’an-ı Hakim’in tilmizlerini ve hadimlerini duygu olarak aldanmamaları için duyguların hem okşamak hem korkutmak gibi iki zıt tesirine dikkat çekilir ve bu iki vasıtadan birinin kişi üzerinde etkili olduğu belirtilir. Ayrıca duygular ile imanın altı rüknü arasında, “Hubb-ı u cah yerine, Allah’a imanın bir manası olan rıza-i İlahiyi; havf ve vehim yerine kadere imanı…”[8] gibi tespitlerle bağlantı kurulur. Duygular belli bir irade ile şeriatın tayin ettiği fıtri mecralarına kanalize edilmezse, yanlış mecralara sapar. Nitekim Risale-i Nur’un bütününde duyguların iman ve Kur’an hizmetinde nasıl istimal edilebileceğine dair izahlar yer alır. Duygular suiistimal edilmez de veriliş amaçları doğrultusunda kullanılırsa dava adamı dediğimiz, duygusal karakteri oturmuş, duygularını aklın mizanları ile ölçüp o yüksek duygu potansiyellerini ebedi hayatı kazanmaya dönük kullanan insanlar ortaya çıkar. Duygular, bireyin bilgi birikimleri ve deneyimlerine göre biçimlenir ve aynı zamanda bireyin tutum ve davranışlarını etkiler. Birey çevresindeki olaylara nasıl bir anlam ve değer yüklüyorsa, ona göre de duygusal tepkiler verir. Duygular bir kimseyi ötekine yaklaştıran veya onu ötekinden uzaklaştıran bir güç oluşturur. Böylece cemaat içinde tesanüt dediğimiz duygu bağlarıyla güç birliği sağlanır. Bu manevi güç, mahkeme müdafaaları gibi psikolojik dayanıklılık gerektiren durumlarda çok gerekli bir potansiyeldir.

Duygular, hedefe ulaşma azmi sağlar. Büyük sorumluluklar yüklenmiş insanların hislerini, duygularını kontrol edebilmeleri şarttır. His ve duyguları kontrol edebilmek çoğu zaman haz almaktan vazgeçebilmeyi[9] gerektirir. Bediüzzaman, bırakın haz almaktan vaz geçmeyi, karşılaştığı türlü zorlukları, vicdanını tazip etmediği için musikinin nağmeleri gibi terennüm ettiğini[10] ifade eder.

Duyguları dinamik tutmak, onları tazelemek, bilgi yenilenmesine ve hatıra ve hizmet sürekliliğine ihtiyaç duyar. Duygu yenilenmesi yapılmazsa, hayatının bir döneminde davasında çok ileri düşünceler taşıyan, davranışlar gösteren kişi, bir müddet sonra duygu ölümlerine muhatap olur ve davasından kopar. Bediüzzaman’ın talebesi Zübeyir Gündüzalp’in Risale-i Nurları her gün on sayfa okumak tavsiyesinin altında, kişinin imanını muhafaza[11]; inanç, güven, sabır, ümit sürekliliğini sağlamak vardır. Bilgi beslemesi yapılmayan duygu, devamlılığını sürdüremez.

Bediüzzaman ve talebelerinin müdafaalarında manevi dinamikler vardır. Bu pozitif manevi dinamiklerin altında pozitif duygular yatar. Zaten güçlü duygu altyapısı olmayan bir hareketin uzun ömürlü olması, netice alması güçtür. Dava adamlarının hiçbir şeyden çekinmeyen, korkmayan yüksek cesaretleri, hak ve hakikati her türlü hatırın üstünde tutma ahlakları, tam bir inanmışlığın, kendini adamışlığın, davasına güvenin tezahürüdür. Yine müdafaalarda söz ve davranışlara sinmiş bir hüsn-ü niyet, samimiyet, ihlas ve sıdk gibi unsurlar kerametvari neticeleriyle kendini gösterir. Düşünün ki, bir hayat iksiri olarak takdim edilen niyetin duygularla bağlantısı, duyguların niyetle çalışmasıdır. Duyguların hareket kazanmış hali olan davranışlar niyet temelinde gelişir. Olumlu-olumsuz hangi duyguya niyetlenilirse, beyindeki bağlantılar o yönde gelişir.[12] Duyguları besleyen niyet, ihlas, sıdk, okumak, ibadet etmek, dua etmek gibi manevi dinamikler, Risale-i Nur’un İletişim Dili, Divan-ı Harb-i Örfi Örneği[13] isimli çalışmada geniş şekilde yer almıştır.

Müdafaalardaki duygu çeşitliliği ve düzeyi, karşılaşılan durumlara göre gelişen ve değişen boyuttadır. Nur talebelerinin şahsi hayatlarında sevgi, şefkat, sabır gibi ince duygular yüksek düzeyde hakim olurken; İslam’a, Müslümanlara, insanlığa hak ve adalet noktasında uygulanan zulümlerde onlar adeta bir şahenşah kesilir ve o adaletsizliği, zalimliği bütün dünyaya işittirecek derecede bir korkusuzluk hali kendilerine hakim olur. Bu da imandan kaynaklanan cesaretin (şecaat) bir yansımasıdır. Çünkü iman ne kadar güçlü olursa, cesaret o nispette parlar.

Bediüzzaman ve talebelerinin mahkeme müdafaalarındaki cümlelere bakıldığında, buradaki ruh halinin salt akıl kullanılarak, dünyevi imkanlarla elde edilebilecek bir dinamik olmadığı anlaşılır. Belki mahkemelerdeki imkansızlıklar, zor şartlar, baskıcı ve yıldırıcı insanlık dışı muamelelere rağmen; duygu istikametini bozmadan, saygı ve nezaket ölçülerini aşmadan, hukuk dilini kullanarak; hakimleri, vazifelileri rencide etmeden, onlara da sınırlarını hatırlatan cümlelerle ortaya çıkan beraat kararlarını, hakimlerdeki etkilenmişlik hallerini, Allah’ın yardımıyla ve akıl ve ilham birlikteliği ile ifade etmek daha doğru olur.

Mahkeme Müdafaalarında Temel Duygular

İnsan olumlu ve olumsuz duygu potansiyelleriyle dünyaya gelir. Fıtratında iyiyi, doğruyu ve mükemmeli sevme yatkınlığı vardır. İnsandaki temel duygular; güven, sevgi, ümit, korku, şefkat, sabır gibi duygulardır. Temel duyguları yönetebilmek, hayatı bir ideal etrafında yaşayan insanlarda daha kolaydır. İnsandaki olumlu duyguları amacına uygun kullanabilenler başarılı olurlar. Bu duyguları yüksek bir amaç etrafında toplayıp, sağlıklı yönetebilmek insana hayat kalitesi sunar ve mutlu eder. Nitekim hayatını önemli davalara adayan büyük insanlar bu olumlu duyguları en verimli şekilde kullanabilmiş ve insanlığa çok yönlü faydalar sağlamıştır. Bu temel duygular yüksek bir amaca sevk edilirse, bir tutku halinde bu çaba aşkla, şevkle insanlığın saadetine vesile olur. Elbette bu yıkım için de geçerlidir.

Said Nursî, bu çağda hayatını, iman ve Kur’an davasına adamış, bu uğurda her türlü cefayı çekmiş bir alimdir. Hayatında yaşadığı güçlükleri kendi diliyle şöyle anlatır: “Benim şimdiki vaziyetim, tarihte emsali yoktur. Her şeyden tecrid-i mutlak içinde, herkesten, hatta camideki cemaat adamlarından ve temastan memnu olduğum halde, ihtiyarlık, hastalık, yoksulluk içinde birden kalbime geldi ki: Madem ben de bu vatanın bir evladıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek, benim için farzdır.”[14]

İnsan ne kadar güç durumlarla karşılaşırsa o nispette güçlü duygulara ihtiyaç duyar. Güçlü duyguların da sürekli bir beslenmeye ihtiyacı vardır. Yenilenmeyen, güçlendirilmeyen duygular zamanla gücünü kaybeder. Duygulardaki bu yenilenme manevi gıdalarla sağlanır.

Duyguların oluşum teorilerinde bir yaklaşım da ‘fıtrat’tır. Fıtrat yaklaşımı, duyguların oluşum ve gelişimini manevi dinamiklere dayandırır. Bundan dolayı temel duygular olarak isimlendirilen şedit duyguların suistimali duygu ölümlerine sebep olur. Bediüzzaman, Risale-i Nur eserlerinde hayatın maddi ve manevi güç şartlarının üstesinden gelmenin, güçlü bir tahkiki imandan geçtiğine işaret eder ve ‘hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan okuyabilir.’[15] diyerek, duygularla imanın birlikteliğini gösterir.

Müdafaalarda, duyguları olumlu motive eden, yenileyen iman gücünün nasıl hayata, olaylara, güç unsurlarına, sebeplere meydan okuduğunun pek çok örnekleri vardır.[16] Mesela karşılaşılan güç durumlarla duygu olarak baş edebilmeyi, gerekli fiilî adımları attıktan sonra,‘Hasbünellah ve ni’mel vekil’, ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.’ (Al-i İmran Suresi: 173.)[17] inancında bulurlar. Bu tam bir kulluk ve tevekkül halidir.

Müdafaalarda dikkat çeken bir başka nokta, haksızlık karşısında gösterilmesi gereken olumlu tavır ve tutumlardır. Said Nursî’nin ihlas ve müspet hareket olarak formüle ettiği bu olumlu davranışlar, yine Kur’an’ın çerçevesini çizdiği bir davranış kıvamı[18] olarak müdafaalarda karşılık bulur. Burada aynı zamanda olumsuz duyguların nasıl kontrol altında tutulduğunun, olumlu duyguların nasıl amaç doğrultusunda kullanıldığının duygu yönetim metotları vardır. Mahkeme müdafaalarında görülen kararlılık, sebat, istikamet ve haktan taviz vermemek gibi korkusuzluk halleri, kendini davasına adamışlığın, sağlam duygularla davasına bağlılığın bir ifadesidir. Mahkeme müdafaalarındaki bu olumlu duygular, Bediüzzaman ve talebelerinin hayatlarında her zaman görülen bir ahlak halindedir. Zaten bu duygular olmadan dava da, dava uğrunda çile çekmek de olmaz.

Şimdi müdafaalarda kullanılan temel duygulara bakalım.

 

Güven

Güven duygusu, insan için temel duygulardandır. Güven duygusu olmadan diğer duygular da sağlıklı gelişemez. Sınırsız ihtiyaçlarına ve aleyhinde olan sayısız durumlara karşı insanın aciz ve güçsüz oluşu, her şeye hükmeden, bütün dizginlerin elinde olduğu bir güce, kudrete dayanma ihtiyacını ortaya çıkarır. Bunun Risale-i Nur eserlerindeki karşılığı ‘nokta-i istinad, nokta-i istimdat’tır.[19] Bu kulun Rabbi ile olan maddi ve manevi güven bağıdır. Bu bağ, hayatın diğer aşamalarında da belirleyicidir. Güçlü iman bağı olan bir insan, sevinç ve keder anlarında Rabbine yönelir. Güven duygusu kişinin kendi kendine yeterlilik duygusunu, varlıkla sağlıklı iletişim kurma barışını ve hiçbir durumda çaresizliğe düşmemeyi beraberinde getirir. Güven, kendinizin ve başkalarının gözünde size inandırıcılık kazandıran kişisel bütünlük, niyet, yeterlilik ve sonuçları geliştirmeyi kapsar.[20] Özgüven eksikliği başkalarına güvenme becerimizi zayıflatır. Başkalarına güvenilmediğinde duygu paylaşımı da olmaz. Güven duygusu zayıfladıkça depresyon gelişir. Kişi kendini tehdit altında hisseder. Böylece hayata bağlanma güçlüğü çeker. Cesur adımlar atamaz ve riske giremez. Oysa kendinden emin olan kişi risk alır.[21] İmandan gelen cesaretiyle hiçbir şeyden korkmaz. Bu onda sağlam bir karakter olarak kendini gösterir. Hak ve hakikati her şart altında müdafaa eder, hakkın hatırını ali tutar, hiçbir hatıra feda etmez. Oysa dünyevi şartlar, baskılayan ihtiyaçlar, hayata kasteden uygulamalar duygusal güveni sağlanmamış insanı çabuk etkiler. Böyle yapılardan istikrarlı davranışlar, karakter haline gelmiş duygular beklenmez. Böyle zayıf duygu yapılarından dava adamı olmaz.

Özgüveni güçlü kişiler, insanların kendileri hakkında ne hissettiğini gerçekçi şekilde algılar ve yaptığı hataları fark edip düzeltir. Kendinden emin kimse risk alır. Özellikle bu bağlılık ve güven Yaratıcıya ise, böyle kişilerin dış dünyayı, insanları, olayları algılaması daha sağlıklıdır. Hadisatın dalgaları altında ezilmez, her şeyde yaratıcının merhamet elini, izini bulur ve kul olarak cesaretli, metanetli ve duygular yerli yerinde olduğu için de mutlu olur. İnsan kendini güvende hissettiği zaman her şeyin kontrol altında olduğunu düşünür. Güven duygusu olumlu pekiştirmelerle güçlenir. Özgüveni geliştirmenin yolu, insanın şahsi özellikleriyle ilgili farkındalığını sağlamasından ve ümidini hiçbir şartta kaybetmemesinden geçer.[22] Güven, inanç temelli duygulardan biridir. Dinî inancı sağlam olan kişide güven duygusu da hakimdir.

Bediüzzaman müdafaalarında eserlerindeki Kur’anî hakikatlere yüksek güven duymaktadır. Bunu, Risale-i Nur’un bir müdafaanamesi hükmüne geçen Meyve Risalesi’ni ibraz ediyorum; ve Ankara makamatına vermek için, yeni harflerle yazdırmaya müşkülatlar içinde gizli çalışıyoruz. İşte onu okuyunuz. Tam dikkat ediniz; eğer kalbiniz –nefsinize karışmam- beni tasdik etmezse, bana şimdi tecrid-i mutlak içinde her hakaret ve işkenceyi de yapsanız, sükut edeceğim.”[23] cümlelerinden anlıyoruz.

İman ve Kur’an hizmetleri kıyamete kadar devam edecek olan bir yaşam alanı olduğu için, hizmetlerin geleceğinin tedbirinin alınması ve insan faktöründen kaynaklanan problemlerle karşılaşıldığında nasıl aşılacağının öğrenilmesi için bugün duygusal zeka anlamında başarılı olmuş, istikametini bozmamış, Risale-i Nur kurallarından taviz vermemiş öncülerinin hayatlarının bilinmesine ihtiyaç vardır. Neticede hizmet de birbirine güvenen, itimat eden, tesanüt içerisinde bulunan, adeta birbirinde fani olmuş kardeşlerle daha sağlıklı yapılır. Bunun adı, şahs-ı manevidir. Onun için hizmet edenlerin duygu altyapıları çok önemlidir. Annesinden bir yaşına kadar[24] sağlıklı bir şefkat dersi almış olan Bediüzzaman, sonraki hayatındaki bütün adımları o temel üzerine kurmuştur. Dünya hayatını ve dünyalıkları gündemine almayan Bediüzzaman ve talebelerinde onun için varlık yokluk kompleksleri, makam mevki ihtirasları, zaaf noktalarının avlanması gibi tuzaklar söz konusu olmamıştır.

Risale-i Nurlar bir bütün halinde kul ile Rabbi arasındaki güven bağlarını oluşturan Marifetullah dersleridir. Bu güven bağı sağlıklı olursa, her an Allah’ın huzurunda olmak şuuru, kişileri kul hakkından, günahlardan, yanlışlardan alıkoyar. Güçlü imanı olanın yaratıcı ile güçlü bağları vardır. Burada ifade edilen güç ve kuvvet aynı zamanda güven bağının ve diğer duygu bağlarının güçlü olması anlamındadır. Bediüzzaman’ın, Risale-i Nurlar ile mübareze edilmez, bu memlekette hükmedenlerin onun kuvvetinden istifade etmesi gerektir[25] tespiti, Nurlardaki Kur’anî hakikatlerin kişiye verdiği güven duygularına işaret eder.

Bediüzzaman’ın talebelerinden Ceylan Çalışkan, yapmış olduğu mahkeme müdafaasında, Risale-i Nur eserlerine taşıdığı güven duygusunu şöyle ifade eder; “Mahkeme-i adilenizden, ruhumuzun gıdası ve sebeb-i necatımız ve ebedi saadetimizin anahtarı olan Nur Risalelerinin serbestiyetine karar vermenizi talep eder, eğer yukarıda bir kısmını zikir ve tadat ettiğim vaziyetler nazarımızda bir cürüm teşkil ediyorsa, vereceğiniz en ağır cezanızı kemal-i rıza-i kalp ile kabul edeceğimizi arz ederim.”[26] Mustafa Acet ise, Nurlara duyduğu güveni ve bağlılığı, “…ebedi hayatımı kurtarmaya vesile olan Risale-i Nur uğrunda hayatımı feda etmeye her an hazırım…”, “Benim gibi milyonları aşan Türk gençliğinin imanlarını kurtarıp, vatana nafi birer uzuv olmaları için, Üstadım ve Risale-i Nur’u daima serbest bırakınız. Biz Türk gençliğinin Risale-i Nur’a ihtiyacımız, kapalı zindanda kalmış bir kimsenin havaya ve zifiri karanlıkta bulunan bir adamın ziyaya ve çöldeki aç ve susuz kalmış bir insanın suya ve gıdaya ve denizde boğulmak üzere bulunan herhangi bir kimsenin cankurtaran gemisine olan ihtiyacından binler derece daha ziyadedir.”[27] duygularıyla ifade eder.

Görüldüğü üzere, Bediüzzaman ve talebelerinin mahkeme müdafaalarının hiç birisinde korku, tereddüt, hile, çekingenlik gibi haletler görülmemektedir. Bütün bunlar duygu zeminlerinin sağlamlığına işarettir.

 

Korku

Normal bir korku, harekete geçirme ve dengeleme açısından ölçülü bir etki sağlayan alarmdır. İşlevi, bütün alarm işaretleri gibi bizi bir tehlike karşısında uyarmak ve bu tehlikeye karşı en etkili biçimde mücadele etmemizi sağlamaktır.[28] Korku ve huzursuzluk hali, depresyon belirtisidir.[29] Depresyonda olan insan mücadele gücünü, dayanıklılığını kaybeder. Bir zamanlar başarıyor olduğu işleri yapamaz hale gelir. Korku; tehditkâr ya da bilinmeyen bir durum karşısında duyulan huzursuzluk ve telaş[30] olarak da tanımlanır. Korku ve kaygı önce güven duygusunu ortadan kaldırır, kişi kendini güvensiz bulur. Bu durum da hayata katılımını azaltır, çekinik kalmayı yeğler, ilgi alanını daraltır, kendine ve herkese karşı bir güvensizlik geliştirir.[31]

Korkuyu azaltıp, mutluluğu arttırmak; başkalarına yakın olmak, bağlılık hissetmek, güvenmek, sevmek, derin bir iç sükûnet ve diğer duygularda zevk almasını bilmek, sessizlik, dini içselleştirmek ve hayatı kabullenmek[32] gibi düşünülse de, burada duygular açısından en güçlü faktör duygulara dayanıklılık veren, iç dinamikleri tazeleyen ve yapayalnız olsa da kişiye sürekli bir enerji bağı oluşturan yaratıcısı ile olan güçlü iman bağıdır.

Korku duygusu, Risale-i Nur’da “havf”[33] olarak ele alınır. Korku duygusunun Allah’tan korkmaktaki anlamı; emirlerine uymak ve nehiylerinden çekinmektir. Yani O’na itaat etmektir. Bu da ebedi hayatın gereklerine kendini hazırlamayı, hadiseler karşısında ezilmemeyi, karşılaştığı güçlüklere karşı mukavemet etmeyi beraberinde getiren bir duygudur. Bu da ancak tahkiki bir iman ile sağlanır.

Risale-i Nur korku duygusunun insana veriliş amacını hayatı korumak olarak ele alır. Fıtratta var olan bu duygu ya halka ya da Halık’a müteveccih olur. Halktan korkmanın daha büyük belalara dönüşeceğinin izah edildiği bir bahiste, “Bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir telezzüz olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.”[34] der. Allah’tan korkan bir kul Allah’ın kullarından, kulların vereceği kararlardan, tepkilerden, tehditlerden korkmaz. İnanır ki, o kulların kalpleri de Allah’ın elindedir. Kulluğunu yapar, tevekkül eder, rahat eder.

Bediüzzaman, gerek hayatının bütününde ve gerekse mahkeme müdafaalarında dinsizlik hesabına kendine zulmedenlere meydan okur ve bir korkusuzluk hali sergiler; “(devlet) Eğer dinsizlik hesabına imanına ve ahiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilaperva ilan ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, imana ve ahiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapın! Benim son sözüm, ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. (Al-i imran Suresi: 173) olarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkum etmenize mukabil derim: Ben, Risale-i Nur’un keşf-i kat’isiyle idam olmuyorum, belki terhis edilip nur alemine ve saadet alemine gidiyorum.” der ve bir anlamda kendisine bu sıkıntıları reva görenlere acır ve bunu şöyle ifade eder: “Ve sizi, ey dalalet hesabına bizi ezen bedbahtlar; idam-ı ebedi ile ve daimi haps-i münferit ile mahkum bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak, kemal-i rahat-ı kalple teslim-i ruh etmeye hazırım!”[35] Bu duygular imanın verdiği bir ruh halidir.

Bediüzzaman Said Nursî, Hurşit Paşa’nın başkanlığını yaptığı Divan-ı Harb-i Örfî mahkemesinde idamla yargılandı. İsyan sırasında yaptığı yatıştırıcı konuşmalar da dikkate alınarak, hakkında beraat kararı verildi. Bu dehşetli mahkemede idamını beklerken, beraat etmiş ve mahkeme heyetine teşekkür bile etmeyerek, Bayezid’den Sultanahmet’e kadar, arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde, ‘Zalimler için yaşasın cehennem! Zalimler için yaşasın cehennem!’ nidalarıyla ilerlemiştir.[36]

Müdafaalarda korkunun bir başka anlamı da dini, Kur’an’ı Kerim’i, Risale-i Nur hakikatlerini şahsi, siyasi, dünyevi menfaatlere alet etme korkusudur[37]. Buna çare olarak Bediüzzaman, “Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikate muhtaçtır ki, kainatta hiç bir şeye alet ve tabi ve basamak olamaz ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlup edemez bir tarzda iman hakikatlerini ders versin; umum ehl-i imanın, bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin. İşte bu nokta içindir ki, dahili ve harici yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tabi olmuyor; ta avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bakiyeden başka hiçbir şeye alet olmadığından, fevkalade kuvveti ve hakikati, hücum eden şüpheleri ve tereddütleri izale eylesin.”[38] der ve büyük makamların her şeyi kendine tabi ve basamak yaptığını gördüğü için de kimseden hediye almadan hayatıyla hizmet etmeyi ve güç odaklarına, etkili ve yetkili adamlara, siyasetli cemaatlere mesafeli durmayı tercih eder. İşte Bediüzzaman’ı bu derece etkili kılan şey, hayatını belli Kur’anî prensipler üzerinde yaşıyor olmasıdır.

Bediüzzaman’ın talebelerinin mahkeme müdafaaları da yine Üstatlarından aldıkları derse binaen aynı duygu ve tavırlarla şekillenmiştir. Mesela Mustafa Sungur’un müdafaasındaki, “Risale-i Nur, Kur’an’ın hakiki bir tefsiridir. O, bütün eczalarıyla, hakaik-i imaniyeyi ders verip, okuyan ve yazanlara en büyük bir saadeti bahş ediyor. Onun hedefi, halkı hükümet aleyhine teşvik gibi, serserilerin, bozguncu ahlaksızların gittikleri fanilikler değil, belki bütün saadet ve bahtiyarlığın en yüce mertebesi olan Allah’ın rızasıdır. Ben, bana en büyük fazilet, en tatlı nimet olan imanı kazandıran Risale-i Nur’u okuduğum ve yazdığım ve onun en güzide bir talebesi ve aciz bir hizmetkârı olduğumdan dolayı iftihar ediyorum.”[39] cümleleri, güçlü bir imanın, korkusuzluğun, davasına gönülden inanmışlığın ifadeleridir. Böyle bir yargılanmadan dolayı iftihar duygusu, Nur talebelerinin ruh hallerine işarettir.

Tıpkı Üstadları Bediüzzaman’ın, Divan-ı Harb-i Örfi mahkemesinde; ‘Sen de şeriat istemişsin?’ sorusuna karşı, oldukça net bir cevapla, ‘Evet, şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira, şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil.’[40] ifadesiyle, kendi yorumlama tarzını samimice ortaya koyması gibi, talebeleri de samimi duygularını en yüksek perdeden ifade etmişlerdir. Tahirî’nin ve diğer talebelerinin de müdafaasında aynı yüksek duygularla şekillenmiş, kahraman ruh halini görmek mümkündür.

Bediüzzaman’ın “kainata değişmem” dediği talebesi, sır katibi Zübeyir Gündüzalp ise,  müdafaasında, ‘Nurları okuyanlar kuvvetli imana sahip oluyorlar’ diyerek, korkusuzluğunu ve yüksek cesaretini yaşayarak gösterir. Yine, “Onlar iyi bilsinler ve titresinler ki, gürültüye pabuç bırakmıyoruz.’ diyerek, hem davalarının kahraman savunucuları olduklarını gösterir, hem de ‘Risale-i Nur’u okuyan kimseler, bilhassa idrakli gençler, kuvvetli bir imana sahip oluyorlar, sarsılmaz ve fedakâr bir dindar, bir vatanperver oluyorlar’[41] ifadeleriyle hakkı müdafaa eder, “çekingenliği icap ettirecek hiçbir cümlesi veya kelimesi yoktur”[42] ve “Türk milleti ve imanlı cesur Türk gençliği korkmaz”[43], ifadeleriyle de korkusuz bir ruh hali sergiler. Buradaki korkusuzluğun bir sebebi de imana, Kur’an’a hizmetin ne yüksek bir hakikat olduğunun şuurunda olmalarıdır. Tahkiki iman sahipleri elbette ebedi saadeti kazandıracak bir dava vekilinin mahkemesinde yüksek cesaret içerisinde bulunurlar. Yine Gündüzalp müdafaasında, hakimlere, hiç kimseden bir korkusunun olmadığını “Sakın zannetmeyiniz ki, samimi olarak söylediğim bu sözlerimle riyakarlık yapılıyor. Asla ve kat’iyen! Çünkü, Bediüzzaman’ın mahkemesinde hiçbir kimseden korkmuyorum, çekinmiyorum.”[44] diyerek ifade eder.

Mustafa Gül isimli Risale-i Nur talebesinin yapmış olduğu mahkeme müdafaasında ise, diğer nur talebelerinde olduğu gibi bir güven, huzur, sadakat hali kendini gösterir. Müdafaasının bir yerinde, “Risale-i Nur ve Üstadım için bana verilecek her türlü cezaya razıyım’[45] diyerek, samimi duygularını mahkeme heyetine iletir.

İman düzeyi ile duygular paralellik arz eder. İmanın meyveleri olan sadakat, himmet, adalet ve doğruluk gibi düsturlar ne kadar kişide ahlak haline gelirse, elbette böyle insanlardaki ümit, sevgi, korku gibi temel duygular da o nispette sağlam olur. Bütün bir insanlığın huzur ve saadetine, Müslümanların kardeşliğine, birlik ve beraberliğine çaba sarf eden büyük himmet sahipleri, elbette büyük duygular taşırlar. Himmeti büyük insanlar, kendi yakın çevresinden, şahsi hayatlarından ve istikballerinden ziyade insanlık alemini, davalarını, düşüncelerini ve onların geleceğini, karşılaşacağı güçlükleri düşünerek endişe/korku taşırlar.

Bediüzzaman ve talebelerinin mahkeme müdafaalarındaki bu korkusuzluk hali, hem davaları takip eden insanlarda hem davanın hakimlerinde oldukça ciddi tesirler meydana getirir. Buradaki korkusuzluk halinde aynı zamanda Allah’a güçlü bağlılığın izleri görülür.

 

Sevgi

Sevgi temel duygulardandır. Bu temel duygu sağlıklı mecrasını bulmazsa, taşıyanı azap içinde bırakır. Sevmekte meyillenmek vardır. Seven sevdiğine meyleder. Böylece onun isteklerini yerine getirmekle onu memnun eder. Ona karşı ciddi bir bağlılık meydana gelir.

Sevgi gibi temel duygularda kişiyi mutlu eden ve o duyguları kullanmaya motive eden unsur, o duyguların fıtri zeminlerde kullanılmasındaki lezzettir. Bediüzzaman ve talebelerinde Allah’ın rızasını kazanmak ve hak ve hakikati hiçbir hatıra feda etmemek gibi yüksek hasletler, bu uğurda ölümü dahi göze almayı, her türlü sıkıntılara katlanmayı netice vermiştir. Bütün bu sıkıntıların kazanımı ise, Allah’ın razı olduğu bir kul olmak ve bu uğurda çekilen sıkıntıların ebedi saadeti netice vereceği inancıdır.

Sevgisiz bağlanmak olmaz. Yaratıcısı ile sevgi bağı güçlü olan Said Nursî ve talebeleri, kendi içinde ve dış dünyada şaşkınlığa uğramazlar. Hadisatın dalgalarında boğulmazlar. Başlarına gelen her şeyde kaderin güzel izini görürler. Böylece çirkinliğin bile içindeki güzellikleri okurlar ve her şeye ibret nazarıyla bakarlar. Bundandır ki, Bediüzzaman ve talebelerinin müdafaalarında olumsuz bir ruh hali görülmez.

Müdafaaların temelinde güçlü sevgi duygusu vardır. Sevgi başka olumlu duygularla birleşince sevgi türleri meydana gelir. Sevgi ümitle birleştiğinde, insanı harekete geçirir ve yaşama sevincini arttırır. Yine sevgi sabırla birleştiğinde kararlılık, sebat dediğimiz, bir şeyde devamlılık hali ortaya çıkar. Her ne pahasına olursa olsun hak ve hakikati savunan insanlarda sevgi ile sabrın ortaya çıkardığı “davasına sadakat” diyebileceğimiz bir ahlak kendini gösterir. Pozitif duygular içerisinde en önemli ve etkili olanı sevgi ve ümittir. Olumlu bütün gelişmelerin altında bu iki duygunun sağlıklı kullanılışı vardır. İnsanlar arası ilişkilerde de bu duygular belirgindir. İnsan muhatabına sevgi ile yöneldiğinde empati ortaya çıkar. Sevgi ile üzüntü duygusu birleşince acıma, sahiplenme hisleri oluşur. Bediüzzaman’ın kendisine her türlü zorluğu çıkaran savcının küçük kızını görünce ona şefkatinden savcıya hakkını helal etmesi, sevgi ve şefkatin diğer olumsuz duygulara galip gelmesidir. Sevginin ideal hali, sevdiğinin ölüm sonrasını da düşünmektir. Bunu daha çok bilge kişiler başarır ve zor bir iştir.[46] Nitekim bu zorlukları göze almak hem vicdanen hem de insaniyeten insana büyük haz verir.

Risale-i Nur eserleri, yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevme düsturu gereği, bu duyguların nasıl doğru mecrada kullanılacağının talimini yaptırır. Sevginin, muhabbetin bütün kainatın mayesi olduğu ve bütün mevcudatın harekatının muhabbetle olduğu ifade edilir. Yine bütün mevcudattaki incizap, cezbe ve cazibe kanunlarının muhabbetle olduğuna dikkat çekilir.[47] Diğer taraftan ‘Mühim Bir Sual’ başlığı altındaki bölümde, leziz taamların, meyvelerin, peder ve valide ve evlatların, enbiya ve evliyanın, gençliğin, baharın, güzel şeylerin ve dünyanın Cenab-ı Hakkın zat ve sıfat ve esması adına nasıl sevileceğinin izahı yapılır.[48]

Bedüzzaman ve Talebelerinin müdafaalarındaki cesaret ve hakikati ifade etmek noktasındaki kararlılık ve sebat, Allah’a ve Resulüne olan sevginin, iki dünya saadetine vesile davalarına bağlılığın neticesidir. Onun için de Nur Talebeleri kırılmaya mahkum şişeleri elmas değerindeki baki hakikatlere tercih etmez. Bundan dolayı onlarda dünyanın bütün varlığı; bir hakikatin bir an aksini farz etmeye, hakikati farklı ifade etmeye sebep olmaz. Her türlü direncin, kendini korumanın, geliştirmenin ve hem Allah katında hem de insanlar nezdinde kabul görmenin altında davasını duygularına kabul ettirmek ve onlarla onu savunmak vardır. Kısa vadeli sevgide geçici mutluluk, uzun vadeli sevgide iki dünya hayatını içine alan saadet vardır. “Aşkın sevgi”de ise ölümden sonra da mutlu olma hedefi saklıdır.[49]

Bediüzzaman ve talebelerinde temel duygular ulvi değerlerle birleşir. Mesela dinin hakikatlerini yaşamak ve yaymak, iyilikleri arttırmak, kötülüklerden kendini ve insanları men etmek, birer iyiliktir, hasenedir. Sevgi bu değerlerle birleştiğinde güzel davranışlar ortaya çıkar. İyilikleri öğrenen ve uygulayanların sayısının artması toplum hayatını daha yaşanabilir hale getirir. Yine sevgi, olaylara karşı acımasız olmayı engeller. Seven sevdiğini korur, kollar. Sevdiği insanlar için bir şeyler yapmak ister. Hatta insanların rahatı ve huzuru için kendi hayatını riske atabilir. Sevgide diğergamlık vardır. Başkalarının mutluluğu için bir şeyler yapmak, önce yapan kişiyi mutlu eder. Bütün varlıklara karşı insanın en temel ihtiyacı almak değil, sevgi vermektir.[50] Buradaki iyiliği eylem halindeki sevgi olarak ifade etmek daha doğru olur.[51] Bediüzzaman’ın bir hayat hedefi olarak ortaya koyduğu iman ve Kur’an davası, içinde aktif diğergamlık olan bir iyilik hareketidir. Yine Said Nursî’de, başkalarını anlama sanatı olan sosyal empati duygusu yüksek düzeydedir. Özellikle kendi düşüncesi dışındaki insanları ya da inanç noktasında farklığı olan veya inancını kaybetmiş insanları anlama, onlara ulaşmak açısından önemlidir. O psikolojiyi bilmeyen onlara ulaşacak dili de bulamaz. Sevgi duygusu içten dışa doğru ilerler ve mutluluk dereceleri de yükselir.

Bediüzzaman’ın talebelerinde Risale-i Nurlara karşı öyle bir sevgi ve bağlılık vardır ki, mahkeme müdafaalarında bu duygularını açıklıkla ifade etmekten çekinmemişlerdir: “Dinimin, vatan ve milletin ebedi saadet ve selameti uğrunda bütün mevcudiyetimi feda etmeye hazırım.’[52] diyen Zübeyir Gündüzalp, başka bir ifadesinde, “Okuyucularını birçok maddi ve manevi felaketlerden kurtaran ve bir üniversite mezunundan ziyade bir ilme sahip eden, İslamiyet, vatan ve millet sevgisi aşılayan, Allah’a itaati, çalışkanlık ve merhameti öğreten Risale-i Nur’dan, kıymetini anlayan hiçbir fert, ne pahasına olursa olsun ayrılmaz.”[53] diyerek Nurlara olan bağlılığını ifade etmiştir.

Ceylan Çalışkan, Mustafa Osman, Ahmet Feyzi Kul, Mehmet Feyzi, Mustafa Acet gibi mahkeme müdafaaları yapan Nur Talebeleri, savcılara ve hakimlere seslenerek, Risale-i Nurlara olan bağlılıkları ve ona hizmet etmenin getireceği ulvî vaziyetler adliye nazarında bir cürüm teşkil ediyorsa, verilecek en ağır cezayı kemal-i rıza-i kalp ile kabul edeceklerini arz etmişler[54] ve ‘Nasıl ki gayet kıymettar elmas hazinelerine sahip olmak yolunda küçük cam parçaları tereddütsüz feda edilirse; ebedi hayatımı kurtarmaya vesile olan Risale-i Nur uğrunda hayatımı feda etmeye her an hazırım’[55] diyerek samimi duygularını paylaşmışlardır.

Bediüzzaman ve talebelerinde iman ve Kur’an davalarına öyle güçlü duygularla bir bağlılık vardır ki, onun uğrunda dünya ve içindekileri hakir görüp, bu uğurda her türlü cezayı çekmeyi göze almışlardır. Bu duygu hali, davalarında fani olmanın bir neticesidir. Bediüzzaman ve talebeleri bütün ehl-i imanının ebedi hayatlarına hizmet etmeyi bir hayat hedefi olarak görmüşlerdir. Onların müdafaalarında bu ruh hali hakimdir. Onun için şahıslarını değil, hak ve hakikati, mağduriyete uğramış sair ehl-i imanın hak ve hukuklarını müdafaa etmişlerdir. Bu ruh hali kalbinde insanlığa büyük bir sevgi taşımanın neticesidir.

 

Ümit

İnsanın psikolojik dünyasında -en ufak bir ihtimal dahi olsa- umutlanma eğilimi vardır. Bu eğilim bir güç olarak kişiyi harekete geçirir, ayakta tutar. Motivasyonun en önemli şartlarından biri, beklenti duymaktır. Ümit, kişiyi olumlu duygulara taşıdığı için duygusal zekanın da ilk basamaklarındandır. Ümidi olan kişi, kendisini harekete geçirebilir, hedeflerini gerçekleştirebilir. İnsanın gelecekle ilgili güzel hayaller kurabilmesi ümit duygusuyla ilgilidir. Ümit duygusunda gizli bir psikoloji yasası vardır. Beklentisi olan insanın karşısına farklı fırsatlar çıkar. Arayış içindeki insan en ufak detayları fark etmede ve bunlara ümitle bağlanmakta diğerlerinden daha öndedir. Başarılı olmaları da bundandır. Bu nedenle ümit duygusu insanın mutlu ve başarılı olmasında en temel etkenlerden birisidir.[56]

Ümitte insanı karanlıktan aydınlığa çıkaran bir yan vardır. Ümitli, iyimserdir. İyimserlik güzeli görmeyi sağladığı için olumlu beklentileri arttırır. Yapıcı insanlar zor duruma düştükleri, etrafındaki insanlar tarafından terk edildiği ve hiçbir alternatif kalmadığı zamanlarda bile başkasına iyi model olabilirler. Ümidi saklı tutanlar gerektiğinde tek başına yola devam edebilirler. Ümit duygusu aynı zamanda bütünleştiricidir. Zor zamanlarda insanı, aileyi, toplumu ayağa kaldırır. Bediüzzaman’ın, ‘Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek gür seda İslam’ın sedası olacaktır.’[57] ifadesi, içindeki yüksek ümit düzeyini gösterir. Ümitvar olan yenilgiyi kabul etmez. Başarılı kişilikler en kötü şartlarda bile güzel beklentiler uyandıracak şeyler bulabilen, projesi olan kimselerdir.[58]

İdeali büyük insanlar olumlu gelişmeleri sadece kendileri için değil, bütün bir insanlık için isterler. Said Nursî’nin İstanbul hayatında ve Cumhuriyet döneminde idarecilerin şahsına yaptığı teklifleri, milletinin istek ve arzusuna aykırı geldiği veya onlar ötelendiği için reddetmesi milletine, memleketine olan sevginin, bağlılığın, ümidin bir ifadesidir. Büyük insanlar şahsen iyileşen hayat şartlarından ziyade toplumun ekseriyetinin şartlarının iyileşmesini kabul ederler. Said Nursî’nin Medresetüzzehra eğitim projesi bütün Müslümanları içine alan kapsamlı bir hayat idealidir. Böyle büyükler büyük hayaller peşindedirler ve hayallerini ümitle birleştirirler. Ümit duygusu, insan hayatındaki her türlü başarılarda anahtar duygulardan biridir.

Haşirdeki mahkeme-i kübra inancı, güçlü bir imanın ve yüksek bir ümidin ifadesidir. Bediüzzaman’ın, ‘Yapacağınız varsa göreceğiniz de vardır.’[59] ifadeleri dünyevi cezalar, azaplar gibi daha dehşetli suretinin ahirette de onlar için olacağına yüksek ümit taşınmak ve böylece teselli bulmaktır. Ümit, başkalarından beklenen iyi şeyler değil, kişisel bir kararlılığın, güçlü bir iradenin, ne yapacağını bilmenin ve nasıl yapacağını düşünmenin adıdır. Bir hedefe yönelik donanımı geliştirmek, bu donanımı da kullanma gücünü arttırmaktır.[60] Bu yönüyle ümit durağan bir potansiyel değil, bir eylem olarak ortaya çıkar.

Ümidi arttırmanın yolu, insanın olumlu taraflarını, geçmiş başarılarını görebilmesidir. Yapıcı insanlar, zor duruma düştükleri, etrafındaki kişiler tarafından terk edildikleri ve hiçbir alternatifleri kalmadığı zamanlarda bile başkalarına iyi model olabilirler. Umudunu saklı tutanlar, gerektiğinde yola tek başlarına devam ederler. Bu müspet tavırları da ancak ümide bağlıdır. Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye isimli eserinde ümidin zıddı olan ye’si, öldürücü bir zehre benzetir[61] ve ümidi kesmekliği Allah’ın emrine uymamak olarak niteler.

Bediüzzaman ve talebelerinin hayatlarında da, mahkeme müdafaalarında da güçlü bir ümit duygusu kendini gösterir. Mesela Mustafa Gül isimli talebesinin müdafaasındaki “Öyle bir Üstada ve öyle Risale-i Nur şakirtlerine bütün mevcudiyetimle bağlıyım. Bu bağ, idam edilsem dahi çözülmez, kırılmaz. Ben ve bütün kardeşlerim masumuz.”[62] cümleleri güçlü bir inancın, ümidin ifadesidir. Bediüzzaman ve talebelerinin müdafaa cümlelerinde Allah’ın yardım ve himayesinin her daim yanlarında olduğuna güçlü inanma duygusu görülür. Onun için müdafaalarda kişilerden, makamlardan hiçbir şey beklemezler. Neticenin Allah’tan olduğu şuuruyla vazifelerini yaparlar ve ümitle neticeyi beklerler.

 

Şefkat

Şefkat, insan fıtratına konulmuş temel duygulardandır. Cesur bir merhamet korku tanımaz, eleştiri ve aşağılamalara aldırmaz. Böyle bir empatik duygu ile insan ötekinin acısını dindirmeye çalışır. Bunun karşısında da hiçbir menfaat gözetmez. İyiliğin kendisi başlı başına hedef olarak tesir eder.[63] Böyle bir empati aynı zamanda vicdanın, aklın, merhametin ve adaletin de temelidir. Bunun adı aslında etkin diğergamlıktır. Yani bu başkalarının ihtiyaç duyduğu noktalara sadece üzülmek değil, onlara aktif olarak destek olmak[64]tır.

Bediüzzaman’ın, “Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor.’[65] ifadesi, taşıdığı yüksek şefkatin yansımasıdır. Şefkat, sevginin şartsız halidir. İnsanları olumlu olumsuz özellikleriyle kabul etmektir. Şefkat ve merhamet duyguları ancak empati sayesinde güçlenir. İnsanlarla ve olaylarla empati kuramayan kişinin şefkati gerektiği gibi tezahür edemez.[66] Şefkat, bütün validelere ihsan edilmiş güçlü bir duygudur. Bu şefkat duygusunun suiistimal edilmeden sağlıklı kullanılışı ile bütün yavruların hayatı adeta himaye altına alınmış olur. Hatta bu duygunun gücü ile en zayıf varlık kendisinden kat be kat güçlü, kuvvetli varlıklara meydan okur.

Şefkat, Risale-i Nur’un mesleği olan acz, fakr, şefkat, tefekkürün dört esasından birisidir. Bundan dolayı Risale-i Nur’da şefkat farklı boyutlarıyla ele alınır. Validelerin şefkatlerini sağlıklı şekilde evlatlarına sarf etmeleri, aslında pek çok ferdi ve toplumsal bozulmayı önleyecek bir formüldür. Kişi dünyasındaki şefkat, kendisini, evlatlarını, akrabalarını, yakından uzağa doğru bütün insanları içine alan, onların hak ve hukuklarını gözetmeyi, iki dünya hayatlarını saadetle neticelendirmeyi içine alan bir programdır. Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiştir.[67] diyen Bediüzzaman, şefkatle yaklaşımın pek çok noktada insanlara zulmetmeyi ortadan kaldıracağını belirtir.

Mahkeme müdafaalarında Bediüzzaman ve talebelerinin duygu ve davranışlarında, tekliflerinde, uyarılarında; haksız ithamların, kanunsuz uygulamaların hem vatan ve milletin zarar görmemesi hem de mahkeme, adalet kavramının örselenmemesi için şefkat duygusunun hükmettiği görülür.[68] Yine en şiddetli garazla kendisine zulmeden fasık ve belki dinsiz zalimlere hiddet ettiği halde, ‘belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor.’[69] der. Yine Bediüzzaman’ın, kendisine zulmedenlere, şehir şehir sürgüne gönderenlere, idamına hükmedip, işkence ile tazip edenlere, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarsalar ben onları helal ediyorum.[70] demesi, talebelerine ve varislerine de, ‘intikam almayınız’ ifadesi, yüksek şefkat duygusunun bir sonucudur. Bediüzzaman, millet ve vatanın, masum insanların başına bir bela ve musibet gelmemesi için, hak ve hakikate kulak tıkayanları şefkaten ikaz eder ve şöyle seslenir; ‘Kur’an aleyhinde yazılan Doktor Duzi’nin ve sair zındıkların o muzır eserlerini okuyanlara, ‘hürriyet-i fikir ve hürriyet-i ilmiye’ düsturuyla bir suç sayılmadığı halde, hakikat-ı Kur’aniyeyi ve imaniyeyi, öğrenmeye gayet muhtaç ve müştak olanlara güneş gibi bildiren Risale-i Nur okumak ve yazmak bir suç sayılmış.’[71] Bediüzzaman adliyenin mahiyetinin bozulmaması için, hakimleri adil olmaları noktasında uyarır, “Cenab-ı Hak size insaf ve merhamet, bana da sabır ve tahammül ihsan eylesin.”[72] diyerek dua eder. Yine Said Nursî, “Eğer, Risale-i Nur’u tenkit fikriyle tetkik eden adliye memurları imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar, sonra beni idam ile mahkum etseler, şahit olunuz, ben hakkımı onlara helal ediyorum.”[73] diyerek Risale-i Nur hizmetinin mesleğinin şefkat olduğunu gösterir. Bediüzzaman ve talebelerinin müdafaalarındaki yüksek hamiyet, insandaki şedit duyguların ebedi hayatı kazanmak için nasıl kullanıldığının yaşanmış örnekleridir. Ayrıca mahkeme müdafaalarında ihlas ve müspet hareketi esas alarak, asayişi ihlalden şiddetle kaçınmaları şefkat duygusunun bir göstergesidir.

 

Sabır

Sabır, telaşa kapılmadan daha güzel zamanları beklemektir. Atılması gereken adımları atmak ve neticeyi Cenab-ı Hak’tan bilmektir. Zaman kavramının insana hatırlattığı en önemli duygu, sabırdır. Sabır, bazı engeller karşısında toleranslı olmayı ve beklemeyi şart koşar.[74] Bu anlamıyla sabır, kişiyi olgunlaştıran, yaratıcıyla bağlantı kurmayı kolaylaştıran bir özellik taşır. İnsanın aciz ve fakir oluşu, pek çok konulara güç yetiremeyişi asıl güce, kudrete yönelmeye sevk eder. Bu durumda sabır, kişinin haddini bilmeye dönük bir anlam taşır. Bu sabırlı davranış daha doğru adımlar atmaya ve atılacak adımla ilgili daha derinlikli düşünmeye kişiyi sevk eder. Sabrın, beklemek özelliğinin yanında, zevkleri ertelemek ve nihayetinde acılara katlanmak anlamı da vardır.[75] Burada da sabrın nefsi terbiye etmek anlamı ön plana çıkar. Kulun kendine düşeni yapıp neticeyi Allah’a bırakması, Allah’ın rahmetini celp eder ve olumlu neticeye taalluk eder. Sabır, diğer erdemlerin de üzerinde geliştiği temel değerdir. Hayatta zorluklara tahammül edenler, mükafatını alırlar. Bu mükafat hem dünyevi hem uhrevidir. Sabır, bir peygamber vasfıdır. İnsan sabır duygusunu yerli yerinde kullandığında, peygamberî bir ahlak edinmiş olur ve bu ahlak onun çok yönlü olumlu duygular kazanmasına zemin hazırlar. Aktif sabır, insanın hareket halinde olması ve sabrın gereğini yapması, pasif sabır ise, hiçbir şey yapmadan beklemesidir. Aktif sabır içinde olan kişi yaşadığı zorluklar karşısında yılmadan gayret gösterir. Bu da onu yaşadığı sürece başarılı kılar. Sabır, metin olmak ve kendinde zihnini toparlayabilmek gücünü bulmaktır.[76]

Sabır ile ümit duygusu arasında bağlantı vardır. Sabır, ümit duygusu ile yaşama sevincinden beslenen bir histir. Bu anlamda sabrın bir anlamı da değiştirilemeyecek olanı kabullenmektir. Tahammülün yıpranmaması için ona ümit duygusu eklenmelidir. Zaten sabırsız kimseler ümitsizliğe ve karamsarlığa yatkındır. Ümit duygusu taşıyanlar kendilerini harekete geçiren ve zorluklara dayanma katsayısı yüksek insanlardır. Ümidi olanın sabrı da vardır. Ümit ve sabır paralel duygulardır. Bu nedenle ümitsiz insanlar sabırsızdır, acelecidir.[77]

Bediüzzaman ve talebelerinin hayatlarında inanç temelli sabır vardır. Onlar engellerle karşılaştığında vazgeçmemiş; dengeli, ölçülü ve hikmetli bir cesaretle hareket etmişlerdir.[78] Eyüp Aleyhisselamın, sabır kahramanı olarak, İkinci Lem’a’da ele alınması, bu güçlü duygunun taatte, musibette ve günahlara karşı sabretmede kullanılmasını göstermektedir.

Zübeyir Gündüzalp yapmış olduğu mahkeme müdafaasında kendilerinin sabır konusunda nasıl bir halette olduklarını ve nasıl beraat kararını beklediklerini şu duygularıyla paylaşır: “Eğer Said Nursî, talebelerine musibet zamanında sabır ve tahammül ve itidal telkin etmemiş olsa idi, gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettiği zaman topladığı talebeleri gibi, hürmetkar olan binler Risale-i Nur şakirtleri, Afyon tepelerine kuracakları çadırlar içerisinde, Afyon Ağır Ceza Mahkemesinin beraat kararını bekleyeceklerdi.”[79]

Nitekim mahkeme müdafaaları da pek çok sataşmalara, ‘yeter artık’ dedirtecek sabır zorlamalarına ve isyan duygularını harekete geçirici durumlara karşı; hislere kapılmadan, haklılığın verdiği sükunetle, aktif sabır olan hakkı söylemeyi ama neticeyi Allah’tan beklemeyi ders vermektedir. Bediüzzaman ve Talebelerinin, karşılaştıkları zor durumlarda, kulluk vazifelerini yerine getirdikten sonra ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir. (Al-i İmran Suresi: 173.)[80] ayetinin manasına sığınmaları hep bu yüksek sabır duygusunun neticesidir. Zaten Allah’ın yardımı da bu durumda devreye girer.

SONUÇ

Duygular, hayatın temel dinamiğidir. Bir potansiyel olan duyguların fıtri ölçülerde kullanımı insan kalitesini ortaya çıkarır. Olumlu duygularda cennetî lezzetin, olumsuz duygularda cehennemî azabın daha dünyada iken görünen varlığı, duyguların nasıl kullanılması gerektiğine işaret eder.

Said Nursî ve Talebelerinin mahkeme müdafaalarında bu temel duyguları yoğun şekilde kullanmaları, duyguların hayat içinde ne kadar etkin olduğunu gösterir. Müdafaalarda kullanılan niyet, ihlas gibi manevi dinamiklerin her zaman ve zeminde kullanılması, işlerin manevi bir derinlik kazanmasına vesile olur.

Çalışmamızda güven, sevgi, ümit, korku, şefkat, sabır gibi temel duyguların şiddetlilerinin ebedi hayatı, zayıflarının ise fani dünya işlerini kazanmaya dönük kullanılması gerektiği sonucuna ulaşıldı. Zorlu, çetin şartlar içerisinde hayatını, davasını sürdüren düşünce insanlarının mutlaka güçlü duygulara sahip olmasına, bu duyguların da sürekli beslenip yenilenmesi gerektiğine dikkat çekildi.

Bediüzzaman ve talebelerinin iman ve Kur’an davasında her türlü maddi ve manevi zahmetleri göze aldıkları ve bu uğurda ümitsizliğe kapılmadan aşkla, şevkle gayret ettikleri; ihlası, doğruluğu, müspet hareketi kendilerine rehber ettikleri görülür. Güçlü duygular olmadan, güçlü müdafaalar yapılamayacağına inanan ve iman ve Kur’an davasının kıyamete kadar süreceğini bilen Nur Talebelerinin bu duygu dinamiklerini her zaman ve zeminde canlı tuttukları ve hakikatin hatırını her türlü hatırdan üstün tutarak mahkemelerde ve diğer dünyevi zorluklar karşısında davalarını uygun dil ile müdafaa ettikleri kanaatine ulaşıldı.

Güven, sevgi, ümit, şefkat ve sabır gibi olumlu temel duygular olmadan bir değerin toplumda varlığını sürdürebilmesi imkansızdır. Bu sebeple duygu zemini olmadan dava adamı olmaz. Duygu zemini de hatıraya, fedakarlığa, muhabbete ihtiyaç duyar. Bu duyguların mayası ise ihlastır. Bediüzzaman ve talebelerinin mahkeme müdafaaları bu temel duyguların fıtri ölçülerde kullanılmasıyla gerçekleşmiştir. Ebedi hayatı kazanmak için kullanılan şiddetli duygular ile dünya işlerini elde etmeye dönük kullanılan zayıf duyguların en güzel örneklemeleri müdafaalarda kendini göstermiştir.

Mahkeme müdafaalarının duygu boyutuyla yeniden ele alınması, yaşanan insanlık dışı muamelelerin bir daha yaşanmamasına ve gelecekte adaletin teminine katkı sunacaktır.

Bu müdafaalar, şimdi ve gelecekte, Nur Talebelerinin, Nurun hakikatlerini aynen Bediüzzaman’ın müdafaa ettiği gibi müdafaa etmeleri ve nur hizmetini de yine Nurlardaki hizmet düsturlarına uygun şekilde yapmaları gerektiğini hatıra getirir. Hak ve hakikatin müdafaasının yüksek duygularla yapılması gereğine olan inancı da pekiştirir.

 

Kaynakça

Berk, Bekir, İthamları Reddediyorum, Yeni Asya Yayınları, 1972.

Covey, Stephen M.R., Güven, Varlık Yayınları, İstanbul, 2018.

Dumaont, Theron Q. Konsantrasyonun Gücü, Tutku Yayınevi, Ankara, 2012.

Köprü, Sayı: 153, Matsis Matbaacılık, İstanbul, Kış/2021.

Nursî, Said, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007.

Nursî, Said, Barla Lahikası, YAN, İstanbul, 2020.

Nursî, Said, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2012.

Nursî, Said, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2020.

Nursî, Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007.

Nursî, Said, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2008.

Nursî, Said, Tarihçe-i Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007.

Nursî, Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007.

Nursî, Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007.

Nursî, Said, İşaratü’l-İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007.

Peale, Vincent Norman, Olumlu Düşünmenin Gücü, Profil Yayınları, İstanbul, 2010.

Sayar, Kemal, Ruh Hali, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008.

Sayar, Kemal, Ruhun Derin Yaraları, Kapı, Yayınları, İstanbul, 2020.

Tarhan, Nevzat, Duyguların Dili, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010.

Tarhan, Nevzat, Duyguların Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011.

Tarhan, Nevzat, Çağın Vicdanı, Nesil Yayınları, İstanbul, 2012.

Tunalı, Murat, Konuşma Sanatı, Yakamoz, İstanbul, 2007.

[1]       www.tdk.gov.tr

 

[2]       Daniel Goleman, Duygusal Zeka, Varlık Yayınları, İstanbul, 1996, s. 34.

 

[3]       Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 57.

 

[4]       A.g.e, s. 56-57.

 

[5]       Nevzat Tarhan, Duyguların Psikolojisi, Timaş, İstanbul, 2011, s. 44.

 

[6]       Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 228.

 

[7]       Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2020, s. 76.

 

[8]       A.g.e, s. 106.

 

[9]       Atabek Erdal, Bizim Duygusal Zekamız, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 20.

 

[10]     Said Nursî, Eski Said Dönemi Eserleri, Divan-ı Harb-i Örfi, YAN, İstanbul, 2012, s. 146.

 

[11]     Yeni Asya’nın Manevi Mimarı, Zübeyir Gündüzalp, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2019, s.71.

 

[12]     Nevzat Tarhan, Duyguların Psikolojisi, Tİmaş, 2011, İstanbul, s. 51.

 

[13]     Köprü, Kış 2021, Sayı 153, Matsis Matbaacılık, İstanbul, s. 137-158.

 

[14]     Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2008, s. 193.

 

[15]     Sözler, s. 500.

 

[16]     A.g.e, s. 870.

 

[17]     Said Nursî, Şualar, YAN, İstanbul, 2007, s. 867, 578.

 

[18]     Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2008, s. 870.

 

[19]     Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 376.

 

[20]     Stephen M.R. Covey, Güven, Varlık Yayınları, İstanbul, 2018, s.69.

 

[21]     Nevzat Tarhan, Duyguların Dili, Timaş, İstanbul, 2010, s. 85.

 

[22]     A.g.e, s. 79.

 

[23]     Said Nursî, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007,  s. 437.

 

[24]     Said Nursî, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 462.

 

[25]     Şualar, s. 594.

 

[26]     A.g.e, s. 886.

 

[27]     A.g.e, s. 895.

 

[28]     ChristopheAndre, Korkunun Psikolojisi, (Çevr. İsmail Yerguz),Say Yayınları, İstanbul, 2004, s.17.

 

[29]     Kemal Sayar, Ruh Hali, Timaş, İstanbul, 2008, s. 143.

 

[30]     Stefan Konrad, ClaudiaHendl, Duygularla Güçlenmek, Hayat, İstanbul, 2005, s. 32.

 

[31]     Bizim Duygusal Zekamız, s. 113.

 

[32]     A.g.e, s. 36.

 

[33]     Sözler, s. 574.

 

[34]     A.g.e, s. 574, 575.

 

[35]     Şualar, s. 446.

 

[36]     Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 96.

 

[37]     Şualar, s. 578.

 

[38]     Emirdağ Lahikası, s.141.

 

[39]     Şualar, s. 867.

 

[40]     Eski Said Dönemi Eserleri, s. 118.

 

[41]     Şualar, s. 849.

 

[42]     A.g.e, s. 847.

 

[43]     A.g.e, s. 850.

 

[44]     Şualar, s. 858.

 

[45]     A.g.e, s. 898.

 

[46]     A.g.e., s. 69.

 

[47]     Said Nursî, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 1016.

 

[48]     A.g.e, s. 1040.

 

[49]     Nevzat Tarhan, Duyguların Dili, Timaş, İstanbul, 2010, s. 73.

 

[50]     Kemal Sayar, Ruhun Derin Yaraları, Kapı Yayınları, İstanbul, 2020, s. 171.

 

[51]     A.g.e, s. 182.

 

[52]     Şualar, s. 850.

 

[53]     A.g.e, s. 851.

 

[54]     Şualar, s. 886.

 

[55]     A.g.e, s. 894.

 

[56]     Duyguların Psikolojisi, s. 86.

 

[57]     EskiSaid Dönemi Eserleri, s. 495.

 

[58]     Duyguların Psikolojisi, s. 88.

 

[59]     Eski Said Dönemi Eserleri,  s. 420.

 

[60]     Bizim Duygusal Zekamız, s. 29.

 

[61]     Eski Said Dönemi Eserleri, s. 342.

 

[62]     Şualar, s. 898.

 

[63]     Ruhun Derin Yaraları, s. 172.

 

[64]     A.g.e, s. 182.

 

[65]     Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 27.

 

[66]     A.g.e, s. 97.

 

[67]     A.g.e, s. 549.

 

[68]     Şualar, s. 586.

 

[69]     Emirdağ Lahikası, s. 479.

 

[70]     Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2008, s. 467.

 

[71]     A.g.e, s. 442.

 

[72]     Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2008, s.58.

 

[73]     Şualar, s. 618.

 

[74]     Duyguların Psikolojisi, s. 128.

 

[75]     A.g.e. s. 129.

 

[76]     A.g.e, s. 131.

 

[77]     A.g.e, s. 134.

 

[78]     Nevzat Tarhan, Çağın Vicdanı, Nesil, İstanbul, 2012, s. 56.

 

[79]     Şualar, s. 856.

 

[80]     Şualar, s. 883, 867.