Bediüzzaman’ın Gelecek Tasavvurunun Bileşenleri ve Çıktıları

Components and Outputs of Bediuzzaman’s Vision of the Future

Nuri MANNAS

 

Özet

Bu makalede Bediüzzaman Hazretlerinin dünyanın ve insanlığın maddi ve manevi geleceği ile ilgili olarak yaptığı tesbitler ve tahminler üzerinde durulmuştur. Küreselleşmenin de etkisiyle insanlar arasındaki etkileşim artmakta, dünya barışı gelişmekte, tehditleri bertaraf edebilecek yeni güçbirlikleri ortaya çıkmakta ve bu durum İslam’ın yayılma hızının artacağı müjdesini vermektedir. İslam’ın hâkimiyetinin birinci aşaması müminlerin kalplerinin, kültürlerinin ve devletlerinin ittihad etmesidir. İkinci aşaması Hıristiyanlığın İslamiyet ile manen birleşmesi ve bir yönüyle İslamiyet’e inkılap etmesidir. Üçüncü aşama ise İslamiyet’in bütün dinleri ve kültürleri etkisi altına almasıdır. Böylece Peygamberimizin Mekke ve Medine’deki sosyal hayat mucizesi olan asr-ı saadet tablolarını ahir zamanda müminler, ilim eliyle ve bütün dünya üzerinde göstereceklerdir. Böylece kemale erecek olan dünya, ardından zevale dönecek ve hızlı bir çöküş sonrasında kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır. Müminlere düşen, bu çöküşü geciktirmek için gayret göstermek ve insanlığa asıl muhtaç olduğu hizmet olan iman hizmetini kesintisiz sürdürmektir.

Anahtar Kelimeler: küreselleşme, küresel köy, ittihad-ı İslam, Müslüman Hıristiyan ilişkileri, ahir zaman hizmeti, kıyamet alametleri

Abstract

In this article, the determinations and predictions of Bediuzzaman Said Nursî regarding the material and spiritual future of the world and humanity are emphasized. With the effect of globalization, interaction between people increases, world peace develops, new alliances emerge that can eliminate threats, and these give the good news that the speed of spread of Islam will increase.

The first stage of the domination of Islam is the unity of the hearts, cultures and states of the believers. The second stage is the spiritual union of Christianity with Islam and its transformation into Islam in a way. The third stage is that Islam has taken all religions and cultures under its influence. Thus, in the End Times, believers will show the miracles of our Prophet’s social life in Mecca and Medina, all over the world, with the help of knowledge. Thus, the world, which will come to perfection, will then fall into decline, and after a rapid collapse, the apocalypse will befall over the unbelievers. The duty of believers is to make an effort to delay this collapse and to continue uninterruptedly the service of faith, which is the service humanity really needs.

Key Words: globalization, global village, Islamic Union, Muslim-Christian relations, end-time service, portents of apocalypse.

 

GİRİŞ

İnsanlığın ve dünyanın geleceğini tahmin elbette bilimsel verilere de dayanabilir ama bir yönüyle bir tür tefe’üldür. O fal cezvesi geçmişe ve güncele bakarak okunursa doğru okunur.

Sosyolojide dün ve bugünle ilgili en önemli kavramlardan biri şüphesiz ki küreselleşme ve küresel köy kavramlarıdır. O halde gelecek önce bu kavramların geleceği ve ne ifade ettiğidir.

Vikipedi, “küresel köy” kavramını, 1911-1980 yılları arasında yaşamış ve ömrünün son 26 senesinde Toronto Üniversitesi’nde ingilizce profesörü ve Kültür ve Teknoloji Merkezi müdürü olarak çalışmış olan iletişim kuramcısı Marshall McLuhan’a ait bir kavram olarak görüyor ve gösteriyor.

Oysa bu bilgi tam bir amatör bilgi kaynağının yaptığı ciddi bir ansiklopedi hatasıdır. Zira aşağıda inceleyeceğimiz üzere, Bediüzzaman Hazretleri, yüz sene önceden önce, 1914-15’te birinci cildini telif ettiği İşârât-ül İ’caz adlı tefsirinde, insanlığın yaşadığı değişimle ilgili olarak şunları söylemektedir:

“… müdavele-i efkâr ile, an’anelerinin terkiyle, tebdiliyle ve kavimlerin birbirine ihtilatlarıyla ittihada meyil gösterdi ve aralarında münakale ve muhabere başladı; hattâ Küre-i Arz bir memleket, belki bir vilayet, belki bir köy gibi oldu…”

Yani diyor ki, “insanlık âlemi, fikir alışverişinin ve yerel geleneklerin değişmesi ve unutulmasının ve bilhassa toplumların birbiriyle karışmasının da sonucu olarak, birleşmeye ve tekleşmeye yöneldi.  Ayrıca aralarında ulaşım ve iletişim de başladı ve böylece yeryüzü tek bir ülke, hatta bir şehir ve belki bir köy haline gelmiş gibi oldu.”

“Küresel köy”ü belki de başkaları Bediüzzaman Said Nursî’den de daha önce ifade etmiştir. Esasen önemli olan kimin ifade ettiği de değildir. Önemli olan bunun gelecek için ne ifade ettiği ve küresel köyün geleceğinde nelerin olacağı ve olması gerektiğidir.

Bu basit hatayı ve benzer esaslı hataları gidermek ve Kur’an talebesi Bediüzzaman’ın çağlar aşan fikirlerini dünyanın önüne çıkarmak Köprü’nün ve akademik çevresinin görevidir.

Köprü Editörünün bu sayı için davet mektubunda yer verdiği üzere Bediüzzaman Hazretlerinin gelecekle ilgili olarak neler söylediği önemlidir. Biz bu makalede bunu deneyeceğiz.

  1. BEDİÜZZAMAN’IN GELECEK TASAVVURUNUN KÖŞE TAŞLARI

Bediüzzaman Hazretlerinin gelecek tasavvuru bir Kur’an âliminin ve bir din müceddidinin gelecek tasavvurudur. Kur’an’dan gelen ve din müceddidinin dilinden dökülen yenileme programı insanlığı ve dünyayı ikinci asr-ı saadete ve sonrasındaki kıyamete taşıyacak kadar güçlü ve uzun ömürlüdür. Aşağıda önce bu tasavvurun bazı köşe taşlarına işaret edeceğiz.

  1. Tasavvurun kaynakları

Sıradan kişilerin tasvirleri ve tasavvurları geçmişe ve bugüne ilişkin rastgele bilgilerden beslenir. Bediüzzaman Hazretlerinin gelecek tasavvuru ise doğrudan Kur’an’dan ve sahih sünnetten kaynaklanır Kur’an ise zamanlar üstüdür.

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an’ı anlamak ve anlatmak için, tarih ilmiyle “asırların meşvereti”ni dinler, temsil heyetlerine manen iştirak eder, geçmişle nurani ve Kur’anî bağ kurar. Coğrafya ilmiyle “kıt’aların meşvereti”ne hayalen dâhil olur ve bilgi ve talep toplar. Misyonuna uygun hedef yüklenir ve taliplileri bu yüke ortak eder.

  1. Tasavvurun duyguları

Sıradan kişilerin tasvirleri ve tasavvurları rastgele duygulardan beslenir. Kur’an’ın terbiyesinde yetişmiş olan Bediüzzaman Hazretlerinin gelecek tasavvuruna hakim olan ana duygular ise nettir; ümit ve şevktir. Onun ümidi ve şevki, ihlastan ve uhuvvetten kaynaklanır. Onun ümidi ve şevki, rotasını tevekkül ve müsbet hareketle bulur. Onun tevekkülü imanından, müsbet hareketi ise meslek ittihaz ettiği Rahmanî şefkatten gelir.

Özetle Bediüzzaman’ın gelecek tasavvuruna hâkim olan ana duygular ihlastan ve uhuvvetten kaynaklanan ve imandan gelen tevekkülle ve şefkatten gelen müsbet hareketle rotasını bulan ümit ve şevktir.

  1. Tasavvurun maksadı
  2. Bediüzzaman Hazretleri her hakiki mümin gibi dünyanın geçmişine de geleceğine de fani olan dünya için bakmaz. Asıl yurt ve baki mekân olan ahiret için ve O’nun makarr-ı saltanatına yani O’nun rıza makamına yakınlaşabilmek maksadıyla bakar.
  3. Hakiki mümin bilir ki her şey ve dünyanın ömrü bir kader ile takdir edilmiştir. Ve yine bilir ki ilâ-yı Kelimetullah üzere çalışmak her mümin için cihaddır. Bu cihad insanın kendi kıyameti olan ölümüne ve dünyanın ölümü olan kıyamete kadar sürecek bir vazifedir.

İnsanın dünyaya dair bu vazifesi insanın kendi ömrünü uzatmak için tedbir almasının farz olması gibidir. Müminlerin kader inancı “kaderim neyse o kadar yaşayacağım, tedbire ne gerek var ki” demeye izin vermediği gibi “dünya da kaderi ne kadarsa o kadar yaşayacak, uzatmaya çalışmaya ne gerek var ki” demeye de izin vermez.

Dünyanın ömrünü uzatmaya iştirak etmek de bir vazifedir ve bir farzdır. Cihaddır. Dünyanın ömrünün uzamasına katkı yapan her mümin, bu uzun ömürde yaşayacak olan bütün müminlerin bütün dua ve ibadetlerine manen ortak olmuş olur. Zira “essebebükelfail” prensibi ile bakılınca, hayra vesile olan hayrı yapan gibidir.

  1. Bilim dinine inanan bilim adamlarının dünyanın maddi ömrünü uzatmak adına ya da maddi ömrünün kısalmasını engellemek üzere (mesela ozon tabakasının delinmesini engelleyebilmek için) yaptıkları ve yapacakları, dünyanın maddi ömrünü uzatabilir ama dünyanın manevi ömrüne faydası yoktur.

Üstelik onların bu hususlardaki keşiflerinin ve gayretlerinin kendi manevi ömürlerine ve ahiretlerine de bir faydası olmaz. Bu sebeple Risale-i Nur’da denilmiştir ki “ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme”.

  1. Tasavvurun ana hatları
  2. Dünya Allah’ın bir tarlasıdır. Verimliliği sürdüğü sürece Allah bu tarlayı muhafaza edecek ve mümin denilen mahsulünü kaldırmayı sürdürecektir.

Muhakkak ki bir yönüyle çok zalim ve çok cahil olan insan nesli, o yönünü ve “ene”sini büyütür de kendi cahilliğiyle ve zalimliğiyle tarlaya ekilen tohumun manevi kalitesini artık düzelmeyecek ölçüde bozarsa, bu dünya tarlası bu tohum için çoraklaşmış olacaktır. İnsan nesli, iradesini suiistimal ederek ve kalbini karartarak, bu tarlayı -artık sürülmesi fayda vermez derecede- çoraklaştırdığında yani insan insanlıktan külliyen çıktığında, tarla sahibi o tarlasını o tohuma kapatacaktır.

  1. Dünya ruhsuz bir vücut değil ruha sahip bir cesettir. Dünyanın maddi ömrü manevi dünyanın ömrüne bağlıdır. Dünyanın (kâinatın) manevi ömrü de Kur’an’a bağlıdır. Dünya Kur’an’la bağını kopardığında manevi ölümü ve ardından maddi ölümü gelecektir. Bediüzzaman Hazretleri bu riski ve akıbeti Sözler’de 10. Sözün Zeyli’nin İkinci Parça’sında şöyle ifade etmektedir:

“Eğer kâinattan risalet-i Muhammediye’nin (asm) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek. Belki şuursuz kalmış olan başını, bir seyyareye (bir uzay cismine) çarpacak, bir kıyameti koparacak.”

  1. Kur’an’la bağı kopmuş dünya kâfirlerin dünyasıdır. O halde kıyamet kâfirlerin dünyasının kıyametidir.

Mümin, ümidi olmayan bir korku türü olan kıyamet korkusundan, imanı sayesinde ve imanının kuvveti ölçüsünde muaftır. Mümin, sadece kendi kıyameti olan ölümüne, Allah’ın rahmetiyle ve havf ve reca (korku ve ümit) dengesi içinde ulaşacaktır.

Bu sebepledir ki büyük bir yıkım ve eziyet hali olan kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır. Bediüzzaman Hazretleri bu gidişatı Mektubât’ta 15. Mektupta Dördüncü Sualin Meali’nde şöyle ifade etmektedir:

“… ve ‘El-hükmü lil-ekser’ kaidesince, yeryüzünde ‘Allah Allah’ diyecek kalmayacak, yani ehemmiyetli bir cemaat, Küre-i Arz’da mühim bir mevkiye sahib olacak bir surette ‘Allah Allah’ denilmeyecek demektir. Yoksa ekalliyette kalan veyahut mağlub düşen ehl-i hak, kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı anında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.”

Bu metnin kısa bir meali şöyle olabilir:

“…hadiste bildirilen manasıyla ‘kıyametten önce yeryüzünde Allah Allah diyecek kimse kalmayacak’ın manası, ‘hüküm ekseriyete göre verilir’ kaidesince, ‘ehemmiyetli bir cemaat tarafından ve yeryüzünde mühim bir pozisyona ve etkiye sahip olacak bir şekilde Allah Allah denilmeye devam edilmeyecek’ demektir. Yoksa azınlıkta kalan veyahut mağlup düşen ehl-i hak, kıyamete kadar bâki kalacaktır. Yalnız, kıyametin kopacağı anda, kıyametin dehşetlerini onların görmemesi için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecektir. Böylece kıyamet geride kalan kâfirlerin başına kopacaktır.”

  1. GELECEK VE DEĞİŞİMİN DİNAMİKLERİ

Bediüzzaman Hazretlerinin gelecek telakkisini ve tasavvurunu anlayabilmek için öncelikle onun değişimle ve küreselleşme ile ilgili tesbitlerine bakmak gerekir.

Bediüzzaman Hazretleri İşarat-ül İcaz adlı tefsirinde insanlığın yaşadığı değişimle ilgili olarak şunları söylemektedir:

“Zaman-ı saadetten evvel insan âleminin ihtiva ettiği ümmetler, milletler arasında maddeten ve manen, istidâden ve terbiyeten pek muhtelif ve geniş mesafeler vardı. Bunun içindir ki, terbiye-i vâhide ve davet-i münferide kâfi gelmiyordu. Vakta ki, âlem-i insaniyet zaman-ı saadetin şems-i saadetiyle uyandı ve müdavele-i efkâr ile, an’anelerinin terkiyle, tebdiliyle ve kavimlerin birbirine ihtilatlarıyla ittihada meyil gösterdi ve aralarında münakale ve muhabere başladı; hattâ Küre-i Arz bir memleket, belki bir vilayet, belki bir köy gibi oldu; bir davet ve bir nübüvvet umum insanlara kâfi görüldü.”

Bu veciz paragraftan konumuzla ilgili olarak bizim anlayabildiğimiz şudur:

“Peygamberimizin asr-ı saadetinden önce, insan âlemini oluşturan bütün ümmetler/milletler maddeten ve manen ve kabiliyet ve terbiye itibariyle pek muhtelif idi ve aralarında geniş mesafeler vardı. Bunun içindir ki, insanlık âlemi için tek bir tarz terbiye ve tekil davet yeterli gelmiyordu. Bu sebeple aynı zamanda ve hatta aynı toplumda birden çok peygamberler görevlendirilmişti. Ne zaman ki insanlık âlemi asr-ı saadetin saadet güneşiyle uyandı ve milletler ve kültürel gruplar fikir alışverişi ile ve törelerini terk etmeleri veya değiştirmeleri sayesinde ve birbirine karışmaları sebebiyle birleşmeye ve tekleşmeye meyil gösterdi ve aralarında ulaşım ve iletişim başladı; hatta yeryüzü tek bir memleket ve bir vilayet ya da bir köy gibi oldu; işte o zaman tek bir davet ve tek bir nübüvvet bütün insanlar için yeterli görüldü. İslam’ın çağlarüstülüğünün ve evrenselliğinin sebebi de budur.”

Böylece anlaşılmaktadır ki küreselleşme olgusu sürecek ve dünyayı etkilemeye ve değiştirmeye devam edecektir. O halde bunun kültürler, dinler ve mensupları üzerindeki etkisi de dikkatle incelenmeli ve bu değişim hayra yönlendirilmelidir.

 

  1. BEDİÜZZAMAN’IN GELECEKTEN ÜMİDİ VE KAYNAKLARI

Asya’nın ve İslam’ın bahtını ve talihini açacak olan şeyler meşveret ve şûradır. Bugünün ve geleceğin dünyasında meşveret; toplumlar için, çok kültürlülük, farklılıkları uyum ve barış içinde bir arada yaşatabilme ve istişare kültürü demektir. Şûra da devletler ve devletüstü örgütler için demokratik kurumlar ve kurallar demektir.

Müminler, kendi kültürlerinde ve coğrafyalarında, geleceğin en önemli iki düzenleyici kavramı olan meşveret ve şuranın gereğini yerine getirerek ve mütesanit heyetler (ekipler) halinde ilâ-yı Kelimetullah için çalışırsa İslam’ın yayılmasını sağlayabilir.

Kıyamet kâfirlerin başına kopacağına göre bu yayılma ve genişleme kıyametin erken kopmasını engelleyecek ve bir yönüyle kıyameti erteleyecektir. Bu yayılma aynı zamanda Peygamberimizin asr-ı saadet mucizesinin ahir zamanda ilimle elde edilen bir benzerini ve tekrarını da ortaya koyacaktır. Ancak, “hemen ardından” diyebileceğimiz kadar kısa bir süre (on yıllar) sonra, hızlı bir çöküş dönemi başlayacak ve manen çoraklaşmış olacak olan dünya başını makro ya da mikro bir gezegene çarparak kâfirlerin başına kıyameti koparacaktır. Bize düşen, müminleri çoğaltarak o zamanı geciktirmek ve mümin kalarak o zamanı görmemeyi garanti edebilmektir.

  1. Ümidin maddi sebebi: Neslin devamı
  2. İnsanın manevi hayatı için tekâmül kanunu geçerli olduğu gibi bütün canlıların ve insanın maddi hayatı için de tenasül kanunu geçerlidir.

Nitekim Bediüzzaman Hazretleri 25. Söz’de bu kanunla ilgili olarak şunları ifade etmektedir:

“İnsan gibi mümkin, fâni, beka-i nev’ine muhtaç ve cismanî ve mütecezzi, tekessüre kabil ve âciz, dünyaperest, yardımcı bir vârise müştak mahluklar için vasıta-i tekessür ve teavün ve rabıta-i hayat ve beka olan tenasül, …”

Yani tenasül eylemi ve tenasül kanunu; insan gibi Allah’ın iradesine tabi, fâni, cinsinin bekasına muhtaç, cismanî, bölünmeye ve çoğalmaya uygun, âciz, dünyaperest, yardımcı bir mirasçıya ve nesle istek duyan … mahlûklar için çoğalma ve yardımlaşma vasıtasıdır ve hayat ve beka ile bağ kurucu bir eylem ve kanundur.

  1. Ayrıca 24. Lem’a’da da bu konuda yine şunları söylemektedir:

“Malûmdur ki; kesret-i nesil herkesçe matlubdur. Hiçbir millet ve hükûmet yoktur ki, kesret-i tenasüle tarafdar olmasın. Hattâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: … -ev kema kâl- Yani: “İzdivac ediniz; çoğalınız. Ben kıyamette, sizin kesretinizle iftihar edeceğim.”

Yani nesil çoğalmasını herkes ister. Hiçbir millet ve devlet yoktur ki neslin çoğalmasına taraftar olmasın. Hatta Peygamberimiz de “evlenin, çoğalın, ben kıyamette sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim” derken bunu kast etmiştir.

  1. Bir an için varsayalım ki dünya üzerindeki kadınların doğurganlıkları bitmiştir. Artık kadınlar hamile kalamamaktadır ve artık yeni bir çocuk doğmamaktadır. Uzmanları da bilim adamları da problemi çözememiştir ve çare bulamamıştır. Çaresizlik yayılmıştır. Ne olur?

1) Evlilik olmaz. Zira aile, evlilik ve tek eşlilik yani kocasına sadakat; kadın için, bilhassa, doğuracağı çocuğa babasının kim olduğunu söyleyebilme imkânını sağlayan müessesenin adıdır. Baba olamayacak erkekten “koca” da olmaz. Koca olmayınca “karı” da olmaz. (“Karı” argo değildir. Hukuki bir terimdir ve “koca”nın dengi ve zıddıdır.) Çocuk doğuramayacağı “kesin” olan bir kadın evliliğe ihtiyaç hissetmez. Aile kurumu hızla dağılır.

2) Keşifler olmaz. İnsanlar ve bilhassa bilim adamları doğurganlığı sağlama gayretleri dışındaki hiçbir konuda keşif yapma gayreti içine girmez. Zira insanın yeni şeyler keşfetme isteği neslin devamı arzusu ile doğrudan ilgilidir. Çocuğu olmayanın geleceği yoktur ki geleceğe yatırım yapsın.

3) Yatırım olmaz. Dünyadaki yatırım ve kalkınma gayretlerinin tümü geleceğe yatırımdır. Çocuk yoksa gelecek de yoktur. İmar biter, mamureler tarumar olur, dünya harabeye döner.

4) Düzen olmaz. Düzeni sağlama ve düzeni ayakta tutma arzusu da ancak gelecek duygusundan ve ümidinden kaynaklanır.

O halde ümidi olmayan insanlığın hayatı olmadığı gibi hayatının devamı olmayan insanlığın da ümidi olmaz.

  1. Yukarı verdiğimiz örnekteki gibi marjinal bir orijinal durum ortaya çıkmadığı sürece müminler kendi hayatlarına ve dünyanın hayatına ümitle bakmaya devam edeceklerdir.

Kıyametin yakınlaştığını gördüklerinde bile müminlerin ümitlerini kaybetmemeleri onların imanlarından gelir. “Yarın kıyametin kopacağını da bilseniz elinizdeki hurma fidanını dikin” mealindeki hadis bize sadece ağacın ve ormanın kıymetini hatırlatmakta değildir. Aynı zamanda “kıyametin yaklaşması seni dünyayı imar etmeye gayret etmekten alıkoymasın” dersi vermektedir.

  1. Ümidin manevi sebebi: İkinci asr-ı saadet hedefi
  2. Bediüzzaman Hazretlerinin 20. Sözde ve diğer birçok eserinde ifade ettiği üzere, Peygamberlerin mucizeleri, başka birçok hikmetinin yanında, aynı zamanda, insanlık için, “ilim vasıtasıyla yaklaşılacak nihai hedefler” niteliğindedir. Kur’an’da bunların çokça zikredilmesinin bir sebebi de budur.

Nitekim konuyla ilgili olarak 20. Söz’ün 2. Makam’ındaki şu giriş açıklaması özellikle önemlidir:

“İşte Kur’an-ı Hakîm; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı maneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi; yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın herbirisinin eline bazı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor. İşte enbiyaların manevî kemalâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi; onların nazirelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki: Manevî kemalât gibi maddî kemalâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev’-i beşere hediye etmiştir.”

  1. Mü’minler kendi ahiret hayatlarına da ümitle bakanlardır. Bu ümit aynı zamanda Peygamberimizin asr-ı saadet mucizesinin ikinci kez ve ilim eliyle tahakkuku için çalışmayı gerektirir ve İnşallah o müjdenin tahakkukunu netice verecektir. Zira Peygamberimizin bu mucizesi de insanlara ve insanlığa birer hedef vermiştir. Şöyle ki:

Asr-ı saadet denilen dönemde Mekke-i Mükerreme’de ve Medine-i Münevvere’de yaşanan sosyal hayat insanlık için bir zirvedir. Ancak bu zirve beşerin o günkü sosyal itme kuvvetiyle ve o günün hızıyla çıkılabilir türden bir zirve değildir. O halde bu zirveye o toplum ancak bir mucizenin mukaddes kuvvetiyle çıkmıştır.

Peygamberimizin asr-ı saadet mucizesinden hakikat dersini alan hakiki müminler ahir zamanda o mucizenin bir benzerini ilim vasıtasıyla elde edebilir ve edecektir. Bu ikinci asr-ı saadet elbette birincisi kadar yüksek ve parlak olmayacaktır. Ama birincisinin sadece kapalı bir toplumda ve sınırlı bir coğrafyada takarrür etmesine karşılık ikinci asr-ı saadet açık toplumda ve daha geniş bir coğrafyada ve belki bütün dünya üzerinde kendisini gösterecektir.

  1. Ancak bu ümidin ve beklentinin bazı gerekleri vardır:

Birincisi, bu mucizenin tekrarının imana da taalluk eden tarafları vardır. Hazreti İbrahim’in ateşte yanmama mucizesinden yola çıkarak yanmayan elbiseyi keşfetme işini yapanların mümin olup olmaması önemli değildi. Oysa ikinci asr-ı saadeti elde etme keşfini ancak ihlaslı nasihatçi müminlerin öncülüğünde hareket edecek olan imanlı maddi ve manevi ordular yapabilir.

İkincisi, bu ikinci asr-ı saadeti elde etmenin önündeki manilerin bertaraf edilmesi işidir. Bu konuda da en büyük risk “erken bir kıyamet kopması” ihtimalidir. Bediüzzaman Hazretlerinin ahir zamanla ilgili müjdeler verirken bu kaydı koymasının sebebi, müminleri, manileri def etme vazifesinin şuurunda olma hususunda ikaz etmektir.

  1. KÜRESELLEŞMENİN MÜMİNLER İÇİN ANA HEDEFİ: İTTİHAD-TEKLEŞME

Dünyanın küreselleşmesinin tanışma ve benzeşmeyi ve giderek ittihadı ve tekleşmeyi artırdığı ve daha da artıracağı açıktır. Bu açıdan bakıldığında ikinci asr-ı saadet mucizesinin müminler eliyle ve içtimai iman ilmi vasıtasıyla gerçekleşmesi için tanışma ve benzeşmenin sürmesi ve üç halkalı bir etkileşime geçilmesi beklenir.

  1. İkinci asr-ı saadetin birinci halkası: İttihad-ı İslam
  2. Bediüzzaman Hazretleri “bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslam’dır” demekte ve bütün hamiyetli müminleri bu farzı ifaya davet ve teşvik etmektedir. Onun bu ifadeleri, arka planının anlayamayanlar için çok iddialı ve hatta ilk bakışta geleneksel “farz – vacip – sünnet – müstehap …” sıralamasına da aykırı bir hüküm içermektedir.

Oysa hakikati öyle değildir. Farzlarla ittihad-ı İslam arasında sıkı bir bağlantı ve lüzum derecesinde bir paralellik vardır. Şöyle ki:

İttihad-ı İslam evvela Kur’an’ın “innemel mü’minune ıhvetun” yani “mü’minler birbiriyle ancak ve sadece kardeştir” kuralı gereği müminlerin kalplerinin ittihad etmesidir. Bunun için yapılması gereken de ayetin devamında açıklanmıştır: “Fe eslihû beyne ehaveykum” emrini yerine getirmek yani “siz de boş durmayın, ‘bana ne’ demeyin, dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin” emrine uymaktır.

Bu şart yerine gelmeden müminlerin farz olan ferdî ibadetlerinin ve farz olan cemaatle ibadetlerinin kalitesinin yükselemeyeceği açıktır. Demek ki ittihad-ı İslam farzı diğer farzların da önündedir.

İttihadın ikinci halkası İslam dairesindeki sosyal tabakalar ve grupların ve alt kültürlerin birbiriyle uyumu ve kaynaşmasıdır.

Bu şart yerine gelmeden de müminlerin cemaatlerinin birbirlerine karşı, ırk, din ve mezhep milliyetçiliğinden kurtulması mümkün olmayacaktır. Basitçe ifade edecek olursak Arap kardeşine hakkıyla uhuvvet besleyemeyen bir Türk’ün kalbine, nefsi ve şeytanı, bilhassa namazda, “Arab’ın Kâbesi” fitnesini sokmayı başaracak ve onu namazdan soğutacaktır.

Üçüncü halka ise İslam devletlerinin kendi bayraklarını sancak yapıp tek bayrak altında birleşebilmesi ve bir tür “cemahîr-i müttefika-yı Amerika (Amerika Birleşik Devletleri) gibi bir “İslam Cumhuriyetleri İttifakı”nı kurmasıdır.

Bu halkanın tamamlanmasıyla birlikte müminlerin imanı kemale erecek, şuuru küllîleşecek ve ibadetleri makbul hale gelebilecektir.

  1. Bu üç halkanın ve bilhassa üçüncüsünün ancak meşveret ve şûra ile gerçekleşebileceği açıktır. Haccın bu meşveret ve şûra için önemli bir vesile olduğu ve olacağı da açıktır.

Bediüzzaman Hazretlerinin bu ittihad hususunda Amerika Birleşik Devletleri örneğini vermesinin ve Nur Talebelerinin başından beri Avrupa Birliği örneğini de önemli ve değerli görmelerinin sebebi budur.

Yoksa, İslam toplumlarından herhangi birinin ülkesindeki bir devleti yönetenlerin, kendi devletlerini (ve dolayısıyla bizzat kendilerini) diğerlerinden üstün görerek “biz lideriz, diğerleri bizim bayrağımızın altına gelsin” demesi pratik karşılığı olmayan bir davettir. Olmadığı da ortadadır.

  1. İkinci asr-ı saadetin ikinci halkası: Hıristiyanlarla ittihad

Ahir zamanda gerçekleşecek ikinci asr-ı saadet için önemli bir şart, “İsevi dininin hüsn-ü hatimesi” yani hayırlı bitişi ve adeta “altın vuruş”u için Hıristiyanlığın İslamiyet’le ittifakı, ittihadı ve İslamiyet’e iltihakıdır.

Yukarıda birinci başlıkta tarif ettiğimiz –farz olan- ittihad-ı İslam’ın gerçekleşmesi bu ikinci halka ittihadın hazırlığı ve hazırlayıcısıdır. (Bir yönden de bu ikinci halkadaki ittihada hazırlık birinci halka ittihadı hızlandıracak ve sağlamlaştıracaktır.)

Günümüzde maalesef bilhassa kamplaştırılmış dindar siyasetin elinde “dinler arası diyalog” dar kalıbına sıkıştırılarak harcanan bu hedefi ve ideali Bediüzzaman Hazretleri bundan neredeyse yüz sene önce Mektubât’ta 15. Mektupta Dördüncü Sualin Meali’nde ve başka bazı eserlerinde ayrıntılı olarak izah ve ifade etmektedir.

(Yapacağımız alıntının uzunluğu sebebiyle aşağıda önce ana metni “***” işaretleri arasında aynen aktaracağız ve ardından da bu alıntının bu makale için özellikle lazım olan bilgilerini ve hükümlerini, anladığımız kadarıyla, kendi cümlelerimizle ifade edeceğiz).

***

Dördüncü sualinizin meali:

Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki rivayetlerde gelmiştir ki: “Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.” Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?

Elcevab:

Hadîs-i sahihte rivayet edilen: “Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın geleceğini ve şeriat-ı İslâmiye ile amel edeceğini, Deccal’ı öldüreceğini” imanı zaîf olanlar istib’ad ediyorlar. Onun hakikatı izah edilse, hiç istib’ad yeri kalmaz. Şöyle ki:

O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mana budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:

Birisi:

Nifak perdesi altında, risalet-i Ahmediyeyi (asm) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Âl-i Beyt’ten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyan’ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.

İkinci cereyan ise:

Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zabitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşi bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûna hâkimiyet verir. Öyle de: Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisatı nev’inden müdhiş hârikalara mazhar olan Deccal ise; daha ileri gidip, cebbarane surî hükûmetini bir nevi rububiyet tasavvur edip uluhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlub olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın uluhiyet dava etmesi, ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.

İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hal-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur’an’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi’ ve İslâmiyet metbu’ makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kàdir-i Külli Şey’ va’detmiş, elbette yapacaktır.

Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’eden (Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misalîyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil.. belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va’detmiş ve va’dettiği için elbette gönderecek.

Hazret-i İsa Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsa olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.

İşte İsevîliğin din-i hakikîsi zuhur ile ve İslâmiyete inkılab etmesiyle, çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat yine kıyamet kopmasına yakın tekrar bir dinsizlik cereyanı başgösterir, galebe eder ve “El-hükmü lil-ekser” kaidesince, yeryüzünde “Allah Allah” diyecek kalmayacak, yani ehemmiyetli bir cemaat, Küre-i Arz’da mühim bir mevkiye sahib olacak bir surette “Allah Allah” denilmeyecek demektir. Yoksa ekalliyette kalan veyahut mağlub düşen ehl-i hak, kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı anında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.

***

Hulusi Ağabey’in dinî kaynaklarda gördüğü zahirî çelişkilerin giderilmesi adına Üstada sorduğu sorular ve cevaplarından oluşan Mektubat’tan ve yukarıdaki metinden ahir zaman ittifakı ve ikinci asr-ı saadet müjdesi adına anlayabildiklerimiz şunlardır:

  1. Ahir zamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdükten sonra insanların büyük kısmının hak din olan İslam’a gireceği Hadislerde bildirilmiş. Hâlbuki yine rivayetlerde gelmiş ki: “Yeryüzünde ‘Allah Allah’ diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.” İnsanlar böyle genelleşmiş bir biçimde imana geldikten sonra nasıl yine genellikle küfre giderler? İki rivayet arasında bir çelişki gibi görünen bu durum nasıl izah edilebilir?

Cevap:

  1. Öncelikle, sağlam ve sahih hadiste bildirilen “ahir zamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın geleceğine ve şeriat-ı İslâmiye ile amel edeceğine ve Deccal’ı öldüreceğine” dair rivayetleri, imanı zayıf olanlar akıldan uzak görüyorlar. Demek bu rivayetin hakikatı ve diğer kıyamet hadisleri ile ilişkisi izah edilse, hiçbir çelişki ve şaşkınlık sebebi kalmaz. Şöyle ki:
  2. O hadisin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadislerin ifade ettikleri genel manayı ortaya çıkarmak lazım. O mana da şudur:

Ahir zamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:

  1. Birincisi Peygamberimizin peygamberliğini inkâr edecek olan ve Hadislerde adı Süfyan olarak bildirilen dehşetli bir şahıs ve ekibi münafıkların başına geçecek ve nifak perdesi altında yani münafıklık yaparak İslâm şeriatını -ve onun kalesi olan şeairi (toplumsal dinî motifleri)- tahrip etmeye çalışacaktır.

Süfyan’a ve ekibine karşı, Peygamberimizin mübarek ve nurani neslinin manevi zincirine bağlanan ve hadislerde Muhammed Mehdi adı verilen bir nuranî zât, yine o nurani nesilden gelen ve velayet ve kemal ehli olan bir ekibin başına geçecek. Ve o zat bu ekibiyle birlikte o Süfyan’ın manevî şahsiyeti durumunda olan münafıkâne cereyanı öldürüp dağıtacaktır. (Bu başarı Asya’nın da bahtının miftahı olan ve Nur Talebelerinden başlayıp bütün ümmete yayılacak olan meşveret ve şura ile ve Türkiye’den başlayıp İslam dünyasına yayılacak olan, “İslamileştirilebilmiş demokrasi” ve “dindar cumhuriyet” ile elde edilecektir).

  1. İkinci cereyan ise ateizm ve materyalizm cereyanıdır. Allah’ı inkâr eden o cereyan mensupları, birer küçük Nemrud hükmünde gördükleri kendi nefislerine birer Rablık ve ilahlık verir. Ve onların başına geçen ve en büyüklerine Deccal denilen ve ispirtizma ve manyetizmanın etkileri nev’inden müthiş hârikalara mazhar olan reisleri ise daha ileri gidip, karanlık güce ve zulme dayanan iktidarına bir nevi Rablık ve İlahlık gücü verip ahmakça kendi ilahlığını ilân eder.
  2. Birinci (münafıkâne) cereyanın İslam dünyasında etkili olduğu ve ikinci cereyanın da dünyanın kalanında pek kuvvetli göründüğü ve dolayısıyla bütün dünya üzerinde bu iki cereyanın hâkim olduğu bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın manevi şahsiyetinden ibaret olan hakikî Hıristiyanlık dini görünür olacak yani Allah’ın rahmet semasından nüzul edecektir.

Mevcut Hristiyanlık dini bu nüzul ile birlikte ve o hakiki Hıristiyanlığın etkisiyle tasaffi edecek (saflaşacak, arı-duru olacak), hurafelerinden ve tahriflerinden sıyrılacak, İslâm’ın hakikatleriyle birleşecektir. Böylece Hristiyanlık manen (manası itibariyle) İslâmiyet’e -bir nevi- dönüşecektir. Ve Hıristiyanlık Kur’an’a uyup ona tabi olacaktır. Bu ilişkide Hıristiyanlığın şahs-ı manevîsi “tâbi olan” ve İslâmiyet de “kendisine tabi olunan” makamında bulunacaktır.

Hak din (İslamiyet) bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.

  1. Ama en önemlisi de şudur: Bu iki din ayrı ayrı kaldığı sürece dinsizlik cereyanına karşı mağlup durumda iken, bu ittihad (tekleşme) neticesinde, dinsizlik cereyanına galip gelip o cereyanı dağıtacak bir kabiliyet kazanacaktır.

Ayetin hükmüyle bildirildiği üzere göğe kaldırılan ve semavât âleminde insanî bedeniyle bulunan İsa Aleyhisselâm, bu tekleşmeden doğan galibiyet kabiliyeti görünür olduğunda, kendi hak dininin ve ümmetinin başına geçecektir.

  1. Bu haberi, bir Sadık Haberci olarak Peygamberimiz, elbette her şeye gücü yeten bir Kadîr-i Külli Şey’in vaadine dayanarak, hadislerinde haber vermiştir. Madem o haber vermiştir, o haber haktır. Madem Kâdir-i Külli Şey’ olan Allah vaat etmiştir, elbette yine O bu neticeyi yaratacaktır.

Hazreti İsa’nın gökten inerek ümmetiyle birlikte Mehdi’ye tabi olacağının yani Allah’ın bu vaadinin gerçekleşeceğinin delili şu dört şeydir:

1) her vakit göklerden melekleri yere gönderen,

2) bazen de melekleri (Hazret-i Cebrail’in “Dıhye” adlı sahabenin suretine girmesi gibi) insan suretine sokup görünür kılan,

2) ve ruhanî varlıkları ruhlar âleminden gönderip insan şeklinde görünür kılan,

3) hatta ölmüş velilerin çoklarının ruhlarını misalî vücutlarıyla dünyaya gönderen

bir Hakîm-i Zülcelal olan Allah’ın hikmeti; Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı, dünya semasında maddi vücuduyla bulunmasa ve hayatta olmasaydı ve hakikaten ölseydi ve âhiretin en uzak köşesine gitseydi dahi yine kendi dininin en mühim ve güzel bitişi şeklindeki bir büyük netice için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermesini gerektirirdi. Zaten onun hikmeti öyle gerektirdiği için bunu vaat etmiş ve vaat ettiği için de elbette Hazreti İsa’yı ümmetinin başına gönderecek.

  1. Ama Hazret-i İsa Aleyhisselâm geldiği vakit, herkesin onun hakikî İsa olduğunu bilmesi gerekli değildir. Onun yakın dostları ve has adamları iman nuru ile onu tanır. Yoksa onu açık ve genel bilgi derecesinde bir bilgiyle herkes Hazreti İsa olarak tanımayacaktır.

  1. İşte Hıristiyanlığın gerçek şeklinin ortaya çıkması ile ve İslamiyet’e dönüşmesiyle, gerçi o din dünyanın büyük çoğunluğuna nurunu neşreder. Fakat yine kıyametin kopmasına yakın tekrar bir dinsizlik cereyanı baş gösterir, dinsizlik üstün hale gelir ve yeryüzünde “Allah Allah” diyecek kimse kalmaz.

Ancak burada hadisin kastettiği, “hüküm ekseriyete göre verilir” kuralı gereğince, “yeryüzünde mühim bir alan kaplayacak şekilde ehemmiyetli bir cemaat tarafından ‘Allah Allah’ denilmeyecek” demektir. Yoksa azınlıkta kalan veyahut mağlup düşen hakikat ehli kıyamete kadar bâki kalacaktır. Yalnız, o son müminlerin kıyametin dehşetini görmemeleri için, onlara karşı bir rahmet eseri olarak, kıyametin kopmasından kısa bir süre önce o ehl-i imanın da ruhları alınacak, kıyamet geride kalan kâfirlerin başına kopacaktır.

  1. Özetle ifade edecek olursak, ahir zamanda dinsizliğe karşı tek başına mücadelede yetersiz kalacak olan İslam ve Hıristiyanlık, Hıristiyanların Hazreti İsa’nın emrine ve talimatına uyarak İslamiyet’e tabi olması sayesinde dinsizliği yenecek şekilde bir kuvvet elde edecek ve böylece ikinci asr-ı saadet gerçekleşmiş olacaktır.

Ancak ardından kısa bir süre geçtikten sonra dinsizlik yeniden galip ve dünyaya hâkim hale gelecek ve ardından da kıyamet kopacaktır. Kıyametten hemen önce müminlerin ruhu alınacak ve kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.

  1. İslam ile Hıristiyanlığın ittihadının bir anlamı, onların birleşmeyle ortaya çıkacak olan ikna gücü olduğuna göre her iki dinin mensupları kendisinde olmayanı diğerinden tedarik ederek birleşecektir.

Bu açıdan bakıldığında, Hıristiyanlıkta eksik olan vahyin sahih versiyonu ve şeriat (adil hukuk prensipleri) Müslümanların elindedir ve bunlar Hıristiyanlara intikal edecektir. Müslümanların elinde eksik olan ama aslında Müslümanlığın öz malı olan; kamu düzeni, medeni prensipler, adalet ve hakkaniyete riayet usulleri gibi sosyal düzen kuralları ise Batı’dan alınacaktır.

  1. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki “medeniyetler çatışması” tezine ve haklı korkusuna karşı geliştirilmiş olan ve aslında ahir zaman hadislerinden Bediüzzaman Hazretlerinin çıkardığı “Medeniyetler İttifakı Projesi” dünyanın ikinci asr-ı saadeti için anahtar kavram durumundadır.

Önemli olan, bir zamanlar Türkiye Cumhurbaşkanlığı makamının da sahiplendiği ve bugün kerhen yürüttüğü bu projeyi yeniden canlandırabilmektir. Bunun için de Türkiye AB ilişkilerinin pozitif yönde ilerlemesi çok önemli bir ön şart durumundadır.

  1. İkinci asr-ı saadetin üçüncü halkası: Diğer dinlerin kuşatılması

Hıristiyanlığın İslamiyet’e tabi olup dönüşmesi ve bu ittifak ve hatta ittihat sayesinde dünyanın önemli kısmının müminlerden oluşacak olması, akla, geri kalan dinlerin durumunu da getirmektedir.

Bizim kanaatimize göre, küresel köy durumuna gelen bir dünyada, diğer dinleri, felsefî akımları ve ideolojileri etkileyip dönüştürecek olan da yine İslamiyettir. Bu fikrimizi mezheplerin tekleşmesi ile ilgili bilgilere dayandırıyoruz. Şöyle ki:

Bediüzzaman Hazretleri mezheplerin tekleşmesi ile ilgili olarak 27. Söz’de (İçtihat Risalesinin Hatimesi’nde) şu ayrıntılı tesbitleri yapmaktadır.

“Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiya’dan sonra şeriat-ı kübrası, her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır. Evet nasılki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünki ahkâm-ı şer’iyenin teferruat kısmı, ahval-i beşeriyeye bakar. Ona göre gelir, ilâç olur. Enbiya-i salife zamanında, tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca ibtidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıt’ada bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş. Sonra âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya ibtidaî derecesinden, idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılabat ve ihtilatat ile akvam-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiye de giymediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse; o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi, mezahib de bir olmaz.”

Bu uzun ve veciz paragraftan konumuzla ilgili olarak bizim anlayabildiklerimizi ise şöyledir:

-Dinlerin hükümleri peygamberlerin geldiği asırlara göre değiştiği gibi milletlere göre de ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Ama son peygamberden sonra onun büyük şeriatı artık her asırdaki her millete ve topluluğa kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat dinî hükümlerin ayrıntılarında bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.

-Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar farklılaştırılır. Aynı şekilde asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin kabiliyetine göre dinî hükümler farklılaşır. Çünkü dinî hükümlerin ayrıntı kısmı, insanların durumuna bakar. Ona göre gelir, ilâç olur.

-Önceki peygamberler zamanında, insanlık âleminde sosyal tabakalar birbirinden çok uzak idi. İnsanların seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli idi. İnsanlar düşünüş ve tefekkür itibariyle ilkokul öğrencisi gibi ve başlangıç seviyesinde idi. Yaşayış itibariyle de bedevi hayata yakın idiler. Bu sebeple de o zamandaki şeriatlar, onların haline uyumlu bir tarzda ve dolayısıyla ayrı ayrı gelmiştir. Hatta bir kıt’ada, bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş.

-Sonra, ahir zaman Peygamberinin gelmesiyle; insanlar güya iptidaî (ilkokul) derecesinden idadiye (ortaokul-lise) derecesine yükselip çıktı. Çok inkılaplar ve ihtilaller sonucunda, insanlık âleminin milletleri bir tek dersi alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek hukuk sistemiyle amel edecek duruma geldi. Dolayısıyla da ayrı ayrı şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı öğretmene (peygambere) de lüzum görülmemiştir.

-Fakat insanlık âleminin ayrı ayrı toplulukları henüz tamamen bir seviyeye gelmediğinden, tek bir sosyal hayat formu giymediğinden ve dolayısıyla farklılık ihtiyacı tam olarak bitmediğinden bu kere (dinler değil ama) mezhepler biçiminde çeşitlilikler ortaya çıkmıştır.

-Eğer insanlık âleminin büyük çoğunluğu bir yüksekokul talebesi gibi olsa, yani tek bir sosyal hayat formu giyse ve bir seviyeye girse; o zaman mezhepler tekleştirilebilir. Fakat bu mevcut dünya hali o hale müsaade etmediği gibi, bugünün şartlarında mezhepler de tekleşemez.

Özet olarak şunları söyleyebiliriz: Eskinin peygamberleri dinî hükümleri ve aralarındaki farkları yönünden İslam’ın mezhep imamlarının durumuna benzetilebilir. Dinler arasındaki fark, yerini mezhepler arasındaki farka bırakmıştır. Bir süre sonra, şartlar olgunlaşınca ya da olgunlaşırsa mezhepler de birleşecektir.

Bu benzeşme hali aslında dünyanın küçük bir köy haline gelmesi sayesinde olduğuna ve olacağına göre bu benzeşme ve etkilenmenin İslam’ın diğer dinler üzerindeki etkisi şeklinde de ortaya çıkması mümkündür. Burada önemli olan Müslümanların İslam’ı temsil kapasitesinin geliştirilmesidir.

Bediüzzaman Hazretleri 1911’de neşrettiği Hutbe-i Şamiye adlı eserinde İslam’ın yayılmasının önündeki engelleri sayarken muhataplardan kaynaklanan engeller yanında müminlerden kaynaklanan engelleri de ayrı bir kategori olarak sınıflandırmaktadır. Ayrıntılı bilgi için Köprü Dergisinin “Said Nursî’nin İslam Dünyası Tasavvuru: Hutbe-i Şamiye” Dosya Konulu Bahar 2011 Sayısına (114. Sayı) bakılabilir. Linki: https://www.koprudergisi.com/bahar-2011/

  1. Kıyamete gidiş

Bu aşamada akla şu soru gelebilir: İslamiyet bütün dinlere ve bilhassa dinsizliğe galip gelmiş iken ve asr-ı saadet neredeyse dünya çapında yaşanmaktayken nasıl olacak da Allah Allah diyen kalmayacak ve kıyamet kopacaktır?

Bu sorunun cevabı bir temsille verilebilir:

Yüzlerce ve hatta binlerce yıldır canlı olan bir ağaç düşünelim. Belki bazı ihtiyarlık alametleri görünebilir ama canlı olduğu sürece o ağaç meyvelidir ve hatta zeytin ağacında olduğu gibi yaşlandıkça meyvesinin kalitesi artabilir. Ama bir gün gelir, Allah bir sebep halk eder ve o koca mükemmel ağaç bir mevsimde solar, ömrü tükenir ve ölür.

İslamiyet’in galibâne devamı ile kıyamet arasındaki süre de böyle kısa bir süre olabilir.

Başta da söylendiği üzere müminlere düşen, ağacı canlı tutmak için aşağıdaki başlıkta bir kısmına yer vereceğimiz türden doğru teşhisler (gelecek okumaları) ve doğru reçete tatbikleri (tecdit nevinden güncellemeler) yardımıyla gerekli bakımı yapmaktır. Gerisi Allah’ın takdirine aittir.

Mümin çalışkandır ve mütevekkildir. Vazifesini yapar, Allah’ın takdirine ve vazifesine karışmaz.

  1. GELECEK: GELECEKTE BİR GÜN O DA GELECEK

Gelecekle ilgili tahminleri ve teşhis ve tedavileri -anlayabildiğimiz kadarıyla- Risale-i Nurun bakış açısıyla izah etmeye çalışacağımız bu bölümle birlikte Bediüzzaman’ın gelecek tasavvurunu da netleştirmiş olacağız.

Eski Dünya bitmiştir, mazi olmuştur. Yeni Dünya hızla yayılmaktadır. (Bu cümlede ve bu bölümde kullanacağımız “Eski Dünya” ve “Yeni Dünya”lar beşerî coğrafyanın kullandığı bir tabir olarak “eski kıtalar” ve “yeni kıtalar” anlamında değildir. Zaman olarak mazinin dünyası ve istikbalin dünyası anlamındadır.)

Bu konudaki birinci veri, “Eski Dünya” ile “Yeni Dünya” arasındaki en önemli fark olarak “dünyanın küçük bir köy haline gelmiş olduğu” gerçeğidir.

İkinci veri, Eski Dünyada duyguların ve kuvvetin hâkim olmasına karşılık Yeni Dünyada aklın ve hikmetin hâkim olacak olmasıdır.

Aşağıda bu veriler üzerinden bazı tesbitler ve tahminler yapacağız.

  1. Ulaşım keşifleri ve virüsler

Eski Dünyada ulaşım sınırlı idi. Maddi virüsler tüm dünyayı dolaşamıyordu. Karantina kolaydı ve mümkündü. Bulaşıcı hastalıklar yaygınlaşamıyordu. Pandemi (küresel salgın) diye bir kavram yoktu.

Yeni Dünyayı ortaya çıkaran ulaşım keşifleri insanı mobilize etti ve insana tesir eden maddi virüsleri kolaylıkla tüm dünyaya bulaşabilir hale getirmiş oldu. Bundan geri dönüş mümkün görünmemektedir. Köye dönüş ya da doğaya dönüş gibi projeler güzeldir ama artık genelleşebilir şeyler değildir.

Brezilya’nın Yağmur Ormanlarında tarih dışı olarak yani kendi ilkellikleri içinde ve medeni dünyadan habersiz yaşayan kabilelere medeniyetin ulaşmasının Devlet eliyle engellenmesi ve bunun sebebinin de “tüm medeni dünyayı etkileyecek ve insan neslini yok edecek bir bulaşıcı hastalığın ortaya çıkması halinde insan neslinin bu insanlar eliyle devam edebilmesini sağlamak” olarak açıklanması ibretlik bir örnektir.

Eski Dünyanın tanımadığı ve Yeni Dünyanın en eski kavramlarından biri olan nüfus cüzdanı ve pasaportlar ile Yeni Dünyanın icadı olan uluslararası sisteme entegre edilmiş vatandaşlık numarası yardımıyla kişileri tanıma ve izleme uygulamaları, yine Yeni Dünyanın geldiği aşamada en fazla sorgulanan keşif varlıklar olmuştur.

Bu sorgulama, coğrafi sınırları aşmayı tarihin başından bu yana kendisi için bir başarı olarak gören insanoğlunun, başka insanlara ve aslında kendisine siyasi sınırlar (devlet sınırları ve tel örgüler) koymasının anlamsızlığı ve gereksizliği noktasına varmıştır veya varacaktır.  İki dünya savaşı sonrasında yaşananlar ve bilhassa Avrupa Birliğinin “sınır kaldırıcı rolü” nazara alındığında, bütün dünyanın imrendiği ve aslında mümkün olabileceğini gördüğü “serbest dolaşım hakkı” gelecekte çok tartışılacak ve geliştirilecek haklardan biridir.

  1. İletişim keşifleri ve fikrî virüsler

Eski Dünyada bilgiye erişim sınırlı idi ve iletişim diye bir kavram yoktu. Kapalı toplumsal yapılar fikirlerin evrensel hale gelmesini engelliyordu. Yeni Dünyada fikirlerin çarpışma ve yayılma hızı ışık hızına eşitlenmiştir. Siyasi sınırlar ve pasaportlar, sınırlardan pasaportsuz geçen yazarların internetten yayılan e-kitaplarını ve hatiplerin sosyal medyadan yayılan seslerini engelleyemez hale gelmiştir.

Fikir çarpışmaları ve çatışmaları hızlanmış, genelleşmiş ve evrenselleşmiştir. Hatta bazı yönlerden “virütik yayılma”ya dönüşmüş ve P&R (public relations) çalışmalarından beslenir ya da etkilenir hale gelmiştir.

Yerel fikirler ya yerel olmaktan ya da fikir olmaktan çıkmaktadır. Bu durumda eğer erken bir kıyamet kopmazsa evrensel fikirler “ortak iyi”lerin ve “ortak doğru”ların çoğalmasına ve yayılmasına hizmet edecektir. Tepsileşen dünyada, fikrine güvenen herkes, aslında bir Kraliyet Parkı olmasına rağmen Kralın ve Kraliyetin eleştirilebildiği Londra’nın meşhur Hyde-Park’ına benzeyen sanal Parklarda sözüyle ve duruşuyla er meydanına çıkacaktır.

Elbette bu fikir yayılmasının içinde virütik fikirlerin yayılması da vardır ve hep olacaktır. “Mülkiyetsizlik”cilikler, “eşitliksizlik”çiler, milliyetçilikler, hayvanlaştırıcı gayri ahlakî davranış tercihleri yayıcıları ve diğer şeytanî ve nefsanî fikirler de yayılacaktır. Zira zulüm devam etmez ama küfür devam eder. Zira fikirler arası cidal ve cedel insan tabiatının bir parçası olarak berdevamdır ve beşer tabakaları arası harpler ise “bir o bir öbürü” kazanarak devam eder gider.

  1. Doğum kontrolü ve nüfus azalması

Eski Dünyada doğurganlık sınır ve kontrol altında değildi. Çocuk ölüm oranları da yüksekti ama doğum oranları daha yüksekti ve dünya nüfusu “hızla” artıyordu.

Doğum kontrol “malzeme”lerinin keşfi insanın sayısı ile insanın kalitesi arasındaki ilişkiyi karmaşıklaştırmıştır. Yeni Dünyanın ilk ideallerinden olan “az sayıda ama kaliteli çocuk yetiştirme” ideali çökmüştür. Tek çocuk “sendrom”u artık genel kabul gören bir hastalık belirtisidir. Bir ana babanın evladına bırakabileceği en büyük servetin bol kardeş olduğunu herkes anlamıştır veya anlayacaktır.

Ailenin yerine başka bir şeyin ikame edilemeyeceği görülmüştür. Her şeyi; malı, sağlığı, beşerî ilişkilerde kaliteyi, hatta zamanı satın alabilen paranın, aile ve akrabadan başka her şeyi alabileceği ama sıra aile ve akrabaya geldiğinde onları satın alamayacağı anlaşılmıştır.

Yeni Dünyanın, ana babaya ceninin ve dolayısıyla çocuğun cinsiyet tesbiti ve tercihi konusunda fırsat tanıması meselesinde duvara toslayacağı da çok geçmeden anlaşılmıştır. Doğumda kız/erkek oranının %50’lik eşitliğinin gayrı fıtri müdahalelerle bozulmasının nüfus dengesine olumsuz etkisi ve kıyameti yakınlaştırma riski gittikçe daha fazla görünür hale gelmiştir.

Aynı şekilde “dünyanın daha yaşanabilir bir yer olması” için “nüfus seyretmesi” yapma düşüncesinin yanlışlığı da her geçen gün daha net görülmektedir. Zira birilerinin zulmen öldürülmesi ondan geriye kalan başka birilerini zalim yapmaktan başka işe yaramamaktadır. Zira dünyada –şimdilik bilhassa kuzey yarım kürede- insanlar artık yoksulluktan, kıtlıktan ve açlıktan değil; alkolden, uyuşturucudan, şeker, yağ ve tuz tüketimindeki aşırılıktan … ve özetle yokluktan değil tokluktan ölmektedir.

Elbette birileri nüfusu azaltabilmeyi ve bunun için de salgınlar ya da savaşlar yoluyla kitlesel ölümler meydana getirmeyi hedefliyor ya da planlıyor olabilir. Bu tür girişimlerin dünyanın maddi hayatına etkisi ve engellenmesi, “erken bir kıyamet” riskini de hatırda tutmayı ve küresel bakış açısıyla ve uluslarüstü örgütlenmeler yardımıyla tedbir almayı gerektirmektedir.

  1. Uçağın keşfi ve sivil savaşlar

Eski Dünyada kaleler askerî koruma alanları idi. Kalelerin koruduğu köyler ve şehirler savaşın dışında idi. Askerî bir başarı ile bir kaleyi elde eden, vahşi ve yağmacı değilse, bu fetihle aslında sağlam bir şehri elde etmiş oluyordu. Savaş taktikleri bunun üzerine kurulu idi.

Uçağın keşfi kale ve düşman hattı kavramını değiştirmiştir. İki dünya savaşının da gösterdiği üzere savaş sivil alana yayılmıştır.

Şimdi artık savaşlar robot teknolojisi ve insansız gezen mikro-makro araçlar veya insansız uçan araçlar sayesinde başka bir şekle dönüşmüştür. Gelecekte nanoteknolojiyle üretilmiş virüsler ve anti virüsler üzerinden başka savaş biçimleri göreceğiz. Bu savaşlar da belki de “erken bir kıyamet” riskinin habercileri olacaktır ve küresel bakış açısıyla ve uluslarüstü örgütlenmeler yardımıyla tedbir almayı gerektirmektedir.

  1. Hürriyet ve mülkiyetin yaygınlaşması
  2. Aslında bir çelişki olan “güçlü devlet, zayıf birey” denklemi Yeni Dünyanın ilk dönemlerinde totalitarizmin de etkisiyle “iyi bir şey” olarak kabul ediliyordu. Yepyeni Dünya bu çelişkiyi de aşmıştır. Kalıcı güçlü devlet için hürriyet ve mülkiyetle güçlendirilmiş fertlere ihtiyaç olduğu anlaşılmıştır. Hürriyet mülkiyeti ve mülkiyet de hürriyeti istemekte ve gerektirmektedir. Hürriyetsiz mülkiyet anlamlı değildir. Mülkiyetsiz hürriyet ise değerli değildir. Ancak yine de aslolan hürriyettir zira hürriyet mülkiyeti buldurur ve seçtirir.

Bediüzzaman Hazretlerinin “ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” demesinin sebebi de budur.

  1. Hürriyeti de mülkiyeti de doğru şekilde kullanmayı sağlayacak ana unsur ve maya ise imandır. Hakiki imanlı fazilet sahibi mülküne emanet olarak bakar ve paylaşmakta zorlanmaz. Hürriyetine ise sınırı kendisi çizer ve nefsinin esareti altına girmekten kurtulur.
  2. Eski Dünyada bir çocuğun ana babasına karşı hürriyet dava etmesi kolay değildi. Etse dahi bunu ancak yaşı ilerlediğinde yapabiliyordu.

Yeni Dünyada ise hürriyet ana-babaya karşı bile hürriyet ve bir yönüyle erken bir serbestiyettir. İnsanın “sürüden ayrılma zamanı” erkene çekilmiştir. Bu hürriyet doğru yönde olursa aslında insanı hayvanlardan farklı kılan tekil farklılığının hakiki bir tezahürü olur. İnsanı insan yapar; ömrünün bereketini, üretkenliğini ve verimliliğini artırır.

  1. Hürriyetin bir tezahürü ve neticesi de özel mülkiyet talebinin ve “ihtiyacının” artmasıdır. Malikiyet ve serbestiyet at başı giden iki kavramdır. Yeni Dünyada mülkiyet biçim değiştirerek yaygınlaşacaktır. Mesela herkesin kendisine ait bir akıllı telefonu olacak ama bu akıllı telefonu imalatçısından ya da toptancısından kiralayacak ve böylece kayıp, çalınma, bakım, tamir gibi dertlerinden kurtulmuş olarak “bir tür sahip” olacaktır.
  2. Mülkiyetin artması mülke ihtiyacın azalması sonucunu doğurmaktadır. İhtiyaçlar azaldıkça hayat kalitesi artacaktır. Bu da toprağa bağımlılığı azaltmaktadır. Böylece mülkiyetin en değerli cinsi olan toprak (taşınmaz) mülkiyeti eski önemini kaybetmektedir ve edecektir. Nüfus hareketliliği de toprağa bağımlılığı azaltacak ve hemşerilik ve vatanbirliği gibi kavramlar eski önemini kaybedecektir.
  3. Toplumsal dönüşümler
  4. Yukarıda özetlediğimiz gidişatın bir adım sonrası, farklı toplumlar yerine tek toplumun ve alt toplumların ve farklı kültürler yerine tek kültürün ve alt kültürlerin ortaya çıkmasıdır. Gelecekte servetin artışı ile birlikte kültürün ve kültürel faaliyetin değeri artacak ancak bir yandan da kültürel farklılıklar değersizleşecektir.
  5. Dinî açıdan dünyanın dar-ul harp ve dar-ul İslâm olarak iki coğrafyaya ayrılması dönemi sonra ermiştir. Eskiden dar-ul İslâm denilen yerlerin büyük kısmı halen maalesef iç çatışmalar sebebiyle bir tür dar-ul harp durumundadır ve üstelik G7 ve diğer zengin ülkelerin silâh tüccarlarının deney ve kazanç alanı halindedir. Artık Dünya’nın karalarının ve denizlerinin büyük kısmı dar-us sulh seviyesindedir.

Dünya siyasetinde söz söyleyenler için elbette asıl hedef dar-us sulhu genişletmektir. Erken bir kıyamet kopmazsa bu hedefe de ulaşılacaktır.

  1. Böyle bir küresel barış ortamı ancak küresel ye’cüc me’cüc riskini bertaraf edecek olan samimî bir kantara/köprü ile tesis edilebilir. Faiz bataklığını kurutup zekât köprüsünü kurmak, küresel sosyal dokuyu düzeltecektir. Zenginle fakir arasındaki uçurum zekât emri ve faiz yasağı gibi sosyal düzen tedbirleriyle doldurulamadığı takdirde dünya ye’cüc ve me’cüc tehdidiyle daima karşı karşıya olacaktır.

Çözüm için ulusal ve uluslararası yardım fonları gibi küresel mekanizmalara ve “vatandaşlık temel geliri” gibi sosyal desteklere ihtiyaç artacaktır.

Vatandaşlık temel geliri; her bir bireye, herhangi bir sınırlama, ayrım veya şart olmaksızın, temel ihtiyaçlarını karşılayabileceği miktardaki parasal büyüklüğün, devletler veya devletüstü örgütler eliyle, şartsız bir şekilde ve başkaca gelirlerinden bağımsız olarak, ömür boyu düzenli olarak ödenmesidir. Bu gelir; işsizlik, yoksulluk, toplumsal refah, sosyal adalet ve gelir dağılımındaki dengesizlikler, bireysel ve organize suçlar, terör, eğitim, sağlık ve kısaca insanlık ile ilgili birçok konuda, günümüzdeki ve gelecekteki problemlerimizin birçoğunun çözümüne önemli katkılar sağlayacak, hatta çözebilecek nitelikte olabilir.

Teknolojik gelişmeler, otomasyon, robotlar ve özerk sistemlerin her geçen gün daha çok devreye alınıyor olması gibi sebeplerle dünyada her geçen gün meslekler kaybolmakta ve işgücü ihtiyacı azalmakta, dolayısıyla işsizlik artmakta ve dolayısıyla küresel çapta isyanları ve kitlesel eylemleri engelleyebilmek üzere “vatandaşlık temel geliri” güçlü bir çözüm modeli olarak her geçen gün daha çok kabul görmektedir.

Ancak unutulmamalıdır ki insan maddi vücuddan ibaret değildir. İnsanın kalbini inançla doyurmak karnı doyanların gözünü de doyurmanın bir ön şartıdır. Aksi halde karnını doyurabilenler dahi “ibahe mesleği” denilen azdırıcı fikirlerin de etkisiyle kolaylıkla modern yağmacılığa kayabilirler.

  1. İnternet ve bilgisayar teknolojilerinin de yardımıyla insanı ve eşyayı numaralandırarak merkezî sistemle takip etmek ve sınıflandırıp sınırlandırmak kolaylaşmaktadır. Devletlerin ve yeni elektronik devlet türleri de denilen ve toplulaştırdıkları bilgiler (“big data”lar) üzerinden “güven ölçücü” görevi yapan Google gibi merkezî sistemlerin etkisi artacak ancak etki biçimi değişecektir.

Devlet sistemlerinde cumhuriyetler lehine değişiklikler artacak, imtiyazsızlık isteği devletlerin bu yönde de biçim değiştirmesine sebep olacaktır.

  1. Eğitim biçim değiştirecek, ev okulu uygulamaları yaygınlaşacak, kamusal belgeler olan diplomalar yanında sivil belgeler niteliğindeki sertifikalar da değer kazanacaktır.

Bediüzzaman Hazretlerinin “mana-yı harfî okulu” olarak da adlandırabileceğimiz Medresetüzzehra modellemesi herkes tarafından kabul edilebilir olağan bir teklif haline gelecek ve bu modelin diplomalı (sertifikalı) modelleri çeşitli formlarıyla uygulamaya geçecektir.

  1. Medeniyetler arasında çatışmalar azalacak ve hatta sona erecek, insanlık ortak noktalarda buluşma başarısını yakalayacaktır. Bu açıdan bakıldığında Kur’an medeniyetinin önü açılacak, Batı medeniyeti de denilen “mimsiz medeniyet”, yerini Kur’an’dan ders alan ortak insanlık medeniyetine bırakacaktır.

Bediüzzaman Hazretleri bu konuda Sünuhat’ta şunları ifade etmektedir:

“Şeriat-ı Ahmediye’nin tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfi esasları yerine, müsbet esaslar vaz‘ eder.”

  1. Küreselleşme dünyayı düzleştirmiş ve herkesin her şeyi görmesini ve duymasını sağlamıştır. Hatta bu düzlük bile bir tür çukurluğa dönüşmüştür. Dünya, bütün boğuculuğuyla, çukura düşen insanın ve insanlığın üzerine üzerine gelmektedir. Aslında insanın çok uzağında cereyan eden ama “haber kanalları” denilen akış yolları üzerinden her yerden duyulan acı ve üzücü haberler, insaniyet alâkâdarlığının kontrolsüz kalması sebebiyle insanın zihnini ve kalbini ufka ve afaka dağıtmaktadır. Bu durum, enfüsî tefekkür (içine dönme ve kendisini tanıma ve kontrol etme) kabiliyetini kaybeden insanı manen boğmaktadır. Depresyon insanlığın yeni normali olmaya doğru gitmektedir.

Yaşama lezzetini ve mutluluğu arayan insanın, hayatını; iman ile hayatlandırması, Yaratıcısına ibadetle süslendirmesi ve günahlardan çekinmekle muhafaza etmesi, çağları aşan beşerî bir zarurettir.

Demek, imana hizmet, geleceğin de en önemli hizmeti ve faaliyetidir.

 

SONUÇ

Bediüzzaman Hazretleri müceddid bir İslam âlimi olarak dünyanın ve İslam’ın geleceği hakkında önemli tesbitlerde bulunmuştur. Kıyamete kadar gidecek süreçte insanlığın yaşayacağı maddi ve manevi değişimlere dair ihtimalleri Ayet ve Hadislerden iktibas ederek eserlerinde öngörmüş ve bunların İslam lehine sürmesi için yapılması gerekenleri de bildirmiştir.

Dünyanın küreselleşmesi insanı maddi olarak her şeyden haberdar yapmakta ancak bu bilgi insanı manen boğmaktadır. Bilimin gelişmesi ve bilimsel üretimin artması insanı daha bilgili yapmakta ancak bu bilgi insana ölüm karşısında acizliğini ve fakirliğini unutturamamaktadır. Teknolojinin gelişmesi insanın maddi varlığını ve servetini artırmakta ancak tatmin duygusunu azaltmaktadır.

Hayatın lezzetini ve zevkini isteyen insanlığın; dünyevî lezzetleri tahrip eden ölümü ve sonrasını ve ölümden gelen elemi lezzete çevirecek müjde olan ahireti ve cenneti de hesaba katarak yaşaması şarttır.

Nur Talebelerinin vazifesi, insanın Allah’a ve ahirete iman ihtiyacının farkında olmak ve “gelecek bilinci” içinde duruma uygun vasıtalarla Kur’an ve iman hizmeti yapmayı sürdürmektir.