Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında; Meşrutiyet, Hürriyet ve İstibdat

In the Light of Bediuzzaman’s View; Constitutionalism, Freedom and Despotism

Abdülbâkî Çimiç

 

 

 

Özet

Bediüzzaman’ın hürriyet fikirlerine ilk olarak 1894-95 yıllarında Mardin hayat devresinde tevafuk ediyoruz. O Mardin’e gelmeden önce 1876’da Birinci Meşrûtiyet ilân edilmiş olduğundan meşrûtiyet ve hürriyet kavramları zaten az çok tartışılıyordu. 1907’de İstanbul’a gelen Bediüzzaman kendisini meşrutiyetle ilgili yoğun tartışmaların içinde bulur ve tartışmalara katılır. Meşutiyet’e Kuran adına sahip çıkan Bediüzzaman, Meşrûtiyetin ikinci yılında yaptığı seyahatte Doğu’daki aşiretlere de meşrutiyet ve hürriyeti anlatır. Bu çalışmada Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerinden yola çıkarak onun meşrutiyet, hürriyet ve istibdat gibi kavramları nasıl ele aldığı incelenecektir.

Anahtar Kelimeler

Kanun-ı Esasi, Meşrutiyet, Hürriyet, İstibdat, İman

 

Abstract

We meet Bediuzzaman’s first ideas of freedom in his life in Mardin between 1894-1895. Before he came to Mardin, the First Constitutional Monarchy was proclaimed and the concepts of constitutionalism and freedom were discussed on all grounds. Bediuzzaman also participated in these discussions and expressed his ideas. It is very remarkable that Bediuzzaman embraced the Constitutional State in the name of Islam and applauded freedom in these discussions. Bediuzzaman’s approaches to the concepts of Constitutional Monarchy, Freedom and Despotism, who is aware of the pains in the Ottoman Empire with the changes in the world at the beginning of a new century, are extremely important in shaping the future correctly. In this study, Bediuzzaman Said Nursî’s perspective on the concepts of Constitutionalism and Freedom and his vision of the future will be discussed.

Key Words: Constitution, Constitutional Monarchy, Freedom, Despotism, Belief

Bediüzzaman ve Meşrûtiyet

Birinci Meşrutiyet 23 Aralık 1876’dan 14 Şubat 1878’e kadar devam eder. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın (93 Harbi) başlaması nedeniyle II. Abdülhamid’in 14 Şubat 1878’de Meclis-i Mebusan’ı kapatmasıyla sona erer. Dolayısıyla Birinci Meşrûtiyet olarak adlandırılan dönem, Osmanlı târihinin yaklaşık bir buçuk senelik bir bölümünü kapsar.

8 Ekim 1876’da yapılan seçim ile Mebusan Meclisi kurulur. 69 Müslüman, 46 Gayrimüslim mebustan oluşan Meclis 19 Mart 1877’de Dolmabahçe Sarayı’nın açılmasıyla resmen göreve başlamış olur. Ancak meclisin açılmasından 36 gün sonra Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş ilan eder. Müslüman mebuslar durumdan Padişah’ı sorumlu tutarken, gayrimüslim mebuslar ise kendi çıkarlarını gözeten faaliyetler yürütürler. Abdülhamid, yaşanan gelişmeler üzerine 14 Şubat 1878’de meclisi feshederek Mutlakıyet yönetimine döner. Böylece her sorunu çözeceği ümit edilen I. Meşrûtiyet, bir yıldan biraz daha uzun bir süre sonra sona ermiş olur.

Birinci Meşrûtiyet’in sona ermesinden yaklaşık otuz sene sonra İkinci Meşrûtiyet ilan edilir. İkinci Meşrûtiyet’in îlânı ise 23/24 Temmuz 1908 gecesidir. [1]

Halkın kendisini idare edeceği temsilcileri seçmesi ve temsilcilerin de mecliste çıkardığı kànunlar ile milleti idare etmesine “meşrûtiyet” denir. Osmanlının son asrı hürriyet ve istibdad tartışmalarıyla geçmiştir. Hürriyet nedir? İstibdat nedir? Bu iki kavramın İslâm’la ilişkisi nasıl kurulmalıdır? Meşrûtiyet İslâmî köklere dayandırılabilir mi? Bu ve benzeri soruların cevaplarının arandığı tartışmalar, Yeni Osmanlılar’dan Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar geçen süre içerisinde tartışılan konular olmuştur.

Bediüzzaman’ın Sultan Ahmed Meydânı’nda nutuk îrâdı, 26 veyâ 27 Temmuz 1908 tarihidir. Bu nutuk, “Hürriyetin üçüncü gününde, İstanbul’da, hem sonra Selânik’te Meydan-ı Hürriyet’te binler siyasîlere karşı dâvâ ettiği ve bütün kuvvetiyle şeriatı istediği ve hürriyeti ve meşrûtiyeti şeriata hizmetkâr yaptığı…”[2] bir nutuktur. Îrâd ettiği bu nutuk daha sonra Misbâh (2-9 Ekim 1908) ve Şark ve Kürdistan (?-5 Aralık 1908) gazetelerinde neşredilmiştir.

Bediüzzaman meşrûtiyetin ikinci yılında, doğudaki aşiretlere bahardan güze kadar süren bir yaz ziyareti yapar. Güzden bahara kadar da Suriye ve Irak’a Arap ülkelerinde gezerek kış yolculuğu yapar. Dağları ve sahraları medrese kabul ederek o bölgelerde meşrûtiyeti ders verir. Artık zaman ve zeminin meşrûtiyet ve hürriyet asrına hazır hale geldiğini, şeriatın meşrûtiyet ve hürriyet zemininde tatbik edileceğini görür. Bir kısım Kur’ânî işaret ve beşaretlerin de meşrûtiyet ve hürriyete işaret ettiğini gören Bediüzzaman Anadolu, Rumeli ve âlem-i İslâm’ın fıtratına uygun bir cereyanın zamanının geldiğini görerek bu cereyana bir kudsiyet verilmesi gerektiğini, şerîat adına sahip çıkılmasının zaruretini anlatmak için yollara düşer.

Görür ki Kürtler ve Araplar meşrûtiyeti gayet garip bir surette telakki etmişler. Şeytanın arkadaşları onlara meşrûtiyeti çok yanlış anlatarak hürriyete ve hürriyeti bize getiren meşrûtiyete karşı cephe almalarına neden olmuştur. Bediüzzaman bu yanlış anlayışı düzeltmek için çok gayret eder. Dağ, ova, çadır ve göçerleri gezerek meşrûtiyet ve hürriyeti ders verir. Bediüzzaman gezdiği yerlerde hemşehrilerine Meşrûtiyetin kànunu ile yani soru cevap ile meşrûtiyeti ders verir.

Bediüzzaman,  “Ey Seyda! İstanbul’a gittin. Bu inkılâb-ı azîmi gördün. Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?”[3] diye sorulan suallere “Sizlere müjde getirdim.”[4] der. O zaman bazıları kendisine “meşrûtiyette fenalık var” derler. Bediüzzaman “Nurdan zarar gelmez; gelirse, huffaşa (yarasaya) gelir, murdar şeylere gelir.”[5] diye cevap verir. Sonra şöyle haykırır: “Size bütün kuvvetimle, bütün dünyaya işittirecek tarzda bağırarak derim ki, umum İslâm’ın ve özellikle Osmanlı’nın ve bilhassa Kürtler’in saadetinin fecr-i sadıkı meşrûtiyettir.” Ayrıca “Faraza şu devletin yarı milleti pahasında verilseydi gene ucuz düşerdi.”[6] tespitini yaparak endişe içinde olanları teskin eder. Sonra “Biz böyle işitmedik.” diyenlere Bediüzzaman “Şeytanın arkadaşları çoktur.”[7] şeklinde cevap verir.

Meşrûtiyet bir nevi hürriyettir.  Bediüzzaman “Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz, ta elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın.”[8] der. Ama ne var ki zayıf istibdat bir süre sonra hürriyet perdesi altında şiddetli istibdatı, sonrasında ise istibdat-ı mutlak ile pek acı ve zehirli bir istibdadı bize içirir.

Bediüzzaman, meşrûtiyeti isim ve resim olarak değil; adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet (Kanun Hâkimiyeti) şeklinde değerlendirir. Daha sonra Bediüzzaman “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.”[9] diyerek, önemli olanın isim değil içerik, suret değil hakîkat olduğunu, “Cumhuriyet ve Demokrat manasındaki Meşrûtiyet ve Kànun-i Esasi denilen adalet ve meşveret ve kànunda cem-i kuvvet”[10] ifadeleri ile Demokratlık ve Cumhuriyet’in de Meşrûtiyetle aynı anlamda olduğunu ifade etmiştir.

Bediüzzaman’a göre Meşrûtiyet, Kànun-i Esasi, Demokrasi ve Cumhuriyet arasında içerik ve hakîkat olarak fark yoktur; ancak uygulamada uygulayıcıların bunların gereği olan “Adalet, meşveret ve kànunda inhisar-ı kuvveti” sağlamada eksiklik ve noksanlıklarından kaynaklanmaktadır. Sıkıntı ve tartışma bu noktadan cereyan etmektedir. Günümüzde de işin hakîkatine değil de suretine, içeriğine değil de ismine ve resmine bakanların Bediüzzaman’ı anlamadıklarını görmekteyiz. Sıkıntı Demokrasi ve Cumhuriyetten, Kànun-i Esasi ve Meşrûtiyet’ten değil, anlayışsızlıktan ve ruhen istibdadı arzu edenlerin bu arzu ve isteklerine göre yaptıkları uygulamalardan kaynaklanmaktadır.

Bediüzzaman’dan Meşrûtiyet tespitleri

Bediüzzaman, istibdadı tam tedavi edecek olan tiryak-ı meşrûtiyeti şöyle tarif eder: “İşte, meşrûtiyet ‘Ve işlerde onlarla istişare et.[11] Onların aralarındaki işleri istişare iledir.’[12] ayet-i kerîmelerinin tecellisidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücûd-i nurânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisânı muhabbettir, aklı kànundur, şahıs değildir. Evet, Meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvamın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvak ve hissiyat-ı âliyeyi uyandırır. Uyku bes! Siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyet’in bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır…”[13] şeklinde izah etmeye devam eder. Bediüzzaman bidâyet-i hürriyette şerîatın ve müsemmâ-i Meşrûtiyetin münâsebet-i hakîkîyesini îzah ederek “Meşrûtiyet ve kànun-i esâsî işittiğiniz mesele ise, hakiki adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-i telâkki ediniz, muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrûtiyettedir ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardideyiz.”[14] Ve “Asıl, şerîatın meslek-i hakikîsi, hakikat-i Meşrûtiyet-i meşruadır. … Meşrûtiyeti delâil-i şer’iye ile kabul ettim.”[15] der ve “Hakaik-ı Meşrûtiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu.”[16] dava ve ispat eder. “Müsemma-i Meşrûtiyet hak, sıdk, muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır.”[17] sözleriyle Meşrûtiyetin ruhunu ifade etmeye çalışır.

Meşrûtiyet Şerîata Muhalif midir?

“Bazı adamlar, (meşrûtiyeti) şeriata muhaliftir diyor?” şeklindeki bir itiraza, Bediüzzaman’ın verdiği Cevap: “Ruh-u meşrûtiyet, şeriattandır. Hayatı da ondandır. Fakat ilca-ı zarûretle; teferruat olabilir, muvakkaten muhalif düşsün. Hem de her ne hâl ki, meşrûtiyet zamanında vücuda gelir, meşrûtiyetten neşet etmesi lâzım gelmez. Hem de hangi şey vardır ki; her cihetle şeriata muvafık olsun. Hangi adam var ki; bütün ahvali şeriata mutabık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî olan hükümet dahi masum olamaz. Ancak Eflâtun-u İlâhinin medine-i fâzıla-yi hayaliyesinde masum olabilir. Lâkin meşrûtiyet ile su-i istimalatın ekser yolları münsed olur, İstibdatta ise açıktır.”[18]

Bediüzzaman’ın, bu ifadelerle ortaya koyduğu yaklaşım son derece önemli ve İslâm’a uygundur. Çünkü meşrûtiyet, temelde İslâmî prensiplerin gerektirdiği esaslarla ters düşmemektedir. Bediüzzaman’ın şerîatın ahkâmının tatbikatına dair tarifi ise şöyledir: “İslâmiyet’in ahkâmı iki kısımdır. … İkincisi: Şeriat muaddildir (düzeltip adaletli hale getirendir); yani, gayet vahşî ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel (ıslâh edilmiş) ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-i hakikîye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir (başka bir şekle döndürmüştür). Çünkü, tabiat-ı beşerde umumen hükümferma olan bir emri birden ref etmek, bir tabiat-ı beşeri birden kalbetmek iktiza eder.”[19] Görüldüğü üzere, zamanın oldukça zor ve ağır olan şartları, ölçülü ve dengeli bir yaklaşımı gerektirmiştir. Bu bir nevi şeriatı isteme yöntemidir. Yani “muvazene ile zarûreti nazara alarak müdakkikane meşrûtiyeti şeriata tatbik etmek”[20] meselesidir.

Bediüzzaman’ın on dördüncü asrın başında, özelde Osmanlının, genelde âlem-i İslâm’ın ve insanlığın dünyevî işlerinde kurtuluş reçetesi için İstanbul’a gittiğini, bizzat o günkü idarecilere gelecek olan felaketin önüne geçilmesi için Kur’ânî bir reçetenin tatbik edilmesi teklifini sunduğunu biliyoruz. “Meşrûtiyetin devamı, ruhu, nokta-i istinadı ve mürşidi, şerîat ve milliyetimiz olan İslâmiyet olduğundan”[21] şerîat namına Meşrûtiyet noktasında tam ve net tarifleri yapan Bediüzzaman, Meşrûtiyeti herkesten ziyade şerîat namına alkışlayarak;[22] “Meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir.”[23]; “Meşrûtiyetin bir rüknü hürriyet-i tammedir.”[24] diyerek Meşrûtiyetin mülk âleminde tam bir hürriyeti sağladığını ve milletin hâkimiyeti olduğunu ifade eder. “Madem ki Meşrûtiyette hâkimiyet millettedir; mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır.”[25] Çünkü “Meşrûtiyette efkâr-ı amme hâkimdir; o efkârın eczası da her ferdin fikr-i mahsusudur. Her fert de hareket etmek lâzımdır; tâ cereyan-ı umûmî muhtel olmasın.”[26] Bu tarifle “Efkâr-ı ammenizin misal-i mücessemi olan mebusan hâkimdir; hükûmet, hadim ve hizmetkârdır.”[27] Ayrıca “Ruh-i Meşrûtiyet, şerîattandır; hayatı da ondandır.”[28] Bir cihetle “Adalet ve şerîattır.”[29] Meşrûtiyet, “Şerîata müstenittir.”[30] Meşrûtiyetin devamı, ruhu, nokta-i istinadı ve mürşidi, şerîat ve milliyetimiz olan İslâmiyet olduğundan “Meşrûtiyeti şeriat libâsıyla göstermek ve tatbik etmek zarurîdir.”[31] Yani “Meşrûtiyette hâkim kànun olduğundan, bu kànun libâs-ı milliye-i İslâmiyeyi giymeli; tâ ki asabiyet-i mâneviye onun riyasetine karşı cevab-ı red vermesin.”[32] Böylece Meşrûtiyetin meşruiyetini şeriat nâmına sağlamış oluruz. Öyleyse “Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kànundadır, şahıs hiçtir.”[33] Ayrıca “Zaman-ı Meşrûtiyetin zembereği, ruhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır, marifet’tir, kànun’dur, efkâr-ı amme’dir; kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir.”[34] Yani “Bu zaman-ı Meşrûtiyetteki hâkim, şahs-ı mütehakkim değil, belki kànun-i mümeyyizdir.”[35]

Meşrûtiyeti şerîat kuvvetiyle muhafaza etmek ve kökleştirmek lâzımdır. “İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu; şerîat da hürdür, Meşrûtiyet de.”[36] İşte Meşrûtiyet-i meşrua ile asr-ı saadetin bir numunesi ve tecellisininin yaşanmaya müheyya oluşu bu sırdan dolaydır. “Şimdi, elhamdülillâh, devam-ı Meşrûtiyete kalbimiz mutmâindir.”[37] “Hem de mânâ-i Meşrûtiyete iptilâ ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâm’ın istikbalde terakkisinin birinci kapısı Meşrûtiyet-i meşrua ve şerîat dairesindeki hürriyettir. Ve tâli’ ve taht ve baht-ı İslâm’ın anahtarı da Meşrûtiyetteki şûradır.”[38] Ayrıca “Hem de, Meşrûtiyet-i meşrua denilen, dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-i hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz’iyeyi istibdat ve tahakkümün belâsından kurtaran meşveret-i şer’iyenin mâyesiyle mayalandıran Meşrûtiyet-i meşrua, sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız.”[39] Meşrûtiyeti bu kadar veciz ve güzel tarif eden başka ikinci bir isim olduğunu düşünemiyoruz.

Bununla beraber, tâ bin dokuz yüzlü yılların başlarında, tarifi Bediüzzaman Hazretleri tarafından yapılmış olan Meşrûtiyet ve hürriyetin tatbikattaki cemali ne kadar tahakkuk etmiş olabilir? Veya Bediüzzaman’ın tarif ettiği Meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve ne için bütünü gelmiyor? Bu sualin sorulduğu yıllarda Bediüzzaman’ın verdiği cevap: “Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş”tir. [40] Çünkü “Şu vahşetengiz, cehâletperver, husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare Meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez.”[41] Evet, bu kadar vahşet dolu, cehalete müptela, düşmanlık saçan içtimâî ve siyâsî hayattaki fillerden korkup ürken Meşrûtiyet, vahşet ayılarının, cehâlet ejderhasının ve husûmet kurtlarının saldırıları ile defalarca yolu kesilmiş ve inkıtaya uğratılmıştır. Elbette ümitsiz değiliz; ancak o nazenin Meşrûtiyet ve hürriyetin (şimdi demokrasinin) yüz yıldır dehşetli düşmanları tarafından her türlü su-i kastlara karşı, bir asır sonra cemalinin tamamıyla görünmesi ve bize gelmesi her şeyden kıymetlidir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Eğer siz tembel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz.”[42] Son yaşanan hadiseler ve musibetlerin verdiği ders ve hikmete binaen diyebiliriz ki; 2020 yılı itibarıyla İslâm’ın fecr-i sadıkının mukaddemesi ve hakiki demokrasinin de yolunun yapılmasına insanlık muztar bir vaziyete getirilmiştir. Yaklaşan hürriyet ve demokrasi zemininde “Abdullah” olarak yaşamak için, ahrarların (hürriyetçilerin) vazife başına geçmelerini, hürriyet-i şer’iyeyi tesis edip, istibdad-ı mutlakı kaldırmalarını rahmet-i İlâhiye’den bekliyoruz inşâallah.

Meşrûtiyetin Yolunu Acele Yapmak

Bediüzzaman, “Lâkin güneş gibi parlak, her ruhun mâşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki, saâdet-sarây-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hülleleriyle mütezeyyinedir.”[43] tespitini aktararak hürriyetin sosyal hayatın ve medeniyetin gereklerinden ayrı olamayacağını da ifade etmektedir. Bu açıklamaların ardından aşiret reisleri, meşrutiyetle ilgili olarak Bediüzzaman’ın ifade ettiği çoğu faydayı göremediklerini ileri sürerek, bunun sebeplerini sorarlar. Bediüzzaman ise, bu durumun temel gerekçesi olarak cehalet, fakirlik, dâhilî ihtilaf ve medeniyetin gerisinde kalınmasını gösterir. Onun anlatmak istediği husus, muhataplarından her bir ferdin kendi üzerine düşen sorumlulukların farkına varmasının zaruretidir. “Onları tembellikten kurtarmak için” sadece yanlışlarını gösterdiğini söyleyerek şöyle devam eder: “Onu, çabuk getirmek istiyorsanız; işte marifet ve faziletten demir yolu yapınız! Tâ ki, meşrûtiyet, medeniyet denilen şimendifer-i kemâlâta binip ve terakkiyat tohumlarını bindirerek kısa bir zamanda mânilerden kurtulup geçerek size selâm etsin. Siz ne kadar yolu acele ile yapsanız, o da o derece acele ile gelecektir.”[44]

BEDİÜZZAMAN VE HÜRRİYET

Ey hürriyet-i şer’î!

Bediüzzaman’ın ilk hürriyet fikirlerine 1894 -95 yıllarında Mardin hayat devresinde tevafuk ettiğini kendisinden öğreniyoruz. Mardin’e gelmeden önce Birinci Meşrûtiyet ilân edilmiş ve sonra askıya alınmış, herkesin dilinde meşrûtiyet ve hürriyet dolaşıyordu. Bediüzzaman da bu sohbetlere bigâne kalmıyor, katılıyor ve fikir beyan ediyordu. Özellikle hürriyete, İslâmiyet namına sahip çıkıyor, “İmân ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet”[45] diyerek muhalif olanlara karşı meşrûtiyeti ve hürriyeti şeriat nâmına alkışlıyordu. İkinci meşrûtiyetin ilanından sonra da meşrûtiyet ve hürriyet tekrar çokça tartışılır olmuştu. Yeni bir asrın başında şiddetli hadiseler yaşanıyor, zaman ve zemin yeni inkılâplara zenim izhar etmeye hazırlanıyordu. Elbette gündeme yeni düşen kavramlardan birisi de hürriyetti. “Nedir şu hürriyet ki, o kadar tevilât onda birbiriyle çekişiyorlar?”[46]sualinin cevabını da Bediüzzaman veriyordu.

Hürriyet sade mânâsıyla; serbest ve hür olmaktır. Herkesin meşrû hareketlerinde tam serbest olmasıdır. İradenin ve seçme kabiliyetinin serbestçe kullanılması demektir. [47] Allah’ın eşref-i mahlûkât olan insanoğluna bir hediyesi olan hürriyet, insanın temel haklarının en önemlisidir. Ferdî ve toplumsal tekâmülün temel niteliği olarak kabul edilen hürriyetin olmadığı zeminlerde, insanlıktan söz etmek mümkün değildir. Çünkü hürriyet, “İnsanı hayvanlıktan kurtarır, insanı hakiki insan yapar.” Daha doğrusu iman ile parlayan hürriyet “İnsanı insan yapar, belki de mahlûkata nazenin bir sultan yapar.”

Hürriyet, bütün insanlık için ekmekten daha önemli bir haktır. Âlem-i İslâm’ın hâl-i hazır vaziyeti ve fukaralığının sebebi, İslâm’ın ayrılmaz bir parçası olan hakîkî hürriyeti bir türlü yakalayamamasıdır. İslâm âleminin, İslâmî olmayan pek çok fiillerinin esiri olduklarını görmek hâl-i hazır durumu göstermektedir. İstibdat, zulüm ve tahakküm altında yaşamak zorunda kalan insanların kendilerini ifade edebilmeleri, kabiliyetlerini inkişaf ettirebilmeleri neredeyse mümkün değildir. Fazîletli imân sahibi bir fert, akıl ve kalb ittifakını sağlayan, öz güveni tam, sadece Allah’a kul olup kimseye boyun eğmeyen, başkalarına da tahakküme tenezzül etmeyen bir insan olmalıdır. Bu, hakîkî insan olmanın da bir gereğidir.

Allah’a hakîkî kul olan bir insan başka insanlara tahakküm etmez. “İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu. Şerîat da hürdür, meşrûtiyet de.”[48] İmân insanı doğrudan doğruya Sultan-ı kâinata bağladığı için, kâinatın Sultanına bağlanan birisinin, başkasının tahakkümü altına girmesine, başkaları istiyor diye hürriyetinin kısıtlamasına razı olmasına imkân ve ihtimal yoktur. Hürriyetin, daha doğrusu hür ve doğru hürriyetin en veciz tarifini Bediüzzaman yapmıştır. Evet, Bediüzzaman hürriyeti; “Hürriyet odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın. Yani tam ve mükemmel hürriyet, kişinin firavunlaşmaması ve başkasının hürriyeti ile alay etmemesidir.”[49] diye tarif eder. Hem “Hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe (edeplenmiş) ve mütezeyyine (ziynetlenmiş) olmak lâzımdır. Yoksa sefahat (haram eğlenceler) ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır”[50] sözleriyle gerçek hürriyetle beraber, hürriyetsizliğin de tarifini yapmıştır.

Ömrü boyunca hürriyeti rüyalarda takip edip ve o sevda ile her şeyi terk eden ve “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.”[51] diyen Bediüzzaman, bir başka tarifinde de hürriyeti şu şekilde izah etmektedir: “Hürriyet budur ki; kànun-u adalet ve te’dibden başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukûku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşrûasında şahane serbest olsun. Hürriyet, Rahman olan Allah’ın bir hediyesidir. Ve imanın bir hassasıdır. İnsana karşı hürriyet Allah’a karşı ubudiyeti intaç eder. Evet, güneş gibi parlak, her ruhun maşûkası (aşkı) ve cevher-i insaniyetin küfvü (dengi) o hürriyettir ki, saadet saray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hülleleriyle mütezeyyinedir.”[52]

Hürriyet-i şer’iye, Cenâb-ı Hakk’ın rahman, rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve îmânın bir hassasıdır. İmân ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İnsan hürriyet ve meşveret-i meşrûa ile tekâmül eder. Her alanda makes bulmalıdır. Bediüzzaman, “hiçbir kayıt altına girmemiş ve hürriyetini hiçbir şeye ve lezzete feda etmemiş ve hattâ zaman-ı istibdatta hürriyetin ünvanı ve en müsait bir zemini olan divaneliği kabul etmiş ve âlem-i gayptan gelen bir seda-i mânevî vicdanında taninendaz olarak (çınlayarak) kalbindeki İslâmiyet’i tehyiç ve gayretini temviç ederek bu hararetli hissiyatını aks-i sedası gibi izhar eylemiş bir”[53] mütefekkirdir. Çünkü “Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i Âlem’e abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek, ne kadar imâna kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur. Amma, hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi, insaniyet nokta-i nazarında zarurîdir.”[54]

Madem hakikat böyledir, öyle ise biz insancasına ve Müslümancasına yaşamak için; hürriyet-i şer’iye zemininde, imânın bizlere bahşettiği hürriyetten hakkıyla istifade etmek istiyoruz. Âlem-i İslâm’ın en büyük problemlerinin başında istibdadın içimizde hayat bulması ve hürriyet-i şer’îyenin te’sis edilememesi gelir. İnşâallah istibdadın kırılması ve hürriyet-i şer’iyenin te’sis edilmesi ile insanlık âlemi ve âlem-i İslâm nefes alabilir ve rahat edebilir. Bediüzzaman bu vazifeyi ahrarların (hürriyetçilerin) yapacağını söyler. “İnşâallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar.”[55] der.

Hürriyet, imânın bir hassasıdır

Bediüzzaman, İkinci Meşrûtiyet’in ilanından sonra hürriyeti sû-i tefsîr etmemek ve meşrûtiyeti, meşrûtiyet-i meşrûa olarak kabul etmek lâzım geldiğini ileri sürerek bu hususta dinî gazetelerde makàleler neşrediyor ve hitabelerde bulunuyordu. Bu makàle ve hitabeleri, emsalsiz denecek kadar beliğ ve muknî idi. Ehl-i ilim ve ehl-i siyâset, Bediüzzaman’ın bu yazılarından ve derslerinden çok istifade etmişlerdir. O zamandaki intibah-ı millîyi, Anadolu ve Asya’nın saadet-i dünyeviyesinin fecr-i sâdıkı olarak müjde veriyor, fakat elden kaçmaması için evâmir-i şer’iyeyi çabuk imtisal etmenin zarûrî olduğunu ileri sürüyordu. “Eğer meşrûtiyeti, hürriyet-i şer’iyeyle kabul etmezsek ve öyle tatbik edilmezse, elimizden kaçacak, müstebid bir idareye yerini terk edecek”[56] diye ihtâr ediyordu.

Bediüzzaman, genç yaşlarından beri hürriyet aşığı bir insandı. “Genç Said, fıtraten bir kànun altında yaşamayı ve harekâtının tahdit olunmasını sevmez, her hâlinde, her hareketinde gayet serbest olmasını arzu eder ve daima ‘Ben hürriyet ve serbestiyetimi hiçbir keyfî kànunla tahdit ettirmem. ’ derdi. Bunun içindir ki, ilk İstanbul’a teşriflerinde yine her kayıttan uzak kalmakta ısrar etmiş ve hayatının bütün safhalarında bu vaziyet müşahede edilmiştir. Ondaki bu serbestiyet ve hürriyet aşkı, hayatının yarısından sonra Avrupa’dan gelen müthiş bir dalâlet ve zındıka taarruzuna karşı koymayı ve felsefe-i tabiiyeden doğan dehşetli bir istibdad-ı mutlakın hilâf-ı Kur’ân prensiplerine boyun eğmemeyi, onlara itaat etmemeyi ve hakikî hürriyet-i meşrua olan İslâmî hürriyet ve medeniyete çalışmayı netice vermiştir.”[57]

İslâmiyet’in bir fedaisinin ifadesiyle “Hürriyet Rahmân’ın ihsânıdır, zira o imânın bir hassası ve seçkin bir özelliğidir.” Bediüzzaman da “Nasıl hürriyet imânın hassasıdır? Sualine şöyle cevap verir: “Zira, rabıta-i imân ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imâniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukûkuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imâniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek imân ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet. . .”[58] Ayrıca “şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb‑ı şer’iye ile süslenip garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır.”[59] ifadeleri ile imân ile hürriyetin parladığına ve insanın hayvanlıktan çıkıp hakiki insaniyete kavuşacağına işaret eder. Evet, imân ile hürriyet arasındaki bu mükemmel tarif, öncelikle âlem-i islâm’da ve insanlıkta makes bulmalı ki; insan hakikî insanlık mertebesine ulaşsın, tam ve mükemmel hürriyeti yaşasın.

Bununla beraber, “İmândan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emreder: (1) İmân bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek, (2) ve zâlimlere tezellül etmemek. . . Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Evet, hürriyet-i şer’iye Cenâb-ı Hakkın Rahmân, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imânın bir hassasıdır.”[60]

Bediüzzaman, kendisine sorulan “Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hatta âdetâ hürriyette insan her ne sefâhet ve rezâlet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla bir şey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?” sualine şöyle hakîkatli bir cevap verir: “Öyleleri hürriyeti değil, belki sefâhet ve rezâletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar… Hürriyet-i umûmî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.”[61] Öyleyse “Hürriyetin kemâli, firavunluk taslamamak ve başkasının hürriyetini hafife almamaktır.”[62] Bediüzzaman bu kadar kıymet verdiği ve uğruna çileler çektiği hürriyetin, âdab-ı şeriatla kayıt altına alınmasını ister. “Zira cahil efrad ve avam, kayıtsız hür olsa, sefih ve itaatsiz olur.”[63] tespitiyle hürriyetin sınırlarını gösterir.

Meşrûtiyet ve hürriyetin yerleşmesi için bütün himmetiyle çalışan Bediüzzaman Hazretleri’nin “Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulûb (kalplerin birliği); ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif (bilgi, ilim, kültür); dördüncüsü, sa’y-i insânî (insanın çalışması, emeği); beşincisi, terk-i sefahattir (haram zevk ve eğlencelerin terk edilmesi)”[64] şeklinde nitelendirdiği ve bütün insanlığı davet ettiği bu mükemmel, meşrû, doğru ve hür olan nazenin hürriyete, gidip dâhil olmanın veya onu yaşamanın zamanı gelmedi mi? Elbette geldi de, geçti bile!

Meşrûtiyet ve hürriyet, herkesi bir padişah hükmüne getirir

Münâzarât’ta Bediüzzaman’a sorulan soruların büyük bir kısmı, hürriyet, meşrûtiyet, istibdat ve yeni sistem uygulamaları ile, bu uygulamaların aşiret reisleri ve mensuplarını ilgilendiren neticelerine yöneliktir. Bu sorulara, Bediüzzaman, çok veciz ve ikna edici cevaplar verir. Bu cevapların bir diğer önemli yönü de, Bediüzzaman’ın konuyla alakalı fikirlerini, gayet net bir şekilde anlatıyor olmasıdır.

Şunu da belirtelim ki, Bediüzzaman’ın sorulan sorulara verdiği cevaplar, burada anlatmaya çalıştığımızdan daha fazla ilgiyi ve değeri hak etmektedir. Yeni meşrutî sistem, Şark’ta yaşayan bütün insanların terakkisini, İslâm dünyası ve Osmanlı Devleti’nin ittihadını, beraberliğini temin edecektir.

Bediüzzaman’ın bu mücadelede kendisine gelebilecek zararlardan asla endişe etmediğini, bu gezilerinde yaptığı gayret ve fedakârlığı İslâm’ın hayat-ı içtimâisiyle münasebettâr bir vazife olarak addettiğini belirtmek isteriz. Diğer yandan, bu ve benzeri faaliyetleri, çok daha önceden de gerçekleştirmiş ve İstanbul’da bu konuda epey gayret göstermişti. Özellikle Şark bölgesinin ihtiyaçlarını dile getirmiş ve yapılacak eğitim reformuyla ilgili plan ve programları tanıtmak ve hayata geçirmek için çok gayret etmişti. İşte İstanbul’dan ayrılıp Şark’a geri döndüğünde de, bu yöndeki gayretlerini devam ettirdi. Medeniyetten uzak, dağlık, geri kalmış ve halkı fakir olan bölgenin tamamını gezmeye başladı. Gittiği her yerde, öncelikle avamdan insanlarla görüşüyordu. Çünkü ona göre bu insanlar, meşrûtiyetin benimsenmesi ve uygulanması hâlinde, “padişah” seviyesine yükselecek ve istikbali şekillendirecek insanlardı. Çünkü hürriyet ve meşrûtiyet “Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esas-ı insaniyet olan cüz-i ihtiyarı temin eder, azat eder; siz de camit olmaya razı olmayınız.”[65] dersini verir.

Bediüzzaman hürriyeti aşiret mensuplarına anlatıyor

Bediüzzaman aşiret mensuplarını ziyareti esnasında, aşiret fertlerine,  hürriyetin kendilerine yanlış tanıtıldığını; hürriyetin her şeyi yapmaya izin veren, her türlü ahlâksızlığa ve azgınlığa zemin hazırlayan bir sistem olarak tanıtıldığını söylerler. Buradan hareketle, özellikle hürriyet hakkında çok detaylı sorular sorarlar. Bediüzzaman, onların bu yanlış kanaatlerini tashih etmek için şu açıklamaları yapar: “Nâzenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefâhet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır. Hürriyet-i umumi, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.”[66] Bir başka tarifinde Bediüzzaman “Hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekâtı meşrüasında şâhâne serbest olsun. “Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.” (mealindeki âyetin) nehyinin sırrına mazhar olsun.”[67] Nasıl “Hürriyet imanın hassasıdır?” sualine verilen cevap da şöyledir: “Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat’a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar.”[68]

BEDİÜZZAMAN VE İSTİBDAD

Kuvveti cehil ve vahşet olan istibdad…

Bediüzzaman’ın meşrûtiyet ve hürriyet tespitlerinden sonra, istibdad tespitlerini tasnif etmemiz gerekiyor. Çünkü meşrûtiyet ve hürriyet güneşi, istibdad denilen yırtıcı devin nefesini kesecek ve insanlık böylece sulh-u umûmîyi yaşamış olacak. İstibdadın vahşi prensipleri yerine, İslâmiyet’in ter-ü taze hürriyet prensipleri vaz’ edilecek. “İnşâallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umûmîyi de temin edecek.”[69]

İstibdat Nedir?

Bediüzzaman istibdat ile ilgili sorulan soruya; “İstibdat tahakkümdür. Muamele-i keyfiyedir. Kuvvete istinat ile cebirdir. Rey-i vahittir. Sû-i istimalâta gayet müsait bir zemindir. Zulmün temelidir. İnsaniyetin mâhisidir. Sefalet derelerinin esfel-i safiline insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefalete düşürttüren ve ağraz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren; hatta her şeye sirayet ile zehirini atan, o derece ihtilafatı beyne’l-İslâm ikâ” edip Mu’tezile, Cebriye ve Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden istibdattır.”[70] şeklinde asırları içine alacak şeklide çok şümullü cevaplar veriyor.

Münazarat’ta Şark vilayetlerinde meşrûtiyet ve hürriyeti ders veren Bediüzzaman’a öncelikle “İstibdat nedir?” suali sorulur. Gelen cevap mükemmel bir tariftir. Şöyle: “İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vahittir, sûistimalâta gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insaniyetin mâhîsidir (mahvedicisidir). Sefalet derelerinin esfel-i safilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyet’i zillet ve sefalete düşürttüren ve ağraz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyet’i zehirlendiren, hatta her şeye sirayetle (bulaşmakla) zehrini atan, o derece ihtilâfatı beynelislâm ika edip, Mutezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.”[71]

Bediüzzaman şu pis istibdadı, “İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmişler.” şeklinde ifade eder. “Demek istibdat hayvaniyetten gelmedir?” sualine “Evet. . . Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, daima kavi zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavanin-i esasiyesindendir.”[72] şeklinde cevap verir. “İstibdat o kadar fena bir şey iken, niçin herkes bir çeşit ile onu irtikâp ederdi?” sualinin cevabını ise: “İçinde tefer’unun (firavunlaşmanın) lezzet-i menhûsesi (kötü ve uğursuz lezzeti) ve tahakküm (hükmetme) ve tehevvüs-i nemrudâne (Nemrutçasına istek ve heves) vardı.”[73]

İstibdadın kuvveti nedir?

Bediüzzaman, istibdadın kuvvetinin cehalet ve vahşet olduğunu ifade eder. Şöyle ki: “Şeriat-ı Garrâ zemine nüzûl etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insâniyetin siyah lekesini izâle etsin; hem de, izâle etti. Fakat, vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekânînin te’sîriyle, hilâfet saltanâta inkılâp edip (Hz. Hasan’dan sonra Emeviler ile birlikte), istibdad bir parça hayatlandı. Ta Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam-ı Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde (âlemin dört bir yanında) zeynâb[74] gibi Yezid’in istibdadına kuvvet verdi.”[75]

İnsanlık tarihi boyunca tahakküm ve keyfî muameleler devam etmiş ve insanlık bu menhus istibdattan bîzar vaziyete düşmüştür. En acısı da şeriat namına istimal edilen istibdadın, şeriattan zannedilmesi ve bu sebeple şeriata gelen tecavüzlerdir. Âlem-i İslâm, bu menhus istibdadı tam mânâsıyla ne anlayabilmiş, ne de onu hakîkatiyle tedavi edecek olan meşrûtiyet ve hürriyete sahip çıkabilmiştir. Hatta ekser Müslümanların, kurtuluş olarak istibdada yapışması ve ondan medet umması hayret-i acip bir vaziyettir. Vaesafa!

Hâkimiyet-i milleti yok eden, umûmî fikirlerin amansız düşmanı, baskı ve zulümleri devam ettirme temayülünde bulunan; bütün fikir ayrılıklarını körükleyen, toplumu ayrılık tohumlarıyla imha eden; efkâr-ı umûmîyeyi nurlandıran ve parlatıp cilalandıran eğitimi cehaletin yardımıyla söndüren istibdattır. İstibdadın menbaı ve kaynağı, cehalet ve vahşettir. Vahşet ve cehaletten de husumet ve taassub ortaya çıkıyor. İstibdad, kendini ibka/devam ettirmek için şiddetli propaganda yapıyor. Suret-i haktan görünerek kendini meşrûtiyet ve hürriyet taraftarı, muhaliflerini ise istibdad taraftarı olarak lekelemeye çalışıyor. En büyük kuvveti olan bu cehalet ve vahşeti devamlı köpürterek, kendi istikbali için bu iki kaynağı zehirli gıda olarak kullanıyor.

İstibdad, din ve şeriatı da lekedâr etmiştir. Bir kısım idarecilerin şeriat namına tatbik etmiş olduğu zayıf ve hafif istibdad, şeriattan zannedilmiş. Bu menfi siyâset yüzünden de şeriata hücum gelmiştir. Bediüzzaman, istibdada muhalefet ettiğini şöyle ifade eder: “Ben isem, o def’i muhal gördükleri istibdadı yıkmakla ve muhal-i adî gördükleri medine-i fazılanın (erdemli şehrin) esasını atmakla meşgul olan bir ehl-i asrın efradı olduğumdan, o âdete muhalefet ettim.”[76] Öyleyse ümitsizlik yok; çünkü “Yeis mâni-i herkemâldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdadın yadigârıdır.”[77] Eğer hakiki meşrûtiyet ve hürriyet temerküz edip makes bulsaydı, istibdadı şeytan gibi tel’in edecekti.

İstibdat denilen yırtıcı dev, gaddar ve zalim olan pençesinde, son din olan İslâm’ı sükût ettirmeye çalışmıştır. Dinimizin insana vermiş olduğu hürriyet-i şeri’yeyi prangalamış ve zalim pençesi ile zincire vurmuştur. Şimdi ise medeniyet kürsüsünde oturan umûmun hürriyet ve âdalet fikirleri, Hz. Süleyman (as) zamanındaki gibi dindâr bir meşrûtiyet, cumhuriyet ve hakiki demokrasinin mübarek parmağıyla, parlak olan şeriatın yüzüğü (mührü) görülecektir. Meşrûtiyetin güzelliği ve hürriyetin parlaklığı bir parmakta parlayan güzel bir yüzük gibi görülecek ve istibdadın gaddar, zalim pençesinden son dinimiz olan İslâmiyet kurtulacak, bu ümmet ve millet buna layık olduğunu görecek ve fiilen bunu tebrik ederek kabul edecektir. Ey ehl-i İslâm, bu âdilâne meşrûtiyeti bırakmayınız, yolunu yapınız ve Allah’ın beyaz kılıcı olan ve ümmeti sahil-i selamete ve beşeri sulh-u umûmîye taşıyacak olan meşrûtiyeti istibdadın pis pençesinden, garaz ve kininden halas eylemek için çalışınız, istibdadın o mübareği lekedâr etmesine daha fazla fırsat vermeyiniz. Her şeye zehrini atan istibdadın parçalanması için, onu hakiki tedavi edecek olan meşrutiyet ve hürriyete çalışınız, hakkıyla temevvüç etmesinin yolunu yapınız. Böylece bütün akvamın sebeb-i saadetine yol açılsın inşâaallah.

Netice-i kelâm: Yaşasın meşrutiyet! Yaşasın cumhûriyet! Yaşasın hürriyet-i şer’î! “Yaşasın şeriat-ı garra! Yaşasın adalet-i ilâhî! Yaşasın ittihad-ı millî! Ölsün ihtilâf! (istibdad). Yaşasın muhabbet-i millî! Gebersin ağraz-ı şahsiye ve fikr-i intikam! Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindâr cemiyet-i ahrâr ve nur talebeleri!”[78]

 

 

Kaynakça

[1]       http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/ikinci_mesrutiyet

 

[2]       Eski Saîd Dönemi Eserleri (Divan-ı Harb-i Örfî), 2013, s. 198

 

[3]       Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 207

 

[4]       Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 207

 

[5]       Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 207

 

[6]       Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 207

 

[7]       Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 207

 

[8]       Eski Said Dönemi Eserleri (Nutuk), 2013, s. 173

 

[9]       Eski Saîd Dönemi Eserleri (Divan-ı Harb-i Örfî), 2013, s. 137

 

[10]     Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2013, s. 53

 

[11]     Âl-i İmran Suresi: 159

 

[12]     Şûra Suresi: 38

 

[13]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s. 209

 

[14]     Eski Said Dönemi Eserleri (İki Mekteb-i Musîbetin Şahadetnamesi), 2013, s. 120

 

[15]     Eski Said Dönemi Eserleri (İki Mekteb-i Musîbetin Şahadetnamesi), 2013, s. 122

 

[16]     Eski Said Dönemi Eserleri (Divan-ı Harb-i Örfî), 2013, s. 124

 

[17]     Eski Said Dönemi Eserleri (İki Mekteb-i Musîbetin Şahadetnamesi), 2013, s. 138

 

[18]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 221

 

[19]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 287

 

[20]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 223

 

[21]     Eski Said Dönemi Eserleri (Makalât), 2013, s. 72

 

[22]     Eski Said Dönemi Eserleri (Divan-ı Harb-i Örfî), 2013, s. 123

 

[23]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s. 225

 

[24]     Eski Said Dönemi Eserleri (Makalât), 2013, s. 92

 

[25]     Eski Said Dönemi Eserleri (Makalât), 2013, s. 69

 

[26]     Eski Said Dönemi Eserleri (Makalât), 2013, s. 82

 

[27]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s. 225

 

[28]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s. 221

 

[29]     Eski Said Dönemi Eserleri (İki Mekteb-i Musîbetin Şahadetnamesi), 2013, s. 122

 

[30]     Eski Said Dönemi Eserleri (Divan-ı Harb-i Örfî), 2013, s. 141

 

[31]     Eski Said Dönemi Eserleri (Makalât), 2013, s. 43

 

[32]     Eski Said Dönemi Eserleri (Makalât), 2013, s. 59

 

[33]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s. 221

 

[34]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s. 217

 

[35]     Eski Said Dönemi Eserleri (Makalât), 2013, s. 42

 

[36]     Eski Said Dönemi Eserleri (Makalât), 2013, s. 52

 

[37]     Eski Said Dönemi Eserleri (Makalât), 2013, s. 105

 

[38]     Eski Said Dönemi Eserleri (Divan-ı Harb-i Örfi), 2013, s. 149

 

[39]     Eski Said Dönemi Eserleri (Divan-ı Harb-i Örfi), 2013, s. 163

 

[40]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s. 213

 

[41]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s. 213

 

[42]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s. 214

 

[43]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 238

 

[44]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 214

 

[45]     Eski Saîd Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 293

 

[46]     Eski Saîd Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 235

 

[47]     Osmanlıca-Türkçe Lügat, s. 488, Yeni Asya Neşriyat,

 

[48]     Eski Said Dönemi Eserleri (Makalât), s. 52

 

[49]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), s. 236

 

[50]     Age, s. 236

 

[51]     Tarihçe-i Hayat, 2013, s. 718

 

[52]     Age, s. 238

 

[53]     Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), s. 39.

 

[54]     a. g. e, s. 73.

 

[55]     Emirdağ Lâhikası-II, s. 520.

 

[56]     Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı, 2013, s. 86

 

[57]     Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı, 2013, s. 73

 

[58]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), s. 239

 

[59]     Eski Said Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye), s. 355

 

[60]     Eski Said Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye), s. 355

 

[61]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), s. 236

 

[62]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), s. 236

 

[63]     Eski Said Dönemi Eserleri (Divan-ı Harb-i Örfi), s. 123

 

[64]     Tarihçe-i Hayat, 2013, s. 88

 

[65]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 210

 

[66]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 236

 

[67]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 237

 

[68]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 238-9

 

[69]     Eski Said Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye), 2013, s. 337

 

[70]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 208

 

[71]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s. 208

 

[72]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s. 220

 

[73]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s. 223

 

[74]     Küçük su akıntılarının her taraftan gelip toplanarak meydana getirdikleri gölcük, havuz gibi.

 

[75]     Eski Said Dönemi Eserleri (Münazarat), 2013, s. 221

 

[76]     Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2013, s. 49

 

[77]     Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2013, s. 52

 

[78]     Eski Said Dönemi Eserleri (Nutuk), 2013, s. 182