Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz

Bediüzzaman Said Nursî

 

 

Sekizinci Mukaddeme

(Temhid)

Şu gelen uzun Mukaddemeden usanma. Zira, nihayeti nihayet derecede mühimdir. Hem de şu gelen Mukaddeme, her kemali mahveden ye’si öldürür ve her bir saadetin mayesi olan ümidi hayatlandırır ve mazi başkalara ve istikbal bize olacağına beşaret verir. Taksime razıyız. İşte mevzu: Ebna-i mazi ile ebna-i müstakbeli muvazene etmektir. Hem de mekâtib-i âliyede elif ve bâ okunmuyor. Mahiyet-i ilim bir dahi olsa, suret-i tedrisi başkadır. Evet, mazi denilen mekteb-i hissiyatla istikbal denilen medrese-i efkâr bir tarzda değildir.

Evvelâ: “Ebna-i mazi”den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan Kurun-u Vusta ve Ulâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemaldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben mazi ile tabir ederim, ondan sonra müstakbel derim.

Bundan sonra: Malûmdur ki, insanda müdebbir-i galip, ya akıl veya basardır; tabir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır, veyahut ya haktır veya kuvvettir, veyahut ya hikmet veya hükümettir, veyahut ya müyulât-ı kalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir, veyahut ya heva veya hüdadır. Buna binaen, görüyoruz ki, ebna-i mazinin bir derece sâfî olan ahlâk ve hâlis olan hissiyatları galebe çalarak, gayr-i münevver olan efkârlarını istihdam ederek, şahsiyat ve ihtilâfat meydanı aldı. Fakat, ebna-i müstakbelin bir derece münevver olan efkârları heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine musahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecellî etti. Beşaret veriyor ki, asıl insaniyet-i kübra olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertevefşan olacaktır.

Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyulât ve kuvvet idi; o zamanın ehlini irşad için iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyulâta tesir ettiren müddeayı müzeyyene ve şaşaalandırmak veyahut haile veya kuvve-i belâgatle hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Her bir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız.

Vakta ki hâl sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-ı hikmetin maden-i tebahhurâtı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından ve yeni tevellüde başlayan meyl-i taharrî-i hakikat ve aşk-ı hak ve menfaat-i umumiyeyi menfaat-i şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkârâneyi intâc eyleyen be­râhin-i kàtıadan başka, ispat-ı müddea bir şeyle olmaz. Biz ehl-i hâliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea zihnimizi işba’ etmiyor. Bürhan isteriz.

Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin hasenat ve seyyiatlarını zikredelim.

  • Mazi ülkesinde ekseriyetle hükümferma, kuvvet ve heva ve tabiat ve müyulât ve hissiyat olduğundan, seyyiatından biri, her bir emirde –velev filcümle olsun– istibdad ve tahakküm var idi.
  • Hem de meslek-i gayra husumete, kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunur idi.
  • Hem de bir şahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi.
  • Hem de keşf-i hakikate mâni olan, iltizam ve taassub ve taraftarlığın müdahaleleri idi.

Hasıl-ı kelâm: Müyulât muhtelife olduklarından, taraftarlık hissi herşeye parmak vurmakla ihtilâfat ile ihtilâl çıkarıldığından, hakikat ise kaçıp gizlenirdi.

Hem de, istibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve mezahibi ikame edecek, galiben taassub veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Hâlbuki, üçü de nazar-ı şeriatta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hemcinsiyeye ve teavün-ü fıtrîye münafidir. Hatta o derece oluyor, bunlardan biri taassub ve safsatasını terk ederek nâsın icma ve tevatürünü tasdik ettiği gibi, birden mezheb ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Hâlbuki, taassub yerinde hak ve safsata yerinde bürhan ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse hak olan mezheb ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasıl ki, zaman-ı saadette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümferma hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmaz idi.

Kezalik, görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı hâlde filcümle, inşaallah, istikbalde bitamamihî hükümferma, kuvvete bedel hak ve safsataya bedel bürhan ve tab’a bedel akıl ve hevaya bedel hüda ve taassuba bedel metanet ve garaza bedel hamiyet ve müyulât-ı nefsaniyeye bedel temayülât-ı ukùl ve hissiyata bedel efkâr olacaklardır –karn-ı evvel ve sâni ve sâlisteki gibi ve beşinci karna kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet hakkı mağlûb eylemiş idi.

Saltanat-ı efkârın icra-i hasenesindendir ki: Hakaik-ı İslâmi-yet’in güneşi, evham ve hayâlât bulutlarından kurtulmuş, her yeri tenvire başlamıştır. Hatta dinsizlik bataklığında taaffün eden adamlar dahi o ziya ile istifadeye başlamıştırlar.

Hem de, meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makàsıd ve mesalik, bürhan-ı kàtı üzerine teessüs ve her kemale mümid olan hakk-ı sabit ile hakaikı rabt eylemesidir. Bunun neticesi: Bâtıl, hak suretini giymekle efkârı aldatmaz.

Ey ihvan-ı Müslimîn! Hâl, lisan-ı hâl ile bize beşaret veriyor ki: Sırr-ı [1] وَقُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ boynunu kaldırmış, el ile istikbale işaret edip yüksek sesle ilân ediyor ki: Dehre ve tabayi-i beşere damen-i kıyamete kadar hâkim olacak, yalnız âlem-i kevnde adalet-i ezeliyenin tecellî ve timsali olan hakikat-i İslâmiyet’tir ki, asıl insaniyet-i kübra denilen şey odur. İnsaniyet-i suğra denilen mehasin-i medeniyet, onun mukaddemesidir.

Görülmüyor mu ki, telâhuktan neş’et eden tenevvür-ü efkâr ile, toprağa benzeyen evham ve hayâlâtı hakaik-ı İslâmiyenin omuzu üzerinden hafifleştirmiştir. Bu hâl gösteriyor ki: Nücum-u sema-i hidayet olan o hakaik tamamen inkişaf ve tele’lü ve lem’anisar olacaktır. عَلٰى رَغْمِ اُنُوفِ الْاَعْدَاءِ[2]

Eğer istersen, istikbal içine gir, bak: Hakikatlerin meydanında hikmetin taht-ı nezaret ve murakabesinde, teslis içinde tevhidi arayanlar, safsata ederek asıl tevhid-i mahz ve itikad-ı kâmil ve akl-ı selim kabul ettiği akîde-i hak ile mücehhez ve seyf-i bürhan ile mütekallid olanlarla mübareze ve muharebe ederse, nasıl birden mağlûb ve münhezim oluyor?

Kur’ân’ın üslûb-u hakîmanesine yemin ederim ki, Nasarayı ve emsalini havalandırarak dalâlet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyet’i daima tecellî ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaikı inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyet’in hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desâtirine mutabakat ve muhâkâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havatiminde nev-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor. Diyor:

[3] اَفَلَا يَنْظُرُونََ ve [4] فَانْظُرُوا ve [5] اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ve [6] اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ ve [7] تَتَفَكَّرُوا ve [8] مَا يَشْعُرُونَ ve [9] يَعْقِلُونَ ve [10] لَا يَعْقِلُونَ ve
[11] يَعْلَمُونَ ve [12] فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَبْصَارِ

Ben dahi derim: فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَلْبَابِ[13]

 

HATİME

فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَلْبَابِ Zâhirden ubûr ediniz! Hakikat sizi bekliyor. Fakat gördüğünüz vakit incitmeyiniz. Esah ve lâzım…

Muhakemat, s. 46-49

* * *

Aziz kardeşlerim,

Eski Said’in matbu eski eserlerinden birisi elime geçti. Merak ve dikkatle baktım. Bu gelen fıkra kalbe geldi. Münasipse Mektubat âhirinde yazılsın.

Evvelâ: Hürriyetin üçüncü senesinde aşâirler arasında meşrutiyet-i meşruayı aşâire tam bildirmek ve kabul ettirmek için Ertuş aşâiri içinde hususan Küdan ve Mamhuran’a verdiği ders ve 1329’da Matbaa-i Ebüzziya’da tab edilen, kırk bir sene evvel tab edilmiş, fakat maatteessüf yirmi otuz seneden beri arıyordum, bulamamıştım. Bu defa birisi bir nüsha bulup bana göndermiş. Ben de Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said’in sünuhatıyla dikkatle mütalâa ettim. Anladım ki, Eski Said acip bir hiss-i kablelvuku ile, otuz kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve mâneviyeyi hissetmiş. Ve bedevî Ekrad aşâiri perdesi arkasında, bu zamanın medenî perdesini kendilerine maske yapan ve vatanperverlik perdesi altında dinsiz ve hakikî bedevî ve hakikî mürteci, yani, bu milleti, İslâmiyetten evvelki âdetlerine sevk eden hainleri görmüş gibi, onlarla konuşup başlarına vuruyor.

Saniyen: O matbu eserin yüz beşinci sayfadan tâ yüz dokuza kadar parçaya dikkatle baktım. O zamanda aşâire ders verdiğim o sualler ve cevaplar vaktinde, mühim bir veli içlerinde bulunuyormuş. Benim de haberim yok. O makamda şiddetli itiraz etti. Dedi:

“Sen ifrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun, bizi de tahkir ediyorsun. Âhir zamandır. Gittikçe daha fenalaşacak.”

O vakit ona karşı matbu kitapta böyle cevap vermiş:

Herkese dünya terakkî dünyası olsun; yalnız bizim için mi tedennî dünyasıdır? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:

Ey yüzden tâ üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile beni temâşâ eden Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed, v.s. Size hitap ediyorum.

Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşaallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki, mâzi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız. Yâni, İhtiyar Risalesinin On Üçüncü Ricasında beyan ettiği gibi, Medresetü’z-Zehranın mekteb-i iptidaîsi ve Van’ın yekpare taşı olan kalesinin altında bulunan Horhor medresemin vefat etmesi ve Anadolu’da bütün medreselerin kapatılmasıyla vefat etmelerine işaret ederek, umumunun bir mezar-ı ekberi hükmünde olmasına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli Van Kalesi mezartaşı olmuş. “Ey üç yüz sene sonra gelenler! Şu kalenin başında bir medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş, fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medresetü’z-Zehrayı cismanî bir surette bina ediniz” demektir.

Emirdağ Lahikası, 344

* * *

Hem, Zaman-ı Saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki: Bir Müslüman muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini İslâmiyet’e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele; taklit ise ehemmiyetsizdir. Hâlbuki, edyan-ı saire müntesipleri mutlaka fevç fevç muhakeme-i akliye ile ve bürhan-ı kat’î ile daire-i İslâmiyet’e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevç fevç dâhil olacaklardır.

Hem de, tarih bize bildiriyor ki: Ehl-i İslâm’ın temeddünü, hakikat-i İslâmiyet’e ittibaları nisbetindedir; başkaların temeddünü ise, dinleriyle makusen mütenasibdir.

Hem de, hakikat bize bildiriyor ki: Mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz; lâsiyyema, uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzet olmuş adam dinsiz yaşayamaz. Zira, uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek ve gayr-i mahdut âmâline neşv ü nema verecek ve istimdadgâhı olacak noktayı, yani Din-i Hak olan dane-i hakikati elde etmezse yaşayamaz. Bu sırdandır ki, herkeste Din-i Hakkı bulmak için bir meyl-i taharri uyanmıştır. Demek, istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraatü’l-istihlâl vardır.

Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidatta olan hakikat-i İslâmiyet’i, nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyet’in yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz. Hem de, umum kemalâtı cami, bütün nev-i beşerin hissiyat-ı âliyesini besleyecek mevaddı muhit olan o kasr-ı nuranî-i İslâmiyet’i, ne cür’etle, matem tutmuş bir siyah çadır gibi, bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz? Evet, herkes, âyinesinin müşahedatına tâbidir. Demek, sizin siyah ve yalancı âyineniz size öyle göstermiştir.

Sual: “İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun, bizi de techil ile tahkir ediyorsun. Zaman ahir zamandır, gittikçe fenalaşacak.” (HAŞİYE-1)

Cevap: Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun? Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.

Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tahir’ler, Yusuf’lar, Ahmed’ler, vesaireler!.. Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler Cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin(HAŞİYE-2) mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tembih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan هَن۪يئًا لَكُمْ[14] sadasını işiteceksiniz. وَلَوْ مِنَ الشَّاهِدِ عَلٰى طَيْفِ الضَّيْفِ[15]

Şu zamanın memesinden bizimle süt emmeyen[16] ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ilerileşmiş olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın (HAŞİYE-3) hakaikını hayal tevehhüm etsinler. Zira, ben biliyorum ki; şu kitabın mesâili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.

Ey Muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira, asr-ı salis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum, sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camie davet ediyorum.

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan, İslâmiyet’i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor; çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüçsaz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..

Eski Said Dönemi Eserleri, s. 192-194

* * *

 

Ey Paşalar, Zabitler!

Bütün kuvvetimle derim ki:

Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletname-i Şeriatla davet olunsam, neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.

Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celbolunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. (HAŞİYE-4)

Demek, hakikat tahavvül etmez, hakikat haktır;
اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلَا يُعْلٰى عَلَيْهِ[17] . Millet uyanmış; mugalâta ve cerbezeyle iğfal olunsa da, devam etmeyecektir. Hakikat telâkki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır ve hakikat meydana çıkacaktır, inşaallah.

Eski Said Dönemi Eserleri, s. 136

* * *

 

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığım “altı kelime” ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları, onları biliyorum.

Hutbe-i Şamiye, s. 26

* * *

 

Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin burnunun rağmına olarak (HAŞİYE1) ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebîlere müşevveş bir mâzi düşmüş.

Bu dâvâma çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddematlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddematına başlıyoruz:

İşte, İslâmiyetin hakaiki hem mânen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.

Birinci cihet olan mânen terakki ise: Biliniz, hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir. İşte, tarih bize gösteriyor. Hattâ, Rus’u mağlûp eden Japon Başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:

Hakikat-i İslâmiyetin kuvveti nispetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâmın hakikat-i İslâmiyede zaafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedennîye düştüklerini ve hercümerc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilâkistir. Yani, salâbet ve taassuplarının zaafiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salâbet ve taassuplarının kuvveti derecesinde de tedennî ve ihtilâllere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.

Hem Asr-ı Saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki, bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakinî ile ve İslâmiyete tercih etmekle, eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avâmın delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin bu meselede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka meseledir. Halbuki, bütün dinlerin etbâları ise-hatta en ziyade dinine taassup gösteren İngilizlerin ve eski Rusların-muhakeme-i akliye ile İslâmiyete dahil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım, kat’î bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar (HAŞİYE2)

Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.

Hutbe-i Şamiye, s. 27-30

* * *

 

Bu sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak. Asr-ı Saadette sıdk vasıtasıyla Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-i imaniye ve hakaik-i kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimaiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk en revaçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir metâ hükmüne geçmiş. Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzabın emsâli, esfel-i sâfiline sukut etmiş. Ve kizb ozamanda küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılâb-ı azîm gösterdiğinden, kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup, o malı satın almak değil, herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılâb-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medâr-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan Sahabeler, elbette, şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzaba kendilerini benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar metâ ve hakikatlerin anahtarı, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın âlâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamaya çalıştıklarından, ilm-i hadisçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan, “Sahabeler daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet, tezkiyeye muhtaç değil. Peygamberden (aleyhissalâtü vesselâm) rivayet ettikleri hadisler, bütün sahihtir” diye, ehl-i şeriat ve ehl-i hadisin ittifakına kat’î hüccet, bu mezkûr hakikattir. İşte, Asr-ı Saadetteki inkılâb-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken, zaman geçtikçe, gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bazan yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki, Sahabelere kimse yetişemez. Yirmi Yedinci Sözün Zeyli olan Sahabeler hakkındaki risaleye havale edip kısa kesiyoruz.

Ey bu Cami-i Emevideki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dört yüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vuska sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.

Hutbe-i Şamiye, s. 53-55

* * *

 

Mebusana Hitap

6 Kânunievvel 1324 – 13 Kânunievvel 1324,
Kürd Teavün ve Terakki gazetesi, Sayı: 3-4.

 

يَٓا اَيُّهَا الْمَبْعُوثُونَ اِنَّكُمْ لَمَبْعُوثُونَ لِيَوْمٍ عَظ۪يمٍ[18]

Ey Mebusan-ı Ahali!

Hukukullah tabir olunan menafi-i umumiyeyi bostan-ı medeniyette Mebus-u İlâhînin aynü’l-hayat Şeriatıyla iska ediniz; tâ ki medeniyetimiz bu hayat ile gençliğini ebedîleştirsin ve adalet-i İlâhiye de hakkıyla tezahür etsin. Zira, adalet-i İlâhiye arş-ı Şeriatta tecelli ediyor. Oradan nazil olan ahkâmı düsturu’l-amel yapınız; tâ ki hukukullahta izinsiz tasarruf lâzım gelmesin. Sahib-i hakkın izni olmasa tasarruf caiz olmaz. İnsanlar hür oldular, lâkin yine ibadullahtırlar.

İstibdat denilen dev-i derendenin pençe-i gaddarında hanım-ı hatime-i edyan sükût ile ibka edilmişti. Şimdi elbette, taht-ı medeniyette oturan ve efkâr-ı umumî denilen Süleyman-ı Meşrutiyetin engüşt-ü mübareğine, her hasiyet-i teshire malik nigîn-i Şeriat-ı Garra lâyık görülecek. Evet bunu lâyık görünüz, fiilen de tebrik ve inkıyad ediniz. Bırakmayınız, Meşrutiyetin yed-i âdilânesine yakışan o seyfullah-ı beyzaya istibdadın pis pençesi ilişsin ve ağrazına vesile ederek o mübareği lekedar etmesin.

Milyonlarca dâhîlerin nusus-u kàtıadan istihracıyla Şecere-i Tuba gibi teşaub etmiş ve siyaseten ve maslahaten hangisinin hangi meselesine temessük caiz bulunmuş وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ى كِتَابٍ مُب۪ينٍ[19] sırrını tefsir eylemiş olan mezahib-i erbaadan o define-i bîpayan ve bîintiha, o cevahirle memlûdur ya, o Şeriat-ı Garradan ahkâm-ı âdile ve hakaik-ı ulviyeyi düstur olmak üzere tanzim için hamele-i Şeriatın efkâr-ı umumiyesine müracaat ediniz; tâ ki, Meşrutiyetteki hakaikı ve Kanun-u Esasîdeki ahkâmı, daha mükemmel, daha vazıh, Şeriat-ı Garradan istihrac ve tanzim etsinler; nasıl ki az himmetle Mecelle-i Ahkâmı tanzim ettiler. Zira hablü’l-metîn-i hayatımız olan ittihad-ı umumî bununla tahakkuk edecek ve kuvvet bulacaktır.

Şimdiye kadar şems-i İslâmiyet sehab-ı muzlim-i istibdat ile ve onun neticesi olan sû-i ahlâk ve zaaf-ı diyanetle mestur-u münkesif ve ma’kes olan kamer-i medeniyet, haylûlet-i cehalet ve vahşet ile münhasif olduğundan, hâşâ, din-i İslâm müsaid-i istibdat ve atalet olduğuna dair bazıları için bir zann-ı batıl hâsıl olmuştur. اَلْحِكْمَةُ ضَالَّةُ الْمُؤْمِنِ اَخَذَهَا اَيْنَمَا وَجَدَهَا[20] bir Şeriatta esas olsa, acaba ne senetle, ne suretle mâni-i terakkî olur. Siz de Meşrutiyeti “meşruiyet” ünvanı ile tavsif ve telâkki ve telkin ediniz; tâ ki o batılı tekzip edesiniz. Yoksa, başka vicdanî dinlere kıyasen, Şeriatı siyasetten tecritle o zann-ı batılı tasdik etmeyiniz. Zira, dinimiz nasıl ki manevî ve vicdanî ve uhrevî ve naklîdir; maddî ve siyasî ve aklî ve meaşı tanzim ve temin ediyor. Bazı Avrupa muhakkikleri demişlerdir ki: “Bazı aktârdaki insanların daire-i medeniyete duhullerine vasıta-i yegâne İslâmiyet’tir.” Müslümanların lâhm u demlerine karışmış olan din-i İslâm, onların hissiyat ve efkârında müessir ve vicdanlarında sultan-ı mutâ olduğundan şimdi esas-ı terakkîyi metin bir esasa istinad ettirmek için efkâr ve ezhan meyanında seyyale-i elektrikiye gibi cereyan eden mesâil-i diniye ile vicdanlarıyla muhabere ve neşredilsin.

Hem de etfalin talimi kasrî ve cebrîdir. Etfale benzeyen akvamın terbiye ve talimleri de cebrî gibi olacaktır. Bu zaman-ı hürriyette kasır, şevk ve muhabbet olacaktır. Ve o şevk-i hakikîyi tevlid eden, vicdanlarından çıkan sadâ-yı diyanettir. Ve onu tehyic eden hasiyet, ruhanî manyetizmaya malik olan Şeriat-ı Ahmediyenin emr-i nafiziyle olacaktır. Kürdistan, Arabistan, Arnavutluk’ta gezenler, bu müddeada tereddüt etmezler. Onların ezhanını ruhanî manyetizma ile manyetizmlendirmek ancak Şeriat namıyla olacaktır. Marazımızı teşrih edelim, ona göre deva arayalım.

Marazımız atalet, cehalet ve muhalefet-i Şeriatla hâsıl olan sû-i ahlâk ve onların neticeleri olan fakr u zaruret ve irtikâb-ı hile ve başka nam ile sirkat-ı alenîdir. Âlem-i medeniyet, bu seyyiatın izalesini bizden istiyorlar. Diyaneti zayıflaştırmakla tedavi, parmaktaki cerihanın tedavisi için göz çıkarmaya benzer. Zira milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir.

Hulâsatü’l-hulâsa: Meşrutiyet, seyf-i elmas-ı Şeriatı elde tutmak zarurîdir; tâ ki, üç şecere-i zakkumu esasıyla kessin, o üç define-i cevahiri veyahut şecere-i tubayı muhafaza etsin.

  • Birinci şecere-i zakkum, Avrupa’nın hakkımızda zann-ı fasidi ve onun semeresi olan hiss-i nefret ve merhametsizlik ve şematettir. Zira İslâmiyet’in mâni-i terakkî ve müsaid-i istibdat olduğunu hataen zannetmişlerdi.
  • İkinci şecere-i zakkum, maden-i ahlâk-ı seyyie ve medeniyetin en büyük seyyiesi olan dinsizliktir. Bu şecere-i zakkumun zemin-i şûresi budur ki, eğer her kemale muhit olan din-i İslâmî yalnız vicdana sıkıştırılsa, din bir tarafta kalır ve hamele-i Şeriat tebaiyet hükmüyle geri kalarak gitgide inhitat ederek o şecere-i zakkum müsait zemin bulacaktır. Zira herkes tebeî ve sathî nazarıyla dine nazar ederek dikkatsizlik ve taassup ile dine karışmış olan bazı hikâyat-ı İslâmiye ve teşbihat-ı İsrailiyat ki, bazı avam-ı nâs onları akide ve hakikat ve İslâmiyet’ten telâkki etmişlerdir. Onlar da avam gibi akide ve hakikat zannedeceklerinden, fünunlara muhakeme ettikleri vakit kalp hastalığı mesabesinde olan zaaf-ı akideye müptelâ olacaklardır.
  • Üçüncü şecere-i zakkum, nifak ile anâsır-ı İslâmiyeyi tefrikaya ve efradın kalplerini teşettüte ve efkâr-ı umumiyeyi çatallaştırmaya ve hükûmeti izmihlâle verecektir. Zira en âmî ve cebîn, en has ve cesur gibi hiss-i diyanetle mütehassis, din namıyla ne telkin olunsa ruhunu feda eder. Hubb-u vatan ve sırf hubb-u millet ve saadet-i dünyevî olan hissiyatlar ancak binden bir tane, hakkıyla mütehassis oluyor. Ve muhtesler de hubb-u vatan ve millet içinde diyanet ve şevket-i İslâmî ve şerâyi-i dinî mülâhazasıyla mütehassis oluyor. Demek din vasıtasıyla olmazsa, şahs-ı manevî olan hükûmet, avam-ı nâs nazarında münafık veya mürted gibi olacak ve hayatımız olan ittihad ve ruh-u hükûmet olan itaat, “ehven min beyti’l-ankebut” olacaktır. Bir asker hiss-i hakikî-i vicdaniyattan arî farz edilse, kâr u zârda ne fedakârlık gösterecek!

Eğer Şeriat tecessüm ve temessül etse idi, istibdadı şeytan gibi tel’in edecekti. Şeriatı bertaraf bırakmayınız; tâ istibdat pis eliyle vücudunu lekedar etmesin.

Meşruiyet zemininde neş’et eden,

Birinci şecere-i tuba, ittihad-ı umumîdir. Zira, avam ve havas hiss-i dinle mütesaviyen mütehassistirler. Eğer din namıyla olmasa, bîçare avam mazi tarafa dönüp gidecekler, zaman-ı saadete sizi şekva edeceklerdir.

İkinci şecere-i tuba, eyadi-i şebabete mazhar olan medeniyetimizdir. Zira Şeriat, mehasin-i medeniyete emirle beraber, medeniyeti inkıraza sevk eden ve ihtiyarlatmakta olan sefahet ve israfat ve maişetteki müthiş müsavatsızlıktan nehyediyor.

Üçüncü şecere-i tuba, ikbal-i istikbalimizi temin eden diyanet-i kâmilemizdir. Zira Meşrutiyette Şeriat, esas-ı evvel-i medeniyetimizin deveran-ı demi yerine geçmiş olan Şeriat-ı Ahmedîyi teneffüs ve terakkiyat-ı efkâr ile onun mülevves olan hikâyat ve İsrailiyat ve teşbihattan tasfiye edileceğinden, küre-i arzın deveran-ı demi yerine geçecektir. Veyahut şems-i İslâmiyet sema-i siyasette sehab-ı muzlimden halâs olduğundan, kamer-i medeniyeti tenvir ve Asya tarlasının çiçeklerini tenmiye ve tezyin edecektir. Zira din esası olduğu hâlde, hamele-i Şeriat, dâhî ve siyasî adamlar olacaklar ve İslâmiyet’i o hikâye-i İsrailiyattan tecrit edecek ve sileceklerdir.

وَالْفَضْلُ مَا شَهِدَتْ بِهِ الْاَعْدَٓاءُ[21]

Yeni Dünyanın en meşhur feylesofu demiş ki: “İslâmiyet çıktığı zaman âteş-i cevval gibi, odun parçalarına benzer sair edyan ve efkârı bel’ etti. On iki asırda iki yüz milyonun rehber-i hayatı olmuş ve o hakaik-i ulviye müsademat-ı âleme karşı hasiyetini ve hakikatini muhafaza etmekle şimdi mir’at-ı mücellâ gibi Muhammed-i Arabî’yi nazarımızda tecessüm ettiriyor.”

Elhâsıl: Bir hazine-i cevahire malik olduğumuz hâlde, Avrupa’ya ahkâmda izhar-ı fakr, ahlâkta dilencilik etmek din-i İslâm’a büyük bir hıyanettir ve hayat-ı millete kastetmektir. Dünya için din feda olmaz, berâhin-i akliye üzerine müesses olan din-i İslâm, başka dine kıyas olunmaz.

Evet, Avrupa’dan ahz u iktibasa muhtacız. İhtiyacımız idare-i mülk ve tanzim-i kuvâ-yı harbiye-i bahriyeden ve fünun-u sanayiden işimize yarayanlarıdır (dinimizin emriyle). Avrupa da bizden yalnız adaleti ister ve medeniyeti bekler; tâ muvazenesi bozulmasın. Bu iki esasa Şeriatımız müessis ve külliyetiyle nazırdır. Zaaf-ı diyanetle uhuvvet ve hürriyet ve medeniyet, bataklık ve müteaffin sulardan zehirlenmiş çiçek ve meyvelere benzer. Acaba Şeyheyn ü Ömereyn ve Harun u Me’mun ve Endülüs’teki Emevîler, zaaf-ı dinle mi terakkî ettiler? Zaman-ı salifte âlemde hükümferma olan istibdadın pederi vahşet olduğu hâlde, sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsavatları bürhan-ı bâhirdir ki, Şeriat-ı Garra, hürriyet-i hakkı ve adaleti ve ibadetteki müsavatıyla iman olunan müsavat-ı hukuku cemî-i revâbıt ve levazımatıyla camidir. Buna binaen kat’iyen hükmediyorum, şimdiye kadar noksaniyetimiz ve tedenniyatımız ve sû-i ahlâkımız dört sebepten gelmiş:

Birincisi: Şeriat-ı Garranın adem-i müraat-ı ahkâmından ve bazı hakaik-ı şer’iyeyi başka ünvanla gösterdiğinden, avamı tenfir ile itaat-ı vicdaniyelerini sarsmaktır. Devr-i inhitatımızdan beri güya fevka’ş-Şeriat bazı nizamatı neşretmek (Şeriattan izin almadan) tedennimizin en büyük sebebidir.

İkincisi: Bazı müdahinlerin keyfemayeşa sû-i tefsir etmek, hâşâ, İslâmiyet’i istibdada müsait ve medeniyete mâni gibi göstermektir.

Üçüncüsü: Zahirperest dinin cahil dostları, taassubat-ı nabemahal ile bazı teşbihatı hakikat olarak telâkki ve telkin ederek ve bunu iyilik belleyip dine hıyanet etmesidir.

Dördüncüsü: Müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk ile çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u mesâvî-i medeniyeti tutî gibi taklit etmeleridir.

Ey Vükelâ-i Ümmet! Şeriat namıyla meydana çıksanız, icma-ı ümmetin bir küçük dili olacaksınız. Hem de Şeriat-ı Garranın nidasıyla bütün ezhanı manyetizmalandıracak ruhen ve vicdanen evamiriniz telâkki olunacaktır. Siz ehl-i teşrih değilsiniz; ehl-i tercih ü tatbik-i ahkâm-ı ilcaat-ı zamane olacaksınız. Ve böyle esaslarda az bir ihmal ve inhiraf, kesr-i adedî gibi, füruatta bir yekûn-u azîm-i seyyiat teşkil edecektir. Şimdi tam görünmese, müstakbel tarlasında ebucehil karpuzu gibi mazarrat ile sümbüllenecektir. Ehvenü’ş-şerri ihtiyâr adalet-i izafiyedir. İcaletü’r-rakîb gibi yapılmasın, tâ adalet-i hakikiyeye istidat peyda olsun.

Ey Mebuslar! İyi muvazene ediniz. Tâ ki حَفَظْتُمْ شَيْئًا وَغَابَتْ عَنْكُمْ اَشْيَٓاءُ[22] beyti size handezen-i istihfaf olmasın. Elhâsıl, adalet ne ünvanla olsa, adalettir. Lâkin ihtilâf-ı ünvanın büyük bir tesiri var. Hatta mantıkta bir şey-i vahid, bir ünvanla zarurî olduğu hâlde, başka ünvanda nazarîdir. Ve salât, ibadet ünvanıyla, kıbleye müteveccih olduğu hâlde, sahih ve kurbettir; ve lu’b ünvanıyla veyahut kıbleye teveccüh olunmasa batıl ve haramdır. Namaz, sureten o namazdır.

Binaenaleyh, Meşrutiyet ve Kanun-u Esasî denilen adalet ve meşvereti, bu ünvan ile beraber o ünvan-ı muhteşem ve müessir ve adalet-i mahzayı mutazammın; ve nokta-i istinadımızı temin eden; ve Meşrutiyeti bir esas-ı metîne isnat ettiren; ve evham ve şükûk sahibini varta-i hayretten kurtaran; ve istikbal ve ahiretimizi tekeffül eden; ve menafi-i umumî olan hukukullahı izinsiz tasarrufundan sizi tahlis eden; ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden; ve umum ezhanı manyetizmalandıran; ve ecânibe karşı kemalimizi ve metanetimizi ve mevcudiyetimizi gösteren; ve sizi muaheze-i dünyevî ve uhrevîden kurtaran; ve maksat ve neticede ittihad-ı umumîyi tesis eden; ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı umumiyeyi tevlid eden; ve çürük mesâvî-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden; ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran; ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkîden sırr-ı i’caza binaen zaman-ı kasîrde tayyettiren; ve Turan ve Ariyan’ı ve Sam’ı tevhid ederek zamanıyla bize bir büyük kıymet veren; ve şahs-ı manevî-i hükûmeti Müslüman gösteren; ve Kanun-u Esasînin ruhu ve On Birinci Maddeyi muhafaza eden; ve Avrupa’nın eski zann-ı fasidlerini tekzip eden; ve Muhammed’i (asm) hatem-i enbiya ve Şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren; ve muharrib-i medeniyet olan dinsizliğe karşı sed çeken; tebâyün-ü efkâr ve zalâm-ı teşettüt-ü ârâyı safa-i nuranîsiyle[23] ortadan kaldıran; ve umum ulema ve vaizleri ittihad-ı saadet-i millete ve icraat-ı hükûmet-i meşrutaya hadim eden; ve adalet-i mahz ve merhametli olduğundan, anâsır-ı gayr-i müslimeyi daha ziyade telif ve rabteden –evet evet daha ziyade rabteden, zira onların itminanı nokta-i diyanete istinad ettirmekledir– ve en cebîn ve âmî bir adamı en cesur ve has adam gibi hiss-i hakikî-i terakkî ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden; ve hâdim-i (هادم) medeniyet olan sefahet ve israfat ve havâic-i gayr-i zaruriyeden bizi halâs eyleyen; ve muhafaza-i ahiretle beraber, imar-ı dünya etmekle sa’ye neşat veren; ve hayat-ı medeniyet olan ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin düsturlarını ders veren; ve her birinizi elli bin kişinin takaza-i hakkından tebrie eden; ve sizi icma-ı ümmete küçük bir misal-i meşru gösteren; ve sırr-ı niyete binaen, a’malinizi ibadet gibi telâkki ettiren; ve üç yüz milyonun hayat-ı maneviyesine kast-ı cinayetten sizi tahlis eden ol Şeriat-ı Garra ünvanıyla gösterseniz, bu kadar fevaidi tahsil ile beraber, acaba ne gibi şeyi kaybedeceksiniz?

Eğer denilse: Acaba medeniyetin revâbıtı ve fünundaki hakaikı Şeriat-ı Garrada nasıl çıkarılacak ve tatbik edilecek?

Ben derim: Ulema-i dinin efkâr-ı umumiyelerine müracaat ediniz ve ezhan-ı nukkada havale ediniz. Fahir olmasın, derim ki: O külliyetten cüz’iyetim cihetiyle iddia ediyorum ki, benden sual ediniz; medeniyetin mehasin-i hakikiyesini Şeriat-ı Garrada daha ekmelini göstereceğim ve fünundaki hakaik-ı yakîniyenin hiçbir nusus-u kàtıa-i İslâmiyeye muhalif olmadığını ispat edeceğim. Muhalefet ancak fünunun bazı nazariyat veyahut faraziyattadır ki, gençlerimiz, tutî taklidi gibi, yakîn zannetmişler. Ve nususun bazı zevahiri gayr-i murad meyanında vuku bulur.

Ey Mebuslar! Mecelletü’l-Ahkâm bir hüsn-ü misaldir. İslâmiyet sizden çok büyük şeyler bekliyor. Peygamber de Zaman-ı Saadet’te elini kaldırmış gibi size nida ediyor.

Hem de kuvvet kanunda olsun. Yoksa istibdat münkasım olmuş olur. Kanunun kuvveti, mukanninin kuvvetiyledir. اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْقَوِيُّ الْمَت۪ينُ[24] kanun-u İlâhîdeki kuvvet ve akaid-i hakka cihetiyledir ki, bir zaman-ı kasîrde şark ve garbı adalete mazhar ve istilâ etti. Şeriatın büyüğüne itaat, istibdadın gayrıdır. Zira Şeriatta tefevvuk eden en büyük bir adama esaret-i nefisten tahallûs ve hürriyet-i şer’iyeden tekemmül için hiss-i ihtiram ve muhabbetle itaat, hibr ve havf üzere müesses ve tenebbüh-ü efkâr cihetiyle şimdiki zamanda istidadı kalmayan istibdadın gayrıdır. Mesâlik ve edillede ihtilâf, maksat ve neticede ittihaddır. Kuvve-i dafia ve cazibe gibi bir kıyasta bulunmalı; tâ muvazene bozulmasın. Sırf ittihad, taklidi intâc ediyor.

Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Kürdistan dağlarında büyümüş ve âdât ü adap ve nezaket namıyla hiçbir kayıt altına girmemiş ve hürriyetini hiçbir şeye ve lezzete feda etmemiş ve hatta zaman-ı istibdatta hürriyetin ünvanı ve en müsait bir zemini olan divaneliği kabul etmiş ve âlem-i gaybdan gelen bir sadâ-yı manevî vicdanında taninendaz olarak kalbindeki İslâmiyet’i tehyic ve gayretini temviç ederek bu hararetli hissiyatını aks-i sadası gibi izhar eylemiş bir adamın asabiyetinden neş’et eden ifrat ve tefritini onun hulûs-u niyetine ve ihtiyârsızlığına bağışlamak mukteza-i mürüvvet ve insaniyettir.

پَسْ كُنَمْ چُونْ ز۪يرَكَانْرَا اِينُ بَسْ اَسْت ۝

بَانْكِ دِهْ كَرْدَمْ اَگَرْ دَرْ كَسْ اَسْت[25]

Yaşasın adalet-i İlâhî, ebedî olsun Şeriat-ı Ahmedî, payidar olsun meşruta-i meşrua!

Eski Said Dönemi Eserleri, s. 31-38

* * *

Üçüncü Mesele

Gençlik Rehberinde izahı bulunan ibretli bir hadisenin hülâsası şudur:

Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”

Evet, gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hadisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefahetin elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine nefretle ve teellümlerle ağlayacaklardı.

Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:

“Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.”

Ben de cevaben dedim:

Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve sefahete atılıyorsun. Kat’iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve mâdumdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalâlet yoluyla, senin başına ve varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz’î lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı dahi, itikatsızlığın cihetiyle yine mâdum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır. Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hazıra uğrayan biçarelerin başları ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihâne cüz’î lezzetini zîr ü zeber eder.

Eğer dalâleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkiki ve istikamet dairesine girsen, iman nuruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mazi mâdum ve herşeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcut ve istikbale inkılâp eden nuranî bir âlem ve bâki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle, değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennetin bir nevi mânevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki iman gözüyle görünür ki, saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahmân-ı Rahîm-i Zülcelâli ve’l-İkramın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve iman ile olabilir.

Asa-yı Musa, s. 17

* * *

Asya’nın kalkınmasının şartları hürriyet ve şûradır

Hem de mânâ-i meşrûtiyete iptila ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve alem-i İslâmın istikbalde terakkîsinin birinci kapısı meşrûtiyet-i meşrua ve Şeriat dairesindeki hürri-yettir. Ve tali’ ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûradır. Zira, şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm ecanibin istibdad-ı manevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye, alemde, bahusus bundan sonra Asya’da hükümferma olduğu halde herbir ferd-i Müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine malik olur. Ve hürriyet üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten hâlâs etmeye bir çâre-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak; burada yirmi milyon nüfus, te’sis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.

Yaşasın Meşrutiyet-i meşrûa! Sağ olsun hakikat-ı Şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!

Divan-ı Harb-i Örfî, ss. 55-56.

* * *

Bizdeki hürriyet alem-i islamın hürriyetine sebep olacaktır

Sual: “Heyhat! Nasıl hürriyetimiz umum âlem-i İslâm’ın hürriyetinin mukaddimesi ve fecr-i sadıkı olur?”

Cevap: İki cihet ile.

Birincisi: Bizde olan istibdat, Asya’nın hürriyetine zulmanî bir set çekmişti. Ziya-i hürriyet o muzlim perdeden geçemezdi ki, gözleri açsın, kemalâtı göstersin. İşte bu seddin tahribiyle, fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat Çin ifrat edip komünist oldu. Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birdenbire terazinin öteki gözünde olan vahşet ve istibdadı kaldırdı, git gide kalkacak.

Eğer siz sahife-i efkârı okusanız, tarik-ı siyaseti görseniz, huteba-i umumî olan doğru konuşan ceraidi dinleseniz, anlayacaksınız ki, Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla âlem-i İslâm’ın efkârında öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılâb-ı acib ve terakkî-i fikrî ve teyakkuz-u tam intâc etmiştir ki, pahasına yüz sene verseydik yine ucuzdu. Zira, hürriyet milliyeti gösterdi; milliyet sadefinde olan İslâmiyet’in cevher-i nuranîsi tecelliye başladı. İslâmiyet’in ihtizazını ihbar etti ki, her bir Müslim, cüz-i fert gibi başıboş değildir; belki, her biri mürekkebat-ı mütedâhile-i mütesaideden bir cüzdür, sair eczalar ile cazibe-i umumiye-i İslâmiye noktasında birbirleriyle sıla-i rahimleri vardır.

Şu ihbar, bir kavi ümit verir ki, nokta-i istinad ve nokta-i istimdad gayet kavi ve metindir. Şu ümit, yeisle öldürülen kuvve-i maneviyemizi ihya etti. Şu hayat, âlem-i İslâm’daki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı manevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir. (HAŞİYE) عَلٰى رَغْمِ اَنْفِ اَبِى الْيَاْسِ[26]

İkinci cihet: Şimdiye kadar ecnebîler bahane mahane tutarlardı, milletimizi eziyorlardı. Şimdi ise, ellerinde uruk-u insaniyetkârânelerine veya damar-ı mutaassıbânelerine veya âsâb-ı dessasânelerine dokunduracak ellerinde serrişte-i bahane olacak öyle nokta bulamazlar. Bulsalar da tutamazlar. Bahusus, medeniyet hubb-u insaniyeti tevlid eder.

Eski Said Dönemi Eserleri, s. 181-182

* * *

Mukaddeme

Bu Sünuhat Risalesi, Hazret-i Üstad’ın “Eski Said” tabir ettiği zamanında Risale-i Nur’dan evvel te’lif ettiği eserlerinden olmakla beraber tazeliğini daima muhafaza etmekte ve Risale-i Nur’daki bazı meselelerin hülâsalannı ihtiva etmektedir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri sonradan yazdığı bir mektubunda bu Risâleden bahisle şöyle izahatta bulunmaktadır:

“Hürriyetin bidayetinde Risale-i Nur’dan çok evvel kuvvetli bir ümit ve itikad ile ehl-i îmânın me’yusiyetlerini izale için, “İstikbâlde bir ışık var, bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordum. Hattâ hürriyetten evvel de talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayat’ımda merhum Abduırahman’ın yazdığı gibi, Sünûhat misillû risalelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum” diye dehşetli hadisata karşı o ümit ile dayanıp mukàbele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Halbuki hâdisat-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzip edip ümidimi kırardı.

“Birden bir ihtar-ı gaybî ile katî kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki: Ciddî bir alâka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin “Bir ışık var, bir nur göreceğiz” diye müjdelerin te’vili ve tefsiri ve tâbirí, sizin hakkınızda belki îman cihetiyle, âlem-í İslâm hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül ve tahminin ile geniş dairede belki siyaset âleminde gelecek mes’udâne ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.”

Bir mektubunda da aynı bahse temasla beyanda bulunuyor:

“Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak Nur çıkacak. Hattâ hürriyetten evvel pek çok defa talebelere teselli vermek için “Bir Nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek’ diyordu. Işte kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikati kör gözlere de gösterdi. Işte Nurun zahiren, kemmiyeten dar cihetine bakmayarak hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalâde menfaatini hissetmesi suretiyle; hem de siyaset nazarıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade etmiş. Çünkü Risale-i Nur îmânı kurtarması cihetiyle o dar dairesi, madem hayat-ı bakiye ve ebediyeyi îmânla kurtarıyor. Bir milyon talebesi bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil belki bin insanın hayat-ı ebediyesini temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı faniye-i dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması, eski Said’in o rüya-yı sadıka gibi olan hiss-i kable’l-vuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki inşaallah o göıüş, yüz sene sonra Nurlarin ektiği tohumların sümbüllenmesiyle aynen o geniş daire, Nur dairesi olacak.”

Hem yine hiss-i kable’l-vuku ile istikbâlden haber verdiği müjdelere dair Hutbe-i Şamiye’nin haşiyesinde diyor:

“Eski Said, hiss-i kable’l-vuku ile bin üç yüz yetmiş birde-başta Arap devletleri-âlem-i İslâmın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup Islâmî devletler teşkil edeceklerini kırk beş sene evvel haber veımiş. İki harb-i umumî ve otuz-kırk sene istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. Bin üç yüz yetmişte olan vaziyeti bin üç yüz yirmi yedide olacak gibi müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış.”

Eskiden neşrettiği makalâtına dair şöyle söylemektedir:

“Bütün kuvvetimle derim ki:

“Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikta nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla dâvet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcâatının modasına göre bir libas giydireceğim.

“Şayet müstakbel tarafmdan üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnâmesiyle celb olunsam, yine bu hakikatleri tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.

“Demek, hnkikat tahavvül etmeı; hakikat haktır. Elhakku ya’lû velâ yu’lâ aleyhi.”

Sünuhat, s. 12- 15

* * *

 

Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.

Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs-ı mânevî olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taallûk eden noktalardan, sırat-ı müstakîme sevk edebilsin. Yoksa, fert dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye mâruz bırakıyor.

Hattâ diyebiliriz, şimdiki zaaf-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaytlık ve içtihadattaki fevzâ, meşihatın zaafından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü, hariçte bir adam reyini, ferdiyete istinat eden meşihata karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûrâya istinat eden bir şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır.

Her müstaid, çendan içtihad edebilir. Lâkin içtihadı o vakit düsturü’l-amel olur ki, bir nevi icmâ veya cumhurun tasdikine iktiran ede. Böyle bir şeyhülislâm mânen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı garrâda daima icmâ ve rey-i cumhur medâr-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevzâ-i ârâ için, böyle bir faysala lüzum-u kat’î vardır.

Sünuhat, s. 51

* * *

 

Rüyada bir hitabe

Meâli ve hatırda kalan elfazı aynendir.

1335 [27] senesi Eylül’ünde, dehrin hâdisatının verdiği yeis ile şiddetle muztarip idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Manen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-i sadıkada bir ziya gördüm. Tafsilâtı terk ile yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:

Bir cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi dedi:

“Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem, seni istiyor.”

Gittim, gördüm ki; münevver, emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihînden ve a’sarın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum.

Onlardan bir zat dedi ki:

“Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var, fikrini beyan et!”

Ayakta durup dedim:

“Sorun cevap vereyim.”

Biri dedi:

“Bu mağlubiyetin neticesi ne olacak, galibiyette ne olurdu?”

Dedim:

“Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazen saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri, i’lâ-yı kelimetullah ve beka-i istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâm’a fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâm’ın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir.

“Zira, şu musibet mâye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını harikulâde tacil etti. Biz incinirken, âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek; yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz.

Harikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i ( عَاجِلَه ) muvakkata kaybettik. Fakat bir saadet-i âcile-i ( آجِلَه ) müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdut olan hâli, geniş istikbal ile mübadele eden kazanır.

Birden meclis tarafından denildi:

“İzah et!”

Dedim:

“Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez. Galip olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidâneye belki daha şedidâne kapılacak idik. Hâlbuki o cereyan hem zalimâne, hem tabiat-ı âlem-i İslâm’a münafi, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsa idik, âlem-i İslâm’ı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecek idik. Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük ve nazar-ı Şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-i inkıraz, sefih, mütemerrit, gaddar, manen vahşî bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecektik.”

Meclisten biri dedi:

“Neden Şeriat şu medeniyeti (HAŞİYE) reddeder?

Dedim:

“Çünkü, beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür. Hedef-i kastı menfaattir. O ise, şe’ni tezahumdur. Hayatta düsturu cidaldir. O ise, şe’ni tenazudur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe’ni böyle muhiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci’ ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise, şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın mesh-i manevîsine sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.

“İşte onun için bu medeniyet-i hâzıra; beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış; onunu mümevveh saadete çıkarmış; diğer onu da, beyne beyne bırakmış. Saadet odur ki; külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.

“Hem serbest hevanın tahakkümüyle, havâic-i gayr-i zaruriye havâic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y, masrafa kâfi gelmediğinden; hileye, harama sevk etmekle ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel ferdi, şahsı, fakir, ahlâksız etmiştir.

“Kurun-u Ulânın mecmu vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu!

“Âlem-i İslâm’ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ıztırabı cây-ı dikkattir. Zira istiğna ve istiklâliyet hassasıyla mümtaz olan Şeriattaki İlâhî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizaç etmez, bel’ olunmaz, tâbi olmaz.

“Bir asıldan tev’em olarak neş’et eden eski Roma ve Yunan iki dehaları, su ve yağ gibi mürur-u a’sar ve medeniyet ve Hıristiyanlığın temzicine çalıştığı hâlde yine istiklâllerini muhafaza, âdeta tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev’em ve esbab-ı temziç varken imtizaç olunmazsa, Şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiç bir vakit mezc olunmaz, bel’ olunmaz.”

Dediler:

“Şeriat-ı garradaki medeniyet nasıldır?”

Dedim:

“Şeriat-ı Ahmediyenin (asm) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki; medeniyet-i hâzıranın inkışâından inkişaf edecektir. Onun menfî esasları yerine, müsbet esaslar vaz’ eder. İşte:

“Nokta-i istinad kuvvete bedel haktır ki, şe’ni adalet ve tevazündür. Hedefte menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve tecazübdür. Cihetü’l-vahdette unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî vatanî, sınıfîdir ki; şe’ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedafüdür. Hayatta düsturu, cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe’ni ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki, şe’ni insaniyeten terakkî ve ruhen tekâmüldür. Hevayı tahdit eder, nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.

Eski Said Dönemi Eserleri. S. 352-355

* * *

 

 

 

[1]. De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. (İsra Suresi: 81.)

 

[2]. Düşmanların rağmına olarak.

 

[3]. Bakmazlar mı? (Gaşiye Suresi: 17.)

 

[4]. Bakınız. (Al-i İmran Suresi: 137; Nahl Suresi: 36; Neml Suresi: 69; Ankebut Suresi: 20; v.d.)

 

[5]. Onlar hiç düşünmezler mi? (Nisâ Suresi: 82; Muhammed Suresi: 24.)

 

[6]. Hâlâ düşünmez misiniz? (En’am Suresi: 80; Secde Suresi: 4.)

 

[7]. Düşününüz. (Sebe’ Suresi: 46.)

 

[8]. Farkında değiller. (Bakara Suresi: 9; Al-i İmran Suresi: 69; En’am Suresi: 26; Nahl Suresi: 2.)

 

[9]. Akıllarını kullanırlar. (Bakara Suresi: 164; Ra’d Suresi: 4; Nahl Suresi: 12, 67; v.d.)

 

[10]. Akıl etmezler. (Bakara Suresi: 170, 171; Maide Suresi: 58, 103; Enfal Suresi: 22; v.d.)

 

[11]. Biliyorlar. (Bakara Suresi: 75, 102, 103, 146, 230; Al-i İmran Suresi: 75; v.d.)

 

[12]. Bundan ibret alın, ey basiret sahipleri! (Haşir Suresi: 2)

 

[13]. Bundan ibret alınız, ey akıl sahipleri!

 

[14].    Ne mutlu sizlere!

 

[15].    Velev misafirin hayali üzerinden yapılan müşahede cinsinden de olsa.

 

[16].    Bazı nüshalarda “emen” şeklindedir.

 

[17].    Hak yücedir ve hiçbir şey ondan daha yüce değildir. (Keşfü’l-Hafâ, 1:127, hadis no: 362.)

 

[18].    Ey mebuslar! Şüphesiz, sizler büyük bir gün için diriltileceksiniz.

 

[19].    Yaş ve kuru ne varsa, apaçık bir kitapta yazılmıştır. (En’am Suresi: 59.)

 

[20].    Hikmet mü’minin yitik malıdır; nerede bulsa alır. (Tirmizî, Kitabü’l-İlim: 19; İbni Mâce, Kitabü’z-Zühd: 15.)

 

[21].    En kat’î fazilet odur ki, düşmanlar dahi onun tasdikine şehadet etsin.

 

[22].    Bir şeyi korudunuz ama pek çok şeyi kaybettiniz.

 

[23].    “Safa-i nurânî” kelimesi, Üstadın 1950’den sonra gözden geçirdiği bir nüshada “Yaşasın Kur’ân-ı Kerîm’in Kanun-u Esasîleri” başlıklı makalesinde “safha-i nurânî” şeklindedir.

 

[24].    Muhakkak ki Allah sonsuz güç ve kudret sahibidir.

 

[25].    Akıl sahipleri için bu söylediklerim kifayet eder. Köye seslendim, sesimi duyan varsa eğer.

 

[26].    Ümitsizliği âdet edinmiş kimseye rağmen.

 

[27].    Milâdî olarak 1919. (Nâşirler)