Dünyevilerin Sahte Cenneti ile Kuran’ın Hakiki Cennetinin bir Mukayesesi

A Comparison Between The False Paradise of the Seculars and the True Paradise of the Qur’an

Fikret YÜKSELEN

 

Özet

Bediüzzaman Said Nursî insanlığın geçirdiği maddi ve manevi buhranlar karşısında hiç sarsılmamış, geleceğe daima ümitle bakmış ve ümitvar olmayı teşvik etmiştir. O dünyanın Müslümanlar için de terakki dünyası olabileceğini savunmuş ve gelecek tasavvurunu Kuran hakikatleri üzerinden kurgulamıştır.  Risale-i Nur esas itibariyle insanlığın maddi ve manevi gelişiminin ipuçlarını veren özelliklere sahiptir. Gelişen teknoloji ve insanlığın geleceği nokta karşısında insanlığın durumuna ilişkin Risale-i Nur’da önemli ipuçları bulmak mümkündür. Bu çalışmada; sanal evren, sanal gerçeklik ve gelecekteki haberleşme alt başlıkları Risale-i Nurlar çerçevesinde ele alınacak, hayatımıza giren bu teknolojilerle ilgili kısa değerlendirmeler yapılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Teknoloji, Sanal Gerçeklik, Sanal Evren, Yapay Zeka, İlerleme, İnsan

 

Abstract

Bediuzzaman Said Nursî has never been shaken off by either worldly or spiritual crises that humanity has gone through; he always looked to the future with hope and encouraged those around being hopeful. He argued that the world could also be a world of progress for Muslims and built his vision of the future on the basis of the truths of the Qur’an. Risale-i Nur essentially has features that give clues to the secular and spiritual development of humanity. It is possible to find important clues in Risale-i Nur regarding the state of humanity in the face of developing technology and the future of humanity. In this study; virtual universe, virtual reality and future communication sub-titles will be discussed within the framework of Risale-i Nur, brief evaluations will be made about these technologies that have entered our lives.

Key Words: Technology, Virtual Reality, Virtual Universe, Artificial Intelligence, Progress, Humanbeing.

 

Giriş

Bediüzzaman Said Nursî’nin gelecek tasavvuru çerçevesinde zihinlerde uyandırdığı en tesirli husus; “uğradığı zulümlere ve hayatının zindana çevrilmesi gayretkeşliklerine rağmen geleceğe daima ümitle bakması olmuştur” denilse mübalağa edilmiş olmaz.

“Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslam’ın sadası olacaktır!” inancını her şart ve zeminde hep diri tutmuştur. Fakat kuru bir laf veya hamasi bir söylemle değil, Kur’an’dan aldığı müjdelerle, aklın ışığı ve vicdanın nuruyla, delil ve burhanlarla, ispat yolunu kullanarak bu iddiasını güçlendirmiş ve tâ geçtiğimiz asrın başlarında, çağdaşlarının yeis ve ümitsizlik içinde olduğu bir ortamda, olacakları daha ortaya çıkmadan önce his ve gönül diliyle şöyle haykırmıştır:

“Eski Said acip bir hiss-i kablelvuku ile (olmadan önce hissederek), otuz kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve mâneviyeyi hissetmiş…

O zamanda aşâire (aşiretlere) ders verdiğim o sualler ve cevaplar vaktinde, mühim bir veli içlerinde bulunuyormuş. Benim de haberim yok. O makamda şiddetli itiraz etti. Dedi:

‘Sen ifrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun, bizi de tahkir ediyorsun. Âhir zamandır. Gittikçe daha fenalaşacak.’

O vakit ona karşı matbu kitapta böyle cevap vermiş:

Herkese dünya terakkî (kalkınma) dünyası olsun; yalnız bizim için mi tedennî (alçalma, gerileme) dünyasıdır? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:

Ey yüzden tâ üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne (sessizce) benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile (gaybı gören gözle) beni temâşâ eden (hayranlıkla seyreden) Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed, vs. Size hitap ediyorum.

Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşaallah cennet-âsâ (cennet gibi) bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaklar.” (Emirdağ Lahikası – II).

Ümit bahşeden şahlanışına devam ederek ekler ve der ki:

“İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye (Kur’an ve iman hakikatleri) olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebîlere (yabancılara) müşevveş (dağınık) bir mâzi düşmüş.” (Hutbe-i Şâmiye/Arabî Hutbe-i Şâmiye Eserinin Tercümesi/Birinci Kelime).

Bediüzzaman’ın yukarıdaki ümitvar fikirlerini bir girizgâh olarak nazara verdikten sonra bu yazımızın konusu olan “Bediüzzaman’ın Gelecek Tasavvuru İçinde Tecrübi İlimler ve Teknoloji” dahilinde “Sanal Evren”, “Sanal Gerçeklik”, “Haberleşme” gibi bazı konu başlıklarını incelemeye başlayabiliriz.

Geleceğin Teknolojisi

  1. Metaverse (Sanal Evren); Dünyadaki gerçek hayatın sanal olarak taklidi gibi görünse de hayatı fiziki boyuttan çıkarıp tamamen zihinde yaşanan idrak ile ilgili (bilişsel) bir süreç hâline getirmesidir. Gelecekte sanal evrende özellikle mal, para ve itibar sahibi insanların oluşup bu alanın trilyonlarca dolarlık bir platforma dönüşmesi planlanmaktadır. Bu teknoloji yeterince geliştiği takdirde, insanlar edindikleri sanal gerçeklik cihazları sayesinde alışveriş yapma, sinemaya gitme, kafede zaman geçirme gibi pek çok faaliyeti fiziki bir çaba harcamaksızın yapma fırsatına erişecektir.
  2. Sanal gerçeklik (Virtual Reality; VR); Teknoloji kullanılarak oluşturulan kurgular ile gerçek ve hayalin birleştirilmesidir. Sanal öğrenme ortamları, gelişen teknolojinin eğitim-öğretim ortamlarına dahil edilmesiyle birlikte öğrencilerin öğrenme deneyimlerini zenginleştirmek için tasarlanmış platformlardır.

Sanal gerçeklik teknolojisi, bireylerin çok daha karmaşık sorunları çözmek için bilgisayarlarla doğrudan etkileşimde bulunabilecekleri bir araçtır ve sanal gerçekliğin en önemli özelliği gerçek ortamları taklit etmesidir. Geliştiriciler günümüzde, inandırıcı davranışlarda bulunan yapay zekalarla dolu, şaşırtıcı derecede gerçeğe yakın dünyalar oluşturabilmektedirler.

  1. Aşağıdaki ifadelerde Risale-i Nurda sanal alemlerin bir veçhesi nazara sunulmaktadır:

“BİRİNCİ HİKMET”

Sohbet-i nebeviye (peygamber efendimizle sohbet) öyle bir iksirdir (tesirli ilaçtır) ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr ü sülûka (manevi yolculuğa) mukabil hakikatin envârına (nurlarına) mazhar olur. Çünkü, sohbette insibağ (boyanma) ve in’ikâs (yansıma) vardır. Malûmdur ki, in’ikâs ve tebaiyetle, o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyetiyle öyle bir mevkie çıkar ki, bir şah çıkamaz.

İşte şu sırdandır ki, en büyük velîler Sahâbe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celâleddin-i Süyutî gibi, uyanıkken çok defa sohbet-i nebeviyeye mazhar olan velîler, Resul-i Ekrem (asm) ile yakazaten (uyanık olarak) görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine Sahâbeye yetişemiyorlar. Çünkü, Sahâbelerin sohbeti, nübüvvet-i Ahmediye (asm) nuruyla, yani nebî olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefat-ı nebevîden sonra Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı görmeleri, velâyet-i Ahmediye nuruyla sohbettir.” (27. Sözün zeyli)

  1. Bahsedilen manevi yolculuk insanlar tarafından tasarlanmış bir aleme değil bilakis Allah’ın yaratmış olduğu manevi alemlere bir yolculuk olduğu hakikati önemli bir farktır.

“Meselâ, her zînazar (göz sahibi), gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine (gezegenine) kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim (ilim sahibi), aklıyla kozmoğrafya (astronomi) kanunlarına binip yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîiman (iman sahibi), namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Miracla kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülûk (manevi ve ruhi yolculuk) ile, Arştan ve daire-i esmâ ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ, Şeyh-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile (doğru haberleriyle), bir dakikada Arşa kadar urûc-u ruhanîleri (ruhen yükselişleri) oluyor. Hem ecsâm-ı nuranî (nurlu cisimler) olan melâikelerin Arştan (gökyüzünden) ferşe (yere), ferşten Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda urûc ediyorlar (yükseliyorlar). “(Otuz Birinci Söz/İkinci Esas/İkinci Temsil)

“Temenni eder ki, ‘Keşke bir vasıta-i muhabere (haberleşme aracı) olsaydı, doğrudan doğruya o zâtla konuşsaydım. Benden ne istiyor, anlasaydım. Benden, onun hoşuna gideni bilseydim’ der.” (31. Söz).

  1. Sanal evren (Metaverse) vasıtasıyla insanların görünür alemden birilerinin tasarladığı başka bir aleme yönlendirilmesi, mahiyetinde çok tehlikeler de taşımaktadır. Buna işareten medyumluk mesleği altında ehl-i dine nasıl zarar verilebileceğinin kaygılarını aşağıdaki ifadelerde görmekteyiz:

“Çok emarelerle ve bazı hadiselerle kat’iyen (kesinlikle) tahakkuk etmiş ki, Nurun has talebelerinden bazılarının bir zaif damarını bulup hizmet-i Nuriyeden vazgeçirmek veya zaifleştirmek için Nurun ve Nur talebelerinin düşmanlarının çok plânları var. Medâr-ı ibret (ibret vesilesi) bir iki nümuneyi (örneği) beyan ediyoruz:

Birinci nümunesi: Nurlarla şiddetli alâkası bulunan birkaç has kardeşimizin nazarını, fikrini başka tarafa çevirmek veya zevkli ve ruhanî bir meşreple meşgul edip hizmet-i imaniyeye karşı zaifleştirmek için, bazı şahıslar ispritizma (ruh çağırma) denilen, ölülerle muhabere namı altında cinnîlerle muhabere etmek gibi, hattâ bazı büyük evliyalarla, hattâ peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi, eski zamanda “kâhinlik” denilen, şimdi de “medyumluk” namı verilen bu mesele ile bazı kardeşlerimizi meşgul ediyorlar.

Halbuki, bu mesele felsefeden ve ecnebîden geldiği için, ehl-i imana çok zararları olabilir. Ve çok su-i istimalâta (yanlış kullanılmaya) menşe olmakla beraber, içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünkü, doğruyu ve yalanı tefrik edecek (ayırt edecek) bir mihenk (ölçü), bir mikyas olmadığından, ervah-ı habise (kötü ruhlara) ve şeytana yardım eden cinnîlerin bu vesileyle, hem onunla meşgul olanın kalbine ve hem de İslâmiyete zarar vermek ihtimali var. Çünkü, mâneviyat namına hakaik-i İslâmiyeye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervâh-ı habîse iken, kendilerini ervah-ı tayyibe (iyi ruhlar) zannettirip, belki kendilerine bazı büyük veliler namını verip, İslâmiyetin esasatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikati tağyir edip (değiştirip), safdilleri tam aldatabilirler.” (Emirdağ Lahikası – II).

  1. Metaverseleri icat edenler, inançsızlık gailesi ve fani ve gaddar dünyanın meşgalesiyle ruhu bunalan insanlara sahte ve uydurulmuş cennetler sunarak hayal satmaya başlamışlardır:

“Bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete (sıkıntıya) atmış; onunu mümevveh (hayalî) saadete çıkarmış; diğer on’unu da, beyne beyne (ikisinin arasında) bırakmış. Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i kalilindir (büyük azınlık) ki, nev-i beşere (insanlığa) rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal (hiç olmazsa) ekseriyetin saadetini tazammun eden (içine alan) bir medeniyeti kabul eder.

Hem serbest hevânın (geçici arzuların) tahakkümüyle, havâic-i gayr-ı zaruriye (zorunlu olmayan ihtiyaçlar) havâic-i zaruriye (lüzumlu ihtiyaçlar) hükmüne geçmişlerdir. Bedavette (göçebelikte) bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y (emek), masrafa kâfi gelmediğinden, hileye, harama sevk etmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir (bozmuştur). Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel, ferdi, şahsı fakir ahlâksız etmiştir.” (Bediüzzamanın İlk Hayatı/İfade-i Meram)

“İslâmiyetin hakaiki hem mânen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.

Birinci cihet olan mânen terakki ise: Biliniz, hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir. İşte, tarih bize gösteriyor. Hatta, Rus’u mağlûp eden Japon Başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:

Hakikat-i İslâmiyetin kuvveti nispetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip (medenileşip) terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâmın hakikat-i İslâmiyede zaafiyeti (zayıflıkları) derecesinde tevahhuş ettiklerini (ilkelleştiklerini), vahşete ve tedennîye (gerilemeye) düştüklerini ve hercümerç (karmakarışık) içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilâkistir (tam tersinedir). Yani, salâbet (dinlerine bağlılık) ve taassuplarının zaafiyeti nispetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salâbet ve taassuplarının kuvveti derecesinde de tedennî ve ihtilâllere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor.

Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve insan, acip cemiyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış.

Belki ebede meb’ustur (adaydır) ki, ebede uzanan arzular mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeye başlamış.

Hatta insaniyetin bir kuvâsı (hissi) ve hâdimi (hizmetçisi) olan kuvve-i hayaliyeye denilse, “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak; fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir sûrette bir idam senin başına gelecek.” Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali, sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.

Biz Kur’ân şakirtleri olan Müslümanlar, burhana (delile) tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları (fertleri) gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı aklîye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek.

Kur’ân’ın üstadiyetinden ve dersinin işârâtından (işaretlerinden) fehmediyoruz (anlıyoruz) ki: Kur’ân, mu’cizat-ı enbiyayı (peygamberlerin mucizelerini) zikretmesiyle, beşer, istikbalde terakki edeceğini, o mu’cizatın nazireleri (benzerlerini) istikbalde terakki ile vücuda geleceğini beşere ders verip teşvik ediyor: “Haydi, çalış, bu mu’cizatın nümunelerini göster. Süleyman aleyhisselâm gibi iki aylık yolu bir günde git. İsâ aleyhisselâm gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış. Hazret-i Mûsâ’nın asâsı gibi taştan ab-ı hayatı çıkar, beşeri susuzluktan kurtar. İbrahim aleyhisselâm gibi ateş seni yakmayacak maddeleri bul, giy. Bazı enbiyalar gibi şark ve garpta en uzak sesleri işit, sûretleri gör. Davud aleyhisselâm gibi demiri hamur gibi yumuşat, beşerin bütün san’atına medâr olmak için demiri balmumu gibi yap. Yusuf aleyhisselâm ve Nuh aleyhisselâmın birer mu’cizesi olan saat ve gemiden nasıl çok istifade ediyorsunuz. Öyle de, sair enbiyanın size ders verdiği mu’cizelerden dahi o saat ve sefine (gemi) gibi istifade ediniz, taklitlerini yapınız.” İşte, buna kıyasen, Kur’ân her cihetle beşeri, maddî, mânevî terakkiyata sevk etmek için ders veriyor, üstad-ı küll olduğunu ispat ediyor.

Medeniyet ve san’atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin tekemmülüyle (temel prensiplerin olgunlaşmasıyla) cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.

İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini (güzellikleri) galebe edecek (üstün gelecek), zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de (umumi barışı da) temin edecek.” (Hutbe-i Şâmiye/Arabî Hutbe-i Şâmiye Eserinin Tercümesi/Birinci Kelime).

Gelecekte haberleşme

  1. İnsanlığın gelişiminde haberleşme çok önemli bir yere sahiptir. Elektriğin yaygınlaşması ve kullanılabilir hale gelmesi öncelikli olarak haberleşmeyi etkisi altına almıştır. Bu gelişmeler sonucunda ilk elektrikli telgraf 1837 yılında yapılmıştır 1843 yılında Amerikalı bir ressam olan Samuel Morse tarafından geliştirilen Mors Alfabesi günümüzde hala geçerliliğini korumaktadır. 1876 yılında Bell tarafından telefonun icadı ve 1900’lü yılların başlarında ilk Radyo sayılabilecek Mors Alfabesiyle haberleşilen Markoni adı verilen cihaz geliştirildi ve ardından Kanadalı bilim adamı Reginald Fessenden radyo aracılığıyla ilk kez insan sesini iletti. Sonrasında Radyo ve Telefon bütün evlere girerek haberleşmenin önemli parçaları oldu. Teknolojinin durmaksızın gelişmesi haberleşme için kullandığımız araçların da değişmelerine neden olmuştur. Günümüzde haberleşmede çok önemli yere sahip olan telefonlar yerini cep telefonlarına, radyo ise yerini televizyon ve internete bırakmıştır. Şimdi ise sırada “sanal alemlerdeki haberleşme mi var?” sorusu gündemdedir.
  2. Önümüzdeki yıllarda haberleşmede artırılmış gerçeklik (augmented reality) uygulamalarını göreceğiz. Bu sistemde, gerçek dünyadan alınan görüntülerle sayısal görüntüler gerçek zamanlı (anında) bağlanmaktadır. Mesela, maçlarda sahaya yansıtılan bilgisayar görüntüleri… Web kameraları video konferansı mümkün hale getirmiştir. Dilleri gerçek zamanlı olarak çevirebilen cihazlar, tercüman olmadan kişilerin farklı ülkelerden ve kültürlerden insanların haberleşmesine yardım etmektedir. Gelecekte birisinin düşünceleri başka birisinin beynine doğrudan gönderilerek iletişim kurulabilecektir. Bilim adamları insanların düşüncelerini doğrudan bir bilgisayara iletmesine izin veren beyin-bilgisayar ara yüzü geliştirmek için çalışmaktalar. Belki yakın bir gelecekte telepatinin elektronik uyarlaması kullanılabilecektir. Bu gelişmelerin olabilmesi, dijital teknolojilerin yer aldığı haberleşme sektörlerinin yapay zekâ teknolojileri yardımıyla dönüşümüne bağlıdır.
  3. Her ne kadar bu teknolojiler yeni olsa da temelleri Allah’ın yarattığı kâinatta işleyen kurallar içerisinde çalışmaktadırlar. Risale-i Nur’daki Hüve Nüktesi’nde seslerin naklindeki harika işleyiş anlatılmaktadır.

““Hû” lâfzındaki havada, küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcut telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize (alıcı) ve nâkileleri (vericileri) bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin; veyahut o ( هُو ) “Hû” daki havanın, belki unsur-u havanın her bir parçasının her bir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar mânevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin. Çünkü, bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var. İşte, ehl-i küfrün ve tabiiyyun ve maddiyyunların mesleklerinde, değil bir muhal, belki zerreler adedince muhaller ve imtinâlar ve müşkilâtlar âşikâre görünüyor.” (On Üçüncü Söz/Hüve Nüktesi).

  1. Hava zerrelerinin işaretleri zarar vermeden taşıması kıyamete kadar sürecek olan haberleşme unsurunun temelini teşkil etmektedir.

Said Nursî’nin eserlerinin dün ve bugün olduğu gibi gelecekte de Kur’an nuruyla insanları kıyamete kadar aydınlatacağını aşağıdaki ifadeden anlayabiliyoruz:

“Risaletü’n-Nur, bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalarla körlere de göstermiş.” (Kastamonu Lahikası).

Bediüzzaman, hürriyetin fen ve sanat silâhıyla cahilliğe ve fakirliğe hücum emri verdiğini, ilim ve fennin su-istimal edilerek insanları dalalet bataklığına sürüklemesine yine ilim ve fenni dinin emrine vererek müspet bir yolla engel olunabileceğini müjdelemektedir:

“Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfâdı (evlatları) olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa, sahrâ-yı vahşette (ıssız çölde) yatmakla gaflet sizi yağma edecektir.

….

Hürriyet-i şer’iye denilen yüksek bir hakikat-i içtimaiye, Sübhan ve Ağrı dağları gibi istikbalin cibâl-i şâhikasının (yüksek dağlarının) tepesinde ayağa kalkmış ve esaret-i nefis altına girmeyi yasak etmiş ve gayra tecavüzü tecviz etmeyerek (izin vermeyerek) şeriata istinad etmiş (dayanmış) olan sultan-ı hürriyet, yüksek sadâ ile sizin gibi mâzinin en derin derelerinde gafil ve müteferrik (dağılmış) insanlara “Fen, san’at silâhıyla cehalet ve fakra hücum ediniz.” emrini veriyor.

Hem de ihtiyaç denilen medeniyetin pederi ve terakkiyatın müessisi olan üstad-ı ihtiyaç, sillesini kaldırmış, size hükmediyor ki, ya hayat-ı hürriyetinizi bu sahrâ-yı vahşette yağmacılara vereceksiniz, veyahut meydan-ı medeniyette fen ve san’at balonuna, şimendiferine binerek istikbali istikbal ve o ecnebî ellerine geçen o emval-i müttefikayı (insanlığın ortak malını) istirdad ederek (geri alarak) kâbe-i kemâlâta koşacaksınız.

Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mâzi derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin (göçebe) olan ve Selahaddin-i Eyyûbî ve Celâleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zâl gibi ecdatlarınızdan emsalleri gibi dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan bir aile gibi, herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve hayat-ı ulviyenin enmuzeci (örneği) olan İslâmiyet milliyeti size emr-i kat’î ile emrediyor ki: Ta her biriniz umum İslâmın mâkes-i hayatı ve hâmi-i saadeti (mutluluğun koruyucusu) ve umum millet-i İslâmın ferdî bir misâl-i müşahhası olunuz. Zira, maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teâlî eder (yükselir).

Hem de meşrutiyet-i meşrua denilen dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-yi hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz’iyeyi istibdat ve tahakkümün belâsından kurtaran meşveret-i şer’iyenin mayasıyla mayalandıran meşrutiyet-i meşrua sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu (ergenlik çağına ulaştığınızı) ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz ve hamiyet-i diniye-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa, sıfır çekecek ve şahadetnâme-i hürriyeti elinize vermeyecektir.

Evet, mâzinin sahrâlarında keşmekeşliğinize sebebiyet veren her birinizdeki meylü’l-ağalık ve fikr-i hodserâne (kendi başına hareket etme düşüncesi) ve enaniyet (benlik), şimdi istikbalin saadet-saray-ı medeniyetinde fikr-i icada ve teşebbüs-ü şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılâp edecektir, inşaallah.” (Divan-ı Harb-i Örfi/Hatime).

Gelecekte eğlence

  1. Bu dünyayı eğlence ve oyun yeri gören zihniyetin hem insanları eğlendirmek hem de hüzünlerini unutturabilmek için kullandıkları araçlardan bazıları ise sinema ve tiyatro olup olumsuz kullanım alanlarını aşağıdaki ifadelerde görmekteyiz:

“Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb (edebiyat) müsekkin (sakinleştirici), hem münevvim (uyutan), hakikî faide vermez.

Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit (canlı cenaze), sinema gibi bir müteharrik emvat (hareketli ölüler). Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasuhvâri (reenkarnasyonu hatırlatır şekilde), mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını (iffetsiz kadın elbisesini) giydirmiş, hüsn-ü mücerred (soyut güzellik) tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie (okuyucuya) ihtar eder. Zahiren der: ‘Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.’

Netice-i muzırrayı (zararlı neticeyi) gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyiç (heyecanlandırır) eder, his daha söz dinlemez. Kur’ân’daki edepse hevâyı (çirkin arzuları) karıştırmaz.

Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemâlperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz.

Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir san’at-ı İlâhî, bir sıbga-i Rahmânî (Rahmani boya) noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.” (Lemeat)

  1. Said Nursî, zalim ve materyalist ikinci Avrupa’nın insanlığa yalancı bir cennet vadederek mutluluk veremeyeceğini, kalbini, aklını, ruhunu ve duygularını tatmin edemeyeceğini aşağıdaki satırlarda ifade etmektedir:

“Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm (hastalıklı, bozuk) ve dalâletli (sapık) bir felsefeyi ve sol elinle sefih (eğlenceye düşkün) ve muzır (zararlı) bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, “Beşerin saadeti bu ikisiyledir.” Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek!

Ey küfür ve küfrânı (nankörlüğü) dağıtıp neşreden bedbaht (talihsiz) ruh! Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi?

Âyâ (Acaba), görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î bir emirden meyus (ümitsiz) olması ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale (hayal kırıklığına) uğraması sebebiyle, tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazip ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki, senin şeâmetinle (kötülüğünle) kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa (kesintiye) uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir biçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba, zâil (geçici), yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azap çeken bir insana mesut denilebilir mi? İşte, sen biçare beşeri böyle baştan çıkardın; yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azap çektiriyorsun.” (17. Lem’a, Beşinci Nota).

“İki adam bir rüyada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir; aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor; hakikî lezzet ile hakikî saadete mazhar olur. İşte, âlem-i berzahtaki emvat (ölüler) ve şühedanın (şehitlerin) hayat-ı berzahiyeden (kabir hayatından) istifadeleri öyle farklıdır.” (1. Mektup, İkinci Sual).

“Hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun.” (Otuz İkinci Söz).

“Kat’iyen biliniz ki, bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet iman dairesindedir ve imandadır. Ve a’mâl-i salihanın herbirisinde bir mânevî lezzet var. Ve dalâlet ve sefahette, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kat’î delillerle ispat etmiştir. Adeta imanda bir Cennet çekirdeği ve dalâlette ve sefahette bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hadiselerle aynelyakin görmüşüm ve Risale-i Nur’da bu hakikat tekrar ile yazılmış.” (24. Lem’a).

“Zevâl-i elem (acının bitmesi), lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet (lezzetin bitmesi) dahi elemdir.” (10. Söz, Dördüncü Hakikat).

“Şimdiki garp medeniyet-i zâlime-i hâzırası (şimdiki zalim batı medeniyeti), su-i istimâlât ve israfat ve hevesatı tehyiç ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi (zaruri olmayan ihtiyaçları), zarurî hâcatlar (ihtiyaçlar) hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor.” (Emirdağ Lahikası II).

“Ey gururlu, mağrur gafil! Sana ne olmuş ki, Müslümanları ecanib (yabancılar) tarzında hayat-ı dünyeviyeye davet edersin? O hayat, uyku içinde bir lû’b (oyun) ve hevâ (geçici heves) içinde bir lehivden (eğlenceden) başka birşey değildir.

Hem ne oluyorsun ki, keyiflerine kâfi gelen helâl ve tayyibat dairesinden huruca teşvik ederek, dinin ihmaline veya dinin bazı şeairinin terkine sebebiyet veriyorsun? Ve muharremat (haram şeyler) ve habisat (pislikler) dairesinde duhule teşcî ediyorsun?

Ey müvesvis (vesveveci)! Bilir misin, misâlin neye benzer? O derece belâhet kesbetmiş (ahmaklaşmış) bir sarhoşa benzer ki, arslanı attan, darağacını salıncaktan, cerahatli yarayı kırmızı gülden fark etmez.

Hem öyle zannettiği halde, mürşid vaziyetini alır, muslih (islah eden) tavrını takınır, müthiş bir vaziyete düşmüş bîçare bir adama ders verir. Bazı müzahrafatı (süslü, yaldızlı sahte şeyleri) ve aldatıcı hevesatı ve bazı lehviyatı irae etmekle (eğlenceleri göstermekle) o bîçare adamı baştan çıkarmak ister. Çare-i necat (kurtuluş çaresini) taharrî etmez (araştırmaz).” (Nurun İlk Kapısı).

“Elhasıl: Onları canlandıran emeldir ve bizi öldüren yeistir. Meşhurdur ki, biri demiş: “Eğer bir nokta-i istinat bulsam, küre-i zemini yerinden oynatırım.” Bu faraziyede acip bir nokta vardır. Demek, bu küçücük insan, nokta-i istinat bulsa, küre gibi büyük işleri çevirebilir.

Ey ehl-i İslâm! İşte, küre-i zemin gibi ağır ve âlem-i İslâmiyete çökmüş olan mesâib ve devâhiye (musibetler ve belalara) karşı nokta-i istinadınız, muhabbetle ittihadı, mârifetle imtizac-ı efkârı (fikirlerin kaynaşmasını), uhuvvetle teavünü (kardeşlikle yardımlaşmayı) emreden nokta-i İslâmiyettir.” (Sünuhat).

Sonuç

Bu çalışmada; sanal evren, sanal gerçeklik ve gelecekteki haberleşme alt başlıklarını Risale-i Nurların ışığı altında incelemeye çalıştık. Kaçınılmaz olarak hayatımıza giren bu teknolojileri İslamın emrine vermek gayreti içinde olmak her Müslümanın vazifesi olsa gerektir.

Bundan sonraki çalışmalarda;

– Yapay zekâ ve insanlık

– Gelecekte teknoloji ve âlem-i İslam

– İnançsızlığın bilimsel çalışma ve gelişmelere dayandırılması problemi,
gibi konulara yönelerek “Bediüzzaman’ın Gelecek Tasavvuru İçinde Tecrübi İlimler ve Teknoloji” konusundaki fikirlerini daha iyi kavramak mümkün olabilecektir.