Genç Said: Malikiyet ve Serbestiyet Devrinin İstikbal Adamı

Young Said: Man of the Future Ages of Ownership and Freedom

 

 

Ömer ÖNBAŞ

Prof. Dr., Düzce Üniversitesi, Tıp Fakültesi

Prof. Dr., Düzce University, Faculty Of Medicine

Nahit TOPALOĞLU

Eğitimci

Educationalist

Cenk ÇALIK

Gıda Mühendisi-Yazar

Food Engineer-Author

Nejdet PEHLİVAN

Eğitimci

Educationalist

 

Özet

Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerinde mazi, istikbal dönemleri ile bu dönemlere ait özellikler önemli yer tutmaktadır. Bediüzzaman’ın istikbal vurgusuyla birlikte bu vurgunun içinde yer alan değerler günümüz toplumlarının geleceği açısından incelenmeye değer niteliktedir. Said Nursî’nin, tarih skalasında; hak-kuvvet, hüda-heva gibi Kurani değerler üzerinden bir sınıflandırma yapması son derece dikkat çekecektir. Bediüzzaman Said Nursî gelecek kavramını da Kuranî değerler üzerinden kurmakta ve istikbal adamının özelliklerini vurgulamaktadır. Bu çalışmada Bediüzzaman’ın Malikiyet ve Serbestiyet dönemi adını verdiği gelecek tasavvuru, istikbal adamı kavramlaştırması üzerinden ele alınacak ve Risale-i Nur’un istikbale dair vurgularına yer verilecektir.

Anahtar Kelimeler: Mazi, İstikbal, İstikbal Adamı, Malikiyet ve Serbestiyet Devri

Abstract

In the works of Bediuzzaman Said Nursî, the past and future periods and the features of these periods have an important place. Along with Bediuzzaman’s emphasis on the future, the values included in this emphasis are worth examining in terms of the future of today’s societies. The classifications that Said Nursî made on the basis of Qur’anic values such as Just-force, salvation-ambition in the historical plane are extremely striking. Bediuzzaman Said Nursî also deals with the concept of the future through the Qur’anic values and enumerates the characteristics of the people of the future.

In this study, the vision of the future, which Bediuzzaman named the period of Ownership and Freedom, will be discussed through the conceptualization of “man of the future” and the emphasis of Risale-i Nur on the future will be mentioned.

Key Words: Past, Future, Man of Future, Period of Ownership and Freedom

 

 

Mazi adamı- İstikbal adamı

“Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın hakaikını hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir. Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın, yani on üçüncü asrın minaresinin başında durmuşum, sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları câmie davet ediyorum. İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor; çekiliniz. Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüçsâz edecek olan nesl-i cedit gelsin!” [1]

Bediüzzaman bu gibi ifadelerde mazi ve istikbal terimlerini işler ve istikbal adamlarını vazifeye davet eder.

Peki mazi ve istikbal adamı kimdir, özellikleri nedir?

Muhâkemat’ta bu kavramı hem tarih skalasında hem de insanın, onu yönlendiren faktörler ve mental anlayışına göre tasnif eder. Tarih skalasında, Asr-ı saadetten başlayan ilk üç yüz yılda tamamen, beş yüz yıla kadar da kısmen istikbal adam tipinin hâkim olduğunu ifade eder. Bu tarihten sonra İslam coğrafyasında milâdî on ikinci yüz yıldan on dokuzuncu yüz yıla kadar “mazi” anlayışının hükümran olduğunu vurgular. Bu dönemlerde hak, kuvvetin mağlubudur. Batı toplumunda milâdî on yedinci yüz yıldan, İslam toplumunda ise on dokuzuncu yüz yıldan sonra istikbal anlayışının gitgide devreye girdiğini ifade eder.

 

Onu yönlendiren, müdebbir-i galib denen faktörlerde, “akıl, efkâr, hak, hikmet, temâyülât-ı akliye ve hüdâ” hâkim ise o insan, istikbalin adam tipini temsil eder. Eğer “basar, hissiyat, kuvvet, hükümet, müyûlât-ı kalbiye ve hevâ” galib ise bu insan, mazi adamıdır.

“Biz ehl-i hâliz fakat namzed-i istikbâliz”, “…mazi başkalarına ve istikbâl bize olacağını haber verir. Taksime razıyız.” ifadeleri, İnsaniyet-i kübrâ olan İslam medeniyetinin, istikbâl adamı anlayışı ile tahakkuk edeceğine inancını ve İstikbâl adamı hususiyetlerini şahıslarında temessül ettirecek Genç Saidlere iştiyâkını dile getirir. [2]

İstikbal (gelecek) adamı modeli Mazi (geçmiş) adamı modeli
Akıl Basar (aklı gözünde)
Efkâr Hissiyât
Hak Kuvvet
Hikmet (İlim, fen ve sanatı önceleyen) Hükümet (idareyi önceleyen)
Temâyülât-ı akliye (meşveret anlayışlı yapı) Müyûlât-ı kalbiye (hissî-kalbî yapı)
Hüdâ Hevâ

 

Malikiyet ve Serbestiyet Devri

Nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesine bakılınca beş devrin varlığı dikkati çeker: “Vahşet ve bedevîlik, memlûkiyet, esirlik, ecirlik, malikiyet ve serbestiyet devirleri.”[3] Malikiyet ve serbestiyet devrinin mümeyyiz hususiyeti, fıtrî taleplerin yoğunlaştığı dönem oluşudur ki istibdad reddedilmiş, hürriyet revaç bulmuştur.

Ancak sınırsız hürriyet çatışmayı, kaosu doğuracağından malikiyet ve serbestiyet devrinde hürriyet anlayışı, kulluk şuuruna uygun tanımlanmalıdır ki bunu da Kur’an’dan istihraçla Bediüzzaman yapar: “Nazenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahat ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmâreye esir olmaktır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.” “İnsanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar.” diyerek hürriyetin imana mahsus bir hususiyet olduğunu vurgulayan Üstad, “Nasıl, hürriyet imanın hassasıdır?” sorusuna da “hürriyetin, Cenâb-ı Hakk’ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanı ve imanın bir hassası (özelliği)” olduğunu belirtir ve “Zira, râbıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehâmet-i imaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi, o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek, iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte, Asr-ı Saadet!” der.[4]

Bedeviliği, köleliği, esirliği, ecirliği aşıp malikiyet ve serbestiyet devrini yaşayan insan, hemcinsleri ile iletişime özel önem verecektir.  İletişim ve bilgiye ulaşmanın fevkalade kolaylaştığı bu devir, her platformda meşveret ve ortak akıl anlayışıyla İnsaniyetin mâhisi olan istibdada geçit vermeyen bir demokratik zeminin tesisini netice verecektir.

Malikiyet ve serbestiyet devrini, kapitalizmin çöküşü olarak yorumlayan anlayışlar çokça çalışılmış ve bu devir, ferdî hürriyetler çerçevesine hasredilerek işlenmiştir. Bu da şahs-ı manevî olma mecburiyetini örselemekte ve 4 elif ittihadının 1111 kuvvetine ulaşmasına mâni olmaktadır. Kapitalist sistem, “genç, başarılı birey” maskesi altında özellikle sosyal platformlarda şişirip rol model yaptığı kişilerle sosyal-medenî devlet anlayışını baltalamakta, bir takımın parçası olmak gerektiği hakikatini perdelemektedir.

Risâle-i Nur’da, cemiyet hayatı içerisinde yaşayan insanın konumu vurgulanırken Hz. Ali’nin (ra) bir sözü aktarılır: “Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-i cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimâiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ, bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü; ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi, bir postla yaşayamadığından, ebnâ-i cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara manevî bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan, fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan câni bir hayvan olur.”[5]

Malikiyet ve serbestiyet devrini, yalnız iktisadî ve ferdî hürriyet yönünü nazara verip Kapitalizme bir tepki olarak açıklamak yerine insanın fabrika ayarlarına dönüş ve fıtratının bir lazımı olan şahs-ı manevî ruhu olarak anlamak gerekir. Bu devri, bir çarkın faal bir fabrika içerisinde anlam kazanacağını, bir organın sağlıklı bir vücut içerisinde olduğu müddetçe var olacağını derk etme, “bir vücudun âzâları, bir fabrikanın çarkları” gibi orijinalitesini muhâfaza ederek sistem içinde çalışma, aksi takdirde ferdî öneminin kalmayacağını idrak etme olarak okumalıdır. Kişi, Ehadiyet cilvesi olarak farklı özellik ve istidatlarda yaratıldığını ve bunun kendisini hususî kıldığını bilmelidir. “… şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin sana taktıkları garip sanatlarını ve lâtif cilvelerini bilerek, hayatınla teşhir ve izhar etmek”[6] muktezasınca her ferdin, kendini tanıyarak Rabb’ini bulması ve onun arzdaki özellikli halifesi olduğunu idrak etmesi fıtratının icabıdır. Bu vazifenin îfâsı için ferdin, taklitçilikten kurtulup orijinalitesini ortaya koyması gerekmektedir ki bu da ancak hürriyet zemininde olur.

Ferd, kendi farklılıklarını önemsemelidir fakat kendisinin ancak sistemin içerisinde anlam kazandığını da bilmeli; bir pazılın parçası gibi, resmin tamamına sahip olmak için tamamlanmaya ihtiyacını fark emelidir. Böylece başkasının eksiklerini, yanlışlarını düzelteyim anlayışı ile değil, resmin tamamını görebilmek için kendindeki bir’i vererek “Kardeşlerimle bir meşverete muhtacım.” idrakiyle hareket edecektir.

Meşveret, farklılıklarımızı koruyarak birliğimizin sağlandığı Ehadiyet içerisinde Vâhidiyetin tecelli ettiği platformdur. Arzın halifesi olma istidadında yaratılan insanın hususî kabiliyetleri, ancak hürriyet zemininde neşv ü nemâ bulur ve böylece insan, bir “sürü”nün iradesiz cüz’ü değil, şahs-ı manevî sisteminin, Ferd ismine mazhar şuurlu bir âzâsı olur.

Alt kademeyi “danışma ve karar alma süreçlerine dahil etme” anlayışı, merkezî ve hiyerarşik yapılı yönetimlerce genellikle “yetki devri ya da gücü paylaşma” sanılmaktadır. Oysa malikiyet ve serbestiyet devri, hürriyet ve malikiyetin, bilumum ferdlerle beraber yaşandığı bir durumu ifade eder. Yani kişinin elinde bir tapu senedi vardır ama bu senet ‘hisseli tapu’dur; diğer hissedarların birlikteliği ve rızaları “olmazsa olmaz”dır. Takım ruhu denilen şahs-ı manevî anlayışıyla hareket etmek şarttır.

Grup-Takım Karşılaştırması / Bir arada olmak-Birlikte olmak

Grup, “aralarında herhangi bir yönden benzerlik veya ilgi bulunan şey veya kimselerin meydana getirdiği topluluk, küme, öbek”, “ortak özellikleri olan varlıklar, nesneler bütünü” şeklinde tanımlanır. İlk planda “takım” ile benzerlik, hatta aynîlik var sanılan grup, mahiyet itibariyle takımdan farklıdır. Üyelerin bir arada oluşları, bir yöneticinin çağrısı ve riyasetiyle zuhur eder. Her ne kadar gönüllü işbirliğine dayanan bir topluluk söz konusu ise de üyelerin kümede varlıklarını sürdürebilmeleri, olmazsa olmaz bazı niteliklere sahip oluşlarına vâbeste değildir. Grup üyeleri empati mecburiyeti hissetmezler. Grup içinde kendilerinin “görünür” olması, öne çıkması değerlidir; yekdiğerlerine karşı içten ve pazarlıksız davranmaya gerek duymazlar. Hedef tayini ve planlama sürecine yeterince dahil edilmeyen grup üyeleri âdetâ birbirleriyle yarışır, oysa takımda yarışılan rakipler, öteki takımlardır.

Grubun hiyerarşik bir yapısı olduğundan alta danışma, güç paylaşımı olarak algılanır; üyelerin bütünün tek tek ne düşündüğünün önemi yoktur. Hatta farklı fikirler serdetmek, gruba uyum sağlayamamak şeklinde yorumlanır. Grup, üyelerin risk almaktan kaçındığı bir küme durumunda iken takım elemanları, risk alma mecburiyeti hâsıl olduğunda göğüs germekten kaçınmazlar. Grup, üyelerin bir arada bulunduğu bir yapıdır. Bir arada olmak elbette kötü bir şey değildir lâkin bir arada olmak, birlikte olmaya kapı açmalıdır ki değer kazansın.

Takım, “durum, meslek, davranış vb. bakımlardan birbirine uyan kimselerin meydana getirdiği topluluk”, “vazife bakımından birbirini tamamlayan kimseler topluluğu” manalarını ifade eder. Paylaşılan vazifenin muvaffakiyetle neticelenmesi, işbirliğine, yenilenmeye, mütemadi bir eğitim ve empatiye mütevakkıftır. Takım üyeleri ferdî istidad ve hususiyetlerini müşterek hedeflerine ulaşmada gönüllü olarak istimal eder, destek verirler. Muvaffakıyet, kişilerin değil takımındır. İşbirliği, yardımlaşma, ekip çalışması, şahs-ı manevî şuurunu tevlid eder. Bu şuur zedelenirse vâki başarısızlıklar için başka sebepler aramaya gerek kalmaz. Takım içinde rekabet duygusuna asla yer yoktur çünkü rekabette, bilgileri saklama ve paylaşmama duygusu hâkimdir. Üyeler, enerjilerini hedeflerine ulaşmada sarf eder, ekip içi rekabet ve çekişmelerden şiddetle kaçınırlar. Şu anekdot, takım ruhunun muhteşem örneğini sergiler:

Afrika’nın ilkel bir kabilesinde Batılı bir sosyolog kabile çocuklarına şöyle der: “Karşıdaki ağaca kadar yarışın, kim birinci olursa bu çikolataları ona vereceğim.” O da ne? Bütün çocuklar el ele tutuşup birlikte koşarlar. Çikolataları hep birlikte kazanırlar. Bu duruma hayret eden sosyolog, ne yaptıklarını sorar. “Ubuntu yaptık” cevabını alır. Klasik bir Afrika anlayışı olarak görülen Ubuntu “Ben, biz olduğumuz zaman benim.” düşüncesine yaslanır.[1]

Takımda ilişkiler güven ve sadakate dayanır. Kararlar, yapıcı müzakereler sonrasında birlikte alınır. Takım, bir arada olmayı birlikte olmak seviyesine/şuuruna yükseltebilmektir.

Grup Takım
Yönetilen Üyeler Yöneten Üyeler
Şahsi Başarı Takım Başarısı
Yalnız İşiyle İlgili Takımın İşiyle de Alâkalı
Liderden Bekler Takımdan Bekler
Eğitim Olmasa da Olur Sürekli Eğitim Şart
Kontrollerden Sıkılır Kontrolleri Sever
Bilgiyi Kendine Saklar Bilgiyi Takımla Paylaşır
Birbirleriyle Yarışır Birlikte Yarışır
Vizyon, Misyon Birliği – Vizyon, Misyon Birliği +
Tenkid + Tenkid –
Meşveret – Meşveret +

 

İşbirliği ve takım ruhunu bozan faktörler

Takımda, müşterek hedefler dışında farklı noktalara dikkatini dağıtan, kusurlara takılıp kalan, her şeyi tenkit eden, her şeyi rekabet konusu olarak gören, kıskanç ve tahakküm etmeye mütemâyil üyeler, takım çalışmasına sekte vurmaktadırlar. Fıtrat farklılıklarından tevellüd eden uyumsuzluklar, rekabetli gruplaşmalar, menfaat çatışmaları, sınırlı kaynaklar vb. hususlar da takım çalışmasının önündeki engeller arasında sayılabilir.

Ortak takım çalışmasının oluşmadığı durumlarda; sürekli birbirlerinden bir şey bekleyen insanlar, fâili bulanamayan hatalar, mütemadi sürtüşmeler sebebiyle motivasyon ve enerji kaybına dûçar huzursuz insanlar, nemelazımcılık…sıkça görülen olumsuzluklardır. Ayrıca amaç birliğinin tesis edilememesi, ortak hedef ve stratejilerin açıkça bilinmemesi, vizyona bağlı kalmamak, sorumluluk almaktan ve paylaşmaktan kaçınmak, güven, anlayış ve ortaklık duygusunun güdük kalışı, motivasyon kaybı ve teşrik-i mesaiye dayalı güç birliğine inancın kaybolması da başarılı bir takım çalışmasına imkân vermemektedir. “Kişiye göre iş”ten ziyade, verilecek vazifenin nitelik ve gereklerini ön planda tutmak, takım anlayışını pekiştirir. Vazife ve rol tanımlarının net olmadığı durumlarda, yatay ilişkilerde zorlanma kendini gösterir ve hiyerarşik yapıyı tercih etme eğilimi ağır basar. [7]

Malikiyet ve Serbestiyet Devrinin Şahs-ı Manevî Anlayışı

Emirdağ Lâhikasında Bediüzzaman: “Ölümden evvel sizi bilfiil vâris yapmaya karar verdim.” der ve talebelerinin her birini vâris ilan eder. Gerekçesini de “Eğer vefattan sonra bu hakikî ve hakikatli vârislerin eline bu malım geçse, dünya malı gibi bir derece taksim olur; derecesine göre her birisi maldan bir kısmına hakikî malik olur, umumuna malik olamaz. Fakat ölümden evvel vârislere verilse; emvâl-i uhrevî gibi, her birisi umum o mala, o nur lâmbasına derecesine göre malik sayılır. Her birisi küçük birer Said olur; bir nöbetçi yerine, binler nöbetçiler olur. Said’in, irsiyette yalnız binden bir hisse sahibi bir Nurcu olmaz, belki tam bir genç Said olur.” cümleleri ile açıklar. [8] “Zaten benim vazifem bitmek üzeredir. Risâle-i Nur, hususan mecmuaları, her bir nüshası, Said’e karşı hüsn-ü zannınızın fevkınde onun vazifesini görebilir ve görüyor. Ve Nur Şakirdlerinin haslardan her bir fedakârı, o Said’in vazifesini mükemmel görebilir. İnşâallah ileride tam görecekler. Bir Said içinizde noksan olmakla, yüzer mânevî Said olan mecmualar ve binler maddî Saidler, içinizde hâlis ve mükemmel o vazifeyi görebilirler ve görüyorlar.” [9]

“Her bir has şâkirdin, senin gibi hayatını ve bütün rahatını feda edebilir mi ki, o koca malı bütün birden alsın?” sorusuna “İnşâallah, tesânüdün sırr-ı azîmi ile —ki, üç elif tesânüdle yüz on bir kuvvetinde gösterdiği gibi— has şakirtlerin mâbeynindeki tesânüd-ü hakikînin verdiği kuvvet, benim gibi bir bîçarenin sizce fevkalâde zannedilen fedakârlığından geri kalmayacaktır inşâallah.” [8]

Nurları kendi malı gibi bilip hayatlarının en büyük gayesini Risâle-i Nura hizmet etmek olarak gören Genç Saidler artık icazet almaya hak kazanmışlardır. Genç Saidler, Risâle-i Nurların tamamına vâris olma yükünü, ancak zeki bir muhatap gördüğü diğer kardeşleriyle beraber taşıyabileceğini fark edip şahs-ı manevî olmanın şartını îfâ edeceklerdir.

Risâle-i Nur, malikiyet ve serbestiyet devrinin gereği olan “biz” anlayışı ile yapılabilecek iman ve Kur’an hizmetidir. Bu hizmet, kendine has meşrep-meslek esaslarını muhtevîdir. Bu düsturları benimseyip cemaat ruhu içinde hizmet eden fertlere Nur talebeleri denir. Şahs-ı manevîyle yapılan bu hizmetin merkezinde meşveret yerleşmiştir. Rıza-ı İlahîyi esas alarak gönüllülük esasına ve ittihad-ı maksat, ittifak-ı vazife ve sırr-ı uhuvvet gibi dayanışma ruhuna dayanan bu mühim prensipler, başkalarından beklemekten çok, kendi özümüze massettireceğimiz düsturlardır ki “İhlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız.” cümlesi bunu ifade eder.

İnsan fıtratının gereği mübalağa, cerbeze gibi arızalarla hikmetin muvâzenesi muhâfaza edilemediğinden vicdanî bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Öyleyse başkasının tecessüsü içinde olmadan haklı meşveretin prensiplerini kendi dünyamıza yerleştirmek, bizi şahs-ı manevî içerisinde tutabilir. “Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta her bir fert, sâir kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehit adamın her biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.” [10] cümlesi, meşveret ve tesânüdün gücünü vurgular. Meşveret Risâle-i Nur’da “tam ve daimî bir üstad” olarak nitelendirilmiştir. Şartlarına riâyet ederek “haklı meşveret”i tesis edebilmek, şahs-ı manevîyi oluşturan ferdlerin aslî vazifesidir. Yani yöneten, aynı zamanda yönetilendir. Günümüzde “inceleşmiş ve çoğalmış münasebât içinde, içtihadâttaki müthiş fevzâ, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fâsid medeniyet tedâhülüyle ahlâktaki müthiş tedennî ile beraber iş besâtetten çıkmış, taklit ve ittibâ gevşemiş olduğu hâlde…” [11], “geniş dâire-i ahrâra efkâr-ı umûmiyeden başka serpuş olamadığı…” [12] ikazları muvâcehesinde, çok şeritli akıcı bir otobanın çıkışı daralınca trafiğin yavaşlayıp yolculuğun zorlaşması gibi, şahs-ı manevînin şumullü vazifeleri de, ancak alana yayılıp istidatları serbest bırakarak şevklendiren yatay yapılanmış bir şahs-ı manevî organizasyonu ile taşınabilir. Takım ruhu her bir fertte yerleştiğinden “cemaatin lideri” olmadığı gibi “cemaatin yönetim kurulu” da olamaz. Yalnızca cemaatin vazife verdiği kurullar (Gazete yönetim kurulu, Vakıf yönetim kurulu…) olur ki onlar da belli alanlarda verilen yetkiler çerçevesinde hizmet gören vazifelilerdir. Peter M. Senge’nin deyişiyle “Takımın aklı, takım bireylerinin aklından daha büyüktür.”

Risâle-i Nur’da şahs-ı manevî bir vücuda ve bir fabrikaya benzetilir. Tek başına sahil-i selamete çıkmak yoktur. Ya beraber çıkılacaktır veyahut izmihlaldir. Bütün gayret, vücud bütünlüğünün korunmasına ma’tuftur. Çünkü bütünlük içinde her bir uzvun değeri vardır. Vücud, entegre koordinasyon sistemi dışında -organlar tek tek ele alınarak- incelenecek olsa en büyük melekesi olan aklın dahi ne kıymeti kalır. Her bir uzvun görevi, sadece tamamlamak, yardım etmekten ibarettir. Vücutta bir organ işlemez olduğunda, arkadaşı onun görevini yüklenir (Kompansatuvar hipertrofi). Bir böbrek hastalandığında diğer böbreğin büyüdüğü ve kendi vazifesi yanında arkadaşının eksiğini de tamamlamaya çalıştığı görülür. Bu durum Risâle-i Nur’da “Nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalp ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muâvenet eder. Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne takaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip sa’ye şevkıni kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüt, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler” cümleleri ile izah edilir. [10]

Tenkit, cemaatin “biz olma” şuurunu baltalar, başka tenkitlere kapı açar. Ehl-i zındıkanın tecâvüzlerine karşı müdâfaa görevini yapacak şahs-ı manevînin bütünlüğünün bozulması ve âzâlarının birbiri ile uğraşması, şahs-ı manevînin metin bir hükmü olan meşveretin zayıflatılması, bünyenin savunmasız bırakılarak mağlubiyete zemin ihzar edilmesini netice verir. Artık tenkidin haklı ya da haksız olmasının hiçbir önemi yoktur. “…Yoksa o vücud-i insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akim bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.” [10] satırları, âdetâ şahs-ı manevînin mağlubiyetini ve belki de kıyametin kopma şartlarını anlatmaktadır.

Âhir zamanın dehşetli eşhâsının hadiste ifade edilen fevkalade iktidarlarını, tahripkâr şahs-ı manevîlerinin gücü ile tevil eden Bediüzzaman, bu güce karşı ancak şahs-ı manevî nev’inden bir anlayışla mukabele edilebileceğini ifade eder: “Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesânüd sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı manevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp o müthiş şahs-ı manevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhâfaza ettirmek” [13] ihtilafın verdiği vahim neticelerin ilacıdır. Teâvün ve tesânüd, benleri biz haline getirip savletli dalgalarda istikamet yolunu gösterecektir. “Risâle-i Nur’un hakikî ve sadık şakirtlerinin mâbeynlerindeki düstur-i esâsiye olan iştirak-i a’mâl-i uhreviye kanunuyla ve samimî ve halis tesânüd sırrıyla her bir halis, hakikî şâkirt, bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder.” [14] düsturu da, insanı kemale erdirecektir.

Hülâsa

Takım ruhunu yakalayan, malikiyet ve serbestiyet devrinin gereği aktif katılımcı, Bediüzzaman’dan icazet almış Genç Saidler, sadece hizmet edenleri seyredip yorum yapan değil, “İş başa düşmüştür” anlayışı ile bizzat vazife başında olmayı fıtratının gereği olarak gören bir anlayışla şekillenmişlerdir. İstidat, kabiliyet ve enerjilerini hizmete kanalize eden bu fertlere, -yaşına bakılmaksızın- Genç Said denir ve bu anlayış Genç Said’in anlayışıdır.

Risâle-i Nur, âhirzamanda asr-ı saâdetin vârisi olduğundan, nurun mesleği de sahâbe mesleğidir. Sahâbe ve tâbiînin hareket tarzları Nur’un serencâmında da görülür. Kendileri ihtiyaç hâlinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler.” [15] âyetinde belirtilen ve senâ-i Kur’âniyeye mazhar olan îsâr hasletini sahâbeler kendilerine rehber ettikleri gibi, sahâbe mesleği olan Risâle-i Nur’un mesleğinde bu yüksek haslet, Genç Saidlerin de mümeyyiz bir vasfıdır.

Dahilî ihtilaflar, “mağlup, biçare bir reise yahut mudâhin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zâbitlere itimat edilip umumun mal-ı mukaddesesi olan dinin himâyesi onlara bırakılma” [16] yanlışı, efkâr-ı âmmedeki hissiyat ve hamiyet-i İslamiyeyi zedeleyip kamuoyunun müzâhirliğini ve mesuliyetini unutturdu. Fitnekâr Süfyan siyaseti revaç bulup, tarafgirlik körlüğü ile ittihad-ı İslam’ın temelleri sarsıldı.

  1. mektupta geçen “Eğer denilse: Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadet’in başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünkü onlar kahra lâyık değil idiler.” sorusuna verilen cevapta: “Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; her biri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahâbe ve Tabiînin başına gelen fitne dahi çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. ‘İslâmiyet tehlikededir, yangın var!’ diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Her biri kendi istidadına göre câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhâfazasına, bir kısmı şeriatın muhâfazasına, bir kısmı hakaik-ı imaniyenin muhâfazasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhâfazasına çalıştı ve hâkezâ, her bir tâife bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyette hummâlı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-İslâmiyetin aktârına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistâna çevirdi. Fakat, maatteessüf, o güller ve gülistân içinde, ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı. Güya dest-i kudret, celâl ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziye ile, pek çok münevver müçtehitleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyâları, aktapları âlem-i İslâmın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip Kur’ân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.” [17] cümleleri ile hâdisâtın melekut ciheti, kaderî hikmetleri açıklanıyor.

Sahabe ve tabiînin yaşadığı ciğer-sûz hâdisâta “Ümmetimin sonunun kurtuluşu başının kurtuluşu gibidir.”[18] zâviyesinden bakılırsa, helaket ve felaket asrı günümüzde, hem bunların karşılıkları hem de ferecin yol haritası fark edilir. Büyük ümitlerle denenen ve sukut-u hayalleri netice veren bunca azim yanlıştan sonra, çıkış arayan günümüz toplumu, malikiyet ve serbestiyet devrinin gereği olarak takım ruhunu yakalamış, “benim de bir reyim ve mükellef olduğum vazifelerim var.” diyen hamiyetli Genç Saidleri bekliyor; kader ise, hâdisâtın tokatlarıyla bu tabloyu umuma mal etmeye ve cemiyetin gözlerini açmaya zemin ihzar ediyor.

 

 

 

Dipnotlar

[1]    Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Muhâkemat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s. 193.

[2]    Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Muhâkemat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s. 58.

[3]    Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Mektûbat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s. 430.

[4]    Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s. 177

[5]    Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Mektûbat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s. 256.

[6]    Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, s. 210.

[7]    Ayan U. Kamu Yönetiminde Etkin ve Verimli Takım Çalışması Verimlilik Dergisi, 2010/3 s. 21-33

[8]    Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s. 250.

[9]    Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s. 213.

[10]  Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, s. 392-394.

[11]  Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s. 349

[12]  Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s. 110

[13]  Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, s. 375

[14]  Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, s. 124

[15]  Haşir Suresi: 9.

[16]  Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s. 171

[17]  Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Mektûbat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2017, s. 123.

[18]     Tâberâni, Berzenci: Eşrât-ı Saat.

[1]       Linux tabanlı özgür ve ücretsiz bir işletim sistemine Ubuntu isminin verilmesi bu felsefeye dayanır. 40 milyonu aşkın kullanıcı sayısıyla dünyanın en yaygın kullanılan masaüstü Linux dağıtımı konumundaki Ubuntu, herkesin serbestçe kullanabildiği, yayınlamakta, kopyalamakta ve kodlarını değiştirip geliştirmekte özgür olduğu yazılımlardan oluşur.