The Unity of Islam is not Only an Islamic Project, But Also a Humane Project

20. yüzyılın ve günümüz tartışmalarının temel problemlerden birisi
hiç şüphesiz İslam’ın Batı için bir tehdit oluşturup oluşturmadığıdır. Bu probleme
cevap bulmak için yapılan araştırmalara bakıldığında yoğunlaşmanın "İslam dininin
siyasi tabiatı" üzerinde olduğu görülür. 19. yüzyılda Batılı devletlerin korkusu,
sömürgelerindeki toplu isyanlar ve sömürge yönetimini zorlayan direnişlerdi. Bu
dönemdeki isyanların ve direnişlerin arka planı ile İslam’ın siyasi tabiatı arasındaki
ilgi bilim adamlarınca kolaylıkla kuruldu. Avrupalı sömürgeciler, Müslüman olmayan
sömürgelerinde hiçbir zaman Müslümanların gösterdiği direnişle karşılaşmamışlardı.
Böyle olunca araştırmalar "cihad, hilafet, İslam dayanışması" gibi kavramlar ve
kurumlar etrafında odaklandı.

Nitekim 19. asırda Batılıların giriştiği "Siyasi İslam" araştırmaları
kaçınılmaz şekilde dönemin yaygın “Avrupa merkezli” yaklaşımlarıyla şekillenmiştir.
"Siyasi İslam"ı konu alan araştırmaların metodolojik karışıklıkları ve geliştirdikleri
bir yığın sığ ve tıkız tahlillerin arkasında bu yaklaşımların izleri görülür. Bunların
en yaygın olanı "Panislamist" düşüncenin Avrupalılar tarafından geliştirilmiş bir
düşünce olduğu ve rekabet halindeki Avrupa devletleri tarafından İslam toplumlarına
aktarılarak siyasi bir harekete dönüştürüldüğü iddiasıdır (Türköne, Siyasî İslam
ve Pan İslamizm, 1993, s. 9)

Bugün de ilgili tartışmaların çok uzağında değiliz. Dünyada tartışılan
ve konuşulan temel meselelerin başında Müslümanlar ve İslam dünyası gelmektedir.
Büyük Ortadoğu Projesi, Ilımlı İslam konusu, İsrail-Filistin meselesi, Irak petrolü,
Afganistan-Pakistan cephesi hep İslam merkezlidir. Yine bölgesel anlamda Kafkasya
ve Balkan sıkıntıları ile ülke merkezli Sudan ve İran tartışmaları İslam’ın uzağında
tartışmalar değildir. Hakeza dünya enerji kaynaklarının Müslüman coğrafyasında bulunması
ve Batı’ya nakil için kullanılacak koridorların İslam coğrafyası ile bağlantılı
olması İslam’ı ve Müslümanları dünyanın tartışma gündemine taşımıştır.

Dolayısıyla kendini dünyanın efendisi, medeniyetini de dünyanın
değişmeyen doğrusu kabul eden Batı, İslam’ı ve Müslümanları çöl kumları arasında
kaybolmaya mahkûm nesneler olarak görmekten vazgeçmek ve objektif kriterlerle tartışmak
zorunda kalmıştır.

Bu bağlamda İslam dini, bu dinin şekillendirdiği toplumsal hayat,
doğuşu ile başlayan ve günümüze uzanan devasa tarihi ile bu tarihin doğurduğu kültür,
medeniyet, sanat ve siyaset kurumları günümüz tartışmalarının merkezine oturdu.

İslam dini ve onunla bağlantılı konular tartışılınca İttihad-ı İslam
konusunu tartışmanın uzağında tutmak haklı olarak mümkün olmamaktadır. Bu tartışmalar
aynı zamanda büyük bir eksikliği de beraberinde getirmektedir; İttihad-ı İslam tartışmalarının,
siyasi analizlerin ideolojik olması ve İslam dininin sınırlı bir algılama ile karşı
karşıya bırakılma tehlikesi.

Mesela, İttihad-ı İslam’ı sadece siyasi bir proje olarak algılayıp
bunun temellerini ihmal etmek yetersiz kalır. İttihad-ı İslam aslında peygamberlik
metodu üzerine kurulu ve "hilafeti" itikadî boyutları ile birlikte içeren “derin”
bir manada anlaşılmalıdır. Nitekim Bediüzzaman, kopmaz bir halat olarak (Urvetü’l-Vüska)
gördüğü Kur’an’ı temel alarak, iman esaslarının canlı tutulmasını önerir. Daha sonra
da sosyal ve kültürel farklılıkları göz önüne alarak, geniş perspektifli bir yöntem
izlenmelidir. Böylece, oluşturulacak politikaların daha sağlam olması ve sürekliliği
mümkün olur.

Dolayısıyla İttihad-ı İslam’ı anlaşılır kılmak için, eğitimden ticarete,
sanattan iletişime, aileden hukuka kadar uzanan birçok inanç, kural ve kurum zinciri
etraf-ı erbaasıyla irdelenmelidir. Bunun için İttihad-ı İslam olgusu hakkında Said
Nursi’nin görüşleri, ferdî ve itikadî noktadan başlayarak toplumun bütün katmanlarına
kadar ve dünya siyasetine temas eden yönlerini de hesaba katarak çözüm teklifleriyle
şemalı olarak incelenecektir.

Bediüzzaman İttihad-ı İslam’ın meşrebini, muhabbet olarak zikreder.
(Hutbe-i Şamiye, 2000, s. 75) Meşrep kavramı, cemaat ve toplum düzeyine tekabül
eden meslek (süluk, yöntem) kavramından önce gelir. Meşrep, mesleğe bir anlamda
yön tayin eden ferdi düzeyde bir tutumdur. Bu düzeyde muhabbetin yerine husumetin
yerleşmesi, cehaleti, zarureti ve nifakı tetikler.

Hâlbuki ittihad cehalet ve nifakla mümkün olmaz. Bediüzzaman “İttihad,
imtizac-ı efkârdır” der. (Münazarat, 1999, s. 71) İstikametli bir meşrebin zemini,
fikirlerin barışması ile oluşur. Fikri düzeyde bir barışma sağlam bir itikadi altyapıyı
gerektirir. Bu sağlam altyapı ise imanın veri tabanını oluşturan tahayyül, tasavvur,
taakkul, tasdik, iz’an ve iltizam (Sözler, 2007, s. 1148) süreçlerinin dimağ ve
kalpte sağlam harmanlanmasıyla olur. Bunları birbirine mezcetmeye muktedir olmayan
bir bilinç ve kalp düzeyi ittihada katkı sağlayamaz.

Yani irfani bilinç ve zenginlik ittihadın itici gücüdür. Bediüzzaman’ın
deyimi ile marifetin şua-ı elektiriği, ferdi düzeyde bir imtizacı doğurmalı ve bunu
toplum düzeyine taşımalıdır. Dolayısıyla böyle irfani düzeyden yoksun fertlerin
toplum düzeyindeki ittihada katkıları sıfır hükmündedir.

Bediüzzaman bir diğer makalesinde ittihadı “ruhanî ve manevî” kavramları
ile ifade ederek, ittihadın sûri ve cismanî olmadığını ve tearüf-i ruhaninin ittihada
kâfi geldiğini söyler. Aynı makalede birey için önemli olanın kalbi bağlılık olduğunu,
güzeli görmenin ve ona yönelmenin ferdin prensibi haline gelmesi gerektiğini söyler.
(Eski Said Dönemi Eserleri, 2009, s. 87)

Ferdi düzeyden cemaat ve toplum düzeyine yükseldikçe ittihad için
bir başka inceliğin hesaba katılması gerekiyor: “Mesalik ve edillede ihtilaf, maksat
ve neticede ittihad.” Bediüzzaman’a göre “Kuvve-i dafia ve cazibe (çekim/itim dengesi)
gibi bir kıyasta bulunmalı; ta muvazene bozulmasın. Sırf ittihat taklidi intac ediyor.”
(Eski Said Dönemi Eserleri, 2009, s. 39)

Yani daire-i itikad ile daire-i muamelatın biribirine karıştırılmaması
gerekiyor. İtikada ve naslara taalluk etmeyen meselelerde her bireyin aynı kalıpta
düşünmesi mümkün ve doğru değildir. Beşeri münasebetlerde mesalik/yöntem ve edille
/maslahat-ı mürsele, ihtilafı beraberinde getirebilir. Bu müsbet ihtilaftır ve bu
ihtilaftan maksat bireyin ve toplumun maslahatıdır. Toplumun sosyolojik ve kültürel
temelde (örf, adet, hayat tarzı) farklılık arzetmesi bölgesel ve ferdi düzeydeki
hükümlerin de farklılığını beraberinde getirebilir. Bu müsbet ihtilaf, fizikteki
çekim-itim dengesi gibi toplumsal dengeyi netice vermektedir. İslam şeriatı bu nokta-i
nazardan dolayı farklılığın meşruiyetini salık vermektedir. Bediüzzaman’ın ifadesi
ile bu anlamda bir kıyasta bulunmalı ki muvazene bozulmasın. Yoksa tektipleştirilmiş,
militer ve hiyerarşik bir mukallit toplum oluşur ki arzu edilen durum bu değildir.

Bediüzzaman, milliyetçilik ideolojisinin gerek dünyada gerekse Türkiye’de
çok güçlü bir söyleme ve iktidara sahip olduğu dönemlerde, adeta coğrafi ve siyasi
sınırları (hatta zamanın sınırlarını bile) aşarak meseleyi geniş bir perspektiften
ele almaktadır. O İttihad-ı İslam’ı şöyle tanımlamaktadır: “İttihad-ı İslam şarktan
garba, cenuptan şimale mümted bir meclis-i nuranidir ki, el’an üçyüz milyondan fazla
bulunur ki, gafletinden naşi gayr-ı meş’ur bir surete girmiş olan bir rabıta-i metin
ile birbiri ile merbutturlar. Misak-ı ezeliye ile peyman ve yeminimiz olan iman
ile o cemiyete dâhil olmuşuz. Ehl-i tevhidiz, ittihad’a memuruz. Şu cemiyetin şubeleri
bütün mesacid ve medaris ve tekaya ve zevayadır. Ve şu cemiyetin reisi Resul-i Ekrem’dir
(asm), kanun-u esasisi Kur’an-ı Azimüşşandır.

Bütün efrat mabeynindeki rabıta-ı nuraniyeyi şuuri bir surette ihtizaza
getirmekle, bütün şubelere ifaza-i nur etmek zamanı gelmiştir.

İşte kabe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslam’ın “Hacer-ül
Esved”i Kâbe-i Mükerreme’dir ve dürret-ül beyzası Ravza-i mutahharadır, Mekke-i
Mükerremesi Ceziretü’l Arap’tır, Medine-i medeniyet-i münevveresi Devlet-i Osmaniyedir.”
(Eski Said Dönemi Eserleri, 2009, s. 514)

İttihad-ı İslam bütün mü’minlerin aynı değerler etrafında birleşmesini
ifade eden, aynı Allah’a ve aynı peygambere inanan, kalpleri aynı muhabbetle dolu
olan, güzel ahlakı ve doğruluğu hedef edinen insanların zihniyet ve duygu birliğidir.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “Bu ittihad âdet değil ibadettir ve bu zamanın en büyük
farz vazifesidir”

“O halde fert ve toplum düzeyinde mü’minlerde nifak ve şikak, kin
ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve
insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve
hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için
zehirdir.”

Bediüzzaman’a göre; Hakk’a hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak
ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omzunda taşıyanlar ne kadar kuvvetli olurlarsa
maksada ulaşmak o kadar kolay olur.

Bediüzzaman’a göre ittihad, meslek ve meşreplerin birleştirilmesi
değildir. Çünkü mesleklerde ve meşreplerde ittihat mümkün olmadığı gibi caiz de
değildir. Zira taklit yolunu açar ve “Neme lazım başkası düşünsün” sözünü söylettirir.

Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği bozmak isteyen zındıka
komiteleri, İslamiyet’i imha için İslam memleketlerinde bilhassa Türkiye’de entrikalar
çeviriyorlar, menfur plânlar tatbik ediyorlar ve ayrılık tohumları saçıyorlar. Bu
tohumlar İslam’ın bünyesinde derin yaralar açmaktadır. Bütün dünyaya yayılan bu
dinsizlik ve sefahat akımlarına karşı tek çare Kur’an hakikatlerine ve İttihat-ı
İslam’a sarılmaktır.

Dil, tarih, kültür ve coğrafi farklılıklardan dolayı ortaya çıkan
mezhep ayrıklıklarını, ifsat komiteleri İttihad-ı İslam aleyhinde kullanmaktadırlar.
Bu komitelere karşı ehl-i sünnet, Aleviler ve diğer farklı gruplar birliklerini
muhafaza etmelidirler. Bediüzzaman bu tehlikeye karşı şöyle seslenmektedir: “Ey
ehl-i hak olan ehl-i sünnet ve cemaat! Ve ey Âl-i Beyt’in muhabbetini meslek ittihaz
eden Aleviler! Çabuk bu manasız, hakikatsiz, haksız ve zararlı olan nizaı aranızdan
kaldırınız.”

İttihad-ı İslam’ın önündeki engellerden bir tanesi de menfi milliyetçiliktir.
Bediüzzaman milliyetçiliği müspet ve menfi olarak ikiye ayırmaktadır. Müspet milliyet
toplum hayatında yardımlaşmaya ve dayanışmaya sebeptir ve İslam kardeşliğini savunur.
Menfi milliyet ise zararlıdır, başkasını yutmakla beslenir. Avrupa tarihi bunun
örnekleri ile doludur. İnsanların farklı milletler halinde yaratılması çatışmayı
değil dayanışmayı, yardımlaşmayı ve ittihadı netice vermelidir.

Eğitim İttihad-ı İslam’ı temin eden en önemli şartlardan birisidir.
Bediüzzaman cehalet, yoksulluk ve ihtilafın ittihada engel olduğunu söyleyerek bunu
aşmanın yolu olarak sanat, marifet ve ittifakı önermektedir. Müslümanların cehaletinden
faydalanan Batılılar onları birbirlerinin aleyhinde kışkırtmışlar ve çatıştırmışlardır.
Cehaleti ortadan kaldıracak olan eğitim modelini ise Bediüzzaman şu şekilde beyan
etmektedir: “Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir, aklın nuru fünûn-u medeniyedir. İkisinin
imtizacıyla hakikat tecelli eder.”

İttihad-ı İslam’ın meydana gelmesi, Kur’an ayetlerinde emredilen
“meşveret ve şura” hakikatlerinin hayata geçirilmesiyle ancak mümkün olacaktır.
Böylece hem fikri anlamda hem de devletlerin kendi içinde “cumhuriyet” ve “demokrasi”
sistemlerinin hayata geçirilmesi mümkün olacaktır. Bediüzzaman, Amerika Birleşik
Devletleri gibi bir birliğin İslam devletleri arasında da tesis edilebileceğini
beyan ederek şöyle der: “Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi Cemahir-i Müttefika-i
İslamiye de meydana gelecektir. Nasıl fertler birbiriyle meşveret ederler; taifeler
ve kıtalar dahi bu şûrayı yapmaları lazımdır.”

Hatta Bediüzzaman, yirminci asrın sonlarında, kapitalist ve sosyalist
ideolojiler arasındaki çatışmanın sona ermesi ile bütün insanlığın büyük bir tehlike
ile karşı karşıya kaldığından söz etmektedir. Bu tehlike sadece Müslümanları değil,
bütün insanlığı tehdit eden küresel bir ideolojidir. Bediüzzaman bütün insani ve
ahlaki değerlere karşı savaş açan bu ideolojiye karşı sadece Müslümanları değil,
başta Hristiyanların hakiki ruhanileri olmak üzere yeryüzündeki bütün ehl-i tevhidi
ittifaka davet etmektedir.

Nitekim yüzyıllar önce bu topraklardan dünyaya seslenen Mevlana,
Bediüzzaman gibi insanlığı İslam ahlakının himaye edici özelliğine ve güzel değerlerde
ittifak etmeye davet etmiştir. Bu iki büyük şahsiyetin ortak mesajını bütün dünyaya
ilan etmek gerekiyor.

Bediüzzaman Said Nursi telif etmiş olduğu Risale-i Nur Külliyatı’nda
İttihad-ı İslam kavramını İslam’ın temel sistematiği içinde değerlendirmiş ve anahtar
kelime olarak da “İttihad-ı İslam” terkibini kullanmıştır. Bu kavramı İslam Dünyası’nın
geleceğine ilişkin analizlerde bir netice olarak ortaya koymuştur. Ona göre bu kavram
iki temel vazifenin tamamlanmasından sonra tahakkuk edecektir.

Nasıl ki bir saatin dakikalarını gösteren miller devrini tamamladıkça
günler; günler devrini tamamladıkça aylar; o da devrini tamamladıkça mevsimler meydana
gelir. Bunun gibi kalp dairesinde iman kemale erip muhkemleştikçe cemiyet hayatında
şeair-i İslamiye ihya olur. Bu da insanlığa sulh ve huzur sağlayan bir medeniyet
hediye eder. Bu devri müteakip tüm dünyada, İttihad-ı İslam’ın temin ettiği muazzam
bir güç dünya siyasetinde İslam hakikatlarını tesis edecektir.

Bu sonuç tüm dünyaya ve insanlığa sulh ve huzur getirecektir. Şimdiki
Batı medeniyeti insanlığın ancak %10’una kan ve zulüme dayalı bir refah getirmiş
ve çoğunluğu acı ve felakete atmışken, İslam medeniyeti tüm insanlığın saadetini
esas almaktadır. Bu sonuca ulaşmada materyalist ve ateist olmayan; Hz. İsa’nın ruhaniyetine
bağlı olan Hıristiyanların da desteği olacaktır.

Bediüzzaman’a göre İslam medeniyeti “Batı medeniyetinin inkişaından
inkişaf edecek” ve onun menfi esasları yerine insan fıtratına yaraşır müsbet esaslar
yerleştirecektir. Bediüzzaman İttihad-ı İslam için üç safhadan bahsetmektedir. Birinci
safha fert fert bütün Müslümanları ilgilendirmekte olup, halkın ekserisinin iman-ı
tahkiki; yani bilgiye, delile, araştırmaya dayanan bir itikada sahip olmalarıdır.
Bu safha devamlılık arz etmek durumundadır.

İkinci safha sosyolojik gerçeklik temelinde iktisadi ve sosyal hayatın,
cemiyet hayatının İslam’ın medeniyet anlayışına göre şekillenmesi ile mümkün olabilecektir.

Üçüncü safha ise İslam’ın idare ve siyaset anlayışının dünya siyasetinde
belirleyici olma safhasıdır. Bediüzzaman Said Nursi İslam’ın idari sistemini cumhuriyet
ve demokrasi anlayışıyla telif edilebilir bulmakta ve buna Peygamber Efendimiz (a.s.m.)
sonrası, dört halife dönemini misal olarak göstermektedir.

Şu gerçeği de zikretmeden geçmemek gerekir. O da İttihad-ı İslam
gerçeğinin tahakkukuna karşı İslam’ı ve İslam şeriatını iptidailik ve gerilikle;
Müslümanları terör ve teröristikle, hilafeti diktatörlük veya tiranlıkla; ümmet
kavramını kabile ve organize olamayan cahil kalabalıklarla karıştırmaya çalışan
ve bunun için reklam, bilgi ve iletişim teknolojileri ile akademik camiadan bilim
ahlakı zayıf veya ideolojik saplantıları olanları ustalıkla kullanmalarına karşı
ciddiyetle ve aynı yol ve kanalları kullanarak mücadele etme gereğidir.

Türkiye İttihad-ı İslam’ın neresindedir sorusuna verilecek cevapta
ise yine Bediüzzaman’a göre Türkiye bu sorumluluğun birinci muhatabı ve bu vazifenin
ifasında en fazla hakka sahip olanıdır. O, İttihad-ı İslam’ın hilafeti deruhte edecek
meclisinin Türkiye’de teşekkül etmesi gerektiğini yıllar önce savunmuştur. Dolayısıyla,
Bediüzzaman’ın “İttihad-ı İslam Projesi” sadece döneminin politik faktörleri etkisinde
oluşmuş mahallî bir düşünce değildir. Fakat aynı zamanda, dünyadaki Müslümanların
aralarındaki farkları göremeyen subjektif bir fantezi de değildir.

Bediüzzamanın fikirlerinden özellikle bugün için çıkarabileceğimiz
çok önemli dersler vardır. Mesela; Bediüzzaman’ın savunduğu değerler, Türkiye Cumhuriyeti’ni
oluşturan etnik ve kültürel farklılıklara mensup bütün toplumsal grupları İslam
dininin uhuvvet (kardeşlik), adalet (hukuken eşitlik) ve meşveret (halkın sesi olan
bir meclis) hakikatleri üzerinde uzlaştırabilir.

Küresel boyutta ise onun savunduğu fikirler farklı din ve kültürden
olmakla birlikte bütün dünya insanlarının/toplumlarının, İslam dininin direkleri
olan rahmet, şefkat ve muhabbet prensipleri etrafında uzlaştırabilir. Nitekim İslam
Peygamberi “bütün insanlığa rahmet olarak gönderilmiştir.” Bediüzzaman’a göre de,
İslamiyet sadece Müslümanlar için değil bütün dünya için rahmettir. Hatta ona göre,
“İslamiyet” ile “insanlık-insaniyet” arasında daha derin ontolojik bir bağ vardır.
Kendi ifadesiyle “İslamiyet, insaniyet-i kübradır” (Mektubat, 2007, s. 442) Yani
İslamiyet insanlığın en güzel yansımasıdır. Bediüzzaman’a göre “insaniyet-i suğra”
denilen mehasin-i medeniyet (medeniyetin güzellikleri), insaniyet-i kübranın mukaddemesidir.

İnsaniyet-i kübra’nın alem-i kevn’de (varlık aleminde) kıyametin
eteklerine kadar hâkim olacağını savunan Bediüzzaman şöyle der: “Dehre ve tebayi-i
beşere damen-i kıyamete kadar hâkim olacak, yalnız âlem-i kevnde adalet-i ezeliyenin
tecelli ve timsali olan hakikat-i İslamiyet’tir ki, asıl insaniyet-i kübra denilen
şey odur. (Muhakemat, 2007, s. 61)

Bediüzzaman’ın küresel ölçekte ifade ettiği “insaniyet-i suğra”
(küçük insanlık/medeniyetin olumlu sonuçları) tanımlamasının dışında kalan “mimsiz
medeniyet” ise, ideolojik bir olgu olup Avrupa sömürgeciliğinin ve emperyalizminin
küreselleşmiş bir yansımasıdır. Daha somut bir ifade ile İngiliz-Yahudi ideolojisinin
“küresel” bir boyut kazanmasıdır. (Duralı, Çağdaş Küresel Medeniyet, 2000, s. 155)

Küresel bir boyut kazanan İngiliz-Yahudi ideolojisinin menfi tesirlerini
kıracak gerçek realite rahmet, şefkat ve muhabbet prensipleri etrafında insanlığı
bir araya getiren İttihad-ı İslam şemsiyesidir.

Bediüzzaman İngiliz-Yahudi medeniyetinin beşere empoze ettiği “tüketim,
heves ve şehvetle muzlim (kararmış) hissiyatın” insaniyet-i kübra olan İslamiyet
ile aşılacağını söyler. Bu gerçeği dile getiren ifadeleri şöyledir: “Ebna-i müstakbelin
(gelecek nesillerin) bir derece münevver (aydın) olan efkârları heves ve şehvetle
muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek (parlak fikirler, karanlık hislere galip
gelip) emrine musahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin (insanlığın evrensel hukuku,
fıtrat/şeriat kanunları) hükümferma olacağı muhakkak oldu. Beşaret veriyor ki, asıl
insaniyet-i kübra olan İslamiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı üzerinde
bulutsuz güneş gibi pertevfeşan olacaktır.” (Muhakemat, 2007, s. 58)

Batı medeniyetinin dünyaya miras olarak bıraktığı bütün kirli izleri
temizleyecek ve insanlığa huzur ve barış getirecek yegâne hakikat, Bediüzzaman’ın
“insaniyet-i kübra” olarak ifade ettiği İslamiyet ve onun uygulama alanı olarak
görülebilecek olan “İttihad-ı İslam” projesidir. Bu proje bugün insanlığı tehdit
etmekte olan, küresel terör ve yoksulluk ile hastalıkların çaresi olarak üzerinde
düşünülmeye değer bir perspektif sunmaktadır.

KAYNAKÇA

Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
1999.

Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 2000.

Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
2007.

Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
2007.

Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
2007.

Bediüzzaman, Said Nursi, Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya
Neşriyat,İstanbul 2009.

Teoman Duralı, Çağdaş Küresel Medeniyet, Dergah Yayınları, İstanbul
2000.

Mümtazer Türköne-Ümit Özdağ, Siyasî İslam ve Pan İslamizm, Rehber
Yayınları, Ankara 1993.

Öz

İttihad-ı İslam, aslında peygamberlik metodu üzerine kurulu itikadî
boyutları da içeren derin bir mana bütünlüğüne sahiptir. Bediüzzaman bu hususta,
kopmaz bir halat olarak gördüğü Kur’an’ı temel alarak iman esaslarının canlı tutulmasını,
daha sonra da sosyal ve kültürel farklılıkları göz önüne alarak geniş perspektifli
bir yöntem önerir. Bu makalede, bugün insanlığı tehdit etmekte olan küresel terör
ve yoksulluk ile çeşitli hastalıkların çaresi olarak üzerinde düşünülmeye değer
bir proje olarak İttihad-ı İslam ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler: İttihad-ı İslam, Siyasal İslam, ittihad, muhabbet,
eğitim, cehalet, milliyetçilik, Batı medeniyeti

Abstract

In fact the Unity of Islam has a deep meaning integrity that also
contains the belief dimensions established on the method of prophethood. There,
Bediüzzaman suggests a wide perspectived method that we should make the principles
of belief still fresh by taking the Quran, which is a strong rope, into consideration,
and then considering the social and cultural differences. In this article, the Islamic
Union is being discussed as a very important Project, as it is the cure for various
illnesses, global terror and poverty that threaten humanity today.

Key Words: The Unity of Islam, political Islam, union, affection,
love, education, ignorance, nationalism, West Civilisation.