Batı medeniyetinin modernlikle birlikte gerçekleştirdiği seküler meydan okuma, Türkiye’yi de, İslâm dünyasını da derinden sarstı: Bu sarsıntının göğüslenmesi ve aşılabilmesi için hem Türkiye’de, hem de İslâm dünyasında çeşitli siyasi, kültürel ve
entelektüel tepkiler geliştirildiğini gözlemliyoruz: Modernliğin meydan okumasına karşı geliştirilen tepkiler, iki ana eksende tezahür etti: Birinci eksen Batılılaşma ekseni. İkinci eksen ise adına "İslâmcılık" denen yeniden-İslâmileşme ekseni.

Giriş: Yenilgi Psikolojini Yenilgiye Uğratmak İçin…

Tarihsel süreç içinde "milliyetçilik" şeklinde ortaya çıkan bir üçüncü eksenin varolduğundan da sözetmek gerekir. Ancak milliyetçilik ekseninin, kimi zaman "İslâmcılık"la, kimi zamansa Batıcılıkla dirsek teması halinde olan geçici/muğlak
bir durum olduğunu gözlemliyoruz. Geçici/muğlak bir durum diyorum, çünkü milliyetçilik akımının esas itibariyle Batıdaki modernlik paradigmasının ana unsurlarından biri olması, Batılılaşma projelerinin milliyetçilik ve ulus-devlet çerçevesinde hayata geçirilmesini icbar etti.
Her ne kadar, İslam dünyasındaki milliyetçi akımlar, esas itibariyle İslâm’la irtibatını koparmamışlarsa da, sonuç itibariyle Müslümanların tarihsel deneyimlerine ve İslâm’ın anlam haritalarına yabancı olan ırk kavramı ekseninde şekillenen milliyetçilik akımlarının zamanla
ya Batıcı söylemler içinde eridiklerini, ya İslâmî söylemlere eklemlendiklerini ya da tümüyle yok olup gittiklerini görüyoruz. Ki, bu, zaten kaçınılmaz bir şeydi/r. Çünkü ırk kavramına ve fikrine dayalı bir millet kavramı, İslâm’ın anlam haritalarında da, dolayısıyla Müslüman
toplumların tarihsel tecrübelerinde de karşılığı ve gerçekliği olmayan bir kavramdır. Kaldı ki, bizde millet kavramı her zaman "ümmet", "din" kavramının muadili olarak algılana ve kullanılagelmişti/r.

Bugün gelinen noktada birbirine karşıt iki ana eksen belirginleşmiş durumda: Batıcılık ve "İslâmcılık". Her iki ekseni de tanımlayan ve konumlandıran itici güç, laikliktir. Laikliği eksene alıp almamasına ya da olumsuzlayıp olumsuzlamamasına göre
bu iki eksen ötekileştirme ve kendilerini meşrulaştırma biçimleri ve söylemleri geliştirmektedir. Bu yüzdendir ki, sonuçta gelinen noktada, laiklik ve İslâm arasında bir gerilim icat edilmiştir.

Burada dikkat çekilmesi gereken hayatî nokta şu: Bu gerilim, tarihsel, kültürel, siyasal, toplumsal ve düşünsel gerçekliği, derinliği ve tekabüliyeti olan bir gerilim değil; büyük ölçüde ideolojik ve dolayısıyla yapay bir gerilimdir. Ayrıca bu iki eksende
geliştirilen söylemlerin aynı zihin kalıbının yansıması veya ürünü olduğu henüz pek farkedilememiştir: Laiklik ve "İslâmcılık" ekseninde geliştirilen tüm söylemler, yenilgi psikolojisine dayanan ya reaksiyoner ya da savunmacı söylemlerdir: Laikler, İslâm’a karşı
reaksiyoner ve savunmacı tavırlar geliştirirlerken; "İslamcılar" da laiklere karşı reaksiyoner ve savunmacı tavırlar geliştirmektedirler. Laiklerin de, "İslâmcılar"ın da zihin yapılarını belirleyen şey aynı şeydir: İslâm dünyası, modernliğin meydan okuması
karşısında "geri kalmış", dolayısıyla "yenilmiş"tir. Laikler, "geri kalmışlık durumu"ndan kurtulmanın yolunun Batılılaşmaktan; İslâmcılar ise Batıcılığın ve Batılılaşmanın reddedilmesinden geçtiğini savunuyorlar. Bu durum, Müslüman
toplumlarda yapay sorunların ve gerilimlerin ihdas edilmesini kolaylaştırmakta, hatta meşrulaştırmaktadır.

Yapay sorunların ve gerilimlerin ihdas edilmesini önlemenin tek esaslı yolu var: Hem laikliği, hem de Müslümanların yaşadıkları sorunları, travmaları yenilgi psikolojisinden kurtularak anlamlandırmaya çalışmak. Böylesi bir yöntem, Batıya GÖRE (=Batıyı
onaylayarak) ya da Batı’ya KARŞI geliştirilen tavırların sonuçta Batı’yı (Batılı söylemleri) merkeze, Özne konumuna yerleştirdiğimizi kavramamıza yardımcı olacak; Batı’ya RAĞMEN İslâm’ın sunduğu kendi dinamiklerimizden, anlam haritalarımızdan, referans çerçevemizden yola
çıkarak ve Batı’yı da iyi tanıyarak kendimizi (dolayısıyla İslâm’ı, İslâmî referans çerçevesini) merkeze, Özne konumuna yerleştirmemizi mümkün kılacaktır. Böylelikle Nesne (=reaksiyoner, tanımlanan, belirlenen, asalak, tüketen, yönlendirilen, söyleneni söyleyen, ötekileştirici,
köleleştirici) konumundan, Özne (=aksiyoner, tanımlayan, belirleyen, asalet ve şahsiyet sahibi, yaratıcı, üreten, yönlendiren, kendine özgü iddia ve sözleri olan, kendileştirici, özgürleştirici) konumuna geçmemiz mümkün olacaktır. Nesne konumundan Özne konumuna geçtiğimiz
andan itibaren yaşadığımız tecrübenin "geri kalmışlık"/"yenilgi" durumu olmadığını, bir meydan okuma ile karşı karşıya olduğumuzu, bir medeniyet krizi yaşadığımızı, bu medeniyet krizinin farkedilmesi ve bu krizin aşılması için gerekli entelektüel
donanıma ve duruşa sahip olmamız gerektiğini görecek; karşı karşıya kaldığımız sorunların büyük ölçüde yapay ve sahte sorunlar olduğunu kavrayacağız.

Yenilgi psikolojisi ile hareket ettiğimiz için bugüne kadar yaşadığımız sorunların, örneğin laiklik sorununun sahte bir sorun olduğunu kavrayabilmiş değiliz. Laiklik veya sekülerlik sorunu, Batı Avrupa’lı toplumlara özgü tarihsel bir sorundur. Hıristiyan
teolojisinin ve sosyal teorisinin "ilk günah" (original sin) veya düşüş (fall from grace) teorisine dayalı olarak geliştirdiği insanı, işlemediği suçlardan sorumlu tutan ve insanın özgür iradesini bastıran, hiçe sayan insan algısı, Batı’da Rönesans ve Reformasyon süreçleriyle
birlikte sorgulanmaya başlanmış ve sonunda insanın aklını, yeteneklerini kullanmasını, keşfetmesini esas alan ama bu kez insanı her şeyin merkezine yerleştiren bir yönelim benimsenmiştir. Oysa İslâm’da insanın özgür iradesini kullanamaması gibi bir sorun yoktur ve İslâm
tarihinde de böylesi bir sorun yaşanmamıştır. Sekülerliği doğuran insanın özgür iradesi sorunu çerçevesinde yapılan tartışmaların hiç biri İslâm tarihinde yaşanmamıştır. Dahası, İslâm’ın din-dünya ayırımı veya karşıtlığı gibi bir sorun olmadığı için İslâm
hayatın her alanını kuşatan bir dünya tasavvuru vaz’etmiştir.

Görüldüğü gibi sadece Batı Avrupa toplumlarına özgü "tarihsel" bir sorunla karşı karşıyayız. Ayrıca sekülerlik bizde olduğu gibi bir din konumuna da getirilmemiştir. Elbette ki, modernlikle birlikte Batı’daki otorite, hegemonya ve meşruiyet
kaynakları din-dışı kaynaklara göre tanımlanmış ve buradan yola çıkılarak din sadece bireyle insan arasında olup biten bireysel bir inanç meselesine indirgenmiştir. Sekülerlik ve protestanlık böylesi bir sürecin sonrasında ortaya çıkmıştır.

Şu an benzer bir süreç, İslâm için de var kılınmaya ve icat edilmeye çalışılmaktadır. Oysa buraya kadar kısaca yaptığım açıklamalardan da anlaşıldığı gibi İslâm’ın sekülerleştirilmesi gibi bir sorun sahte ve son derece maksatlı bir sorundur (bkz.
Cabiri, 2001: 77-109). İslâm’ın sekülerleştirilmesinden maksat, İslâm’ın küresel seküler sisteme karşı direnme gücünün ve kendi olarak varoluş dinamizminin kırılması ve böylelikle küresel seküler sistemin ömrünün bir süre daha uzatılması çabasıdır.

Ayrıca bugün Batı’da sekülerlik yoğun bir şekilde tartışılmaya, "seküler aklın ötesi"nden (Millbank, 1999), "post-seküler felsefe"den (Blond, 1998) sözedilmeye başlanmış durumdadır. Bu konuda yapılan tartışma ve arayışların çağdaş
sosyal teorinin en önemli tartışma alanlarından birini oluşturduğunu hatırlatmak yararlı olabilir.

Sahte sorunlarla boğuştuğumuz için "modernleşme" tarihimiz süresince yapabildiğimiz tek şey, kaygan zeminlerde patinaj yapmaktan ibaret oldu: Tam bir muğlaklıklar, muammalar, esrarengizlikler, anlamsızlıklar, yapaylıklar; dar alanda sığ paslaşmalar,
hesaplaşmalar, kapışmalar; yapay, tabansız, köksüz, ruhsuz, temelsiz, nevzuhur gerilimler, kavgalar yumağının ortasında hallaç pamuğu gibi oradan oraya savrulup duruyoruz. Kafamız allak bullak, hayatımızsa tarumar olmuş durumda. Her kes/im farklı tellerden çalıyor; hiç kimse bir
diğerinin ne dediğini, ne çaldığını anlamıyor; anlamak da istemiyor. "Gürültü", kulağımızı "sağırlaştırıyor"; gözümüzü, gönlümüzü ve zihnimizi "köreltiyor": Kaygan zeminlerde patinaj veya "cambazlık" yaparak "işi götüreceğimizi",
vaziyeti idare edeceğimizi, günü kurtaracağımızı düşünüyoruz. İşin kötüsü, "işi götürebilmenin", "vaziyeti idare edebilmenin", günü kurtarabilmenin tek ve çıkar yolunun kaygan zeminlerde patinaj veya cambazlık yapmaktan geçtiğine inanıyor olmamız.

Burada yoğun metaforik imgelerle tasvir etmeye veya çizmeye çalıştığım tablonun bizim modernleşme tarihimiz süresince yaşadığımız veya yaşamaya mahkum edildiğimiz traji-komik serencamı iyi ifade ettiğini, özetlediğini zannediyorum.

Traji-komik Bir "Filim" ya da

Kaygan Zeminlerde Patinaj Yapmak

Yazının başındayken irtica sorununa ilişkin, dolayısıyla Türkiye’nin modernleşme tarihimiz süresince içine sürüklendiği serencama dair esaslı bir şeyler söyleyebilmenin mümkün tüm enstrümanlarının ve imkanlarının varolmadığına da özellikle dikkat çekmek
için yazıya son derece bilinçli bir şekilde böylesine metaforik yoğunluklu bir dille giriş yapma ihtiyacı hissettim. Çünkü gerçek bir durumu değil, bir "gerçek şakası" halini yaşıyoruz: Teorinin pek fazla elle tutulur, dişe dokunur bir şeyler söyleyemeyeceği, dolayısıyla
bilim adamlarından, akademisyenlerden çok sanatçıların başa çıkabilecekleri, tasvir ve tarif edebilecekleri bir gerçek şakası hali, bir traji-komedi, bir hiper-gerçek durum’la karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum: Yaşadığımız şeyin, bir gerçek durum, bir trajedi değil,
bir hiper-gerçek (abartılı, sanal, sığ bir) durum ve traji-komedi olduğu gerçeğine dikkat çekmekte yarar görüyorum: Özlü bir şekilde söylemek gerekirse, yaşadığımız şey trajedi (ayıltan bir deneyim) değil, traji-komedi (bayıltan bir deneyim): Trajedide, insan felaketlerle karşı
karşıya kaldığını fiilen görür, yaşar ve bu felaketleri aşması gerektiğini düşünür ve felaketleri aşmanın yollarını aramaya koyulur; dolayısıyla trajedi, ayıltıcı, uyarıcı bir durumdur. Oysa yaşadığımız deneyim, trajedi olmadığı için sadece Türkiye’de değil dünyada
da ne/ler olup bittiğini anlamakta, kavramakta zorlanıyoruz.

Çünkü yaşadığımız şey, trajedi değil, traji-komedi: Müslüman olduğumuz için, belki de, yaşadığımız şeyin trajedi olması biraz zor. Müslüman bir toplum, Allah’a inandığı ve her daim -ister bilinç düzeyinde, isterse bilinçaltı düzeyinde tezahür
etsin- havf ve reca (korku ile ümit) arasında olduğu, dolayısıyla hiçbir zaman ümidini yitirmediği, Allah’ın her zaman kendisiyle olduğunu, bu dünyada asla yalnız olmadığını, her şeyin yaratıcısı ve hakimi olan Allah’ın tüm olup bitenlerde dahli olduğunu yakînen (kalben ve
fiilen) bildiği, hissettiği ve kabul ettiği için, trajik durum, bizim kültürümüze, ontolojik gerçekliğimize ve gerçeklik algımıza yabancıdır. Müslümanlık, İslâm’la sorunlu olan çevreler de dahil olmak üzere toplumumuzun yegâne ontolojik, epistemolojik ve fenomenolojik gerçekliği
olduğu ve bu gerçeklik/hakikat, kolektif hafızamızda ve kolektif bilinçaltımızda kurucu bir aktör olarak varlığını sürdürdüğü için, Türkiye’deki bütün kesimlerin trajedi yaşamalarının zor olduğuna dikkat çekmek istiyorum.

O yüzden ben, bizim yaşadığımız deneyimin trajedi değil, traji-komedi şeklinde tezahür ettiğini düşünüyorum. Bu toplum Müslümanlıkla ilişkisini sıfırlamadığı sürece, bu toplumda trajik olabilecek tüm deneyimlerin traji-komediye dönüşmesi kaçınılmazdır.
Yaşadığımız deneyimin trajedi değil de, traji-komedi olarak tezahür etmesinin bir diğer nedeninin de, bu ontolojik gerçekliğin yanısıra modernleşme tarihimiz süresince yaşadığımız sosyo-politik durumla ilişkili olduğunu söyleyebiliriz: Sözünü ettiğim sosyo-politik durum, çift
yönlü temassızlık olarak adlandırdığım fenomendir: Türk toplumu, modernleşme tarihimizin başlangıcından itibaren, özellikle de Cumhuriyet modernleşmesi tecrübesiyle birlikte iyice belirginleşen travmatik bir deneyim yaşamaya mahkum oldu: Hem kendi kültürel dinamiklerimizle,
tarihsel, kültürel, entelektüel ve toplumsal derinliğimizle, dolayısıyla anlam haritalarımızla temasımızı yitirmeye başladık; hem de kavramsal ve kurumsal düzlemlerde model olarak benimsediğimizi, örnek aldığımızı söylememize rağmen Batı’yla, Batı düşüncesi, kültürü,
kodları ile analitik, eleştirel ve derinlikli temaslar kurmayı başaramadık: Bir yandan kendi anlam haritalarımızı olumsuzladık, öte yandan da Batı ile eklektik, naif ve sığ temaslar kurduk; dolayısıyla Türkiye’de hayali bir Batılılaşma tecrübesi icat etmeye çalıştık: Sonuçta
Batı’yla ilişkilerimiz de, kendi dinamiklerimizle, kendi dinamiklerimizin omurgasını, ruhunu, kurucu özelliklerini oluşturan Müslümanlıkla kurduğumuz ilişkiler de, simülatif ilişkiler şeklinde tezahür etti: Ortaya simülatif bir Müslümanlık algısı, simülatif bir modern/Batı algısı
çıktı: Müslümanlığımızın Müslümanlığın hakikati ile, Batılılığımızın Batı’nın hakikati ile ilişkisi simülatifti (=sığ, sanal, yapay). Sonuçta, gele gele kendi dinamiklerimize de (dolayısıyla Müslümanlığa da), Batı’ya da kapatılan nevzuhur bir durum temel
durumumuz haline geliverdi.

Bu hiçbir şeye tekabül etmeyen nevzuhur ve yapay durumun oluşmasında belirleyici olan bir başka sosyo-politik tercih de, Türkiye’nin elitlerinin Türkiye’de benim kendi-kendini sömürgeleştirme (self-kolonization) olarak adlandırdığım bir deneyimin hayata geçirilmesi
oldu: Batılılar tarafında sömürgeleştirilemeyen tek ülke olan Türkiye, bir yandan Batılılara (yedi düvele) karşı bir bağımsızlık mücadelesi verdi; ama öte yandan da Türkiye’de hayali/simülatif bir Batılılaşma projesi gerçekleştirmeye, yani kendi-kendini sömürgeleştirmeye
(=sömürgecilerin sömürgeleştirdikleri ülkelerde yaptıkları şeyleri, bizim ülkemizde kendi elitlerimizin girişimleriyle yapmaya) kalkıştı.

Sonuçta, trajedi yaşaması teorik olarak da, pratik olarak da son derece zor olan bir toplum, ontolojik evsizlik hali şeklinde tezahür eden traji-komik bir deneyim yaşamaya maruz kaldı ve mahkum oldu: O yüzden kaygan zeminlerde patinaj veya cambazlık yapmak, Türkiye’de
tek geçer veya çıkar yol haline geldi: Traji-komedi yaşadığımız içindir ki, gülünecek halimize ağlıyor, ağlanacak halimize gülüyoruz ve olup bitenlerin gerçek yüzünü anlamakta zorlanıyor, sapla samanı birbirine karıştırmakta son derece mahir davranıyor; kavramların içini
boşaltmakta, her şeyi kendimize yontmakta, nasıl işimize geliyorsa öyle almakta, algılamakta, tanımlamakta, konumlandırmakta ve işimize gelen şeyi tek gerçek durum diye dayatmakta hem ısrar ediyoruz, hem de bunun bizim özellikle elitler, aydınlar ve tabii toplum olarak kendimizi kandırmaktan
başka bir işe yaramadığını, bizim enerjimizi, dinamizmimizi, zihnimizi, ufkumuzu körelttiğini, bakışımızı sakatladığını görmekte zorlanıyoruz: Dolayısıyla yaşadığımız şeyin traji-komedi (bayıltıcı, uyutucu ve uyuşturucu bir simülatif deneyim) olduğunu bir türlü
farkedemiyoruz.

Cins hız düşünürü Paul Virilio’nun başka bir bağlamda yaptığı tanımlamayla, "gerçekliğin kazaya uğratıldığı", Jean Baudrillard’ın (Baudrillard, 1989) deyişiyle, sanallığın gerçeklikle yer değiştirdiği, hatta gerçekliğin yerine geçtiği
bir hiper-gerçek durum bizimkisi: Kaygan zeminlerde patinaj yapmaktan başka bir şey yapamıyoruz derken dikkat çekmek istediğim keşfedilmeyi, kafa yorulmayı gerektiren bir başka "alan" da burası.

O yüzden "Türkiye’nin orta yeri sinema", diyorum: O yüzden bön ve berbat traji-komik "filim"ler çevirmek başlıca işimiz, kaygan zeminlerde patinaj yapmak da temel karakterimiz ya da içgüdümüz olmuş gibi sanki.

"Çevirdiğimiz filim"in başlıca iki "aktör"ü var: Biri laiklik, öteki de irtica. Aslında filmi tasarlayanlar, yazanlar, oynayanlar ve oynatanlar, bu "filim"in iki ana aktöründen biri olmadığı zaman, "filim"in asla çevrilemeyeceğini
çok iyi biliyorlar: Laiklik olmasa, irtica da olmayacak; irtica olmasa laiklik de olmayacak. Biri diğerinin varlık ve meşrulaşma nedeni. Aslında modernleşme tarihimiz süresince (burada süreç sözcüğünü kullanmamaya özellikle özen gösteriyorum; çünkü ortada bir süreç yok;
tepeden belirlenen, tasarlanan ve varkılınmaya çalışılan "laiklik süresi" var) önce laiklik icat edildi ve varkılınmaya çalışıldı; ardından da, laikliğin varlığını sürdürebilmesi için irtica söylemi icat edildi. İrtica söylemini icat edenler için, irtica denen
bir fenomenin varolup varolmaması önemli değildi. Önemli ve hatta zorunlu olan şey, adına irtica tehlikesi denen bir söylemin ve durumun varkılınmasıydı; çünkü laikliğin varolabilmesi, varkılınabilmesi, varlığını sürdürebilmesi ve meşrulaştırabilmesi için bir ötekine
ihtiyacı vardı.

Buraya kadar irtica-laiklik geriliminde veya seyrüseferinde yaşadığımız traji-komik duruma ilişkin bazı metaforik ön-gözlemler yapmaya çalıştım. Yazının bundan sonraki bölümünde irtica söyleminin icat edilmesine neden ihtiyaç duyulduğu sorunu üzerinde yoğunlaşacağım.
Daha sonra da irtica söylemi ekseninde geliştirilen projelerin veya stratejilerin travmatik ve traji-komik sonuçları üzerinde duracağım.

İrtica Söylemine

Neden İhtiyaç Duyuluyor?

İrtica söyleminin, sadece Türkiye’ye özgü bir proje değil; küresel düzlemde, özellikle de İslâm dünyasında hayata geçirilmeye çalışılan bir proje ve strateji olduğuna dikkat çekmek isterim. Böyle bir söyleme küresel düzlemde neden ihtiyaç hissedildiğini
araştırmamız ve tartışmamız gerekiyor. İrtica söyleminin köklü tarihsel, kültürel, felsefi, sosyolojik ve siyasal çeşitli nedenleri var. Bunları kısaca şöyle özetlemek mümkün:

Birincisi, irtica söyleminin ortaya çıkış nedeni, laiklik söylemidir. Modernlikle birlikte Batılıların geliştirdikleri meydan okuma üzerine İslâm dünyasında sekülerleşme veya laikleşme projeleri hayata geçirilmeye çalışıldı. Laiklik veya sekülarizm gibi
bir proje spesifik olarak İslâm dünyasında uygulamaya konulmamış olsa, irtica söylemi olarak adlandırılan bir söylemin icat edilmesine ihtiyaç duyulmayacak/tı. Laiklik/sekülarizm projesinin başarıyla hayata geçirilebilmesi, bu nevzuhur projenin kendisini meşrulaştırmasına; bunun
için de bir öteki icat edilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. İşte bunun için irtica söylemi ekseninde bir öteki tanımı yapılmakta ve irtica veya fundamentalizmle mücadele meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.

İkincisi, İrtica söylemi, İslâm dünyasının medeniyet krizi yaşamaya başladığı andan itibaren İslâm dünyasını görünüşte çağdaşlaştırmak ama gerçekte İslâm’dan, İslâm kültüründen uzaklaştırmak amacıyla icat edilmiş bir söylemdir. Ancak
"irtica tehlikesi ile mücadele" etmek amacıyla icat edilen irtica söylemi, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonraki süreçte Batılılar tarafından "fundamentalizm tehdidi ile mücadele" olarak öncelikli küresel strateji olarak benimsenmiş ve İslâm dünyasında da
"irtica ile mücadele" adı altında en öncelikli strateji olarak kabul edilmiştir. Dünya sisteminin seküler Batılı aktörleri tarafından kendi küresel çıkarlarını korumak, garanti altına almak ve pekiştirmek için benimsenen ve İslâm dünyasına "ihraç edilen"
"irtica ile mücadele" söylemi, görünüşte bazı noktasal/tekil İslâmi oluşumları, söylemleri tehlike olarak konumlandırmakta ve hedef almakta; ama gerçekte temel dinamikleri, kök-paradigmaları ve anlam haritaları açısından küresel seküler sisteme direnen veya meydan
okuyan bir dünya tasavvuruna ve dinamizme sahip olması nedeniyle İslâm, Soğuk Savaş’tan sonraki süreçte en büyük küresel tehlike olarak konumlandırılmış bulunmaktadır.

İrtica söyleminin küresel düzlemde fundamentalizm söyleminden bağımsız olmadığını özellikle vurgulamak gerekiyor. Batılı hegemonik güçler, fundamentalizm tehlikesi söylemi ile, İslâm’ın bir medeniyet sıçraması yaparak yeniden siyasi, ekonomik, kültürel,
entelektüel ve stratejik bir aktör olarak tarih sahnesine çıkmasını önlemeyi amaçlıyorlar. Çünkü İslâm’ın küresel bir aktör olarak yeniden tarih sahnesine çıkması, Müslüman toplumların tam anlamıyla bağımsızlıklarını kazanmaları, dolayısıyla kendi kaderlerini
kendilerinin belirlemeleri, kendi kaynaklarını kendilerinin kullanmaları demektir. İşte bu durum, orta ve uzun vadede küresel Batı hegemonyasının hem teorik, hem de pratik temellerinin sarsılması ile sonuçlanacaktır.

Batı kültürü, salt fizik gerçekliği eksene alan, insanı her şeyin merkezine, Tanrı konumuna yerleştirerek insan, doğa, kozmik dünya ve Tanrı arasındaki dengeyi, harmonik ilişkiyi bozan, ontolojik evsizlik ve güvensizlik sorunu yaşayan ve bu nedenle her şeyi şiddete
dayalı söylemler ve pratiklerle hal yoluna koymaya çalışan bir insan tipi üreten bir kültür olduğu için, salt fizikötesi gerçekliği eksene alan Doğu kültürlerini kolaylıkla tüketebilmekte, hadım ederek etkisiz hale getirebilmekte ve bu kültürlerin direniş ve varoluş
dinamizmlerini kırabilmektedir. Seküler Batı kültürü, aynı şeyi İslâm’a karşı yapamamaktadır: Çünkü İslâm hem fizik, hem de fizik ötesi gerçekliği aynı anda mezceden bir din ve dünya tasavvuru olduğu için Müslüman toplumlar -yaşadıkları tüm şoklara, türbülanslara/altüst
oluşlara ve travmalara rağmen- seküler Batı kültürü karşısında hem kendilerine özgü direniş biçimleri geliştirebilmekte, hem de kendi/Özne olarak varoluş alanları icat etmeyi başarabilmektedirler. Bunun en önemli göstergesi, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı’nın çök/ertil/mesiyle
birlikte tarih sahnesinden çekildiğine hükmedilen İslâm medeniyetinin 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yeniden -belki de daha güçlü bir şekilde- tarih sahnesine çıkabileceğine ilişkin önemli işaretler vermesidir: İslam dünyasında uygulanan ve Müslüman toplumlarda
tarihsel, toplumsal, kültürel, düşünsel ve siyasal karşılığı ve gerçekliği olmayan ithal seküler projelerin İslâm’ı tarihten silmek şöyle dursun, İslâm’ın kuşatıcı dinamizminin sunduğu, insanın hem iç, hem de dış dünyasını aynı anda anlamlı kılan derinlikli anlam
haritaları karşısında tutunamadıklarının; üstüne üstlük İslâm dünyasında yapay kavgalar, çatışmalar, gerilimler yarattıklarının ortaya çıkmış olması ve sonuç itibariyle kendi kendilerini tükettiklerinin (seküler projelerin uygulandığı İslâm dünyasındaki tüm
otoriter sistemlerin iflas ettiğinin, hegemonya, otorite ve meşruiyet krizi yaşadıklarının) tüm çıplaklığıyla suyüzüne çıkmış olması, İslâm’ın hem dinamizmini koruduğunun, hem de yeniden tarih sahnesine çıkabilecek bir dinamizm üretebileceğinin en önemli göstergesidir.
İşte bu durum, Batılı hegemonik güçleri ve onların İslâm dünyasındaki uzantıları veya karikatürleri olan seküler projelerin sahipleri elitleri ürkütmektedir.

İslâm’ın bir aktör olarak yeniden tarih sahnesine çıkmasına müdahale edilmediği zaman, teorik olarak, sekülerliğin insanlık tarihinde sadece Batı toplumlarına özgü arızî bir durum olduğunun anlaşılması imkân dahiline girecek; dolayısıyla sekülerliğin
insan, doğa, kozmik dünya ve Tanrı arasındaki ilişkileri tersyüz ettiği ve böylelikle şiddete dayalı söylemler ve pratikler ürettiği farkedilmiş olacaktır.

Pratik olarak ise, Batı hegemonyasının orta ve uzun vadede sona ermesi imkân dahiline girmiş olacaktır. Çünkü bu durumda, İslâm’ın, şu an mevcut kültürler arasında insan, doğa, kozmik dünya ve Tanrı arasında harmonik, barışçıl bir ilişki kuran tek din
ve dünya tasavvuru olduğu ve dünyadaki haksızlıklara, hukuksuzluklara, adaletsizliklere, doğanın tahrip edilmesine, gezegenimizin geleceğinin tehlikeye girmesine karşı en esaslı direncin ve "proje"lerin İslâm’dan gelebileceği farkedilmiş olacaktır.

Özetle söylemek gerekirse, Türkiye’de irtica ile mücadele, Batı’da ise "fundamentalizm tehdidi ile mücadele" olarak benimsenen fundamentalizm/irtica söylemi, İslâm’ın siyasi, kültürel, toplumsal, ekonomik ve entelektüel bir aktör olarak yeniden tarih
sahnesine çıkmasını önlemek amacıyla icat edilmiş bir söylemdir. İrtica söylemi, önce bir ötekileştirme (örneğin İslâm’ı terörle, kan emicilikle, şiddetle özdeşleştirme) çabası içine girmekte, böylelikle kendisine bir takım düşmanlar icat etmekte, sonra da bu düşmanlarla
mücadele ederek kendisini meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Bu söylemin orta ve uzun vadede geri tepeceğini sekülerliğin Türkiye’deki bir açmazından yola çıkarak gösterebiliriz.

İrtica Söylemi, İslâmî Kimliğin Bastırılması ve Etnik Kimliklerin Yükselişi

Türkiye’de 1980’lerin ikinci yarısından itibaren PKK terörünün tırmanmaya başlaması üzerine etnik Kürt kimliği öne çıkarıldı. Küresel konjonktür de buna müsaitti: Küreselleşme, bir yandan ulusal ekonomik, siyasi ve kültürel sınırları, duyarlıkları aşındırmakta,
öte yandan da reaksiyon olarak lokal ve dolayısıyla etnik kimlikleri kışkırtmaktaydı: Bu süreçte Türkiye, izlemesi gereken politikaları değil, izlememesi gereken politikaları ve stratejileri hayata geçirdi: Toplumu birleştirecek yegane üst kimlik olan İslâmî kimliği tüm tezahürleriyle
bastırmaya, İslâm’ı kamusal/görünür alandan uzaklaştırmaya dönük projeleri hayata geçirmeye kalkıştı. İslâmî kimliğin ve duyarlıkların bastırılması, kaçınılmaz olarak Müslümanlar olarak bizim tarihsel tecrübemize ve İslâm’ın anlam haritalarına ters ırk temeline
dayalı etnik kimliklerin öne çıkarılmasına zemin hazırlamış oldu.

Şu an Türkiye’deki siyasi, kültürel ve toplumsal iktidar aygıtlarına hakim olan elitlerin Türkiye’deki etnik kimliklerin Batılılar vesaire tarafından kaşındığını ve Türkiye’nin bölünme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu söylemeleri son derece
traji-komik bir durumdur. Hem toplumun kahir ekseriyetinin üst kimliği olan İslâmî kimliğin bastırılması işini birincil strateji olarak benimsemek, hem de etnik kimliklerin kaşındığından şikayet etmek, bir anomali halinin göstergesidir.

Oysa elitlerimizin göremedikleri şey şudur: Türkiye’yi bölünme tehlikesi ile karşı karşıya getiren şey, etnik kimliklerin kışkırtılması değil; İslâmî kimliğin bastırılmasını proje olarak hayata geçirmeyi esas alan sekülerliktir. Sekülerlik, Türkiye’de
toplumun ortak duyarlıklarını, ortak kimliğini, millet olma ve aidiyet duygusunu köreltmekte, hatta iptal etmektedir. Türkiye’nin ortak duyarlıklarının, millet olma ve aidiyet duygusunun; ortak dinamizminin yegane kaynağı İslâm’dır, İslâmî kimliktir.

Sonuç:

"Yeni Efendiler"le Başedebilmek İçin…

Elitlerimizin farketmeleri gereken yakıcı ve hayati gerçek şudur: İrtica tehdidi gibi yapay ve küresel hegemonların işine yarayacak bir projenin hayata geçirilmeye çalışılmasıyla İslâmî kimliğin bastırılması, sadece etnik kimliklerin kontrolden çıkmasına
yol açmakla kalmayacak, aynı zamanda Türkiye’nin orta ve uzun vadede siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal yapısını da sarsacak, altüst edecek tehlikeli sonuçlar doğuracaktır.

Küreselleşme süreci, ulusal sınırları aşındırmakta; ulusal ekonomileri küresel ekonominin kodlarına ve kurallarına eklemlemekte, endekslemekte; ulusal çıkarları küresel aktörlerin çıkarlarına bağımlı hale getirmektedir. Bu sürecin tamamlanması ile
ortaya çıkacak tablo, ulusal sınırların, ekonomilerin, duyarlıkların, çıkarların aşınması, örneğin ulusal sermayenin küresel sermaye tarafından yutulması olacaktır: Arjantin örneğinde olduğu gibi, büyük ekonomik krizler sırasında yerli sermayenin dışarıya kaçması ve
ulusal ekonominin ve dolayısıyla siyasi, toplumsal ve kültürel yapının alt üst olmasıdır.

Şu an böylesi bir bunalımın yegane önleyici kaynağı, ulusal duyarlıkları aşındıran, aidiyet duygusunu bastıran sekülerizm değil, ekonomik, kültürel, siyasi ve toplumsal aidiyet duygularını canlı tutan, geliştiren İslâmî duyarlıklar ve kimliklerdir. Bu
gerçek, seküler küresel aktörler tarafından farkedildiği içindir ki, İslâm küresel ölçekte fundamentalizm/irtica tehdidi olarak konulmakta, tüm diğer gayrımüslim toplumların dinamizmleri, direniş ve varoluş enerjilerinin kırılması gibi İslâm dünyasının da direniş ve
varoluş dinamizmi ve enerjisi kırılmaya çalışılmaktadır. Seküler projeler, Müslüman toplumların küresel sisteme karşı direniş ve varoluş dinamizmlerini iptal eden projelerdir. Bu gerçeğin kısa vadede olmasa bile orta vadede kavranacağını ve İslâmî duyarlıkların ve
kimliklerin bastırılmak yerine canlandırılacağını tahmin ediyorum. Çünkü başka türlü Müslüman toplumların etnik sorunlarla da, küresel sorunlarla da başedebilmesi imkânsızdır.

Amerika’yı Kristof Kolomb’tan sonra "ikinci kez keşfeden" Fransız sosyoloji geleneğinin en çarpıcı isimlerinden Tocqueville, dinin, insanın fiziksel ve sosyal gerçekliği idrak etmesini mümkün kılan en önemli kaynak olduğunu söyler. Dinin, insanın doğasının
bir parçası olduğunu ve her ne suretle olursa olsun dinin yok olamayacağını (=yok edilemeyeceğini), inançsızlığın ise tesadüfi/geçici bir durum olduğunu belirtir. Dinin, bireylere dış dünyanın anlamlandırılması konusunda sağlam bir çerçeve sunduğunu; dinin bu işlevini
yitirmesinin topluma ve bireye pahalıya patlayacağını şu çarpıcı cümlelerle resmeder: "Din, bütünleştiricidir. Dinin bir anda yok olması, toplumun çözülmesine ve siyasi despotizmin kök salmasına yol açar… Böyle bir durum kaçınılmaz olarak, insanın zihnini şüphenin
kaplamasına zemin hazırlar;… insanın ruhunu öldürür ve insanın köleleşmesine giden kapıları sonuna kadar açar." Dini otoritenin sarsılmasının siyasi otoritenin sarsılmasından çok daha köklü ve vahim sonuçlara yol açacağını öne süren Tocqueville, insanın dinden
kopması veya dinin tahrip edilmesi sonucunda elde ettiği bağımsızlığın (=özgürlüğün) insanda süratle ürkütücü bir korkunun kök salmasına yol açtığını şu çarpıcı gözlemlerle özetler: "Böyle bir ortamda insanın dizginlenmesi gerektiğine karar verilir ve toplumun
işleyiş mekanizması sabitleştirilir ve katılaştırılır. Artı, insanlar eski inançlarına yeniden dönemeyecekleri için, kendilerine yeni bir efendi aramaya başlarlar" (Tocqueville, 1945: 21 ve devamı).

Yazıyı bitirirken son olarak "yeni efendiler"in, yeni küresel hegemonya biçimlerinin meşrulaştırılması için İslâm’ın ötekileştirilerek irtica veya fundamentalizm söylemleriyle direniş ve varoluş dinamizminin engellenmeye çalışılmasının, bu
nedenle İslâm’ın küresel ölçekte tehdit olarak konumlandırılmasının basit ve rastlantısal bir olay olmadığını altını çizerek yeniden hatırlatmak ve elitlerimizin yapıp ettiklerini, projelerini silbaştan yeniden gözden geçirmeleri ve kaygan zeminlerde patinaj yapmanın Türkiye’ye
çok pahalıya patladığını artık görmeleri gerektiğini vurgulamak istiyorum.