A Critical Approach to the Scientific Understanding of 20th Century

Bu makalede 20. yüzyıla hakim olan bilimsel düşünce üzerine bir eleştiri
denemesinde bulunacağım.

Yapmak istediğim eleştiri özünde popüler bir mantık taşıyor; salt bilim
çevrelerine hitap etmeyi hedeflemiyor. Ben bilimsel düşünce sistematiğindeki
bazı eksikliklerin geniş halk kitlelerinin düşünce sistematiğini de yanlış yönde
etkilediğine inandığım için, belki bazıları meramımı anlar varsayımı ile hareket
ediyorum.

Açıkçası, ben 20. yüzyıla hakim olan bilimsel metodolojinin ve onun sonucu
gelişen bilimsel düşünce sistematiğinin bilimin ana hedefi olması gereken
dünyayı algılama ve ona yön verme konusunda eksik kaldığını düşünüyorum.

Sakın yanlış anlaşılmasın; bilimsel metodolojinin ortaya çıkardığı nimetleri
reddetmek gibi mistik bir yaklaşım içinde değilim. Teknolojide, tıpta, hayatın
her köşesinde kayıt ettiğimiz muazzam gelişmelerin, bilimsel metodoloji
sayesinde elde ettiğimiz bulguların sonucu olduğunu biliyorum. İnsanlığın bu
nimetlerden sonuna dek yararlanması gerektiği konusundaki genel kabule ben de
katılıyorum.

Kısacası, bilimsel metodoloji ve bilimsel düşünce sistematiği çerçevesinde
fonksiyonel (kullanabilinir) neticeler aldığımızı inkar edecek kadar zıvanadan
çıkmış değilim.

Ancak sorguladığım; bilimin tek amacının fonksiyonel hedefler olup, olmadığıdır!

***

Şayet bilimin tek gayesinin faydalı, işe yarar, pratik sonuçlar almak olduğunu
düşünüyorsanız, bu makalenin devamını okumanıza lüzum yok.

Ancak, bilimin de amacının din ve felsefe gibi üç temel soruya cevap üretmek
olduğu görüşünde birleşebilirsek, makalenin devamı ilginizi çekebilir.

***

Ben bilimin de tabiat-insan ve insan-insan ilişkilerinde şu üç temel soruya
cevap üretmekle yükümlü olduğu görüşündeyim: a) Ben kimim?; b) Çevrem ne?; c)
Nereden geldim, nereye gidiyorum?

Bilim de, insanın eseri olduğuna göre, insanın tüm sorunsalı bir bütünsellik
içinde ele alma güdüsünü inkar edemez.

Bilimsel metodoloji aslen tekil sorunlarla uğraşır, ancak bu gayesi onu
bütünselliği ele alma sorumluluğundan soyutlayamaz.

Tekil olarak hakkında teori üretilenin; bütünsellik içinde de anlamını merak
etmemek mümkün müdür?

***

Bilimsel metodoloji önemle son yüzyılda tekil düşünce sistematiğini üretmiştir.
Kendini sadece ele aldığı konunun tek-boyutlu ilişkisini çözmek ile
görevlendirmiştir.

Örneğin, şayet bilimsel araştırmanın aradığı suyun katkısı ile bitkinin büyümesi
arasındaki ilişki ise, bilimsel metodoloji bu gözleminde bitkiyi büyüten diğer
tüm etkenleri sabitleyecektir (ceteris peribus). Bitkinin büyümesinde güneşin,
toprağın, hava sıcaklığının v.b. birbirinden kopamayan; biri olmadan sonucu
gerçekleşmeyen ilişkisi irdelenmeyecektir. Bilim aradığı sorunun cevabını teker
teker ve birbirinden bağımsız olarak vermekle yükümlüdür.

Bana göre bilimsel düşüncenin 20. yüzyılda popüler düşünce sistematiğinde açtığı
en büyük yara da insanı bütünsel düşünce sistematiğinden koparması olmuştur.

Bu yöntem Karl Marx’ın "insanlar sadece çözebileceği sorunları dert edinirler"
özdeyişi çerçevesinde muazzam faydalı sonuçlar doğurmuş, ancak bir bütün içinde
yaşayan insanları "O" bütünselliğin aranmasından alı koyduğu için de insanın
kaçınılmaz yalnızlığına zemin hazırlamıştır.

Zira insan, içinde bulunduğu ortamın tümüne bir cevap üretemediği sürece
yalnızlığa mahkumdur.

***

Bilimsel düşünce 20. yüzyılda muazzam fonksiyonel sonuçlar elde ederken, ele
aldığı sorunsalı tek-boyutlu bir ilişki içinde çözmeye çalıştığı için; insanlık
açısından ancak bütünsellik ile izah edilebilecek temel sorunsala cevap aramaz.

Tekil düşünce tarzı insanlığa yer ettiği için de 20. yüzyıl insanı hâlâ
yalnızdır.

***

Nedir tek-boyutlu düşünce sistematiğinin özü?

Kast ettiğim eleştiri; 20. yüzyılda Karl Poper ve diğerleri ile bilimin ters yüz
edilmesi işlemi değildir. Batı, 19. yüzyılın bilimi basite indirgeyen; teoriyi
ispatlamak için "hipotezi doğrulama" kolaylığından çoktan sıyrılmıştır. Ancak,
kast ettiğim tek boyutluluk bu olmadığı halde bu "bilimsel metot" Türk elitinin
hâlâ zihnine hakim olduğu için bundan da bahis etmek zorundayım.

Bilimsel metodolojinin en sığ köşesi; hipotezi (iddiayı) doğrulayan bir tek/veya
bir çok gözlemin teoriyi (kesin yargıyı) ispat ettiği görüşüdür. Batı, bu
zavallı yaklaşımı çoktan terk etmiştir, ama bizde hâlâ hakimdir. Tersine;
bilimin zorluğu hipotezi kabul edecek değil, reddedecek tüm olası gözlemlerin
denenmesi; bunların tümünün hipotezi reddetmesi halinde hipotezin ispat
edilmesidir. Bu zor yaklaşım, ne yazık ki, Türk insanına çok uzak!

Biz hâlâ bir tek "mürteci tesettürlüye" rastladığımız zaman "tüm tesettürlülerin
mürteci"; veya bir tek "athe Kemalist’e" rastladığımız zaman "tüm Kemalistlerin
Allah’sız" olduğuna hükmediyoruz.

***

Benim eleştirdiğim tek-boyutluluk ise; bilimsel metodolojinin doğru kullanıldığı
ortamlar için ve bilhassa bu ortamlarda geçerlidir.

Hipotez-gözlem/deney-teori sac ayaklarına dayanan bilimsel metodoloji elde
ettiği sonuçları gözlem/deney boyutunda etki-tepki/sebep-sonuç (cause and
effect) bağlamında elde etmektedir. Bir şeye etki yapan "şey", o diğer "şey"
üzerinde beklenen tepkiyi meydana getirirse o "şey" diğer "şeyin" üzerinde
sebep-sonuç ilişkisini doğurmaktadır.

Yukarıda ele aldığımız örnekteki gibi; şayet su verdiğimiz bitkinin daha çabuk
büyüdüğünü gözlem/deney ortamında tespit edersek suyun bitkilerin büyümesi
üzerinde bir sebep-sonuç ilişkisi doğurduğunu kabulleniriz.

Bitkinin büyümesine katkıda bulunan diğer elemanları (güneş, toprak, hava v.b.)
sabitlediğimiz (ceteris peribus) anda da ne kadar suyun büyümeye ne kadar
katkıda bulunduğunu ölçer, bu bilimsel bulgudan fonksiyonel sonuçlar da
çıkarabiliriz.

Bu sayede bir sürü ilacın içindeki kimyevi maddelerin sebep-sonuç ilişkisinden
deneylerle emin olduktan sonra, o kimyevi maddeleri insanın tedavisinde başarı
ile uygulayabiliyoruz. Ancak o kimyevi maddenin içinde var olan "özelliğin"
tedaviye nasıl hizmet ettiği, diğer tamamlayıcı koşulların neler olduğu,
"özelliğin" o kimyevi maddenin içine nasıl girdiği bizi ilgilendirmiyor.

Bilimsel metodolojiye ön ayak olan tekil sebep-sonuç ilişkisi, bütünselliğin bir
arada ve birbirinden kopmaz çok-matrixli sebep-sonuç ilişkisi ile ilgilenmiyor.

***

Bu tür düşünce sistematiği de insanın dünyaya anlam vermek için makalenin
başında sorduğu üç temel soruya bütünsellik atfetmeye kalkıştığında da üç çıkmaz
sokak içinde sıkışıp kalıyor:

a) Sebepler "şeyleri" (maddeleri) icat ediyor,

b) Şeyler kendi kendilerine oluyorlar,

c) Tabiat icat ediyor.

***

Bu üç yaklaşım da esasında hiç bir şeyi izah etmiyor! Zira, bilimsel metodoloji
sebeplerin veya şeylerin (maddelerin) veya tabiatın içindeki hangi formülün bu
izafe edilen bütünlüğü ortaya çıkardığı konusuna hiç bir cevap oluşturmuyor.1

20. yüzyıla hakim bilimsel metodoloji sebep-sonuç ilişkisine dayandığı için
faydalı ama tekil sonuçlara "anlam kümeleri" yüklemeye kalktığında: (a) sebepler
"şeyleri" icat ediyor veya (b) şeyler kendi kendine oluyor, veya (c) tabiat icat
ediyor açıklamalarından kurtulamaz.

Bu yaklaşımla şu sorular devamlı açıkta kalmaya mahkum! Peki öyle ise bu
şeylerin içindeki formül nedir? Bu formül oraya nasıl girmiş?

Bu sorulara olası cevaplar aranmadığı sürece de insan mekanik bir anlayışla,
gürül gürül yaşadığı duygusal boyuta hiç bir açıklama getirememe zavallılığı
(“duygularımızı doğuran kimyevi bileşkeler nasıl çalışıyor?" sorusunu
sebep-sonuç ilişkisi ile cevaplandırmak mümkün değil) ile yetinmek zorunda.

***

Hele hele sosyal bilimlerin, fen bilimlerinden devşirdiği metodoloji ile, bizden
değer ve duygularımızdan arındırılmış sonuçlar beklemesi başka bir çıkmaz! Bu
yaklaşımla insanın mekanik davranışı yönlendirmesi dışında hiç bir yönünü ölçmek
veya algılamak mümkün değildir.

Sevinçle görülmektedir ki, bilimsel metodolojinin bu yalnızlığına eleştiri
noktaları son çeyrek asırda bizzat bilimin kendisi tarafından da üretilmektedir.

***

a) Genetik biliminde son dönemdeki akıl almaz gelişmeler insan "genome"ı,
-genetik haritası- üzerindeki çalışmalarda devrimsel atılımlar yaptı.
Proteinler, insan vücudunun moleküler yapı taşları olduğu için, şimdi bilim
adamları her bir proteinin çalışma kurallarını çözmeye çalışıyorlar. Esas gaye,
tüm fonksiyonları ile insan denen varlığın karışımını oluşturan maddelerin
çözülmesi!

20. yüzyılın en önemli biyolojik keşfi olarak genetik taşıyıcılar-DNA’lerin
varlığının 1953’de ortaya atılmasından sonra şimdi sıra protein-gen-DNA
üçlemesinde, adına can dediğimiz varlığın nasıl oluştuğunu çözmeye geldi.

"Tabiat (Tanrı!) bu canlandırma işlemini milyonlarca yıldan beri her an ve her
saniye tekrar ediyor, şimdi sıra bunun nasıl ve neden olduğunu çözmeye geldi",
diyor bir bilim adamı.

Şüpheci bilim adamları ise parçaların çözülmesinin bütünün nasıl çalıştığını
belirleyemeyeceğini iddia ediyorlar. Birisi diyor ki, "(Belki de sebep-sonuç
ilişkisini kast ederek) Parçaları çözmek sadece bir başlangıçtır. Ben size bir
Boeing 777 uçağını oluşturan 10.000 parçanın listesini versem, bu liste uçağın
nasıl uçtuğu hakkında bilgi vermez."2

Acaba genetik bilimi artık varlığını kabul ettiği "şeylerin içindeki formülleri"
çözebilecek mi?

***

b) Öte yanda Edward O. Wilson adlı bir doğa bilimcisi,3 "Tüm bilimler
parçalanmaz bir bütündür!" diye iddia ediyor. Ona göre fizik, biyoloji, kimya
bilmeyen bir sosyal bilimcinin araştırdığı "sosyal olguları" çözmesi mümkün
değil.

Ayrıca ona göre "dinin genetik temelleri" var!

"Dinin genetik temelleri"!

Wilson dinin sadece sosyal hayata ait bir olgu olmadığını, aynı zamanda
genlerimizde (biyolojik yapımızda) yerleşik bir "gerçek" olduğunu iddia ediyor.4

Newsweek’in 6 Temmuz 1998 tarihli nüshası da Wilson’un bu iddiasını sorgulayan
iki araştırmaya yer vermiş. Bütün fırtına Wilson’un yukarıda zikredilen makalesi
ve kitabı etrafında kopuyor.

Edward O. Wilson, Harvard Üniversitesi-Mukayeseli Zooloji Müzesi’nde çalışıyor.
Ömrünü karıncaların hayatını incelemeye adadıktan sonra bilim dünyasında belki
de bir dönemeç oluşturacak bir tezle ortaya çıkıyor:

"Tüm bilimler parçalanmaz bir bütündür"!

Ona göre fizik, biyoloji, kimya bilmeyen bir sosyal bilimcinin araştırdığı
"sosyal olguları" çözmesi mümkün değil.

***

Haklı çıkarsa cari bilimsel metodoloji alt üst olacak!

Wilson, insanlığın temel tartışmalarından birisine, "insan hakları, adalet gibi
ahlaki prensiplerin insanlardan bağımsız mı olduğu, yoksa birer insanlık buluşu
mu olduğu tartışmasına" parmak basıyor.

"Ahlaki değerler" insanlardan bağımsız iseler "aşkın" -insan aklından üstün- bir
yere (Allah ya da tabiat güçleri) aitler, eğer insanlık buluşu iseler, bunun
böyle olduğu, "ampirik gözlemle" izlenebilir.

***

Bu tartışma çok önemli, zira dinin önemi, ahlaki düşüncenin yeri bu tartışma ile
daha iyi tayin edilebilir.

Wilson, ahlaki düşüncenin "doğal bilimlerin" kendiliğinden iç içe geçmesinden
-birlikteliğinden- doğduğunu iddia ediyor.

***

Ona göre tüm "sosyal olgular" ancak sinir sisteminin anlaşılması ile
kavranabilir.

Sinir sistemi de genetik bilimi, genetik bilimi de bio-kimya ile çözülüyor.

Böylece de her şey fizik bilimine indirgeniyor!

Bu bakış açısı ile Wilson ahlaki değerlerin "bağımsız" olduğunu, ancak sadece
insanlığa ait olduğunu iddia ediyor.

Wilson Allah’ın varlığını inkar etmeden, ahlaki değerlerin "aşkın" değerler
olduğunu inkar ediyor!

Daha doğrusu "aşkın" olanın genlerimize kadar işlediğini iddia ediyor.

Bu yaklaşıma göre "Tanrı tanır" veya "Tanrı tanımaz" (dini-la’dini) tüm
"ahlakçılar" ahlaka doğa bilimlerinden bağımsız, "aşkın" bir değer verdikleri
için yanılgı içindeler.

St. Thomas, Abraham Lincoln, Martin Luther King, İmmuanel Kant, G. E. Moore,
John Rawles gibi "ahlak" ile ilgilenen tüm klasik veya çağdaş "sosyal
bilimciler" eşitlik, adalet, ahlak, namus gibi değerlere, ister "ilahi", ister
"tabii" anlam yüklesinler, hepsi ortak bir noktada birleşiyorlar:

Onlara göre "ahlaki değerler" dini de olsa, laik de olsa "aşkın" -insan aklından
üstün- bir yere sahipler.

Bu alanda ampirik gözleme yer veren bilimciler ise Aristotle, David Hume ve
Charles Darwin!

Wilson’a göre Kant, Moore, Rawles biyoloji ve deneysel psikoloji bilselerdi,
farklı sonuçlara varırlardı!

"O kadar uzun süredir Tanrı’ya inanıyoruz ki, O artık genlere yerleşmiş!"5

***

a) Genetik biliminin "şeylerin" içindeki formül arayışını,

b) Edward O. Wilson gibi doğa bilimcilerin de, bilimlerin bir bütün olarak
(birliktelik consilience) ele alınması gerekliliği tezini inceledikten sonra
bilimin kendisine yönelik üçüncü itirazını irdeleyelim:

***

c) Kuantum Fizik: Bir süre önce Princeton Üniversitesi’ndeki Nippon
Labarotuvarı’nda Dr. Wang tarafından gerçekleştirilen ve fizikte nedensellik
ilkesinin ortadan kalktığına, ışık hızının aşıldığına yorumlanan deneyinden
sonra Nuriye Akman’ın Fizik Yüksek Mühendisi Taşkın Tuna ile yaptığı söyleşide,
Tuna şu görüşlere yer veriyor:6

"Kuramsal fizik denklemleri, evrenimizdeki en yüksek hızın ışık hızı olduğunu ve
hiçbir maddesel cismin bu hıza ulaşamayacağını açıklıyor -Einstein’ın Rölativite
kuramı-. Ancak, ışık hızını aşan bazı sanal parçacıkların (takyon) da var olması
gerektiği, denklemlerin nefes kesen simetrisinde kendisini belli ediyor.
Takyonlar bu durumda fizikteki nedensellik ilkesini ihlal etmiş oluyorlar."

Böylece sebep-sonuç ilişkisi tersine çevrilmiş oluyor!

"…Sebep-sonuç ilişkisinin ihlal edildiği bir ortamı paralel evrenler kavramı
ile yorumlayabiliriz. ‘Paralel evrenler’, içinde yaşadığımız evrenin dışındadır
ama, mekansızlık söz konusu olduğu için ‘hangi dışında’ belli değildir. Orayı
beş duyumuzla algılayamıyoruz … bu sanal alemi oluşturan mozaik yapılar
maddesiz ve kütlesizdirler."

Taşkın Tuna’ya göre kozmoloji içinde zaman evrenle beraberdir. Zamandan kurtulan
ise bu evrenin içinde değildir. Evren ötesi aleme de paralel evrenler demek
yerinde olur.

Kanaatime göre Kuantum fizikteki gelişmeler 20. yüzyıla damgasını vuran
sebep-sonuç ilişkisine dayanan anlayışa bir darbe vuruyor.

***

20. yüzyıla baktığımızda bilimin dünyayı algılama yaklaşımında kutsal tabiatın
yerini tüketilen "büyüden arındırılmış bir dünya"ya terk ettiğini (Max Weber);
"mekanik bir evren tasarımı"nın hakim olduğunu (Isaac Newton); "deizmle"
nitelendiği şekilde etliye sütlüye karışmayan soyut bir Tanrı anlayışına
varıldığını; Francis Bacon’ın peşi sıra da amacın tabiata hükmetme ve denetim
altına almak haline geldiğini görüyoruz.

Türkiye gibi bilimin 20. yüzyılda aldığı şekli bile yakalamayan ülkelerde ise
Auguste Comte’un "pozitivizmi", Charles Darwin’in "evrim teorisi", Ludwig
Bücher’in "biyolojik materyalizmi", -kullananlar kuramcılarının adını bilmeseler
dahi- hâlâ geçerli ve egemen düşünce sistematikleri.

***

20. yüzyıla damgasını vuran bilimsel metodoloji ve onun doğal sonucu olan
düşünce sistematiği, bir yanda dünyayı ve evreni algılamakta eksik kalmakta,
diğer yanda da bu eksik yönü ile insanın yalnızlığını körüklemektedir.

Özetle:

1) Hipotez-gözlem/deney-teori sac ayağına dayanan bilimsel metodoloji elde
ettiği sonuçları etki-tepki/sebep-sonuç (cause and effect) gözlemine/deneyimine
dayandırmaktadır. Bu ilişki bağı ise:

a) tekil -bütünsellikten koparılmış-,

b) çoğu kez yön itibari ile örtüşen -aynı yönde hareket eden-,

c) (i) sebeplerin şeyleri icat ettiği,

(ii) şeylerin kendi içinde oluştuğu,

(iii) tabiatın icat ettiği gibi "var oluş" açıklamaları sığlığına düşen bir
açıklama metodudur.

Bu üç açıklama şekli de var oluşun hangi formülle geliştiğini, bu formülün
sebeplerin veya şeylerin veya tabiatın içine nasıl girdiğini izah etmiyor.

2) Halbuki genetik bilimi "şeylerin" içinde protein-gen-DNA üçlüsü çerçevesinde
adına günlük dilde can dediğimiz birer formülün bulunduğunu, bu canlandırma
işleminin binlerce yıldan beri tekrar ettiğini, şimdi sıranın bunun nasıl
olduğunu açıklamaya geldiğini söylüyor.

3) Öte yanda Edward O. Wilson gibi doğa bilimciler de tüm bilimlerin parçalanmaz
bir bütün olduğunu, tümü birden ele alınmadan sosyal olguların dahi
açıklanamayacağını söylüyorlar.

4) Kuantum fizik ise.

Beş duyumuzla kavradığımız evrenin kozmolojiye göre sadece

a) zaman kavramı ile var olduğunu

b) ayrıca sanal olarak kavradığımız bir paralel evrenin de bulunduğunu,

c) bu sanal evrende de sebep-sonuç ilişkisinin tersyüz edildiğini iddia ediyor.

20. yüzyıla egemen bilim anlayışı kazandığı muazzam ivme ile insanlığın
hizmetine teknolojinin nimetlerini sunarak büyük bir ödev yerine getirmiştir.
Ancak, aynı yaklaşım mekanik ve tekil bir dünya ve anlayışını geliştirerek
insanlığı bütünsellikten koparmış ve yalnızlaştırmıştır. Böyle bir bilim
anlayışında haliyle "din" ile "bilim" de birbirinden kopmuştur.

Ancak, bilimsel metodolojiye gerek dinden, gerekse bizzat kendi içinden gelen
eleştiriler onu 21. yüzyılda tekrar bütünsellik anlayışına götürecek gibi
gözükmektedir.

Belki de 21. yüzyıl "Tanrı mı, bilim mi?" ikileminden kurtulduğumuz, dünyaya
maddi anlam kadar manevi anlam da yüklediğimiz, duygularımız ile yeniden
barıştığımız, böylelikle huzura daha rahat ulaştığımız, bütün içinde yerimizi
daha kolay tarif ettiğimiz bir "yeni ahlak" yüzyılı olacaktır.

***

Yeni ahlak yüzyılı!

Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac’ın Birleşmiş Milletler Milenyum
Toplantısında (6 Eylül 2000-New York) 21. yüzyıl için önerisi bana göre herkesin
ciddiye alması gereken bir öneridir:

"Yeni bir ahlak anlayışı geliştirmek zorundayız.

"Küreselleşme zamanın ritmini değiştirdi. Nefes kesen gelişme, büyük ümitler;
ancak dışlanmayı da giderek yoğaltan bir dünya… " Chirac’a göre en büyük
ihtiyaç, yeniden şekillenen dünyada ortak kurallar, prensipler ve hedefler
ihtiyacı.

"21. yüzyılda insanlığa, insan onuruna ve insan haklarına hizmet edecek yeni bir
ahlak anlayışı geliştirmek zorundayız. Bu yeni ahlak anlayışı ihtiyacı barış ve
demokrasi mücadelesinden daha önemlidir."

Ona göre ortak anlayış dayanışma ile gelişir. Ancak dayanışma da küreselleşmenin
nimetlerini paylaşmakla mümkün olur.

"O halde dünyadan açlık ve fukaralığı silmek zorundayız. İmkanlarımız mevcuttur.
İhtiyacımız olan niyettir." Chirac kültürel kimlik meselesini de vurguladı:

"Ayrıca insanların kimliklerinin temeli olan kültürel ve dil ayrılıkların
korunması ortak politikamız olmalıdır."

"Şayet zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir dünya düzeni kuracak isek
… uluslararası kuruluşların güçlenmesini ve işbirliğini artırmalarını sağlamak
zorundayız.

"Küreselleşme insanlık tarihinde yeni bir aşamayı sağlıyor.

"Bize de aklımızı, cesaretimizi ve kalbimizi ön plana geçirecek yeni
uluslararası politikalar geliştirmemiz için meydan okuyor."

Tüm benliğimle inanıyorum ki; şayet Chirac’ın önerisi hayata geçecek ise, bunun
önderliğini yine kendisini yeniden şekillendirecek bilimsel metodoloji
yapacaktır.

Dipnotlar

*Bu makale 15 Mayıs 2004 tarihinde, Yeni Asya Vakfı’nda
sunulan aynı başlıklı seminerin gözden geçirilmiş metnidir.

1. Bilimsel metodolojinin İslami (dini) eleştirisi için bkz:
Bediüzzaman Said Nursi, "Risale-i Nur Külliyatı", (Nesil Yayınları,
İstanbul:1996) içindeki:
a. "Tabiat Risalesi" (s. 677-687)
b. "30. Söz" (s. 241-253)
c. "Yirminci Lem’a" (s. 662-668)
d. "Yirmi İkinci Mektup" (s. 469-477)

Ayrıca bkz:
i. Kadir Canatan, "Ekolojik Krizin Arka Planı ve Said Nursi’nin Kozmoloji
Öğretisi", 4. Bediüzzaman Said Nursi Sempozyumu, 1998.
ii. Dr. Yamina B. Mermer, "The Hermeneutical Dimension of Science: A Critical
Analysis Based on Said Nursi’s Risale-i Nur." -Bilimin Tefsiri Boyutu: Said
Nursi’nin Risale-i Nur’una Dayanan Eleştirel Bir Analiz- (Muslim World, No: 3-4,
Temmuz-Ağustos 1999 içinde.)

2. Cüneyt Ülsever, "Acaba Tanrı=Bilim olabilir mi?", Hürriyet: 17.06.2000.

3. Edward O. Wilson, "Birlikte Zıplama (Consilience) Bilginin Birlikteliği",
(Knopf Yayınevi, New York:1998.)

4. Edward O. Wilson "The Biological Basis of Morality", -Ahlakın Biyolojik
Temelleri- (Atlantic Monthly, Nisan 1998 sayısı).

5. Cüneyt Ülsever, Kendini Arayan Türkiye, Timaş Yayınları, İstanbul:1999, s.
142-159.

6. Nuriye Akman, "Evvel Zaman Dışında", Pazar-Sabah: 16.07.200, s. 11.