Bediuzzaman Said Nursi As An Opponent
Bediüzzaman'ı biraz tanıyanlar bile, ona sempatisi olsun veya olmasın, onun herhangi
bir alim olmadığını kolayca fark ederler. O, son yüzyıllarda yetişmiş, eserleriyle
olduğu kadar, hayatı ve mücadelesiyle de temayüz eden, garib, bedii, seçkin bir
İslam bilgini olduğundan, daha genç yaşlardan itibaren "Bediüzzaman" lakabıyla anılagelmiştir.
Zekası, hafızası, ilmi ve tefekkürü kadar; cesaret, metanet ve celadetiyle de dikkat
çekmiş, vehbi bilgisini öncelikle içselleştirmiş, sonra da hayatıyla pratize etmiş
bir iman inkılapçısıdır.
Bir sistem düşünürü olarak onu anlamada, hakkıyla anlamada, bazı problemler çıkmış,
pek çok kimse onu bir yönüyle ele almış veya farklı yönlerini görmekle beraber bir
cihetinde yoğunlaşmıştır. O, kimine göre kelamcı, kimine göre mutasavvıf, kimine
göre filozoftur. Kimine göre aksiyoner, kimine göre reaksiyoner, kimine göre aktivist,
kimine göre ise pasifisttir.
Üstadın yanlış anlaşıldığı konulardan biri de, hakim güçler veya iktidarlar karşısındaki
duruşudur. Yaptığım küçük çaplı, mütevazı anketlerde; üniversite mezunu, çoğunluğu
hukukçu ve Risale-i Nur ile bir şekilde alakası olanlara şu soruyu yönelttim:
Sizce Bediüzzaman için hangisi daha uygundur?
a) Bir muhaliftir b) Bir muvafıktır c) Köklü bir muhaliftir d) Oldukça muvafıktır
e) Hiçbiri
Farklı cevaplar verilmekle birlikte ağırlık kazanan cevap "b) Bir muvafıktır"
şıkkı oldu. Azınlıkta kalmakla birlikte "a) Bir muhaliftir", "d) Oldukça muvafıktır"
şıkları da tercih edildi.
Ağırlık kazanan, Nursi'nin muvafık olduğu görüşünün gerekçesi olarak; onun "müspet
hareket" ve "asayişi muhafaza"ya verdiği önem ve yaptığı vurgudan başka; mesela
Şeyh Said isyanı gibi hareketleri desteklememek bir yana, isyancıları vazgeçirmek
istemesi gösterildi. Bu cümleden olarak, Bediüzzaman'ın devletçi, milliyetçi ve
muhafazakar olduğunu söyleyenler de oldu.
Gerçekten de milliyetçi-muhafazakar-devletçi anlayış, muvafık olmakla uyumlu,
muhalif olmakla ise çelişkili bir anlayıştı. Ayrıca, milliyetçilik, muhafazakarlık
ve devletçilik tutumları birbirleriyle paralelliği olan ve çoğu zaman da aynı kapıya
çıkan benzer görüşlerdir.
Soruyu; "Said Nursi rejimin aleyhinde midir? şeklinde yönelttiğimde ise; onu
muhalif bulan azınlıktakiler bile, "hayır, rejimin aleyhinde değildir" cevabını
verdiler.
Nursi'nin milliyetçi-muhafazakar, devletçi olduğuna dair görüş, istisnai olmayıp,
sempatizanları arasında yaygın bir görüştür. Nursi karşıtları ve derin devlet çevreleri
ise bu görüşe itibar etmezler. Said-i Kürdi deyip, Şeyh Said ile iltibasını tercih
ederler. Fakat konjonktürel olarak, Güneydoğu Anadolu'daki terörün yoğunlaşmasıyla,
Kürdi tekrar Nursi'ye döner. Terör biter, tekrar Kürdi olur, Şeyh Said olur!
Yine, 28 Şubat konjonktürünün gerektirdiği bir ihtiyaç döneminde, Sabah gazetesi
Hulusi Turgut'a "dev bir araştırma" yaptırıyor ve yayınlıyordu. "Bediüzzaman Said
Nursi'den Fethullah Gülen Hoca'ya Nur Hareketi" başlıklı araştırma, esasen Fethullah
Gülen eksenine oturtulmuştu ve Nur talebeleri devletçidir, Nur talebeleri milliyetçidir
vurgusu yapılıyordu. (Öyle ki, Fethullah Gülen Hocaefendi, "Türkiye, Müslümanlığı
Araplardan almadı" demekteydi.)
Bu çerçeve dahilinde gelişen araştırma, özetle, devletçiliğin, milliyetçiliğin
ve de modernizmin doğum yerleri olan Batıda bile sorgulandığı bir ortamda, güya
Risale-i Nur'u "objektif" bir biçimde sunuyordu. Manidar olan bir husus, araştırma
içinde Risale-i Nur adına konuşan bazı kişilerin bu sunuş tarzını destekleyici sözler
sarf etmesi; keza, değişik yayın organlarında bu sunuş tarzının "objektif" olarak
sunulmasıydı.1
Keza, "Said Nursi ve Sivil İtaatsizlik" konulu bir toplantıda bir katılımcı şöyle
diyordu:
"Paşam cemaatimiz devletimizin yanındadır" diyen hocaya, -hiddetle!- "O da ne
demek? Her biriniz cemaatimiz devletimizin emrindedir diyene kadar sizinle mücadelemiz
sürecek" denildiği bir ortam da, Nursi'ye sivil de olsa itaatsiz demek doğru olmaz!"
Yine, Cemal Kutay'ın "Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı: Bediüzzaman Said
Nursi"2 kitabından bahisle; Nursi'nin Osmanlı istihbarat örgütü olan Teşkilat-ı
Mahsusa da çalıştığını söyleyerek, onun devletçi ve milliyetçi olduğu ifade edilmiştir.
"Bunu Cemal Kutay'dan başka iddia eden olmadığı gibi, buna dair hiçbir belge de
yok", itirazına karşılık; "Nursi'nin Teşkilat-ı Mahsusa'da çalıştığı bir belge ile
ispatlanamıyor, fakat buna karşı çıkanlar da aksine bir belge getirip ispat edemiyorlar."
denmiştir.3
Risale-i Nur'u Nasıl Okursunuz?
Acaba Bediüzzaman gerçekten de bir muvafık, hele hele oldukça muvafık mıydı?
Rejim taraftarı mıydı? Milliyetçi, muhafazakar ve devletçi miydi? Devletin selameti
için istihbarat teşkilatlarında çalışmış mıydı?4 Elbette, bu soruların cevabını
en iyi kendisinden, kendi yazdığı eserlerinden, tarihçe-i hayatından ve buna tanıklık
etmiş onlarca talebesinden öğrenebiliriz. Mesela, Emirdağ Lahikası'nda şöyle diyor:5
"Mahkeme Reisine!6
"Pek çok uzun ve mazlumane macera-i hayatıma7 dair şu gayet kısa ifademi8 dinlemenizi
rica ediyorum.9
"Yirmi sekiz sene10 emsalsiz ihanetlerin, tarassudların, hapislerin ileri sürdükleri
sebeplerinden birincisi: Beni rejimin aleyhindedir, diye ittiham etmişler.11
"Buna cevaben deriz ki;
"Her hükümette muhalifler bulunur.12 Asayişe, emniyete ilişmemek şartıyla herkes
vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikri ile mes'ul olamaz.13 Çünkü,
dininde en mutaassıp ve cebbar bir hükümet olan İngilizlerin yüz sene hsakimiyeti
altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar,14 İngilizlerin küfri rejimlerini
Kur'an ile reddettikleri15 ve kabul etmedikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye
kadar onlara, o cihette ilişmemiştir.16 Hem, bu millette17 ve bu hükümet-i İslamiye18
içinde eskiden beri bulunan Yahudiler ve Nasraniler, bu milletin dinine ve kudsi
rejimlerine muhalif ve zıt ve muteriz19 oldukları halde, hiçbir zaman mahkeme, kanunlarıyla
onlara o cihette ilişmemiştir.20 Hem Hazret-i Ömer (r.a.) hilafeti zamanında bir
adi Hıristiyan21 ile mahkemede beraber muhakeme olmuşlar.22 Halbuki, o adi Hıristiyan
Müslümanların hem mukaddes rejimlerine, hem dinlerine, hem kanunlarına muhalif iken,23
o mahkemede onun hali nazara alınmaması24 gösteriyor ki, mahkeme25 hiçbir cereyana
alet olamaz,26 hiçbir tarafgirlik içine giremez ki;27 Halife-i ruy-i zemin, adi
bir kafirle muhakeme olmuşlar.28 Hem muhalefet, hiçbir hükümette bir suç sayılmıyor."
Görüldüğü gibi Bediüzzaman, asayişe ilişmemek kaydıyla muhalefetin suç olamayacağını
1-İngiliz-Hint Müslümanları 2- Osmanlı ile Yahudi ve Hıristiyanları 3- İslam'ın
ilk devri, Hz. Ömer ve bir Hıristiyan, örnekleriyle açıklamaktadır. Nursi'nin mezkur
sözleri, münhasıran savunmaya yönelik konjonktürel sözler olmayıp, Risale-i Nur'un
pek çok yerinde ve her zaman her yerde ifade ettiği, hukukun evrensel ve temel ilkeleridir.
İnsanlığa ve Müslümanlara yol gösterir, takipçisi Nur talebelerini bağlar. Mahkemeye
verilen bir dilekçenin Lahikalar arasında yayınlanması bu manadadır. Said Nursi
henüz, rejim aleyhtarı ve bir muhalif olmadığını, beyan etmiş değildir.
"İşte bende yüzer ayat-ı Kur'aniyeye istinaden Kur'an'ın kudsi kanunlarının yerine
medeniyetin bozuk kısmından29 anarşilik hesabına30 bir nevi Bolşeviklik namına31
istibdad-ı mutlak32 manasında Cumhuriyetteki hürriyet perdesi altında dindarlar
hakkında eşedd-i zulme alet olabilen muvakkat bir rejime,33 değil yalnız ben, belki
bütün ehl-i vicdan muhaliftir."34
Said Nursi, muhalefetini ve rejime karşı olduğunu, sözünü hiç sakınmadan açıkça
ifade ediyor. Bunu bir veya birkaç talebesine özel veya gizli olarak söylemiyor,
mahrem bir mektupta da belirtmiyor. Takiyye yapmıyor, politik davranmıyor. Rejimin
aleyhtarı olduğunu ve muhalefetini, rejime ağır eleştirilerini, nerede ve hangi
konumda yapıyor? Tutuklu bir sanık olarak Ağır Ceza Mahkemesinde verdiği dilekçede!
Dili sürçmüyor, ağzından kaçırmıyor. Düşündüğünü yazılı olarak, adalet beklediği
mercie merdane beyan ediyor.
"İkincisi: Asayişi bozmak, emniyeti ihlal etmek ihtimali35 bahanesiyle36 otuz
sene37 cezayı bana çektirdiler.
Buna cevaben deriz ki;
Mahkemenin tahkikatıyla, hem beş yüz bin fedakar Nur talebeleri bulunduğu halde,38
hem yirmi sekiz sene zarfında bu kadar zalimane ihanetlere maruz olduğumuz halde
Nurcularla alakadar olan altı vilayet,39 altı mahkeme40 hiçbir vukuatını kaydedememeleri,41
gösterememeleri ispat ediyor ki; Nurcular, asayişin muhafızlarıdırlar.42 İman dersiyle
herkesin kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar.43 Asayişi muhafaza ediyorlar. Ve
üç vilayetin insaflı zabıtaları bunu tasdik etmişler."44
İhanet, tarassud ve hapislerin birinci sebebi olarak gösterilen rejimin aleyhindedir
iddiasına karşı, "evet, rejimin aleyhinde ve muhalifim fakat, asayişi bozmayan muhaliflere
hiçbir hükümette karışılmaz" teziyle karşı çıktığı gibi; ikinci sebep olarak gösterilen
emniyeti ihlal etmek ihtimaline karşı, emniyeti ihlal etmek şöyle dursun, bilakis
asayiş muhafızlarıyız teziyle karşı çıkıyor. Bu açıdan değil cezaya, ancak mükafata
muhatap olabilirler.
"Üçüncüsü: Dini siyasete alet yapmak istiyor,45 diye beni suçlu yapıyorlar.
Sebilürreşad'ın 116. sayısındaki "Hakikat Konuşuyor" namındaki makalem buna kati
bir cevaptır. O makalenin kısaca hulasası şudur:
Elcevap: Bütün dünyasını, hatta lüzum olsa kendi ahiretini dine feda etmeye46
bütün hayatı şehadet eden ve otuz beş seneden beri siyaseti terk eden47 ve beş mahkeme
bu meseleye dair kati delil bulamadığı halde seksen yaşını geçmiş, kabir kapısında,
hem dünyada hiçbir şeye malik olmayan48 bir adam hakkında, 'Dini siyasete alet yapıyor'
diyenler, yerden göğe kadar haksızdırlar, insafsızdırlar. Hem, bu iftiralarıyla
beraber, o adam hakkında güya, 'Asayişi ve emniyeti ihlal etmek istiyor' diyorlar.
Halbuki o adamın Kur'an-ı Hakim'den aldığı hakikat dersi ve talebelerine verdiği
ders şudur:
Bir hanede veya bir gemide bir tek masum on cani bulunsa, adalet-i Kur'aniye,
o masumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını
menettiği halde, dokuz masumu bir tek cani yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi
yakmak ve o gemiyi batırmak en azim bir zulüm, bir hıyanet, bir gadr olduğundan,
dahili asayişi ihlal suretinde yüzde on cani yüzünden doksan masumu49 tehlike ve
zararlara sokmak, adalet-i İlahiye ve hakikat-i Kur'aniye ile şiddete menedildiği
için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur'ani itibariyle, asayişi muhafazaya kendimizi
dinen mecbur biliyoruz."50
Üstad burada Risale-i Nur'un pek çok yerinde defalarca geçen "adalet-i mahza"
hakikatini açıklamaktadır. O, bu ilkeye üç türlü temas etmektedir: 1- "Hiçbir günahkar
başkasının günahını yüklenmez" (ki, bu formda Kur'an'da beş defa geçer) ve Maide
suresi 32. ayet olan; "Kim masum bir insanı öldürürse, bütün insanlığı öldürmüş
gibidir…" ayetlerini zikreder ve bir nevi tefsiri olarak adalet-i mahzayı şerh
eder. 2- Bu ayetleri zikretmeksizin "adalet-i mahza" ve "adalet-i izafiye" terminolojisini
kullanarak açıklar. 3- Yukarıda olduğu gibi ne ayetleri ne de orijinal (adalet-i
mahza) ıstılahını kullanmadan izah eder. Son telifatı mesabesindeki Emirdağ Lahikası'nda
ise özellikle ve ısrarla vurgulanır. "Kur'an'ın kanun-u esasisidir" (Anayasası,
temel kanunu) der. Her halükarda Nur literatüründe, kainata, özellikle de bütün
sosyal olay ve olgulara, tarihe bakışında merkezi bir önem taşır. Buradaki spesifik
anlamı ise; asayiş muhafızlığı, kutsal devleti takviye etmek için değil, insanı,
masumları korumak içindir. Devlet değil, insan ve toplum içindir.
"Bu üç-dört madde ile bizi ittiham edenler ve lüzumsuz, mahkemeleri bizimle meşgul
eden gizli düşmanlarımız, şüphe yoktur ki, onlar ya siyaseti dinsizliğe alet etmek
istiyorlar51 veya komünist perdesi altında bu mübarek vatanda, bilerek veya bilmeyerek
anarşiliği yerleştirmek istiyorlar.52 Çünkü, bir Müslüman İslamiyet dairesinden
çıksa, mürted ve anarşist olur,53 hayat-ı içtimaiyeye zehir hükmüne geçer. Çünkü,
anarşi hiçbir hakkı tanımaz, insaniyet seciyelerini canavar hayvanların seciyesine
çevirir. Ahirzamanda gelecek Ye'cüc ve Me'cüc'ün komitesi, anarşistler olduğuna
Kur'an işaret ediyor."54
Müspet Hareket ve Sabır, Teslimiyet ve Kabul müdür?
Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası'nın ikinci cildinde yer verdiği yukarıdaki mahkeme
müdafaasına benzer olarak, Nur talebelerinden Atıf'ın muhatap olduğu bir olayla
ilgili olarak şu ifadeyi kullanıyor:
"Atıf'a muaraza eden ve hücum eden tarikatçı müftü ve taassuplu vaiz ve hoca
ve ehl-i tarikat, ehemmiyetli ehl-i ilim ve tarikat, bu muarazada, en son perdesini
rejim hesabına ve tarafgirliğe ve himayesine dayanıp, Atıf'ın müdafaa ettiği Sünnet-i
Seniyye mesleğine taarruz suretine girdiğini; ve Risale-i Nur'a muaraza eden, bilerek
veya bilmeyerek zındıkaya yardım ettiğine bir delil:
Bu defa adliyece benden sordular ki: 'Kürt Atıf, rejim aleyhinde çalışıyor demek
onun muarızları, rejime dayandılar.'
Bende dedim:
'Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ne de düşünüyoruz ve
ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat, biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz.
Red başka, kabul etmemek başkadır; amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer (r.a.)
taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer'iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere,
Nasaraya ilişmiyordular. Demek, kabul etmemek, idarece bir cünha, bir suç teşkil
etmiyor ki, o çeşit muhalifler ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve
siyaseti altında bulunmuşlar. İşte, bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur'un şakirtlerinden
en müthiş bir muhalif, rejim müessesini tel'in etse, bilfiil idareye ilişmese, onun
mefkuresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie
eder.'"55
Atıf'a hücum edenlerin kimlikleri ilginçtir; "tarikatçı müftü", "taassuplu vaiz
ve hoca ve ehl-i tarikat", "ehemmiyetli ehl-i ilim ve tarikat".
Atıf'a hücum edenlerin dayanakları da dikkat çekicidir; "rejim hesabı ve tarafgirliğ[i]"
ve "rejimin himayesi". Tekke ve zaviyeler kapatılıp, tarikatlar yasaklanmamış, Türkiye'nin
tarikatlar, şeyhler, müritler ülkesi olamayacağı ilan edilmemiş gibi, rejimle işbirliği
yapıp yine kendileri gibi dindar Nurculara hücum ediyorlar! Burada Prof. Dr. Mehmet
Altan ve diğer İkinci Cumhuriyetçilerin ve sair objektif ve demokrat yazarların
ısrarla vurguladıkları, "rejim, Cumhuriyetin kuruluşundaki önemli destek ve katkılarına
rağmen Müslümanlığı ve Kürtlüğü bertaraf edilmesi gereken iki büyük hasım olarak
belirlemiştir" tespiti hatırlanmalıdır.
Kürt Atıf ise hem bir Müslümandır, ciddi Müslümandır, Nur talebesidir, hem de
Kürttür. Bu sebeple adliyece soruyorlar; "Kürt Atıf, rejim aleyhinde çalışıyor,
demek onun muarızları rejime dayandılar". Dindar bir Kürdün rejim nezdindeki konumu
anlaşılmaktadır. Fakat bir vaiz ve hocanın rejime, dinin kutsalları yerine kutsal
devlet ve ulusçuluk ideolojisine, rejim hesabına ve tarafgirliğe dayanması anlaşılır
değildir. Kürt Atıf, Üstadı Said Nursi gibi Kürttür ve dindardır. Fakat, rejim Kürtlükten
daha çok dindarlığa karşıdır. Dolayısıyla bazı vaiz, hoca ve tarikatçıların rejim
nezdindeki meşruiyet ve güvenlik dayanakları temelsizdir. Sistemin eskiden beri
yaptığı şudur; bazı dindarları ve gurupları diğer bazılarını elimine etmek için
önce kullanmakta, sonra da kullanılanı bertaraf etmektedir. Bu bertaraf yine bazı
dindar gurupların yardımıyla olabilmektedir. Yani istenilmeyenler birbirine kırdırılmak
istenmektedir. Fakat hiçbir dini grup rejimin devamlı müttefiki olamamaktadır. Zira
sistemin seküler ve laisist yapısı buna müsait değildir. Özellikle 28 Şubat süreci
bunun dramatik örnekleriyle doludur.
Metin Karabaşoğlu'nun bu konuyla ilgili aşağıdaki değerlendirmesine katılmamak
mümkün değildir.
"Bu tavır, İslam tarihi içinde ana ağırlığı teşkil eden selef-i salihinin sabır
ekolü diye tanımlanan tavrının tipik bir yansımasıdır. 'Reddetmiyoruz'la kasdolunan,
halk ayaklanması, askeri darbe ve iç savaş yoluyla, yahut din adına partileşme veya
kadrolaşma yoluyla siyasal iktidarı ele geçirmenin hedeflenmiyor oluşudur. Kısacası,
din karşıtı bir siyasi oluşuma karşı, gene siyaset-merkezli dini bir oluşumla cevap
vermeyişin ifadesidir. 'Kabul de etmiyoruz' ifadesi ise, imani ölçülere uymayan
bir devlet ve iktidara teslim de olmayışın ifadesidir. Bilakis iktidar karşısında
dinin ölçüleri esas tutulmakla; iktidarın bu ölçülere uyumsuzluğu bilinerek, ona
karşı fikri ve kalbi bir gerilim muhafaza olunmaktadır. 'Amel de etmiyoruz' ise,
gerilimin fiili bir muhalefet suretinde yansımasıdır. Özetle, bu söz, 'reddetmiyoruz'
ile anarşizme ve dinin dahilde menfi tarzda istimaliyle masumların kanının akıtılmasına;
'kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz' ile de devletçiliğe ve varolan devlet
adına dinin ölçülerinin eğilip bükülmesine karşı duruşun ifadesidir.
Anarşizm ve devletçilik gibi iki tehlikeli uçtan uzak olan bu dengeli tutum,
Said Nursi'nin hayatının her karesinde rahatlıkla görülür. Onun resmi ulemanın ve
bid'alara taraftar kimi ehl-i dinin sergilediği devletçi tavırdan ne derece uzak
durduğu, sergilediği manevi cihaddan ve maruz kaldığı hapis, sürgün ve işkencelerden
rahatlıkla anlaşılabilir."56
Doğru Olanı Kabul mü, Kabul Edileni Doğrulatmak mı?
Tam bu noktada, yazının başında değindiğimiz ve makaleyi motive eden "konjonktürel
ve problemli Risale okuma ve anlama sorununu" tahlil edebiliriz.
Yukarıdaki metinlerde Said Nursi'nin rejim aleyhtarı ve muhalif duruşu, üstelik
mahkemeye verilen müdafaa dilekçelerinde açıkça deklare edildiği halde, neden o
bazı takipçileri tarafından, muvafık, oldukça muvafık veya pasifist olarak algılanmaktadır?
Ya da kendileri böyle algılamasalar bile böyle algılanmasına gayret etmektedirler?
Eğer bu, şimşekleri üzerlerine çekmemek için bir nevi takiyye ise, Nursi'nin
anlayışında onun tercihi rağmına bir değişiklik yapmış olmazlar mı? Takipçilerin
böyle bir hakkı ve yetkisi olabilir mi? Risalede anlam kaymalarına yol açmaz mı?
Bunun öncelikle bir okuma problemi olduğunu düşünmekteyiz. Mesela, yukarıda geçen
Risale metnindeki;
"Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz
ve ne de Risale-i Nur izin veriyor?" bölümüne yoğunlaşılıp teslimiyetçi bir anlayış
benimseniyor.
Hemen peşindeki; "Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz….
Risale-i Nur'un şakirtlerinden en müthiş bir muhalif, rejim müessesesini tel'in
etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkuresine kanunen ilişilmez…" satırlarına
aynı şekilde ya yoğunlaşılmıyor ya da yukarıdaki teslimiyetçi anlayış gözlüğüyle
değiştirilerek anlaşılıyor.
Keza, "asayişi (ve emniyeti) muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz", "Nurcular
asayişin muhafızıdırlar" ibarelerine yoğunlaşılıyor, aynı savunma metni içindeki
muhalif ve rejim aleyhtarı deklarasyonlar bir türlü görülmüyor veya görülmek istenmiyor.
"Bizim vazifemiz müspet harekettir. Menfi hareket değildir."57 ibareleri de Bediüzzaman'ın
yukarıda zikrolunan "kabul etmeme", "amel etmeme", "istememe" anlayış ve tavrı bağlamından
(siyak ve sibakından) koparılarak ihmal edilmektedir.
Aynı metnin devamında şu ifadeler kullanılmaktadır: "Evet, mesleğimizde kuvvet
var, fakat bu kuvvet asayişi muhafaza etmek içindir. 'Hiçbir günahkar başkasının
günahını yüklenmez' düsturu ile -ki 'Bir cani yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk
çocuğu mesul olamaz'- İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi
muhafazaya çalışmışım." Yani müspet hareket, masumların zarar görmemesi için asayişi
muhafazadan başka bir şey değildir. Menfi hareket ise, hır-gür çıkarma, halk ayaklanması,
askeri darbe, iç savaş çıkarmaktır ki, bunlar Nur'un şefkat, muhabbet ve adalet-i
mahza düsturlarıyla bağdaşmaz.
Şu halde, müspet hareket, asla muvafık olmayı, rejim yanlısı olmayı, istihbarat
teşkilatlarıyla çalışmayı, milliyetçi, muhafazakar ve devletçi olmayı gerektirmez.
Zira milliyetçi, muhafazakar, devletçi anlayış; adalet-i mahzaya mukabil; çoğu zaman
zulme sebebiyet veren adalet-i izafiyeyi, devlet ve millet için ferdi, insanları
ve toplulukları feda etmeyi gerektirir.
Bu, Risale-i Nur'un bütünlüklü ve külli mesajı yerine; zihnimizde oluşmuş ve/veya
oluşturulmuş paradigmalar çerçevesinde seçerek okuma ve/veya seçerek anlama demek
olan eklektizmdir.58 Risalenin doğrularını kabullenmek yerine, kendi kabullerimizi
Risaleye doğrulatmak çabasıdır.
Bu durumda Risale-i Nur'u seçerek okuma ve/veya anlamaya yol açan paradigmalara
bakmak faydalı olacaktır.59
Adalet-i İzafiye Paradigması
Risale-i Nur'da önemle ve ısrarla vurgulanan adalet-i mahza hakikatine karşılık,
Vahşet ve Bedeviyet Devrinin kanun-i esasisi olan, yani tarihin derinliklerinden
gelen, Asr-ı Saadet, Hulefa-i Raşidin ve Hz. Hasan'ın hilafetinden sonra yeniden
hortlayan, nisbi adalet (adalet-i izafiye) anlayışı baskın karakterini sürdürmektedir.
Adalet-i mahza ya anlaşılamamakta veya anlaşılsa bile içselleştirilip hayata geçirilememekte
ve olay ve olgular adalet-i mahza perspektifinden okunamamaktadır. Bunun elbette
psikososyal, tarihi, hatta imani pek çok sebebi olmakla beraber, biz bazılarına
kısaca değinelim:60
1- Adalet-i izafiye göreceli de olsa bir adalettir, bir adalet çeşididir kanaati:
Bilindiği gibi adalet-i izafiye toplumun (devletin, milletin) selameti için ferdi
feda eder. Küll için cüz'ü feda eder. Adalet-i mahza ise hak haktır; büyüğüne küçüğüne
bakılmaz, tüm insanlık için dahi olsa ferdin hakkı feda edilmez der. Binaenaleyh
adalet-i izafiye zannıyla çoğu zaman haksızlıklar ve zulümler yapılır. Halbuki adalet-i
mahzanın tatbiki mümkün iken, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilirse o artık izafi
de olsa bir adalet değil, zulümdür. Keza bir görüşe göre izafi adaletin uygulanabilmesi
için ilgilisinin rızadade olması şartı aranır, rızası yoksa o da zulümdür.61 Bediüzzaman'ın
konuyla ilgili izahlarına dikkat edilirse, adalet-i izafinin bir adalet çeşidi olarak,
bir meşruiyet sebebi değil de çoğu zaman nisbi de olsa bir adalet zannıyla zulümlerin
ve haksızlıkların bir sebebi olarak zikredildiğini görürüz. Başkaca hiçbir gerekçe
olmasa dahi, Nursi'nin adalet-i izafiyeye vahşet ve bedeviyet devrinin kanun-i esasisi
demesi bu tezi ispat eder. Yani adalet-i izafiye sınırlı ve istisnai bazı durumlarda
ancak bir adalet nevî sayılabilir. Zira hiçbir haksız, haksızlığını haksızlık olsun
diye, hiçbir zalim zulmünü bir zulüm olsun diye yapmaz. Her haksız ve zalimin bir
gerekçesi, kendine göre bir haklılık sebebi (adalet anlayışı) muhakkak vardır. Bu
da çoğu zaman adalet-i izafiye ve benzeri gerekçeler ile yapılır.62
2- Hz. Aişe ve Hz Muaviye gibi Sahabelerin dahi, Cemel ve Sıffin hadiselerinde
adalet-i izafiye ile hükmetmiş olmaları sebebiyle bir hak ve meşruiyet kazanması:
Said Nursi'nin, bu konuyu izahından şöyle bir denklem (mütekabiliyet) ortaya çıkmaktadır:
Hz. Ali |
Mukabilleri |
Adalet-i mutlaka | Adalet-i nisbiye |
Hüsn-ü hakiki (hayr-ı mahz) | Ehven-i şer |
Azimet | Ruhsat |
Hilafet | Saltanat |
Ahkam-ı din | Saltanatın bir takım kanunları |
Hakaik-i İslamiye | Siyasetin merhametsiz muktaziyatları |
Ahiret | Dünya |
Kur’an’ın kanun-i esasisi | Vahşet ve bedeviliğin kanun-i esasisi |
Hakkın büyüğüne küçüğüne bakılmaz |
Küçük hakkı küllün selameti için feda eder |
Musip (isabetli) içtihad | Hatalı içtihad |
3- Adalet-i mahza bu zamanda uygulanamaz kanaati: Hz Aişe, Hz Talha ve Hz. Zübeyr
de kendi zamanları için aynı kanaati serdettiler. Bediüzzaman ise bu gerekçe ile
yapılan içtihadı hatalı bulmaktadır. Emevi devrinde Halife Ömer bin Abdülaziz'in
(Hz. Ömer'e izafeten Ömer-i Sani) adalet-i mahza ile idare ve hükmetmiş olması dolayısıyla
onu Raşid Halifelerle birlikte anar. Halbuki, onun dönemi Muaviye döneminden, en
azından yaşayan Sahabeler ve Asr-ı Saadete yakınlık açısından daha iyi olsa gerektir.
Keza hayatının her safhasında hem talebelerine, hem sair müminlere hem DP iktidarına
ısrarla adalet-i mahza çağrısı yapmaktadır.
4- 1960'lardan başlayarak gelişen Komünist hareketler ve Sovyet Rusya tehdidi,
mukabilinde bir anti-Komünist hassasiyet oluşturmuştur: Hukuk dışı (işkence, yargısız
infaz) metotların Marksistlere veya Marksizmle bir şekilde ilgili görülenlere uygulanması
neticesinde devlet için bireyler, toplumun selameti için gruplar feda edilebilir
mentalitesi meşruiyet kazanmıştır. Böylelikle "hakkın büyüğüne küçüğüne bakılmaz,
tüm insanlık için dahi olsa birey haksız olarak feda edilmez" anlayışı ihmal edilmiştir.
5- Komünist hareketlerin ve mukabil hassasiyetlerin yoğunlaşması, çoğu dindarlarda
geleneksel olarak mevcut olan milliyetçi eğilimi kuvvetlendirmiştir: Enternasyonalist
Marksist görüşe karşı, nasyonalist bir yaklaşıma sapılarak evrensel İslami hakikatler
de ulusal (nasyonal) bir zemine indirgenmiştir. Benzer süreç PKK terör hareketi
sırasında da tezahür etmiş; Kürtçü, Türkçü eğilimler birbirinden destek görerek
güçlenmiştir. Güneydoğudaki pek çok vahim hak ihlalleri, pek çok dindar nazarında
da devletin selameti için caiz görülmüştür .
6- Rejim nezdinde meşruiyet kazanma, en azından daha az uğraşılıyor olma gerekçesiyle,
milliyetçi duruş ve vurgular yoğunlaşmıştır: Böylelikle rejimin etnoseküler karakterinden
sekülerizmle değilse bile en azından etnik (ulus, ulusçuluk) boyutuyla bir mutabakat
aranmıştır. Halbuki etnik karakter aynı zamanda dünyevi seküler bir boyuttur, gerçek
ve kalıcı bir mutabakat da mümkün değildir.
Hakan Yavuz şöyle diyor; "1980 darbesinden sonra Mehmet Kırkıncı ve Fethullah
Gülen askeri darbeyi desteklediler. Bu kişilerin etrafındaki cemaat Türk milliyetçiliğine
dayalı İslam görüşünü benimsediler. Bu iki Nur cemaati, Nur hareketini 'Türk İslamı'
olarak sundular ve hareketi ulusallaştırdılar. Türkiye'de herhangi bir dini hareket,
seküler devlet tarafından -ki devlet, dini ya devlet yapısından dışlar ya da dini
dahil etme yoluyla kontrol etmeyi amaçlar- meşru görülmek istendiğinde, devletin
gözünde meşruiyet ve destek kazanmanın tek yolu milliyetçiliktir. Bir başka deyişle,
bazı Nurcu gruplar, milliyetçiliğe ve milli kültüre katkılarını vurgulayarak, devlet
önündeki meşruiyetleri ve önemlerini korumaya çalışırlar. Örneğin, Fethullah Gülen,
Türk İslam'ını Arap ya da Fars İslam'ından farklı görmektedir."63
7- Merhum avukat Bekir Berk'in müktesebatı ve savunma stratejisinin etkisi: Metin
Karabaşoğlu'na göre: "1950'li yılların sonunda harekete katılan ünlü bir avukat
olarak Bekir Berk, Risale-i Nur talebeleri hakkında Türkiye'nin her tarafında açılan
dava sayısının beş yüzü aştığı; yargı kanalıyla gelen bu kuşatmanın yanısıra İnönü
önderliğindeki CHP'nin, asker-sivil bürokrasinin, medyanın ve akademik camianın
Risale-i Nur hareketini bir saldırı hedefi olarak seçtiği 1960'lı yıllarda kaçınılmaz
olarak öne çıkan bir isimdir. 1950'li yılların başında Milliyetçiler Derneği'ni
kuran bir isim olarak Bekir Berk'in, Risale-i Nur hareketinin 1960'lar boyunca maruz
kaldığı devlet baskısına karşı geliştirilen milliyetçi-muhafazakar söylemin de mimarı
olduğu görülmekteydi."64 Bir yönü ile dışa karşı savunma amacıyla geliştirilen milliyetçi
muhafazakar söylem zamanla dahilde içselleştirilmiş oldu.
8- Temeli Muaviye ile atılan, Osmanlı devrinde iyice pekişen devletçi anlayış:
Yukarıda bahsedilen, Muaviye'nin adalet-i izafiye anlayışının temel gerekçesi; devlet
ve devletin selametini merkeze alan anlayıştır. Osmanlı döneminde bu durum, kardeş
ve evlat katli gibi vahim ameli, "devlet-i ebed müddet" gibi vahim itikadi problemlere
dahi yol açmıştır.
Adaleti Mahza'nın Aklaki ve İtikadi Boyutu
Bediüzzaman'ın, adalet-i mahza için "Kur'an'ın kanun-i esasisi"; adalet-i izafiye
için "vahşet ve bedeviyetin kanun-i esasisi" tespitini yaptığını, kainata, olay
ve olgulara ağırlıklı olarak bu perspektiften baktığını, Risale'de ısrarla ve defalarca
vurguladığını ve konumuz açısından dahi özel bir önemi olduğunu görmüş bulunuyoruz.
Kur'an-ı Kerim'de Necm 38, En'am 164, İsra 15, Fatır 18, Zümer 7. ayetlerde "Hiçbir
suçlu başkasının suçunu üstlenmez" formunda tam beş kez; bunun bir açıklaması ve
müşahhaslaştırılmasını çağrıştıran Maide 32. ayet; "Kim haksız yere birini öldürür
ise bütün insanlığı öldürmüş gibidir. Kim de birinin hayatını kurtarır ise bütün
insanlığı kurtarmış gibidir" biçiminde bir kez olmak üzere toplam altı yerde geçer.
Aslında, sorumluluğun kişisel olduğuna dair başka ayetler de vardır. "Herkesin kazandığı
hayır kendi lehine, işlediği günah da kendi aleyhinedir" (Bakara 286) gibi. Fakat
Nursi, mezkur ayetleri anar.
Modern ceza hukuklarında suçta ve cezada şahsilik diye formüle edilen, önemine
binaen Anayasada da yer alan bu temel ceza prensibi; "suçta ve cezada şahsilik"
şeklinde ifadesini bulur. Bu yönleri ile sadece bir hukuk kuralı ya da ceza hukuku
veya anayasa ilkesi gibi anlaşılabilir. Mesela, idare hukukunda, "yetkili olan sorumludur,
başkası değil" prensibi, özel (medeni) hukukta "failin davranışının nimet ve külfetine
katlanması" ilkesi gibi. Ancak mezkur kural aynı zamanda bir ahlak kuralıdır da.
Nursi bunu; "Bir müminde bulunan cani bir sıfat yüzünden masum sıfatları mahkum
etmek hükmünde olan adavet ve kin bağlamak ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu ve
bahusus (özellikle) bir müminin fena bir sıfatından darılıp, küsüp müminin akrabasına
adavetini teşmil etmek şeklinde…"65 ifade der. Yani hukuki bir müeyyidesi olmayan
ahlaki bir davranış kuralından bahseder. Ki, hukuk ahlakı gaye edinen yaptırımlı
normlar düzenidir. Etik değer de hukukun idesi ve idealidir.
Bediüzzaman, bu ilkenin itikadi boyutu sadedinde; "bir masumun hayatı, kanı,
hatta umum beşer için olsa da heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi
nazar-ı adalette de birdir" der.66 Yani Allah'ın kudreti nazarıyla bakıldığında,
bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak, bir çiçeği yaratmakla bir baharı
yaratmak aynı kolaylıkta "emr-i kün feyekun" cümlesindendir. Keza Allah (cc); "bir
kulumu haksız olarak öldürdüğünüzde, bütün insanlığı öldürmüş gibi olursunuz" demektedir.
Halbuki insan, kendi gücü ve kudreti açısından; bir insan ile bütün insanlık çok
fark ettiğinden kendi dar kudretine göre hükmeder. Elbette ki, Allah'ın kudret ve
adaletine dair böyle bir yaklaşım itikadi bir yaklaşımdır. Muhammed Esed, meşhur
meal-tefsirinde bu ilkeyi meal olarak; "hiç kimse kimsenin yükünü taşıyacak değildir"
diye verip, ilkenin itikadi boyutu hakkında çok enteresan ve oldukça tatmin edici
şu tefsiri yapar:
"Bu kuralın anlam ve sonucu üç aşamalıdır: İlkin, insanoğlunun doğumundan itibaren
yüklendiği 'ilk günah' şeklindeki Hıristiyan doktrini kesinlikle reddedilmektedir.
İkincisi, kişinin günahlarının bir azizin veya peygamberin kendini feda etmesi sayesinde
'bağışlanabileceği' fikri reddedilmektedir. (Mesela, Hz İsa'nın insanlığın günahkarlığı
için vekaleten kendini feda etme şeklindeki Hıristiyan doktrininde yahut insanın
Mithras tarafından vekaleten kurban edilmesi şeklindeki daha eski Pers doktrininde
olduğu gibi). Üçüncü olarak da, günahkar ile Allah arasındaki herhangi bir 'aracılık'
ihtimali reddedilmektedir."67
Yukarıda kısaca ele aldığımız adalet-i izafiye paradigması perspektifinden hareketle
Said Nursi de milliyetçi, devletçi, Osmanlıcı, ehl-i sünnetçi ve İslamcı olarak
görülmeye başlanmıştır. Acaba öyle midir?
Bediüzzaman Milliyetçi midir?
Bediüzzaman'ın doğrudan milliyetçi olduğu söylenmeyip, onun "müspet milliyetçi"
olduğu söylenmektedir. Fakat takipçileri olduklarını kabul edenler arasında kendisini
"müspet" eklemeden, doğrudan milliyetçi olarak görenler veya oldukça milliyetçi
bir retoriğe sahip olanlar da vardır.
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz,68 Prof. Dr. İbrahim Canan, Prof. Dr. Bünyamin Duran,69
Mehmet Kırkıncı, Ahmet Şahin,70 Safa Mürsel,71 gibi yazarlar milliyetçiliği hep
"müspet milliyetçilik", "menfi milliyetçilik" bağlamında ele alıp, Nursi ve talebelerinin
"müspet milliyetçi" olduğunu ifade etmişlerdir.
Risale-i Nur dikkatli okunduğunda "müspet milliyetçilik"ten söz
edilmediği görülür. Söz konusu olan "müspet milliyet"tir ve bununla da hususan
"kutsi İslamiyet milliyeti" kasdolunmaktadır. Ki, Risale-i Nur "İslam
milliyetçiliği" dahi önermemektedir. Risale-i Nur’un "Müslümancılık" dahi
yapmazken "müspet milliyetçiliği" söz konusu etmesi elbette düşünülemez. Çünkü,
Risale-i Nur her nevi asabiyetin tedavisine çalışmaktadır. Çünkü, hadis-i
şerifte de belirtildiği gibi; "İslamiyet Cahiliye asabiyetini kesip atar."72
Sanılanın aksine milliyetçilik satıhtaki bir politik tavır, bir sosyal veya siyasi
temayülden ziyade, derindeki itikadi ve ameli bir tercihin tezahürüdür.
İtikadidir zira; "Asabiyet-i cahiliye birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet,
dalalet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur. Bunun için milliyetçiler milliyeti
mabut ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslamiye ise nur-u imandan in'ikas edip dalgalanan
bir ziyadır." Yani milliyetçilik yeni bir dindir.73
Milliyetçilik ameli bir problemdir de. Çünkü; "unsuriyet ve milliyet esasları
adaleti ve hakkı takip etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gidemez. Çünkü unsuriyetperver
bir hakim milletdaşını tercih eder, adalet edemez…." Keza; "rabıta-ı diniye yerine,
rabıta-ı milliye ikame edilemez; edilse adalet edilemez, hakkaniyet gider."74
Burada elbette adaleti sadece mahkemelere ve hakimlere terettüp eden bir vecibe
olarak değil, her insanın ve özellikle mü'minin hayatının her safhasında, herkese
karşı yükümlü olduğu temel bir ahlaki değer (etik minumum) olarak görmeliyiz. Ki,
Nursi adalet-i mahza ilkesini İhlas Risalesi'nde, "mü'min kardeşinin cani bir sıfatını
masum sıfatlarına bulaştırmama şeklinde" de tatbik etmektedir.
Adalet Kur'an'ın dört esas maksadından (gayesinden) biri olup, hafife alınabilir,
ihmal edilebilir bir kavram da değildir.75 Temel bir itikadi ve ameli tercihi gerektirir.
Elhasıl, Bediüzzaman ne müspet, ne menfi, ne de herhangi bir şekilde milliyetçidir
ve ne de bu yönde bir önerisi olmuştur. O nasıl ki, enaniyet ve bencilliği gayr-ı
ahlaki bulmuş, uzak durmuştur; aynı şekilde bir sosyal enaniyet olan bizcilik ve
milliyetçilikten de uzak durup, gayr-ı ahlaki bulmuştur. Hakka tarafgirlikten başka
bir tarafgirliğe itibar etmemiştir.
Bediüzzaman Devletçi midir?
Risale-i Nur'da devletçiliği öngören bir anlayışa, iktidara yönelmiş bir tavra
yer yoktur. Esasen milliyetçilikle ilgili menfi yaklaşımlar aynen devletçilik için
de geçerlidir. Devlet ontolojik yapısı gereği; hak yerine kuvvete, otoriteye, güvenliğe
odaklanmış, kendi selameti için insanı veya insanları feda etmeye hazır kurumdur.
Anarşizm yerine devlet olgusunu kabul ve sınırlarını belirlemekten öte, devleti
ve iktidarı merkeze alan devletçi anlayışlar, mezkur problemleri hat safhaya çıkarır.
"Devleti önceleyen yaklaşımlar 'farazi' olanı 'hakiki olana'; sonradan olanı
önceden olana; zihinsel olanı harici olana tercih gibi bir hata ile maluldür."76
Modern devlet "rabb"liğe ait hemen bütün vasıfları sahiplenmiştir. O tektir,
mülkünde şeriki olamaz; vatandaşlara da her fırsatta bu telkin edilir ve en küçük
ortaklık, anında en şiddetli bir şekilde ortadan kaldırılır. Madem devlet kendi
üzerinde semavi veya arzi hiçbir otorite tanımaz. En üstün otorite bizzat kendisinden
başkası değildir. Bu özelliği ile devlet dünyevileşmenin, sekülerizasyonun "benlik"
ve "tabiat" ile birlikte üç halkasından biridir.
Mevcut 1982 Anayasası'nın felsefe ve temel kabullerini ortaya koyan başlangıç
kısmında; devletin kutsallığı ve yüceliği "Kutsal Türk Devleti" ve "Yüce Türk Devleti"
şeklinde açıkça yer alır. Keza başlangıçta "Ölümsüz Önder ve Eşsiz Kahraman Atatürk"
ibareleri, "Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu"nun kurulmasını âmir 134/I
md. bu kurumun "Atatürk'ün manevi himayesinde çalışacağı" ifade olunmaktadır.
Eğer bir devlet "Yüce" ve "Kutsal" ise "Ölümsüz Önder" ve "Eşsiz Kahraman"a sahipse
ve o kahramanın tasarrufu öldükten sonra sadece hukuken değil, metafizik (ruhani)
olarak da devam ediyorsa, böyle bir devlette seküler, laik ve fiziki olmaktan çok,
ruhani, teokratik ve metafizik bir çağrışım yapar. (Köprü, Sayı: 85, Kış 2004, s.
24)
Devletin ilahlaştırılması, önce insan benliğinin, sonra da kainatın sekülerizasyonu
ve (insanın ve tabiatın) ilahlaştırılmasının sonucunda ortaya çıkan bir süreçtir.
Dolayısıyla her şey gibi devletin de asli vazifesine ve mahiyetine döndürülmesinin
yolu, öncelikle insan ve kainat tasavvurundaki imani dönüşümlerden geçmektedir.77
Bediüzzaman, ne dinin ölçülerini şu veya bu düzeyde çiğneyen bir rejime rıza
gösterme anlamında devletçidir ne de dine hizmeti dindarların iktidarına bağımlı
görme anlamında. O devletin değil, "insan"ın, siyasi iradenin değil, şahsi teşebbüsün
asıl olduğu bir anlayışa sahiptir. Zira tabiatçılık ile devletçilik arasında ciddi
paralellikler mevcuttur. O tabiatçılık ve benzeri tabuları yıkmaktadır.78
Bediüzzaman Osmanlıcı mıdır?
Müslümanların çoğu Osmanlıyı yüceltmek suretiyle bir Osmanlı milliyetçiliği,
bir Osmanlı devletçiliği yaparlar. Bediüzzaman'ın ise İslam tarihinde Asr-ı Saadet
dışında yüceltip idealize ettiği bir dönem yoktur. Buna rağmen Hz. Aişe, Muaviye
gibi Sahabelerin adalet-i izafiye zannıyla hata ettiklerini de ifade eder. Esasen
milliyetçilik ve devletçiliğe yukarıda bahsedildiği gibi ontolojik bir düzlemde
karşı çıkan birinin Osmanlı devletçiliği ve/veya milliyetçiliği yapması da düşünülemez.
O, her şeyde olduğu gibi mutedil ve dengeli bir yaklaşımla hataları ve sevapları,
güzellikleri ve çirkinlikleri beraber görür, eğriye eğri doğruya doğru tavrını bırakmaz.79
Nursi, "Osmanlı hükümetine neden hem itiraz, hem hücum ederdin; hem de bazılarına
karşı müdafaa ederdin?" sorusuna, siyasetteki "muktesit meslek" (aşırılığa kaçmayan,
mutedil görüş) kavramı sadedinde cevap verir. Analizinde ifrat ve tefrit yaklaşımları
eleştirdikten sonra şu noktaya varır; "Hükümete hücum edenler 'Haydo, Haydo!' derlerdi.
Bazıları 'Haydar Ağa, Haydar Ağa' derlerdi; ben 'Haydar' derdim, şimdi de 'Haydar'
diyorum vesselam…"80
Dikkat edilirse Bediüzzaman'ın hem itiraz, hem hücum ettiği; hem de bazılarına
karşı müdafaa ettiği "veli sultan "Abdülhamit'tir. Onu dindarlığı, velayeti, hamiyet-i
İslamiyesi cihetiyle müdafaa eder; "Muhtemeldir Abdulhamid, muktedir değil ki, dizgini
gevşetsin, milletin saadetine yol versin veyahut hata bir içtihat ile olabilir,
bir gayr-i makbul özrü kendinde bulsun. Veyahut avenelerinin ve vehminin elinde
mahpus gibidir." der.81
Fakat onun adalet-i izafiye zannıyla yaptığı istibdada ve devletçiliğine muhalefet
eder. Bu sebepten dolayı tımarhaneye bile yatırılır. Buna karşılık kendisi İttihatçılar
için "istibdat kendini muhafaza için herkese vesvese verdiği gibi beni inkılaptan
on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilalin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese
bir iki sene zarfında zail oldu. Ta o vakitte anladım; bizim ekser Ahrarımız mutekid
Müslümanlardır."82 diyerek onları savunur. Fakat hürriyet ve meşrutiyetten uzaklaştıkları
noktada onlara da muhalefet eder.
Şu halde Nursi'nin devletçi olmayışı, mevcut devletle sınırlı olmayıp, Osmanlı
ve Abdülhamid devletçiliği ve hatta Muaviye'nin kurduğu Emevi devletçiliği ve adalet-i
izafiye zannıyla haksızlık ve istibdad yapan bütün devletçi yaklaşımları kapsar.
Bu somut olgudan ileri olarak, o soyut (teorik) bir devlet ve iktidar projesi peşinde
de koşmaz ve önermez.
Bediüzzaman Ehl-i Sünnetçi midir?
Nursi'nin sünnete, ehl-i sünnete ve müspet geleneğe bağlı olmakla birlikte; Şia,
Vahhabilik83 ve Aleviliğe84 insaflı yaklaşımı, Cevşenü'l-Kebir, Celcelutiye ve Ehl-i
Beyt sevgisine yaptığı vurgu, Hz Ali-Muaviye ihtilafında Hz. Ali'ye taraftarlığı
gibi konular itibarıyla klasik bir ehl-i sünnet aliminden öte olduğu anlaşılmaktadır.
O, Mutezile ve Cebriye gibi mezheplerin dahi hak noktalarını ihmal etmez, öne çıkarır.
Zira; "Meslekler, mezhepler ne kadar batıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi
hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur."85 Şu halde o bir ehl-i sünnet alimidir,
fakat ehl-i sünnetçi değildir.
Bediüzzaman'ın, birçok çağdaşından farklı olarak İslam'ı, modern, dünyevi, siyasi,
reaksiyoner bir ideolojiye indirgeyen İslamcı bir yaklaşıma sahip olmadığını da
görmekteyiz. Böylelikle Devlet-i Aliyye'yi kurtarma sadedinde öne sürülen Türkçülük
(milliyetçilik), Osmanlıcılık, İslamcılık ideolojilerine taraftar olmadığını, halbuki
Osmanlının kurtuluşu için çabaladığını biliyoruz.
Bediüzzaman Neye Muhalefet Etti?
Yukarıda görmüş bulunuyoruz ki; Said Nursi muhalefetini kendisini yargılayan
Ağır Ceza Mahkemesine verdiği dilekçesiyle deklare edecek kadar bir muhalifti. Fakat
onun muhalefeti neye karşıydı?
İktidara?
Bilindiği gibi muhalefet, iktidar-muhalefet bağlamında ele alınan, ağırlıklı
yönü politik olan bir tutumdur. Fakat Nursi'nin, muhalefetini beyan ettiği dönemlerdeki
iktidara kategorik olarak karşı çıkması söz konusu değildir. Çünkü iktidarda "Kahraman
demokratlar"86 ve "İslam kahramanı"87 dediği Menderes vardı. "Nurcular Demokratlara
bir nokta-i istinadı."88 Emirdağ Lahikası'nda, Tarihçe-i Hayat'ta saff-ı evvel talebeleri
"Demokrat Nur Talebeleri"89 diye imza atıyorlardı. Bediüzzaman ve talebeleri açıkça
DP'yi destekliyor, iktidardan bir ihtilal yoluyla düşürülmesinden de endişe ediyorlardı.
Cumhuriyete?
O, "ben dindar bir cumhuriyetçiyim",90 "Hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir",91
"bu arı ve karınca milleti cumhuriyetçidirler, o cumhuriyetperverliklerine hürmeten
çorbanın tanelerini karıncalara verirdim",92 dahası "Hulefa-i Raşidin hem halife,
hem reis-i cumhur idi"93 dediğine göre, Cumhuriyete muhalefet etmesi de söz konusu
olamaz.
Demokrasiye?
Nursi, şekli ve sözde bir cumhuriyet yerine, çoğulcu, katılımcı, hürriyetçi demokratik
bir cumhuriyet istemekteydi. O, "hürriyet ve demokrasinin tesisine çalıştı."94 Münazarat
gibi eski Said'in eserlerinde meşrutiyet lehine söylediği bütün argümanları sonraki
tashihleri sırasında "cumhuriyet ve demokrasi manasındaki meşrutiyet"95 olarak genişletmiştir.
O demokrasiye değil, antidemokratik uygulamalara karşı çıkmaktaydı.
Laikliğe?
Nursi'nin laikliğe açıkça ve kategorik olarak muhalefet ettiği de pek görülmez.
O "Hıristiyanlıkta laiklik olabilir"96 görüşündedir. "Cumhuriyet devrinde laiklik
dinsizlik olarak tatbik edildi"97 tespitine rağmen, "dini telkin laikliğe aykırı
değildir",98 "Laik cumhuriyet, prensipleriyle tarafsız kalır",99 "laiklik dindarlara
ilişmemeyi gerektirir"100 gibi nispeten olumlu atıflarda da bulunur. Yani laiklik
fikriyatı ile, Türkiye'deki tatbikatını ayrı tutar.
Sosyal Hukuk Devletine?
Nursi'nin "sosyal devlet" ve "hukuk devleti" ilkelerine muhalefet etmek bir yana,
bütün hakikatiyle tatbikini arzu edeceği izahtan vareste olup, önceki bahislerde
ipuçları verildi. Kısmen izah edildi.
Böylelikle 1924-1961-1971 Anayasalarında yer alan 1982 anayasasında ise "Türkiye
Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir"101 şeklinde son şekli
verilen anayasal ilkelere Bediüzzaman'ın kategorik olarak karşı çıkmadığı, bilakis
demokratik, sosyal bir hukuk devleti ve cumhuriyeti arzu ettiği söylenebilir. O
halde Nursi neye muhalefet etmektedir? Nasıl bir muhaliftir?
Bediüzzaman'ın Muhalefetinin Boyutları ve Vasıfları?
Bir insan kendini muhalif olarak deklare ediyor, fakat muhalefetinin iktidara
yönelik olmadığı anlaşılıyorsa, onun muhalefeti sathi ve basit değil, kökten ve
esaslı bir muhalefet olmalıdır. Dahası mezkur temel anayasal ilkelerle de pek problemi
yoksa, durum daha da ciddileşir. Nursi'nin neye muhalefet ettiğinin en aforizmik
ifadelerinden biri şudur;
"Sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı
bir surette meşgul eğleyen muarızlarımız (muhaliflerimiz) olan zındıklar (dinsizler),
münafıklar istibdad-ı mutlaka 'cumhuriyet' namı vermekle, irtidad-ı mutlakı (dinden
çıkmayı) rejim altına almakla, sefahat-i mutlaka 'medeniyet' ismi vermekle, cebr-i
keyfi-i küfriye 'kanun' ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem
bizi perişan ederek hakimiyet-i İslamiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına
derbeler vuruyorlar."102
Görüldüğü gibi Nursi, "zındıklar" ve "münafıklar"a muhalefet etmekte, onları
da kendine "muarız" olarak görmektedir. Muhalifi olan zındıklar ve münafıkların
varlıklarını ve yaşam haklarını değil de "istibdad-ı mutlak", "irtidad-ı mutlak",
"sefahat-i mutlak" ve "cebr-i keyfi-i küfriye" fiillerine karşı durmaktadır.
Mezkur beyanın açılımı sadedinde şöyle söylemektedir; "Her iki Deccal azami bir
istibdad ve azami bir zulüm ve azami şiddet ve dehşetle hareket ettiğinden azami
bir iktidar (dikkat!) görünür. Evet, öyle acib bir istibdad ki, kanunlar perdesinde
herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hatta elbisesine müdahale eder…. Hem öyle
bir zulüm ve cebir ki, bir adamın yüzünden yüz köyü harap ve yüzer masumları tecziye
ve tehcir ile perişan eder."103
Herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hatta elbisesine kanunlar perdesi altında
müdahale! Kanun yok ama varmışçasına elbiseye, tesettüre fiili ve yaygın bir yasak!
Namaz kılmak, içki içmemek kanunen yasak değil, ama namaz kılanlar, içki içmeyenler,
hanımı başörtülü olanlar pek çok görevden ihraç edilir, pek çok yere giremezler.
Herkesin vicdanına ve mukaddesatına hukuken değil, ama "cebr-i keyfi-i küfri" ile
müdahele ederler. Ulusun ve ulus devletin "sözde" menfaati uğruna bir adam yüzünden
yüz köyü harap ve yüzler masumları tecziye ve tehcir ile perişan etmeyi adil bulurlar.
Güya adalet-i izafiye ile korkunç bir zulüm yaparlar.
"Hem Nur Risaleleri küfr-ü mutlakı kırdığı için küfr-ü mutlakın altındaki anarşiliği
ve üstündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle, bir nevi siyasete teması ve tevehhüm
edilmiş."104
Küfr-ü mutlakın (irtidad-ı mutlakın) altında anarşilik var. Zira hiçbir dine
inanmayan ulus devletin yasalarına da tabi olmaz, hiçbir kayıt ve sınır tanımaz.
Küfr-ü mutlakın üstünde ise "cumhuriyet" namı verilen "istibdad-ı mutlak" var. Çünkü
hiçbir toplum dinsiz olamaz ve yaşayamaz; sadece "muvakkat bir rejim" altına (yani
irtidad-ı mutlaka) alma çabası olabilir. O da ancak istibdad-ı mutlak ile geçici
olarak mümkündür. Hak ve hürriyet ortamında mümkün değildir.
Tam bu noktada Risale-i Nur'un muhalefet fonksiyonu da ortaya çıkar. Zira; "Nur
Risaleleri küfr-ü mutlakı kırar." Başkaca hiçbir şey yapılmasa bile Risale-i Nur'un
bu etkisinden dolayı "siyasete teması var tevehhüm edilir." Çünkü Nur'un, "muarızlarının"
(muhaliflerin) siyaseti; "küfr-ü mutlak" ve "irtidad-ı mutlaktır".
Bediüzzaman'ın köklü ve derin muhalefetinin bir vasfı da ne küfr-ü mutlakın altındaki
anarşiye sebebiyet vermek; ne de istibdad-ı mutlakı tatbik eden ulus devletten razı
ve ona teslim olmaktır.
Nursi, aşağıdaki beyanlarında siyasetten, aktif siyasetten, haksızlık ve zulümlere
fiilen karşılık vermemekten neden uzak durduğunu, pek çok yerde tekrarladığı "müspet
hareket"in hakikatinin ne olduğunu fiilen ve bizzat ihkak-ı hak yapmamasının, mesela
bir korkunun eseri olup olmadığını açıklamaktadır.
"Risale-i Nur'daki şefkat, hakikat, hak bizi siyasetten men etmiş. Çünkü masumlar
belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz.
Bazı zatlar bunun izahını istediler. Bende dedim:
Şimdi fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş'et eden hodgamlık ve asabiyet-i
unsuriye (ırkçılık) ve umumi harpten gelen istibdad-ı askeriye (II. Dünya Savaşı
sonrası siyasette askerlerin etkisinin artması, askeri diktatörlüklerin kurulması)
ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat
meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse ya eşedd-i
zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok biçareleri yakacak; o halette o da ezlem
(pek zalim) olacak ve mağlup kalacak. Çünkü, mezkur hissiyatla hareket ve taarruz
eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, adi bahanelerle vurup,
perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata
mukabil yalnız biri kazanır, mağlup vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil
kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri
ezseler o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.
İşte, Kur'an'ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karıştırmaktan
kaçındığımızın hakiki hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti
var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik."105
Görüldüğü gibi zulme uğrasa bile asla zalim olmamak, masumlara zarar gelmemesi
için dua ile sabretmek demek olan "müspet hareket", asla zulme rıza, zalime muhabbet,
devlete kutsiyet ve dokunulmazlık atfetmek değildir. Bir korku eseri olarak sinmek
ise hiç değildir. Said Nursi'nin çocukluğundan beri dikkati çeken bir karakter özelliği
fıtratındaki müthiş cesaret, celadet ve davasına yönelik ısrar ve heyecandır. Bu
sebeple üç dehşetli komutana karşı çıkmıştır.106 Aynı zamanda şefkat ve muhabbet
temel düsturu olup, "Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur"107 demektedir.
O kadar ki, kendisine çok zulmeden Cezaevi Savcısına artık beddua etmeyi düşünmektedir.
Fakat avluda gördüğü kız çocuğunun zalim Savcının evladı olduğunu öğrenince bedduadan
bile vazgeçer. Halbuki burada Savcının bir bela ve musibete uğrayacak olması, hukuken
ve Allah indinde masumlara zarar veren kontrolsüz bir durum olmadığı, Nursi'nin
mazlum, Savcının ise zalim olduğu bir hal söz konusudur. Fakat o, bir kız çocuğunun
babası ile ilgili acı çekmesini istemez, masumlar zarar görmesin tavrını şahsı ile
ilgili olarak burada dahi sürdürür, değil fiilen ihkak-ı hak, beddua bile etmez.
Gerçekte "iman" ve "din" boyutu olmayan hiçbir düşünce yoktur. Mesele, esasen
inanıp inanmamakta değil, neye inanıldığı hususunda düğümlenmektedir. Bu bakımdan
insanın ferdi hayata, ekonomiye, siyasete, sosyal hayata, kısacası hayatın tüm veçhelerine
bakışı, bir inanç tercihini doğrudan içermekte, daha doğrusu bu tercih üzerinde
temellenmektedir.
Varlık, alem ve eşya tasavvuru ve kabulü piramidin tepesi olup her şey onun altına
doğru genişler. Bilim adamı ve sistematiği de bundan kurtulamaz. Dolayısıyla paradigması
ve dünya görüşü olmayan, yani "Tanrı"sı olmayan bir bilim ve hayat tarzı da yoktur.
Karl Popper milliyetçiliği, sınıfçılığı, varoluşçuluğu, pozitivizmi, davranışçılığı
seküler dinlerin örneği olarak zikreder.108 Bunlardan milliyetçililik ve pozitivizm
seküler dini yaklaşımı, konumuzla doğrudan ilgilidir. Zira rejimin esas ve fiili
dayanağı bunlardır. (Etnoseküler ulus devletçilik)
Muhalefetin köklü ve derin olması ise pozitivizm ve milliyetçiliğin İslam dinine
karşı alternatif bir din olarak dayatılmasından kaynaklanmaktadır.
İnsanlık tarihinde iman-küfür, tevhid-şirk, hak-batıl, adalet-zulüm kadar eski,
köklü, derin, sürekli, ısrarlı, yaygın bir gerilim yoktur. Öyleyse ulusçuluğu dinden
saymak ya da dine ulusçuluğu katmak veya pozitivizm ile tevhid hakikatini uzlaştırmaya
çalışmak, zaman zaman her iki taraftan talep edilse de palyatif ve nafile çabalardır.
Bediüzzaman'ın muhalefeti, sosyal ve siyasi konuları ele aldığı Eski Said'in
"Münazarat", "Divan-ı Harb-i Örfi", "Hutbe-i Şamiye" gibi eserlerinde zahirdir.
Sanılanın aksine Yeni Said'in eserleri de bu konuda bariz muhalif mesajlar taşır.
Ki, hemen yukarıdaki iktibasların rejim karşıtı mesajları, "Şualar", "Emirdağ Lahikası"
gibi yeni Said'in eserlerindedir. Esasen "Sözler", "Mektubat" gibi eserlerde ağırlıklı
olarak, tevhid, nübüvvet, haşir gibi imani konuların ele alındığı bölümlerin muhtevası,
ontolojik düzlemde daha da muhaliftir. Bu eserlerde milliyetçi-pozitivist bir seküler
dinin temel esasları bertaraf edilmekte, hakiki tevhid dini olan İslam'a tahşidat
yapılmaktadır. Esasen küfür imana nasıl ki, iflah olmaz bir muhaliftir; "her şey
zıddıyla bilinir" kuralınca iman küfre, tevhid de şirke muhaliftir.
Burada dikkat gerektiren husus; muhalefeti ne günlük, tepkisel yüzeysel reaksiyona
indirgemek suretiyle, derindeki gerilimi ihmal etmek, ne de derinlerdeki gerilimi
mücerret ve nazari bir zeminde buharlaştırarak aktüalite ve pratiğini yok etmektir.
Bu cümleden olarak makalenin başında sorduğumuz; "Bediüzzaman için hangisi uygundur?"
sorusuna "c) Köklü bir muhaliftir" cevabı doğrudur, fakat "e) Hiçbiri" cevabı da
şu açıdan bir önem arz eder: Bediüzzaman gibi bir alim ve Risale-i Nur gibi bir
külliyatı sadece ve münhasıran iktidar-muhalefet, muhalif-muvafık bağlamında ele
almak yanıltıcı olabilir. "Bediüzzaman bir kökten muhaliftir ve dahi başka da bir
şey değildir" yaklaşımı onu tanımlamaya yetmez, ancak vasıflandırma argümanlarından
biri olabilir.
İslam Düşüncesinde Muhalefet Geleneği109
"Muhalefet=muarada" kelimesi İslam düşüncesindeki alanında uzun zamanlardan beri
ve İslam tarihinde çeşitli devreler boyunca, fikri ayrılığı göstermek üzere kullanılmıştır.
Politik bir anlamdan çok "tenkit, sorgulama ve görüş ayrılığı" manasına gelir.
İslam siyasi tefekküründe iktidarı elde etmeye talip olmayış yer ettiğinden,
iktidarı elde etmek memnu ve mekruhtur. Buradan yola çıkarak, bütün muhalefet hareketlerinin
çabası iktidarı elde etmeye değil, ideal düşüncesini uygulamaya yöneliktir.
İslam fırkaları, prensipleri uğruna isyan etmiş ve muhalefet yapmıştır. Hariciler
"hükmün Allah'a ait olması" talebiyle; Mutezile, Emeviler'in yaptığı haksızlıklara
karşı muhalefet etmiştir. Ehl-i Sünnet'ten muhalefet davranışına girenler de bunu
iktidarı elde etmek için değil, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak uğruna yapmıştır.
İslam siyasi düşüncesinde genel olarak muhalefet, iktidarı elde etmeye veya hükümetle
birlikte rolleri değiştirmeye yönelik değildir. Ancak "Şia" bunun dışındadır. Şia,
iktidarı elde etmeye çalışan ve Ehl-i Sünnet'in "hilafet" teorisine alternatif ve
muhalif bir "imamet" teorisi olan, neredeyse yegane fırkadır.
Ehl-i Sünnet'in "Hilafet" modelinde muhalefet hürriyet içinde yapılır, onun geniş
bir alanı vardır. Şia'nın "imamet" modelinde muhalefete imkan yoktur ve uygulanma
hürriyeti tanınmaz. "Saltanat" modelinde ise ezilir, kökü kazanır ve baskı uygulanır.
Hz. Peygamberin, "Sizden bir kötülük gören, onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse
diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin" hadisine göre; kuvvet
kullanılması ve ondan "devrim" diye söz eden kötülüğü "elle" düzeltme ifadesi, "dille"
ve "kalple" düzelme ifadelerinden önce yer alır. "Dil" ve "kalp" sabır ekolünün,
muhalefeti ifade araçlarıdır.
Sabır, Ehl-i Sünnetin çoğunluğunun görüşüdür. Ve taşkınlık, zulüm ve haksızlık
karşısındaki tutumudur. Bu konuda onlar, zalim yöneticiye günah, mü'mine sabır düştüğü
görüşündedirler. Ancak "sabır", -akla ilk anda geldiği üzere- muhalefeti anlatmayan
bir davranış sayılmaz; aynı şekilde "devrim" de muhalefeti anlatmanın daima ideal
davranışı olmaz. Şu veya bu davranışın muhalefeti anlatması, bu sıfatı ona veren
veya vermeyen diğer pek çok faktöre bağlıdır. Sabır, haddizatında sessizce reddedişi
ifade eden bir "tutum"dur. Bu ise daha aktif bir tutumun doğmasına hazırlık ve zıddı
olan devrime itici güç olabilir. Sabır, hiçbir şekilde zulmün ve taşkınlığın meşruluğu
ve haklılığını onaylama ve kabullenmeyi içermeyen sabırdır. Ve yukarıda geçen "kötülüğü
elle, dille ve kalple düzeltme" ile ilgili hadis çerçevesindedir. Ehl-i Sünnetin
çoğunun "sabır"a tutunması, Allah'ın hükmüne ve emrine uygun davranışın ifadesidir.
Çünkü "sabır" Kur'an-ı Kerim'de geçtiği ayetlerin çoğunda Allah'ın hüküm ve emrine
uymak, sebat etme ve boyun eğmeyi anlattığından dolayı sahibini en büyük sevaba
ulaştıran övgüye değer bir davranış olarak zikredilir. (Rad, 13/23-24; Kasas, 28/80;
Bakara, 2/153) Mesela Hasan Basri; "Haccac ve benzerlerinin zulümlerine, Allah'tan
bir ceza olarak bakar, insanların ayaklanma ve devrimi düşünmeden önce kendilerini
düzeltmesi gerekir" der. Bu görüş Nursi'nin "hangi fiillerinizle kadere fetva verdirdiniz?",
"insan zulmeder, kader adalet eder" tespitini hatırlatmaktadır. Ancak, Allah'ın
cezasına vesile oluyor diye zalim asla hoş görülemez. "Zalim Allah'ın kılıcıdır,
onunla intikam alır. Sonra döner zalimden intikam alır" hadisini hatırlayalım. Ebu
Hanife; "Düşünce ve muhalefet hürriyeti Müslümanlar için sadece garanti edilmiş
değildir, aynı zamanda bir görevdir. Bu iyiliği emredip, kötülüğü men etme durumunda
olur" der.
Şia'ya "muhalefin"in temsilcisi olarak bakılır. Bu gerçekten doğrudur. Ancak
belli merhaleye kadar. Bu merhale de düşüncesi iktidarda olmadığı merhaledir. İşte
bu durumda iktidarı elde etmenin bir yolu olarak muhalefeti benimser, ama "Şii masum
imam"la ilişkide bir prensip olarak muhalefet hakkı tanımaz. Uzun asırlar "sabır"
prensibinin taraftarı olan "Şia'nın" (çoğunluğu teşkil eden İsna Aşeriye Şiası)
sabrı bıraktığını, devrimi benimsediğini görüyoruz.
Toparlarsak; İslam'da muhalefet ekolleri üç ana bölüme ayrılır: 1- Haraviç ile
Keysaniye, Zeydiye, İsmailiye Şiasının benimsediği devrimci ekol (Medretu's-sevra).
2- Ehl-i Sünnetin çoğunluğunun (İmam Şafi, İmam Malik, İmam Ahmet bin Hanbel, Hasan
Basri) benimsediği sabır ekolü (Medretu's-sabr). 3- İmam Hanefi ve Mutezilenin benimsediği,
devrim ile sabır arasındaki temekkün ekolü (Medresetu'l-temekkün). Temekkün ekolü
mevcut zarar ile beklenen zararın mukayesesini yapar ve zalim yöneticiye karşı başarılı
olabilecek ayaklanmanın meşruluğunu kabule hazırdır. Devrim ekolüne göre pasif muhalefet
kabul edilen sabır ekolü şunları kapsamaktadır: 1- Zalim iktidarla yardımlaşmama,
2- Fıkhın ve hadisin incelenmesine yöneliş, 3- Sultandan uzaklaşma, 4- Yöneten ve
yönetilene öğüt vermekle yetinme.
İslam muhalefet geleneğine ilişkin yukarıdaki tespitler teorik mülahazalardan
ibaret olmayıp, ulemanın seçkinleri tarafından hayata yansıtılan pratiklerdir.
Sultanların, ulemanın yönetime taraftar olup olmadıklarını anlamak için kendilerine
resmi görev teklif ederek, İslam'ın temsilcisi ve savunucusu şahsiyetleri kendi
saflarına çekmeye, yahut suçlu bularak cezalandırmaya çalışan politikaları sultan
yanlılarınca devam ettirilir. Fakat İmam Ebu Hanife, Emevi ve Abbasi; İmam Malik,
İmam Şafi, İmam Ahmet bin Hanbel Abbasi sultanlarının resmi görev ve menfaat tekliflerini
reddederler. Bunun üzerine Ebu Hanife sultan sopaları altında ruhunu Rabbine teslim
eder. İmam Malik de çeşitli işkencelere uğratılır, bir seferinde kolu omzundan çıkar.
İmam Ahmet bin Hanbel de işkenceler sonucu Rabbine kavuşur. İbn Teymiye de işkence
sonucu ölür. Abdulkadir Geylani, İmam Gazali, İmam Zeyd ve Hasan Basri gibi mümtaz
imam ve alimlerin tavrı da muhalefet tavrıdır. Kendilerini rejimi meşrulaştırmak
için resmi göreve ve çeşitli menfaatlere çağıran sultanların eziyetlerine katlanır,
şehit olur, ama onların oyunlarına gelmezler.110
Bediüzzaman'ın İslam Muhalefet Geleneği Açısından Konumu
Bediüzzaman, kendi tavrı ve ona yapılan muameleler açısından selefi olan yukarıdaki
mümtaz alimlere ne kadar da benziyor. O hiçbir zaman rejimin şefi M. Kemal'in kendisine
yaptığı mebusluk, şarkta Şeyh Sunisi'nin yerine vaiz-i umumilik, bir köşk tahsisi
gibi tekliflerini kabul etmez.111 "Mebusluk, umumi vaizlik gibi imkanları kullanıp
daha iyi hizmet yaparım, bu dehşetli gücü karşıma almak yerine, yanıma alayım" demez.
Bunları hizmete fayda verecek imkanlar değil, esasatını bozacak rüşvet, ayakbağı,
göbek bağı olarak görür.112 Buna mukabil 1925'ten başlayarak vefatına kadar geçen
otuz beş sene boyunca hapse, sürgüne, tarassuda, mahkemelere, baskılara, defalarca
zehirlenmelere maruz kalır. Rejimle uzlaşmamasının bedelini kendisine çektirmek
isterler, fakat o bir sepete sığan malvarlığı ve iyi bir eğitim almamış, kariyeri
olmayan, az sayıda çiftçi, çoban, memurdan oluşan sadık talebeleriyle hizmetleri,
sürgün, hapis ve zehirlenmelere rağmen Allah'ın inayetiyle başarır, büyük oyunu
bozar. Türkiye Müslümanlarının, belki dünya Müslümanlarının önünü açar.
Mücadelesinde tıpkı seleflerinin yaptığı gibi, asla iktidara, hatta çeşitli resmi
görevlere talip olmaz, prensipleri ve yüksek hakikatlerin dışında bir gayreti ve
beklentisi yoktur, bunları reddetmiştir. İyiliği emir, kötülüğü men (emr-i bil ma'ruf
nehyi anil münker) yapmaktadır. O kötülüğü eliyle değilse bile diliyle ve kalbiyle
düzeltmeye çalışmıştır. Ehl-i Sünnetin tercihi sabır ekolünü benimsemiş, onlarla
birlikte zulüm ve tağutun meşruluğunu ve haksızlığını onaylamayan, kabul etmeyen
tavrını sürdürmüştür. Selefleri gibi; 1- Zalim yöneticilerle yardımlaşmamış, 2-
Fıkhın ve hadisin incelenmesi yerine, daha temel bir konu olan iman esaslarının
takviyesine çalışmış, 3- Kelam ve tefsir ilimleri sahasında çaba göstermiştir. Ki,
Fıkıh aslında iman esaslarını da ihtiva eden bir ilim dalıdır (Fıkh'ul Ekber). Bütün
vatan sathını medreseye çevirerek, Risaleler yazılmış, çoğaltılmış, dağıtılmış,
okunmuş, müzakere edilmiş, hayata geçirilip modern ulus devletin pozitivist, seküler
dayatmasına karşı durulmuştur. 4- Yönetenlere ve yönetilenlere öğüt vermeye (emr-i
bil maruf) devam etmiştir.
Mutezile'den Şia'ya, Havariç'ten Ehl-i Sünnete kadar, İslam uleması ve Nursi
zulüm karşısında devrim, sabır ve temekkün şeklinde, ama muhakkak muhalefet ettikleri
halde, neden özellikle Ehl-i Sünnet ve Bediüzzaman muvafık olarak algılanmakta veya
algılatılmaktadır? Bunun bir çok önemli sebebine yukarıda "Adalet-i İzafiye Paradigması"
bölümünde temas edildi. Önemli bir sebebi de; Osmanlı döneminde bağımsız bir ulema
ve arifler sınıfı olmayışı; Akşemseddin ve Molla Gürani örneğinde olduğu gibi, sultanlar
ile alimler arasında bir gerilim yerine uyumun söz konusu oluşudur. Bu dönemde kardeş
ve evlat katline dahi fetva veren alimler çıkmış, devletçilik ve Osmanlı Devleti
bir tabu haline getirilerek "devlet-i ebed müddet" gibi itikaden problemli yaklaşımlar
revaç bulmuştur.113 Cumhuriyet Türkiye'si pek çok alanda olduğu gibi Osmanlının
bu anlayışını da tevarüs etmiş, devletin çıkarı için fertlerin feda edilmesi (fail-i
meçhuller) adiyattan olmuştur. Halkta bu anlayışı tevarüs etmiş; Marksistlere, Kürtlere,
hatta dindarlara yapılanlar konusunda, ehl-i dinin bir kısmı dahi "devlet daima
haklıdır", "başörtülüler yasağa muhalefet etmesin, devlet iradesine uysun" fikrindedirler.
Bediüzzaman ve Nur Talebelerini "pasiflikle" ve "çiçek böcek muhabbeti" yapmakla
suçlayan "sözde radikal" kesimlerin ve siyasal İslamcıların talip oldukları modern
devlet ve devletçi anlayış, netameli iktidar, yüzeysellik ve güncellikle malül talepleri
düşünüldüğünde, tam da modernizmin kulvarında, oyunu başkalarının koyduğu kurallara
göre oynayan, oportünist bir yaklaşım ortaya çıkar. İslami geleneğin devlete ve
iktidara talip olmayan ilkesel ve ihlaslı muhalefetine mukabil, kafasındaki "kutsal
devlet" adına hakiki kutsalları harcamaya müheyya, iktidara biz gelelim de ne olursa
olsun anlayışı, tam bir edilgen, modernist anlayıştır. Gerçek bir muhalefet değil,
bir nevi muvafık bir anlayıştır. Öte yandan bin küsür yıl sonra Hz. Ali karşısında
Hz. Muaviye'nin içtihadını rahat rahat eleştiren niceleri bile, gerçekte tam da
onun durduğu yerde durmaktadır.114
Nursi'nin Siyaset Tahlilleri
"Muhalefet=muarada" kelimesinin İslam terminolojisinde ve Nursi'de siyasi olmaktan
çok, fikir ayrılığı, tenkit ve sorgulama anlamına geldiğini, geleneksel İslam düşüncesinde
muhaliflerin kural olarak iktidara ve devlete talip olmadıklarını, itirazlarının
ilke ve ideal bazında esasa ilişkin ve daha köklü olduğunu görmüş bulunuyoruz. Ayrıca
Nursi'nin siyasete ilişkin analizlerinin bu yaklaşımı teyit ve sebeplerini şerh
ettiğini görmekteyiz. Biz burada Nursi'nin pek çok yerde uzun uzun yaptığı siyaset
tahlillerini değil, özellikle konumuzla ilgili olan değerlendirmelerini nakledeceğiz.
Bediüzzaman Eski Said, Yeni Said, Üçüncü Said dönemlerinde bazı doz ayarlamaları
yapmakla birlikte, hiçbir zaman aktif siyasete girmemiş, iktidara ve devlete talip
olmamış, bunu talebelerine de önermemiştir.
O, siyasetten şeytandan kaçar gibi kaçmış,115 siyasetten ve şeytandan Allah'a
sığınırım (Euzubillahimineşşeytani vessiyaseti) demiştir. O'na göre, "Sahabeler
ve onlara benzeyen mücahidinden, Selef-i Salihinden başka, siyasetçi, ekserce tam
muttaki dindar olmaz. Tam ve hakiki dindar, muttaki olanlar, siyasetçi olmazlar.
Yani maksad-ı asli siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebei hükmüne
geçer. Hakiki dindar ise; bütün kainatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir."116
Ona göre, "bu zamanda siyaset kalpleri bozar",117 "fikri hezeyanlaştırır",118 "insanı
dünyaya boğdurur",119 "siyasetle meşguliyet şevki kırar, hüsn-ü niyeti ve kalbin
selametini bozar",120 "siyaset gaflet ve dalaletin en boğucu, aldatıcı ve en geniş
perdesidir",121 "siyaset tarafgirliği iman hizmetini zedeler",122 "siyaset ve diplomatlık
dinsizlik cereyanını durduramaz",123 "Deccale siyaset vasıtasıyla galip gelinmez",124
"salih alimin siyasetdaşı olan bir münafığı hararetle övüp, salih bir hocayı tekfir
etmesi"ne şahit olmuştur.125 "Siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık doğruluğa
tercih ediliyor."126 "Gaddar siyaset ve zalim propaganda aralarında hadsiz bir mesafe
olan yalan ve sıdkı birbirine karıştırmış."127 "Kur'an Nur talebelerini siyasetten
men ediyor."128 "Nur talebeleri kendi adına siyasete girebilirler."129 "Nur talebelerinin
vazifesi iman olduğundan siyasete merakla bakmazlar."130 "Nur talebeleri iman hizmetini
her şeyin fevkinde görür."131 "Şeriatın bin kısmından bir kısmı siyasete bakar."132
Yukarıdaki iktibaslardan ve bu minval üzere Külliyat'ta geçen pek çok tespitten
anlaşılacağına göre Said Nursi, siyasetin kendisine ve doğasına ilişkin ciddi tenkitlerde
ve itirazlarda bulunmakta, çok sınırlı istisnalar (Sahabeler) dışında onaylamamaktadır.
Lord Acton, "Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlak yozlaştırır"133 der. Bir Şii
düşünür Mehdi Bazergan, "Dine prensipler, siyasete çıkarlar hakimdir" der.134 İmanın
sıdk, ihlas, feragat, tevazu, mahviyet adalet-i mahza gibi özelliklerine nazaran;
siyasetin kizb, riya, bencillik (bizcillik), böbürlenme, kibirlenme, adalet-i izafi
zannıyla zulüm yapma gibi özellikleri vardır. Kur'an-ı Kerim yaklaşık 30 ayetle
zenginlik, iktidar, kuvvetli olma gibi özelliklerin insan da genellikle önce ameli
sonra da itikadı bozulmalara yol açacağını değişik misal ve meselelerle açıklar.
Burada mümin-kafir ayırımı da yapılmaz.135 İktidar ve iktidara yönelik çabaların
verdiği güç, otorite, şöhret, imkanlar ve pohpohlamalar sonucu bu dejenerasyonun
en çok ve yoğun olarak görüldüğü alanlardan biridir.
Hz. Ebu Bekir; hakikatte en hayırlı olduğu halde halka ilk hitabesinde, "Ben
en hayırlınız olmadığım halde başınıza geçirildim, doğru yaptığım sürece bana uyunuz,
yanlış yaparsam beni düzeltiniz" demiştir. Hz Ömer, ölüm döşeğinde iken oğlunu veliaht
atamasını önerenlere "bir aileden bir kurban yeter" demiştir. Buna karşın siyasetçilerin
çoğu özellikle günümüzde, "en iyisi benim ya da benim partim" deyip kendilerini
yüceltip rakiplerini küçümserler. Daima en yükseğe talip olurlar. Muaviye gibi bir
Sahabe dahi kendisi başa geçme mücadelesi verdiği gibi, Yezid gibi bir oğlu için
sağlığında baskı ile biat alarak hilafeti saltanata dönüştürmüştür.
Nursi gibi bir alimin iktidar projesi olması, muvafık olması, muhalefetinin de
iktidarı ele geçirmeye yönelik olması ve çirkef siyasete bulaşması beklenemez. Bu
durumu eserleri ve fiilleri bunu kesinlikle ispat eder.
Büyük düşünürlerin, büyük adamların tarih boyunca tavrı genellikle apolitik bir
muhalefettir. İktidarda olmak veya iktidar yolunda olmak, esas yoldan hiç olmazsa
zaman zaman sapmaya yol açabilir. Davaların ve fikriyatların safiyeti ve asaleti
muvafık değil de muhalif olmakla korunabilir.
Nursi ve selefleri değişim ve dönüşümü (devrimi) devletten önce toplumda, toplumdan
önce kendilerinde yaparlar. İçselleştirerek pratize ederler. Kalplerdekini ve zihinlerdekini
değiştiremeyenler devrim ve büyük devrim yapmış sayılamazlar. Zaten "Siz içinizdekini
değiştirmedikçe Allah durumunuzu (dışınızdakini) düzeltmez" ve "Neye layıksanız
ona göre idare olunursunuz."
Risale-i Nur'un İslam Tarihindeki Özel Yeri
Bediüzzaman'a göre; "Hulefa-i Erbaa'nın beşincisi olarak ve 'Şüphesiz hilafet
benden sonra otuz sene sürecektir' (el-Fethur-Rabbani; 23:10) hadis-i şerifin hükmünü
tasdik ettiren, müddet-i hilafeti, azlığıyla beraber kıymetini azim göstermek için
o mana-i işarisiyle Hazret-i Hasan (r.a) gösterir."136 "Hz. Hasan'ın (r.a) altı
aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur'un Cevşenü'l-Kebir'den ve Celcelutiye'den
aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı
imaniye noktasında Hazreti Hasan'ın (r.a.) kısacık bir müddetini uzunca bir zamana
çevirerek, tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü adalat-i hakikiye (adalet-i
mahza) ile bu asırda insanları mes'ud edebilir bir istidatta bulunan, Risale-i Nur'dur
ve onun şahs-ı manevisi, Hazreti Hasan'ın (r.a) bir muavini, bir mütemmimi, bir
manevi veledi hükmündedir."137
Hilafet denince çoğumuzun aklına öncelikle siyaset, devlet ve yönetim gelir.
Halbuki bu hilafetin ruhuna ve manasına çok da uygun değildir. Nursi'nin belirttiği
gibi; Hilafet vazifesinin en ehemmiyetlisi iman hakikatlerinin neşri ve tebliğidir.
Madem ki, halife, Peygamber'in (a.s.m.) yerine geçendir. Onun (a.s.m.) en birinci
vazifesi ve işi iman hakikatlerinin neşri olduğuna göre, halefine düşen de odur.
İkinci derecede olmak üzere, yönetim de hilafetin bir boyutu olmakla birlikte, bu
yön abartılmış, asıl misyon ise ihmal edilmiştir
İman hakikatlerinin neşir ve tebliği konusunda Risale-i Nur'un önemi ve misyonu
bedihidir. Bunun için devlet başkanı olmak, iktidarda olmak da zorunlu değildir.
Hz Peygamber (a.s.m.) Risaletinin 13 yıllık Mekke döneminde idari bir görev almamış,
10 yıllık Medine döneminde bir konsensüs sonucu idari reislik de ifa etmiştir. Risale-i
Nur da Hz. Hasan'ın beşinci halife sıfatıyla yardımcısı, tamamlayıcısı ve manevi
bir evladıdır.
Beşinci halife Hz. Hasan Medayin'de karşılaştığı Muaviye ve ordusuyla, Müslümanların
kanı akmasın diye savaşmamış, hilafet vazifesinden ise feragat etmiştir.138
Maddi hilafetten feragat ve manevi hilafet ve saltanat itibarıyla iman hakikatleri
naşiri Risale-i Nur'a beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Muaviye ve oğlu Yezid
gibi Emevi sultanlarının maddi, şekli fakat esassız hilafeti (ısırıcı saltanat)
yerine manevi, içeriksel ve esaslı hilafet daha fazla hilafettir. Bir anlamda, iktidar
değil de muhalefet hilafetidir.
Nursi Muhalefetinin İktisadi ve Sosyal Boyutu
Sanılanın aksine Bediüzzaman sadece dini ve imani boyutta bir muhalefet değil,
burjuvaziye ve üst tabakalara karşı mensup olduğu avam tabakasının pozisyonu dolayısıyla
istibdat ve baskılara da muhalefet etmiştir:
"Evet ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım ve meşreben ve fikren "müsavat-ı
hukuk" (hukuki eşitlik) mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslamiyetten
gelen sırr-ı adalet ile burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine
karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i
tamme (adalet-i mahza) lehinde, zulüm ve tegallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim."139
Said Nursi, muhalefet müessesesinin kendisini, samimi, meşru bir adalet ve yönetim
dengesi sağlaması yönünden zorunlu görür. "Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa
karşı, muhalefet hiçbir hükümette suç sayılmaz. Bilakis muhalefet, meşru ve samimi
ve muvazene-i adalet vasıtasıdır." der.140 "Barika-i hakikat da müsademe-i efkardan
doğar" fikirlerin müsademesi için ise farklı, muhalif, aykırı fikirler gerekir.
Ülkemizin gerek maddi, gerekse manevi kalkınması, gelişmesi ve ilerlemesi için,
insanımızın maddi ve manevi huzuru ve mutluluğu için en fazla ihtiyaç duyulan şey,
özgürlük demokrasi ve insan haklarına saygıdır. Ve bunları halk talep edip, mücadelesini
vermeden ele geçiremiyoruz. Bilgisizlik ve isteksizlikle haklarını bilmeyen bir
millet ehl-i hamiyet idarecileri bile müstebit kılar. Avrupa Birliği süreci ve pek
çok demokratik uyum yasalarına rağmen, Anayasayı değiştirecek güçlü ve mağdur kesimden
gelen bir iktidara rağmen, demokratikleşme ve hürriyetler pek de sağlanamıyor.
Çünkü halk yeterince bilinçli ve talepkar değildir. "Nemelazımcılık" ve "bana
dokunmayan yılan bin yaşasıncılık" almış başını gidiyor. Yılan ise sırası gelen
herkesi yokluyor. Haksızlıklara, kanunsuzluklara karşı kime yapılırsa yapılsın hep
birlikte karşı çıkıp, muhalif bir tavır geliştirmeden ne demokrasi, ne insan hakları
ve hukukun üstünlüğü olur. İktidar her rejimde var, rejimi demokratik yapacak olan
sağlam ve ilkeli bir muhalefettir. Muhalefetsiz bir hukuk devleti ve insan haklarına
saygı mümkün görünmüyor.
Dipnotlar
1. Ahmet Güler, "Dev" Bir Araştırmaya Dair Notlar, Köprü, No: 58, Bahar 1997.
2. Yeni Asya Yay., İst. 1980, s. 82 vd.
3. Başta İslam Hukuku olmak üzere, bütün gelişmiş hukuk sistemleri "müddei iddiasını
ispatla mükelleftir" demektedir. Bir şeyin yokluğu ispatlanmaz, varlığı ispatlanır.
Bir başkası da "Bediüzzaman şu teşkilatta görev aldı, bu örgütte çalıştı" derse,
bunun aksi ispatlanamadı diye iddia doğru mu kabul edilecektir? Böyle bir mantığın
sonu nereye varır? Anlam kaymaları ve yanlış anlamalar olmaz mı?
4. Nursi'nin hayattayken talebesi olmuş, yakınında bulunmuş Abdulkadir Badıllı
pek çok belge ile teyit ettiği 3 cilt, toplam 1829 sayfalık "Bediüzzaman Said-i
Nursi, Mufassal Tarihçe-i Hayat" (Timaş, İst. 1990) adlı eserinde durumu tespit
etmiş, Teşkilat-ı Mahsusa adına aylarca sürecek olan bir Trablusgarp yolculuğunun
ve Teşkilat-ı Mahsusa üyeliğinin mümkün olamayacağını ortaya koymuştur.
5. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1997, s.
381 vd.
6. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanına, (şimdi mülga) TCK. 163. md. isnat edilerek
yargılandığı sırada verdiği bir savunma dilekçesidir.
7. Hem ömrü pek çok uzun, hem de gördüğü zulümler.
8. Buna karşın gayet kısa bir ifade, bir layiha.
9. Arz ve talep etmiyor, istirham etmiyor, rica ediyor. Dik duruyor, nezaketi
de bırakmıyor.
10. 1925'in ilk ayları, Şeyh Said isyanı üzerine sürgün başlıyor. A. Badıllı,
Mufassal Tarihçe-i Hayat, C. I, s. 563.
11. Cümlenin gelişine göre; "rejim aleyhtarı değilim, isnad edileni kabul etmiyorum"
diyecek gibidir. Sanık ve müdafi psikolojisi normalde böyle çalışır.
12. Bu işin ontolojisinden kaynaklanan, tabii ve kaçınılmaz bir durumdur.
13. Vicdan, kalp ve fikirlere karışılamaz, önüne geçilemez, hükümet (icraata)
ele bakar, kalbe bakmaz.
14. Yani Hind kıtası Müslümanları, İngiliz Sömürgeciliği zamanında.
15. Kur'an ile reddediyorlar çünkü, inandıkları bu kutsal kitapları Hıristiyan
İngilizlerin böyle bir istilasını ve rejimini asla kabul etmez.
16. Zira bu doğal ve kaçınılmaz bir durum olduğundan, önüne geçilemeyeceği sabittir.
Hukuka da uygundur. Aksi davranış ise boşuna enerji ve zaman kaybıdır. İngilizlere
muhalefeti şiddetlendirir.
17. Yani Osmanlı'da, Türklerde.
18. Yani Osmanlı hükümetinde veya Müslümanların hükümetinde.
19. Yahudi ve Hıristiyanlar da İslam dinine ve bunun fıtri bir yansıması olan
kudsi rejime muhalif, zıt ve muteriz olacaktır.
20. Çünkü zimmidirler, ehl-i zimmettirler, özgürlük ve güvenlikleri bizzat İslam
Hukukunun bir gereği olarak, İslam hükümetinin zimmetine tevdi edilmiştir.
21. Adi, aşağılayıcı pejoratif bir anlamda olmayıp, Arapça'da olduğu gibi, herhangi,
sıradan bir insan anlamındadır.
22. Hem sair kaynaklar, hem de Risale-i Nur Hz. Ali ve Sultan Fatih'in de aynı
şekilde bir gayrimüslim ile birlikte yargılandığını kaydeder.
23. Bir Hıristiyan olarak doğallıkla.
24. Onun hali nazara alınmaz zira, hukuk kişiden kişiye, objektif kıstaslara
değil de ihtiyaçlara göre eğilip bükülebilen ideolojik bir silah değildir. Hukuk
mahiyeti gereği böyle bir keyfiliğe müsait değildir.
25. Yani hukuk, adalet.
26. Bu cereyan; İslam, devlet-i İslam, milletin ali menfaati, ümmetin yüksek
selameti dahi olsa, mahkemeyi alet edemez, hukuktan sapamaz, kanunları objektif
olarak uygular.
27. Türk tarafgirliği (ulusçuluğu), İslam tarafgirliği (milliyetçiliği) yapılamaz.
"Hakkın hatırı alidir, hiçbir hatıra feda edilemez". "Benim asıl gayem hak" deyip,
hakkın kanunları ve usulleri "mevhum hak" için çiğnenemez. Milliyetperver bir hakim
adil davranamaz? Halbuki hukukta Türk, Kürt, Arap, Yahudi, Ermeni, Müslim, gayri
Müslim birdir. Çünkü musavatsız adalet adalet değildir. Hukukta Şah ve geda birdir.
Mahkemede sultanın köleye dahi üstünlüğü yoktur.
28. Bütün yeryüzünün halifesi, Ehl-i sünnete göre; Hz. Peygamber (s.a.v) ve Hz.
Ebu Bekir'den sonra İslam'ın en faziletli üçüncü şahsı da olsa durum fark etmez.
Fark ettiği durumlarda, hukuk ortada kalmaz. Karşı taraf sıradan bir kafir olsa
bile durum değişmez.
29. Medeniyete kategorik olarak karşı çıkmaktan ziyade, bozuk kısmına karşı çıkıyor.
30. Çünkü bir Müslüman'ın Bolşevik ve komünist olamayacağını, ancak anarşist
olacağını aşağıda açıklıyor.
31. Yani, Bolşeviklik namına da olsa anarşilik hesabına yazılır diyor. Burada
rejimin içine düştüğü derin paradoksu afişe ediyor. Zira rejim milliyetçilik ideolojisine
sahip, ulus devlet anlayışıdır. Halbuki uygulamalar milliyetçiliği ve ulus devleti
takviye etmeyip, bilakis Bolşeviklik ve Komünistlik gibi ulusçuluk karşıtı ve uluslarüstü
bir fikriyata zemin hazırlıyor.
32. Yapılanlar; bir halk rejimi olan Cumhuriyete sığmaz. Cumhuriyetteki hürriyet
perdesi altında halka uygulanan bir mutlak istibdattır.
33. Böyle bir rejim kalıcı da olamaz, geçicidir. Değişecek bir muvakkat rejim
adına şiddetli zulüm yapılmaz.
34. Ben elbette muhalifim, fakat sadece ben değil, bütün vicdan sahipleri de
muhaliftir, muhalif de olmalıdır.
35. Asayişi bozdukları, emniyeti ihlal ettikleri için değil, sadece böyle bir
ihtimal üzerine, potansiyel suçlu olarak görüldükleri için. Halbuki TCK'ya göre
işlenmemiş bir suça, ihtimale binaen, işlenmiş gibi ceza verilemez. Tipiklik (tipiçita)
"kanunsuz suç ve ceza olmaz" prensibi bunun gerektirir.
36. Gerçek bir hukuki sebep, kanuna uygun bir durum değil, bir bahaneyle.
37. Yukarıda 10. dipnotta 28 yıl dendi. Rakamlar Arapça'da yapıldığı gibi çokluktan
kinaye söylenmiş olabileceği gibi, mazlumiyetin hesabında iki ayrı kıstas kullanmış
da olabilir.
38. Rakam 1950'den önce Afyon Savcılığının iddianamesinde geçmektedir.
39. İdare hukuk açısından, idari olarak, zabıtaca.
40. Yargı kararıyla, kazai olarak da.
41. Hiçbir zaman asayişi bozduklarından, emniyeti fiilen ihlal ettiklerinden
dolayı takibata, muhakemeye mahkumiyete uğratılamadılar.
42. Asayişi bozmak veya ilişmek bir yana, onlar asayişin koruyucularıdır.
43. Allah gizliyi, açığı her daim görüyor. Suç işleme, günaha girme diyorlar.
44. Üç vilayetin zabıtalarının (polis veya jandarmanın) raporları da bu yönde.
45. Görüldüğü gibi burada da dini siyasete alet yapıyor değil, yapmak istiyor!
denilerek bir ihtimal üzerine suçlanıyor.
46. Değil, dini dünyevi bir menfaat olarak kullanmak, dini kendine feda etmek,
bütün dünyasını, hatta şahsi ahiretini bile dine feda etmekte olduğuna hayatı tanıklık
eder. O eziyete fakirliğe uğramış, hürriyet, huzur ve menfaat elde etmemiştir. Buna
rağmen davasından bir adım geri durmamıştır. Çünkü bütün dünyasını ve hayatını Allah
ve Resulüne (dine) adamıştır.
47. Siyaseti bir ikbal ve dinden faydalanma kapısı olarak görmediği gibi, iman
hizmetinin mahiyetiyle de bağdaştırmamaktadır. Kur'an'da her Nebi'nin dediği gibi;
"Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum" demiş, ücret niyetiyle ve minnet
kokusu olur diye hediye dahi kabul etmemiştir.
48. Eş ve çoluk-çocuk yok, mal mülk yok, hürriyet ve güvenlik yok, sadece bir
tanecik sepette taşıdığı, ibrik, demlik ve termos. Fakat kalbinde dağlar gibi bir
iman. "Yere göğe sığmayan bir müminin kalbindedir."
49. Yukarıda anılan "dokuz masum bir tek cani"ye tekabül ediyor.
50. Masumları tehlike ve zarara sokmamak, adale-i İlahiye ve hakikat-i Kur'aniye'den
kaynaklanan itikadi, imani ve İslami bir vecibe olduğundan, asayişi muhafazaya kendimizi
dinen mecbur biliyoruz.
51. Biz itikadımız gereği dini siyasete alet etmeyiz, fakat onlar siyaseti dinsizliğe
alet etmek istiyorlar.
52. Komünist perdesi altında ama komünist de değil, anarşistlik. Bkz. 30. dipnot.
53. Silsile halinde yukarıdan gelen peygamber zincirinin halkasından da düşer,
ahirzaman Peygamberinin (sav) dininden çıkan iflah olmaz.
54. Ahirzamanla ilgili hadislerde geçen Ye'cüc ve Me’cüc hakkında ilginç bir
şerh.
55. Bkz. Said Nursi, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşr., İst. 1997, s. 206.
56. Metin Karabaşoğlu. "Devletçilik: Bir Zihniyetin Anatomisi", Köprü, Bahar
1997 No: 58, s. 7.
57. Bkz. Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 455.
58. Risale-i Nur eklektizminin farklı boyutları ve örnekleri hususunda bkz. Yolların
Ayrılış Noktasında İslam, Editör; İbrahim M. Abu-Rabi, Gelenek, İst. 2003 içinde
Metin Karabaşoğlu, "Metin ve Cemaat", s. 349.
59. Bu konuda bkz. Metin Karabaşoğlu, Risale Okumaları, Zafer Yay., İst. 2000,
Özelikle; "Parça ve Bütün", s. 75, Risale-i Nur'u Anlamak", s. 77, "Paradigmaların
Gölgesinde", s. 91.
60. Adalet-i mahza ve adalet-i izafiye ıstılahı ve Nursi'nin hukuk telakkisi
konusunda kapsamlı fakat iddiasız bir deneme için bkz. Ömer Faruk Uysal, Plüralist
Hukuk Felsefesi ve Bediüzzaman, Köprü, No: 70, Bahar 2000.
61. Bu konuda iki görüş vardır: "Lakin adalet-i izafiye cüz'ü külle feda eder.
Fakat muhtar cüz'ün sarihan veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla…" (Bkz.
Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, Yeni Asya Neşr., İst. 1995, s. 27.) beyanına dayanarak
"ilgilisinin rızası olmadan izafi adalet de olmaz" görüşü. Keza "hem bir masum,
rızası olmadan bütün insanlar için dahi feda edilemez. Kendi ihtiyarıyla, kendi
rızasıyla kendini feda etse o fedakarlık bir şehadettir ki, o başka meseledir."
(Bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşr., İst 1993, s. 153
vd.) "O başka meseledir…"le artık bu durumda konu hukukun ve adaletin ilgi alanı
dışında kalır" görüşü.
62. Bu konuda özellikle bkz. Uysal, Plüralist Hukuk Felsefesi ve Bediüzzaman,
s. 20-21. "Kur'an Adaleti ve Tarihi Dramımız" başlıklı bölüm.
63. Yolların Ayrılış Noktasında İslam içinde "Nur Dersaneleri ve Türkiye'de Yeni
Dini Bilincin Oluşumu", M. Hakan Yavuz, s. 371.
64. A.g.e. içinde Metin ve Cemaat: Risale-i Nur Hareketine Dair Bir Analiz Denemesi,
s. 337.
65. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşr., İst 1997, s. 253.
66. Sünuhat, s. 27. Nursi bu ilkeyi, "Sizin yaratılmanız da sizin diriltilmeniz
de tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir."(Lokman Suresi, 28)'e dayandırır.
(Bkz. Sünuhat, s. 32.)
67. Muhammed Esed, Kur'an Mesajı Meal-Tefsir, s. 1083-1084, Necm Suresi 38. ayet
Şerhi, İşaret Yayınları, 5. bs., İst. 2002.
68. Ahmet Akgündüz, Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları, OSAV Yay., İst. 1996,
s. 117-118.
69. Bünyamin Duran, Irkçılık, Milliyetçilik ve Müslümanca Bakış, Köprü, No: 52,
Güz 1995, s. 23.
70. Ahmed Şahin, Müslüman'ın Milliyetçililik Anlayışı, Yeni Asya Yay., İst. 1978,
s. 16.
71. Safa Mürsel, Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi, Yeni Asya Yay.,
İst. 1995, s. 231 vd.
72. Metin Karabaşoğlu, "Müspet Milliyetçilik" var mı?, Köprü, No: 52, Güz 1995.
Karabaşoğlu bu konuya ilk dikkat çeken yazardır.
73. Bu konuda kapsamlı bir çalışma için bkz. Milliyetçilik: Bir Din, Carlton
J. H. Hayes, İz Yay. İst 1995. Özellikle "Din Hissi" bölümü, s. 27 vd.; Milliyetçilik
Dini Üzerine Düşünceler, s. 211 vd.
74. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşr., İst. 1997, s.
96.
75. A.g.e., s.197.
76. Metin Karabaşoğlu, Devletçilik: Bir Zihniyetin Anatomisi, Köprü, No: 58,
s. 10.
77. Murat Çiftkaya, Sekülerizasyonun Üç Halkası: Benlik, Tabiat ve Devlet, Köprü,
No: 58, s. 61.
78. Devletçilik: Bir Zihniyetin Anatomisi, s. 8.
79. Ömer Faruk Uysal, Osmanlıyı Anlamak, Köprü, No: 65, Kış 1999, s. 105 vd.
80. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neşr., İst 1996, s. 125.
81. A.g.e., s.123.
82. A.g.e., s.124-125.
83. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşr. İst 1997, s. 352 vd.
84. Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, Yeni Asya Neşr., İst 1997, s. 25 vd.
85. Mektubat, s. 354.
86. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası II, Yeni Asya Neşr., İst 1997, s.
51.
87. A.g.e., s. 142.
88. A.g.e., s. 25.
89. A.g.e., s. 185.
90. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşr., İst 1997, s. 357.
91. A.g.e., s. 205.
92. A.g.e., s. 357.
93. A.g.e., s. 357.
94. A.g.e., s. 578.
95. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, Yeni Asya Neşr., İst 1997, s.
53.
96. Mektubat, s. 421.
97. Tarihçe-i Hayat, s. 575.
98. Emirdağ Lahikası II, s. 170.
99. Tarihçe-i Hayat, s. 195.
100. A.g.e., s. 213.
101. 1982 Anayasası, 2. madde.
102. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Yeni Asya Neşr., İst 1997, s. 256.
103. Şualar, s. 513.
104. Emirdağ Lahikası, s. 281.
105. Şualar, s. 260.
106. Emirdağ Lahikası I, Sinan Matbaası, İst 1954, s. 217.
107. Tarihçe-i Hayat, s. 52.
108. Metin Karabaşoğlu, Devletçilik: Bir Zihniyetin Anatomisi, Köprü, No: 58,
s.3-5.
109. Bu bölümdeki izahat büyük ölçüde, Dr. Nevin Abdülhalik Mustafa'nın El-Ezher
Üniversitesinde vermiş olduğu; "İslam Düşüncesinde Muhalefet" adlı doktora tezinden
yapılmıştır. (Ayışığı Kitapları, İst 2000, Çeviren; Vecdi Akyüz) Bildiğimiz kadarıyla
konusunda tek olan bu değerli ve kapsamlı çalışma, Nursi'nin muhalif tavrı ile geleneksel
İslam düşüncesindeki paralellik ve benzerliği ortaya koyma noktasında oldukça önemli
ve dikkat çekicidir.
110. Celaleddin Vatandaş, Tevhid ve Değişim, Pınar Yay., İst. 1999, s. 139-173.
111. Tarihçe-i Hayat, s. 131.
112. Nursi, Reis-i Cumhura gönderdiği dilekçede; "Bana hücum eden garazkarların
en esaslı sebebi, Mustafa Kemal'in dostluğu ve tarafgirliği sebebiyle beni eziyorlar…
bir hadis-i şerifin ihbarıyla 'Kur'an'a zararlı öyle bir adam çıkacak' dediğini
ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi" demektedir. Emirdağ Lahikası
I, s. 247.
113. Metin Karabaşoğlu, Devletçilik: Bir Zihniyetin Anatomisi, Köprü, No: 58,
s. 15-16.
114. A.g.m., s. 20.
115. Tarihçe-i Hayat, s. 225.
116. Kastamonu Lahikası, s. 84.
117. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.155.
118. Sünuhat, s. 64.
119. Emirdağ Lahikası I, s. 57.
120. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 154.
121. A.g.e., s. 6.
122. Emirdağ Lahikası II, s. 36.
123. A.g.e., s. 204.
124. Tarihçe-i Hayat, s. 136.
125. Hutbe-i Şamiye, s. 52.
126. Sözler, s. 446.
127. Hutbe-i Şamiye, s. 51.
128. Kastamonu Lahikası, s. 181.
129. Emirdağ Lahikası I, s. 157.
130. Kastamonu Lahikası, s. 115.
131. A.g.e., s. 190.
132. Münazarat, s. 53.
133. Ömer Faruk Uysal, Osmanlıyı Anlamak, Köprü, No: 65, Kış 1999, s.198.
134. İslam Düşüncesinde Muhalefet, Dr. N. A. Mustafa, s. 381.
135. Kur'an; 10/12 "İnsana bir darlık değince yan yatarken, otururken veya ayaktayken
bize yakınır durur. Ancak, Biz onun darlığını kaldırınca, sanki başına gelen darlıktan
ötürü bize hiç yakarmamış gibi çekip gider.". Ayrıca bkz. 17/83, 17/67, 10/21-22-23,
11/9, 30/33, 30/36.
136. Lem'alar, s. 41.
137. Emirdağ Lahikası I, s. 65.
138. Hekimoğlu İsmail, İslam Tarihi, Zaman, İst 2001, s. 69.
139. Lem'alar, s. 174.
140. Tarihçe-i Hayat, s. 637. Ayrıca bkz. Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi,
Safa Mürsel, Yeni Asya Yay., İst 1995, s. 261.