“War Between Nations and States is Relinquishing Its Place to War Between the Classes of Mankind.”

Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi
noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye îtibâriyle, beşer,
birkaç devri geçirmiş. Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri, ikinci devri
memlûkiyet devri, üçüncü devri esir devri, dördüncüsü ecir devri, beşincisi
mâlikiyet ve serbestiyet devridir. Vahşet devri dinlerle, hükümetlerle tebdil
edilmiş; nimmedeniyet devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri,
insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip, hayvan derecesine
indirmişler. Sonra bu memlûkler dahi bir intibâha düşüp, gayrete gelerek, o
devri esir devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten kurtulup, fakat
olan zâlim
düsturuyla yine insanların kavîleri zaif-lerine esir muâmelesi yapmışlar. Sonra,
ihtilâl-i kebîr gibi çok inkılâplarla, o devir de ecîr devrine inkılâp etmiş.
Yani, zenginler olan havas tabakası, avâmı ve fukarâyı ücret mukâbilinde
hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i sa’yi ve ameleyi küçük
bir ücrete mukâbil istihdam etmeleridir. Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye
vardı ki, bir sermâyedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde
bir milyon kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’1-arz
mâdenlerde çalışıp, kùt-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor.
Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa îlân-ı isyan
etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı
zîr ü zeber edip, geçen Harb-i Umûmiden istifade ederek, her yerde kök saldılar.
Şu bolşevizm perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif
fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için
bir cesâret vermiş.

Mektubat, s. 353, 354

Bir rüyâda demiştim: Devletler, milletlerin hafif muhârebesi, tabakat-ı beşerin
şedid olan harbine terk-i mevkî ediyor.

Zîrâ beşer, edvârda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur;
onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.

Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet,
esâret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor.

Sözler, s. 650

Bir saadet-i acile-i () müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve
mahdut olan hali, geniş istikbal ile mübadele eden kazanır."

Birden meclis tarafından denildi:

"İzah et!"

Dedim:

"Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevkî
ediyor. Zîra, beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez. Galip
olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha
şedîdane kapılacak idik. Halbuki, o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı alem-i
İslama münafi, hem ehl-i îmanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem
ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsa idik, alem-i İslamı
fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecek idik.

"Şu medeniyet-i habîse ki; biz ondan yalnız zarar gördük ve nazar-ı Şeriatta
merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvasıyla
mensûh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar; manen
vahşî bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecek idik."

Meclisten biri dedi:

"Neden Şeriat şu medeniyeti reddeder?"

Dedim:

"Çünkü, beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir; o
ise, şe’ni, tecavüzdür. Hedef-i kastı, menfaattır; o ise, şe’ni, tezahümdür:
Hayatta düsturu, cidaldir; o ise, şe’ni, tenazu’dur. Kitleler mabeynindeki
rabıtası, aheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfi milliyettir; o ise, şe’ni,
böyle müthiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşcî ve arzularını
tatmin ve metalibini teshîldir; o heva ise, şe’ni, insaniyeti derece-i
melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevîsine sebep
olmaktır. Bu medenilerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan,
hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.

Tarihçe-i Hayat, s, 118

"Şu âlemin ihtilâli nedir?"

Say’in sermaye ile mücadelesidir.

"Acaba ikisini barıştırmak çaresi yokmudur?"

Evet; vücub-u zekat ve hurmet-i ribâ, karz-ı hasen şerâit-i sulhiyedir. Şu riba
taşını altından çeksek, şu zalim medeniyet kasrı çökecektir.

"Gavurlardaki iki cereyanları nasıl görüyorsun?"

Şimdilik biri ‘necis’, biri ‘ences’tir. Tâhir-i mutlak ancak desâtir-i
islâmiyettir.

"Öyle ise iki cereyana da lanet!"

Evet. Lâkin bize ulaşmış olan encesin temizliği hesabına onun izalesine çalışan
necise ‘necis’ demekle onu da kendimize sıçratmak maslahat olmasa gerektir.

Mesela: Bir hınzır seni boğuyor. Bir ayı da onu boğuyor. Ayının bağrına
dürtmekle kendine maslahat etmek, akıldan ziyade cünundur. Zaten bir cinnet-i
müstevliye dünyaya dağılmıştır.

"Küfrün inşikakından ne görüyorsun?"

İttihad-ı islam.

İçtimâi Reçeteler-I, s. 230, 231

Üçüncü Mesele: Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa
zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki
parçalayıp onları yutsunlar.

Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var,
şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul
olanlara "Fikr-i milliyeti bırakınız" denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki
kısımdır:

Bir kısmı menfidir, şeâmetlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir,
diğerle-rine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve
keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman etmiş: ve Kur’ân da
ferman etmiş:

İşte şu hadis-i şerif, şu âyet-i kerime, kati bir surette menfi bir milliyeti ve
fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti
ona ihtiyaç bırakmıyor.

Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine
o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri
kazandırsın? Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle,
Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem
âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler.

Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için,
Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumî-deki
hâdisât-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu
gösterdi.

Beşinci Mesele: Asya’da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa’yı
her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatları o yolda feda ederek hareket
ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins
kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına bir jandarma
elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya tango bir kadın libası giydirilmediği
gibi, körü körüne taklit dahi çok defa maskaralık olur. Çünkü:

Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir cami
hükmün-dedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile
mescid vaziyeti bir olmaz.

Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru, ağleb-i hükemanın Avrupa’da gelmesi, kader-i
ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki, Asya akvâmını intibâha getirecek, terakki
ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise din ve kalbe
yardım etmeli, yerine geçmemeli.

Saniyen: Din-i İslâmı Hıristiyan dinine kıyas edip Avrupa gibi dine lâkayt
olmak, pek büyük bir hatadır. Evvelâ, Avrupa dinine sahiptir. Başta Wilson, Loyd
George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine mutaassıp olmaları
şahittir ki, Avrupa dinine sahiptir, belki bir cihette mutaassıptır.

Salisen: İslâmiyeti Hıristiyan dinine kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır; o kıyas
yanlıştır. Çünkü Avrupa dinine mutaassıp olduğu zaman medenî değildi; taassubu
terk etti, medenîleşti.

Hem din onların içinde üç yüz sene muharebe-i dahiliyeyi intac etmiş. Müstebit
zalimlerin elinde avâmı, fukarayı ve ehl-i fikri ezmeye vasıta olduğundan,
onların umumunda muvakkaten dine karşı bir küsmek hasıl olmuştu. İslâmiyette
ise, tarihler şahittir ki, bir defadan başka dahilî muharebeye sebebiyet
vermemiş.

Hem ne vakit ehl-i İslâm dine ciddî sahip olmuşlarsa, o zamana nispeten yüksek
terakki etmişler. Buna şahit, Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs devlet-i
İslâmiyesidir. Hem ne vakit cemaat-i İslâmiye dine karşı lâkayt vaziyeti
almışlar; perişan vaziyete düşerek tedennî etmişler.

Hem İslâmiyet, vücub-u zekât ve hur-met-i ribâ gibi binler şefkatperverâne
mesâ-il ile fukarayı ve avâmı himaye ettiği,
gibi kelimâtıyla aklı ve ilmi
istişhad ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himaye ettiği cihetle, daima İslâmiyet
fukaraların ve ehl-i ilmin kalesi ve melcei olmuştur. Onun için, İs-lâmiyete
karşı küsmeye hiçbir sebep yoktur.

İslâmiyetin Hıristiyanlık ve sair dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur
ki:

İslâmiyetin esası, mahz-ı tevhiddir; vesâit ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor,
icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, "velediyet" fikrini
kabul ettiği için, vesâit ve esbaba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Adeta
rububiyet-i İlâhiye-nin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir.


âyetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek
mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhafaza etmekle beraber, sabık
Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan
İslâmiyet için-de, dünyaca yüksek mertebede olanlar ya e-nâniyeti ve gururu
bırakacak veya dindarlı-ğı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayt
kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.

Mektubat, s. 311-313

Sekizinci Mukaddeme

Şu gelen uzun mukaddemeden usanma. Zira nihayeti, nihayet derecede mühimdir. Hem
de şu gelen mukaddeme her kemâli mahveden ye’si öldürür. Ve herbir saâdetin
mayası olan ümidi hayatlandırır. Ve mazi başkalara ve istikbal bize olacağına
beşaret verir. Taksime razıyız. İşte mevzuu, ebnâ-yı mâzi ile ebnâ-yı müstakbeli
muvazene etmektir. Hem de mekâtib-i âliyede elif ve bâ okunmuyor. Mahiyet-i ilim
bir dahi olsa, suret-i tedrisi başkadır. Evet, mazi denilen mekteb-i hissiyatla,
istikbal denilen medrese-i efkâr bir tarzda değildir.

Evvelâ: "Ebnâ-yı mazi"den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel
olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve
serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemaldir. Beşinci asırdan on
ikinci asra kadar ben "mazi" ile tabir ederim, ondan sonra "müstakbel" derim.

Bundan sonra, mâlumdur ki, insanda müdebbir-i galip, ya akıl veya basardır.
Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir.
Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ı kalbiyedir veya
temayülât-ı akliyedir. Veyahut ya hevâ veya hüdâdır. Buna binaen görüyoruz ki:
Ebnâ-yı mazinin bir derece safî olan ahlâk ve halis olan hissiyatları galebe
çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilâfat
meydanı aldı. Fakat ebnâ-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları,
heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine musahhar
eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir
derece tecellî etti. Beşaret veriyor ki: Asıl insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet,
sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan
olacaktır.

Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku
tevlid eden hissiyat ve müyûlât ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için
iknaiyat-i hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyûlâta tesir ettiren,
müddeâyı müzeyyene ve şâşaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatle hayale
me’nus kılmak, bürhanın yerini tutardı. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i
ric’iye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var.
Biz delil isteriz; tasvir-i müddeâ ile aldanmayız.

Vakta ki, hâl sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-i hikmetin
maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından ve yeni
tevellüde başlayan meyl-i taharrî-i hakikat ve aşk-ı hak ve menfaat-i umumiyeyi
menfaat-i şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkârâneyi intac eyleyen berahin-i
katıadan başka isbat-ı müddea birşeyle olmaz. Biz ehl-i hâliz, namzed-i
istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddeâ, zihnimizi işbâ’ etmiyor. Bürhan isteriz.

Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin hasenat ve seyyiatlarını
zikredelim. Mazi ülkesinde ekseriyetle hükümfermâ kuvvet ve hevâ ve tabiat ve
müyûlât ve hissiyat olduğundan; seyyiatından biri, herbir emirde-velev filcümle
olsun-istibdad ve tahakküm vardı. Hem de meslek-i gayra husumete, kendi
mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunurdu. Hem de bir şahsa
husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi. Hem de keşf-i hakikate
mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri idi.

Hasıl-ı kelâm: Müyûlât muhtelife olduklarından, taraftarlık hissi, herşeye
parmak vurmakla ihtilâfatla ihtilâl çıkarıldığından, hakikat ise kaçıp
gizlenirdi.

Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerin-dendir ki: Mesalik ve mezahibi ikame
edecek, galiben taassup veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü de
nazar-ı şeriatta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hemcinsiyeye ve
teâvün-ü fıtrîye münafidir. Hattâ o derece oluyor, bunlardan biri taassup ve
safsatasını terk ederek nâsın icmâ ve tevatürünü tasdik ettiği gibi, birden
mezhep ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki, taassup yerinde hak;
ve safsata yerinde bürhan; ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare
ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez.
Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve
bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı.

Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, inşaallah
istikbalde bitamamihî hükümfermâ, kuvvete bedel hak; ve safsataya bedel bürhan;
ve tab’a bedel akıl; ve hevâya bedel hüdâ; ve taassuba bedel metanet; ve garaza
bedel hamiyet; ve müyûlât-ı nefsaniyeye bedel temayülât-ı ukul; ve hissiyata
bedel efkâr olacaklardır-karn-ı evvel ve sanî ve salisteki gibi ve beşinci karna
kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet hakkı mağlup
eylemişti

Saltanat-ı efkârın icrâ-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi,
evham ve hayalât bulutlarından kurtulmuş, her yeri tenvire başlamıştır. Hattâ
dinsizlik bataklığında taaffün eden adamlar dahi o ziyayla istifadeye
başlamıştırlar.

Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, bürhan-ı kàtı’
üzerine teessüs ve her kemale mümidd olan hakk-ı sabitle hakaikı
rabteylemesidir. Bunun neticesi: Batıl, hak suretini giymekle efkârı aldatmaz.

Ey ihvan-ı Müslimîn!.. Hal, lisan-ı hal-le bize beşaret veriyor ki: Sırr-ı

boynunu kaldırmış, elle istikbale işaret edip, yüksek sesle ilân ediyor ki:
Dehre ve tabâyi-i beşere, dâmen-i kıyamete kadar hâkim olacak, yalnız âlem-i
kevnde adalet-i ezeliyenin tecellî ve timsali olan hakikat-i İslâmiyettir ki,
asıl insaniyet-i kübrâ denilen şey odur. İnsaniyet-i suğrâ denilen mehâsin-i
medeniyet, onun mukaddemesidir. Görülmüyor mu ki: Telâhuktan neşet eden
tenevvür-ü efkârla toprağa benzeyen evham ve hayalâtı, hakaik-i İslâmiyenin
omuzu üzerinden hafifleştirmiştir. Bu hal gösteri-yor ki, nücûm-u semâ-yı
hidayet olan o hakaik tamamen inkişaf ve tele’lü’ ve lem’a-nisar olacaktır.


Eğer istersen, istikbal içine gir, bak: Hakikatlerin meydanında hikmetin taht-ı
nezaret ve mura-kabesinde, teslis içinde tevhidi arayanlar, safsata ederek asıl
tevhid-i mahz ve itikad-ı kâmil ve akl-ı selim kabul ettiği akide-i hakla
mücehhez ve seyf-i bürhanla mütekallid olanlarla mübareze ve muharebe ederse,
nasıl birden mağlûp ve münhezim oluyor!

Kur’ân’ın üslûb-u hakîmânesine yemin ederim ki: Nasârâyı ve emsalini
havalandırarak dalâlet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve
ruhbanı taklit etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecellî ve inbisat-ı efkâr
nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan
teessüs ve bürhanla takallüdü ve akılla meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde
bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desâtirine mutabakat ve
muhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havâtiminden nev-i beşeri
vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor. Diyor:
ve
ve
ve
ve
ve
ve
ve

ve
ve

Ben dahi derim:

Hâtime


Zahirden ubûr ediniz. Hakikat sizi bekliyor. Fakat gördüğünüz vakit
incitmeyiniz. Esah ve lâzım…

Muhakemat, s. 30-33

Ribâ İslâma zarar-ı mutlaktır

Ribâ atâlet verir, şevk-i sa’yi söndürür. Ribânın kapıları, hem de onun kapları
olan bu bankaların her dem nef’i ise, beşerin en fena kısmınadır. Onlar da
gâvurlardır.

Gâvurlardaki nef’i, en fena kısmınadır; onlar da zâlimler.

Her dem zâlimlerdeki nef’i en fena kısmınadır. Onlar da sefihlerdir. Âlem-i
İslâma bir zarar-ı mutlaktır.

Mutlak beşer her dem refahı nazar-ı şer’îde yoktur. Zîrâ harbî bir gâvur
hürmetsiz, ismetsizdir; demi hederdir… Her dem.

Sözler, s. 670, 671

Hayat-ı ihtilâl mevt-i zekât, hayat-ı ribâdan çıkmış

Bilcümle ihtilâlât, bütün herc ü fesadât, hem asıl, hem mâdeni, rezâil ve
seyyiât, bütün fâsid hasletler,

Muharrik ve menbaı iki kelimedir tek, yahut iki kelâmdır.

Birincisi şudur ki: "Ben tok olsam, başkalar acından ölse, neme lâzım."

İkincisi: "Rahatım için zahmet çek. Sen çalış, ben yiyeyim. Benden yemek, senden
emekler."

Birinci kelimede olan semm-i kàtili, hem kökünü kesecek, şâfi devâ olacak tek
bir devâsı vardır.

O da zekât-ı şer’î ki, bir rükn-ü İslâmdır. İkinci kelimede zakkum-u şecer
münderic. Onun ırkını kesecek, ribânın hurmetidir.

Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtı vaz’ etmeli, ribâyı kaldırmalı.

Beşer, hayatını isterse enva-ı ribâyı öldürmeli

Tabaka-i havâstan tabaka-i avâma sıla-i rahim kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor

Sadâ-i ihtilâli, vâveylâ-i intikamı, kin ve hased enîni. Yukarıdan iniyor

Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm sâikası. Aşağıdan çıkmalı.

Tahabbüb ve itaat, hürmet ve hem imtisâl. Fakat merhamet ve ihsan yukarıdan
inmeli,

Hem şefkat ve terbiye. Beşer bunu isterse sarılmalı zekâta, ribâyı tard etmeli.

Kur’ân’ın adâleti bâb-ı âlemde durup, ribâya der: "Yasaktır; hakkın yoktur,
dönmeli."

Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. Müthişini yemeden bu emri dinlemeli.

Sözler, s. 648, 649