Whether Anarchy or Anomie?

Bizim nesil, 1970'li yılların ortalarından itibaren nerdeyse bütün
Türkiye sathını mezbahaya çeviren ve aslında sahici bir toplumsal tutamağı olmadığı
sonradan anlaşılan "anarşi"yle kucak kucağa yaşamıştı. O yıllarda yaşı 15 ile 30
arasında bulunan hemen her gencin en hafifinden ya alnına bir tabancanın namlusu
dayanmıştır ya da şanslıysa bir arbedede biraz hoyrat bir cerrahi operasyon(!) geçirmiştir.
Bunun o zamanların dilinde genel adı, "anarşi"ydi, olaylarda piyon olarak kullanılanların
boynuna da "anarşist" yaftası asılıyordu.

İşte o kaotik yıllarda bir sağduyu sahibi ses, rahmetli Cemil Meriç, toplumun
derisine değil, derinine nüfuz eden nâfiz bakışıyla meselenin künhüne eğilerek yaşanmakta
olanların gerçekte "anarşi" değil, Emile Durkheim'ın kast ettiği anlamda bir "anomi"
olduğunu haykırmıştı.

O kavga gürültü arasında duyan oldu mu? Pek sanmıyorum. Öyleyse hatırlamakta
fayda var söylediklerini:

"Anarşi? Belki. Anarşizm? Hayır… Bize göre bu tehlikeli macerayı vasıflandıracak
kelime, anarşiden çok "anomie"dir… "Anamie", ama hiçbir ülkenin benzerini görmediği
vahim, şümullü ve köklerini tarihin derinliklerine dayayan bir "anomie." Kamuslardaki
tariflerden hiçbiri ülkemizi tehdit eden büyük tehlikeyi kucaklayamıyor. Zira Avrupa
bizdeki değerler hercümercine hiçbir çağda şahit olmamış."

"Hızlı değişim dönemlerinde var olan kuralların kişiler nezdindeki bağlayıcılıklarının
kaybolması, buna karşılık yeni kuralların da eskilerinin yerine ikame edilecek kadar
kabul görmemesi sonucu kişilerin davranışlarını uyduracakları etkin toplumsal normların
olmadığı durum" ya da "toplumdaki kural ve değerlerin aşınmasının doğurduğu karmaşa
ve kuralsızlık durumu" diye tanımlıyor sözlükler anomi'yi.

Bu kitabî tanımlara rağmen Türkiye'deki durumun Durkheim'ın sözünü ettiği durumdan
daha farklı ve daha derin olduğu yolunda bir vehmin sahibiyim. Dikkat edilirse Durkheim'ın
getirdiği tanım, "var olan kurallar"dan, "hızlı değişim dönemleri"nden, "etkin toplumsal
normlar"dan söz ediyor ki, bu kavramların epeyce bir zamandır ne siyasî kültürümüzde,
ne de toplumsal yapımızda esamisinin okunduğunu hatırlamadığımız, cümlemizin malumudur.
Modern Batı toplumlarında geleneksel normların yerini kanunlar almıştır; bizdeyse
normsuzluk, yani anomi.

Bu nokta üzerinde ısrarla duruyorum; çünkü Cemil Meriç'in de Mağaradakiler'de
vuzuhla kaydettiği gibi (İstanbul, 1978, Ötüken Yayınları, s. 329), Batı'da Hıristiyanlık'tan
gelen kanun ve normların kendi sosyal tekamülleri neticesinde sekülerleşmesine mukabil,
bizde kurallarda kurumlaşmış bir sürekliliğin bir türlü tesis edilememesi yüzünden
dil, gelenek ve kanun dahil hemen bütün toplumsal bağların bir gecede kapının önüne
konulabilmesi, günümüzde Türk toplumunda yaygın olan anomik damarı doğuran ana etken
olmuştur. Söz konusu şirazeden çıkma telaşı, 1940'ların sonundan itibaren çeşitli
yazarlarca fark edilmiş, nitekim Milliyet'in Şeyhü'l-Muharrirîn'i Burhan Felek,
eski hayatın kurallarını tahrip ettikten sonra toplum olarak dağılmış tesbihe döndüğümüzü
yazabilmiştir.1

Öte yandan Cumhuriyet'e ve İnkılaplara toz kondurmayan rejimin silahşörü Falih
Rıfkı Atay bile 21 Ocak 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazısında, yeni
apartmanların ahşap evin seviyesine ulaşamaması bir yana, eski hayatımızdaki pek
çok anlamın da hızla yok olduğundan dertleniyor ve mezar taşlarımızın dahi manasız
mermer yığınlarına döndüğünden yakınıyor, çeyrek asırdır yaşanan tereddiyi itirafa
mecbur kalıyordu.2

Peki nedir Türkiye'de yaşanan ve yaşanmakta olanların gerçek anlamı? İçinde bulunduğumuz
kaosun sosyolojik bir açıklamasının yapılması gerekmiyor mu?

İşte tam bu noktada modern Avrupa toplumlarının "toplum" olma süreçleriyle bizimkisi
arasındaki bariz farkın üzerinde duran teorilere rastlıyoruz. Bunlar, aşağıdaki
görüşleri dile getirmişler öteden beri.

Feodalite, yani derebeyliği düzeninden millî devlete uzanan çizgide geliştirilen
siyasî ve sosyal teoriler, Magna Carta'dan bu yana Avrupa'da bir kontratlar (sözleşmeler)
düzenini getirmiş, baskı grupları, genel oy hakkı, insan hakları, meşrutî monarşi
gibi kavramlar, sözleşmenin vazgeçilmezliği şartı üzerine oturmuştur. Gerçi Ortaçağ'a
gidildiğinde, Goethe'nin Faust adlı eserinde en bariz örneğini gözlemlediğimiz 'şeytanla
sözleşme' teması da göstermektedir ki, Avrupa kültürü karşılıklı menfaate dayalı
sözleşmeci bir kültürün yabancısı değildir. Zira şiddet ve çatışmanın hiçbir zaman
eksik olmadığı bir kıtadır Avrupa.

Oysa bizde, 1703 Edirne Vak'ası gibi birkaç istisna hariç tutulacak olursa,3
sözleşmeler hep devlet cihetinden hazırlanmış ve toplumun önüne sunulmuştur: Halka
beğenmek ya da reddetmek seçenekleri de tanınmamış, anayasa açıkça dayatılmıştır.
İşte Tanzimat Fermanı, işte Islahat Fermanı, işte 1982 Anayasası… 1876 Anayasası
da Genç Osmanlıcı bir aydın-bürokrat kadronun padişahla işbirliği içerisinde hazırladığı
kısa ömürlü bir kontrattı.

1982 Anayasası'nda sureta reddetme imkânı bahşedilmiş görünüyordu topluma. Lakin
ilginç bir biçimde, "anarşist"(!) olmayı göze almaları gerekiyordu Anayasayı reddetmeyi
düşünenlerin. Önüne imzalaması için uzatılan sözleşmeyi, kendi tarafına çevirip
de okuması için bile zaman tanınmayan suçlu konumundaki insanların uyacakları kanunlar
ve normlar, tabiatıyla bunları devletlûlara imzalaması için baskı yapan burjuva
toplumlarındakinden derin farklarla ayrılacaktır. Anayasayı toplumun talepleri doğrultusunda
değil, bir tepki düzeyinde algılayarak hazırlayanlar kadar, onu bir kerecik çiğnemekte
mahzur görmeyenler de, mevcut anominin hızlandırıcı aktörleri olmaktan başka bir
şey yapmıyorlardı aslında. Yani yapanlar da yıkanlar kadar köksüz, kuralsız, yüzer
gezer bir kültürün içerisinde nefes alıp veriyorlardı.

Bence mesele bizim kurallı veya kuralsız bir toplum olmamızdan daha derinlerde
bir yerde duruyor. Bu da bizim içerisinde nefes alıp verdiğimiz kültürel atmosferin,
ahlakî ve derunî normlar mevcut bulunduğu zaman dahi sahip olduğu yitirgen (dissipative)
ve âsi boyut. Huge Kennedy bunu şehircilik bağlamında Madina to Metropolis adlı
kitabında yeterince vurgulamış ve İslam şehirlerinin kurallara direnen tabiatının
röntgenini çekmişti. Anomik damarımızın günlük hayatımızdaki tezahürleri bu bakımdan
oldukça ilginçtir.

Diyarbakır'ın kenar mahallelerinden söz etmiyorum, Ankara'dan Esenboğa'ya giden
yol üzerinde, şimdilerde yıkılıp rehabilite edilmeye çalışılan gecekondular neden
görülmedi dersiniz? Her Allah'ın günü o yıldan geçen cumhurbaşkanlarının, başbakanların,
bakanların, milletvekillerinin gözleri önünde yapılmadı mı bu binalar? Devlet neredeydi?
Ya da şöyle soralım: Halk bu mucizeyi nasıl başardı?

Tabii bir oyun oynanıyordu burada. Görmezden gelip oy alma oyunu. Kendine yenilen
bir toplum, nefsine yenilen fertler ve buna göz yumarak rant elde etme peşinde koşan
siyasîler, rüşvet çarklarına kovayla para dökülen bürokratlar. Kendine yenildik
ama Batı'da olduğu gibi, toplumları dışarıdan zinde tutacak bir iskele de kuramadık.
Sonuç, kuralsızlık: Kanunların kişiyi bağlamadığı bir durum, yani anomi.

Ama Durkheim'dan ve Cemil Meriç'ten ayrıldığım nokta, toplumumuzda cari bu anomik
damarın nevzuhur bir gelişme olmadığı, tersine, kökeni eskilere dayalı bir alışkanlıklar
zincirinin, iç dünya teknolojisi berhava edildikten sonra sınır tanımaz bir sel
gibi etrafı (hatta 1999 depremlerinde olduğu gibi kendini!) tahrip eden kör bir
güce dönüştüğü. Bu kör güç, görünüşte itaatkârdır ama bu itaat söylemini kendine
perde kılarak onun arkasında her türlü itaatsizliği icra edebilmektedir.

Oleg Kharkhordin, Global Modernities adlı kitaba yazdığı makalesinde, ironiyle
karışık, Sovyet İnsanı'nın (Homo Sovieticus'un) Batı'da modernlikten sonra ortaya
çıktığına inanılan postmodern tezahürleri zaten öteden beri göstermekte olduğunu
söylerken bunu kastediyordu sanıyorum.

Velhasıl, yaşamakta olduğumuz hercümerc içerisinde, her toplumsal kesimin yan
yana, hiçbir hiyerarşik ilişkiye girmeden beraberce bulunabileceği, 'her şeyin gidebileceği'
(everything goes) ve hakikatin çoğul olduğu, büyük anlatıların ortadan kalktığı
vs. yolundaki iddialarıyla tanınan gözde akım postmodernizmin çoğumuza oldukça sıcak
gelmesinin temelinde, iç ipliğimize değin işlemiş olan bu "anomik damar"ın varlığı
yeterince şeffaf bir şekilde görünmüyor mu dersiniz?

Bu yüzden 'Bizde anarşi var mıdır?' sorusu, Türkiye bağlamında yeterince anlamlı
değildir. Zira anarşi olması için de, olmaması için de archy'nin teessüs etmiş olması
lazımdır. Ama anomik damarımız buna müsaade etmiyor ki! Ve biraz şeytanca (diabolik)
düşünecek olursak, tam da bu yüzden anarşi toplumsal deri altında sürekli var ve
yine aynı nedenle anarşizm belli bir seviyenin üstüne çıkmıyor.

Öz

'Bizde anarşi var mıdır?' sorusu, Türkiye bağlamında yete-rince anlamlı değildir.
Zira anarşi olması için de, olmaması için de archy'nin teessüs etmiş olması lazımdır.

Bu çalışmada, Türkiye'de 1970'li yıllarda yaşananların ve yaşanmakta olanların;
Cemil Meriç'in ifade ettiği şekilde, gerçekte "anarşi" değil, Emile Durkheim'ın
kast ettiği anlamda bir "anomi" olduğu tartışılmakta; hatta Türkiye'deki durumun
Durkheim'ın sözünü ettiği durumdan daha farklı ve daha derin olduğu gözler önüne
serilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Anarşi, anomi, norm, sözleşme

Abstract

The question of 'whether anarchy exists in Turkey or not?' is not a sufficiently
relevant question in the context of Turkey. Since, to be able to discuss the existence
or non-existence of anarchy, the archy needs to be established before.

This piece of work discusses the events of 70s and contemporary times like Cemil
Meriç mentioned that these events have not been indications of "anarchy" eventually,
but "anomie" as Emile Durkheim proposed. Even, the author tries to underline that
the Turkish situation is more different and deeper than what Durkheim talked about.

Key Words: Anarchy, anomie, contract

Dipnotlar

1. Bkz. Geçmiş Zaman Olur ki…, 3. baskı, İstanbul 1985,
Felek Yayıncılık ve Hayal Belde Üsküdar, 3. baskı, İstanbul 1988, Felek
Yayıncılık.

2. Aktaran: Musiki Mecmuası, Sayı: 38, Nisan 1951, s. 21.

3. Naima Tarihi’nin 6. cildinin sonunda müstakil bir zeyl
halinde anlatılan bu olay hakkında özet bilgi için bkz. Mustafa Armağan,
"Cumhuriyetimiz 302 yaşında!", Osmanlı Tarihinde Maskeler ve Yüzler, İstanbul
2005, Timaş Yayınları, s. 108-111.