Three Verses and Three Traditions of Prophet on the Holy
War That are Misapprehended

Din, ayet ve hadislere dayanır. Dini metinlerin iyi anlaşılmaması
uygulamada bir takım ciddi problemlerle bizleri karşı karşıya bırakır. En fazla
yanlış anlaşılan ayet ve hadisler, daha çok cihad konusundadır. İslam'a muhalif
olanlar bunları yanlış anlamaya zaten meyillidirler. Ama bir kısım dindar insanların
bu tür dini metinleri din düşmanlarına haklılık verdirircesine yanlış anlamaları
cidden ibret vericidir.

Bu araştırmada şu ayet ve hadislerin açıklamasına yer verilmiştir:

"Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin. ulu'l-emrinize de…" (Nisa, 59)

"Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün…" (Tevbe, 5)

"Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın"
(Enfal, 39)

''Cennet kılıçların gölgesi altındadır'' (Buhari, Cihad, 22)

"Savaş bir hiledir" (Müslim, Cihad, 17)

"Sizden biri bir kötülük gördüğünde, gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse
diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Fakat bu,
imanın en zayıf mertebesidir." (Tirmizi, Fiten, 11)

"Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin; ulu'l-emrinize de…" (Nisa, 59)

"Ulu'l-emr" âmir, idareci anlamındadır. Ayet, Allah ve resulüne mutlak bir itaati
emrederken, idarecilere de atıf vavı ile itaat emretmiştir. Ancak bu itaat, kayıtsız
şartsız bir itaat midir, yoksa belli kayıtları var mıdır? Şu ayet, itaatin mutlak
değil, mukayyet olduğunu bildirir: "Müsriflerin (aşırı gidenlerin) emrine itaat
etmeyiniz. Onlar yeryüzünde bozgunculuk yaparlar ve ıslaha yanaşmazlar." (Şuara,
151-152)

Hz. Peygamber, bunu şöyle ifade eder: "Müslüman kişiye vacip olan, bir günahla
emredilmediği müddetçe, sevse de sevmese de dinlemek ve itaat etmektir. Fakat bir
günahla emredilse, dinlemek ve itaat etmek yoktur. (Tirmizi, Cihad, 29) Çünkü Allah'a
isyan olan şeyde, kula itaat edilmez. Diğer itaatler, vefakârlıklar, sadakatler
ancak Allah'a olan itaatin karşısında bulunmamak, bu itaate muhalif olmamak şartıyla
kabul edilebilir. Yoksa bu aslî itaatin muhalifi olan her itaat batıldır ve cevaz
verilmez.

Asr-ı Saadette yaşanan şu olay, konumuza ışık tutacak mahiyettedir:

Peygamber Efendimiz (asm), bir grubu sefere gönderir. Onlara, komutanlarına itaat
etmelerini hatırlatır. Yolda giderlerken, bazıları itaatte kusur eder. Sinirlenen
komutan, grubu durdurur, etraftan odun toplamalarını söyler. Toplanan odunları yaktırdıktan
sonra "Kendinizi bu ateşe atın" der. Asker, adeta şok olur. Kimi, "Peygamber itaat
etmemizi istemişti. Haydi, kendimizi atalım" derken, diğerleri karşı çıkar. "Bizler,
ateşten kurtulmak için peygambere tabi olduk. Ne diye kendimizi ateşe atalım ki?"
derler. Tartışma esnasında ateş söner; bu arada komutanın öfke ateşi de söner. Görevlerini
yapıp Medine'ye dönerler. Durum Hz. Peygamber'e anlatıldığında, şunu söyler: "Şayet
o ateşe girselerdi, hep ateşte kalırlardı. Allah'a isyan olan hallerde itaat yoktur.
İtaat, ancak maruf (meşru) şeylerdedir." (Ebu Davud, Cihad, 87)

Konumuzla alakalı olarak Bediüzzaman'ın şu yaklaşım tarzı son derece mühimdir:
"Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün
bütün ayrıdır." (Nursi, Şualar, s. 350) Şahısların hata ve yanlışları olduğu gibi
devlet ve hükümet yetkililerinin de bir takım yanlışları, hataları, adil olmayan
kanunları, evrensel hukuka aykırı uygulamaları olabilir. Böyle bir durumda vatandaşın
görevi bu yanlış uygulamalara medeni bir şekilde karşı durmak, hata ve yanlışların
düzeltilmesi için hukukî yollara başvurmaktır. Zaten sivil toplum kuruluşlarının
varlık sebepleri de budur.

Müslümanlar Müslüman olmayanlarla yaptıkları anlaşmalara bağlı kalmakla mükellef
midir?

İslam Hukuku ile ilgili kitaplarda genel bir kural olarak ifade edildiği üzere,
"Müslümanlar, yaptıkları sözleşmeye bağlı kalmakla mükelleftirler." Kur'an-ı Kerim,
şöyle der:

"Ahde vefa gösterin. Çünkü ahitten sorulacaktır." (İsra, 34)

Müşriklere savaş ilanını bildiren ayetin peşinden şu istisna getirilir:

"Ancak kendileriyle ahit yapıp da, sonra ahde riayette kusur göstermeyen ve kimseye
sizin aleyhinizde arka çıkmayan müşrikler bu hükümden hariçtir. Bunlara, ahitlerinin
bitimine kadar ahit gereğince muamele edin. Şüphesiz Allah, takva sahibi kullarını
sever." (Tevbe, 4)

Bir başka ayette de şöyle bildirilir:

"Onlar size karşı doğru oldukları müddetçe, siz de onlara doğru harekette bulunun!"
(Tevbe, 7)

Bu İlahi talimatlar doğrultusunda, Müslümanlar ahitlerine riayet etmişler, ahdi
bozan taraf olmamışlardır. Huzeyfe bin Yeman'ın anlattığı şu olay buna güzel bir
misaldir:

"Bedir savaşına katılmama engel şu oldu: Beni ve babamı Kureyş kâfirleri yakaladılar.
'Muhammed'e mi gidiyorsunuz?' dediler. 'Hayır, dedik. Sadece Medine'ye gidiyoruz.'
Bunun üzerine bizden ahit aldılar ve serbest bıraktılar. Hz. Peygamber'in yanına
ulaşınca durumu anlattık. 'Yolunuza devam edin, Medine'ye gidin, dedi. Ahitlerine
vefa gösterir, onlara galip gelmek için Allah'tan yardım dileriz." (Müslim, Cihad,
98)

Karşı tarafın ahdi bozup bozmadığı bazen çok net olmayabilir. Bu durumda yapılması
gerekeni, ayet şöyle bildirir:

"Eğer seninle ahit yapan bir kavmin hıyanetinden korkarsan, savaş açmadan önce
ahitlerinin sona erdiğini kendilerine ilan et. Çünkü Allah hainleri sevmez." (Enfal,
58)

Ayetten anlaşıldığına göre, karşı tarafın ahdi bozduğu çok net değilse, bunlara
birdenbire saldırmak caiz değildir. Bunun yerine, gerekçeleri gösterilerek anlaşmanın
hükümsüz hale geldiği bildirilmelidir. Böyle bir mert tavır gösterilmeksizin savaşa
girilirse, karşı taraf haklı olarak "Müslümanlar ahde vefasızlık gösterdi. Ahit
varken bize saldırdı" diye yaygara koparacaklardır. Büyük Kur'an müfessiri Hamdi
Yazır şöyle der:

"Hak, kâfire dahi taalluk etse yine haktır… Kâfirin küfrü hukukuna tecavüzü
mubah kılmaz." (Yazır II, 1451)

Zikredeceğimiz şu olay, Hz. Peygamberin ne derece ahde vefalı, hileden uzak,
dürüst bir hayat yaşadığının çok çarpıcı bir misalidir:

Müşrikler Hz. Peygamber'e İslam öncesi "Muhammedü'l-emin" diyorlar, en kıymettar
mallarını ona emanet ediyorlardı. Kendisine nübüvvet geldikten sonra, onun dinine
girmemekle beraber emanetlerini ona bırakmaya devam ettiler. Hz. Peygamber, müşriklerin
baskıları sonrası, çok sevdiği Mekke'yi terk etmek zorunda kaldı, Medine'ye hicret
etti. Ancak yola çıkmazdan önce, yanındaki o kıymetli emanetleri Hz. Ali'ye teslim
etti ve ertesi gün sahiplerine vermesini söyledi. "Savaş bir hiledir. Onlarla yapacağım
mücadelede bu mallara çok ihtiyacım olacak. Bunları yanımda götürürsem, hem onları
zayıflatmış, hem de Müslümanları güçlendirmiş olurum" şeklinde düşünmedi. Bundan
dolayıdır ki, sekiz yıl sonra Mekke'ye muzaffer bir komutan olarak girdiğinde, Mekkeliler
toptan Müslüman olmakta tereddüt etmediler.

"Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün…" (Tevbe, 5)

Cihad ve savaşla ilgili ayetleri bir bütün olarak ele almayan bazı kişiler, "…müşrikleri
bulduğunuz yerde öldürün…" gibi ayetleri, dar çerçevede ele alarak yanlış neticelere
varmaktadır. Onların bu hali, namaz kılmayan birinin, "İçkili iken namaza yaklaşmayın"
(Nisa, 43) ayetindeki "namaza yaklaşmayın" kısmını, namaz kılmayışına delil getirmesine
benzer. Kur'an'ın ayetleri hakkında hüküm verecek kişiler, onun nasihini-mensuhunu,
muhkemini-müteşabihini, evvelini-ahirini, hatta bütün Kur'an'ı iyi bilmek zorundadırlar.
Yoksa verecekleri hükümler yanlış olacaktır. Verdikleri hükümlerde, Kur'an'da olanı
yansıtmak yerine, kendi düşüncelerinde olanı yansıtacaklardır. Düzgün bir saraya
tutulan ayna, ancak düz ve şeffaf olduğunda sarayı aynen yansıtır. Eğri aynalar,
düzgün sarayı eğri gösterir. Tozlu aynalar net göstermez. Renkli aynalar ise, kendi
rengiyle gösterir. Kur'an'a yönelen insanların mahiyet aynaları da böyledir.

Bahsinde bulunduğumuz ayetin evvelinde, "Haram aylar çıktığında" kaydı vardır.
Arap yarımadasındaki müşriklere, ya İslâm'a girmeleri, ya da kendileriyle savaşılacağı
bildirilmiş, düşünmeleri için de dört ay müddet verilmiştir. (Tevbe, 1-3)

Ayetin sonunda ise, tevbe edip namazlarını kılmaları, zekâtlarını vermeleri halinde
serbest bırakılacakları anlatılmakta, "Şüphesiz Allah Gafur'dur, Rahîm'dir" ifadeleriyle
bitirilerek, Allah'ın affedici, merhametli olduğu nazara verilmektedir.

Bir sonraki ayet ise şöyle der:

"Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver. Ta ki Allah'ın kelamını
dinlesin. (Müslüman olmazsa) sonra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır.
Çünkü onlar, bilmeyen bir kavimdir." (Tevbe, 6)

Bu ayette, müşrikler hakkındaki İlâhî rahmetin eserlerini açıkça görmek mümkündür.
Müşriklere, bu dinin güzelliğini görmek, Allah'ın kelamını dinlemek fırsatı verilmelidir.
Çünkü, onlar bu dini bilmeyen bir topluluktur. Onlardan bu niyetle gelip görmek
isteyenlere eman verilir, yani emniyet içinde olduğu bildirilir. Gelir, görür, dinler
ve isterse kabul etmeyebilir. Kabul etmediğinde, "sen müşriksin" denilip öldürülmez.
Emniyet içinde olacağı yere ulaştırılır.

Kur'an'ın bütünlüğü çerçevesinde kıtal (savaş) ayetleri incelendiğinde, karşımıza
çıkan tablo işte budur. Durum böyleyken, bu ayetlerden "Kur'an'da inanç hürriyeti
yok", "Kur'an, Müslüman olmayanlardan başkasına hakk-ı hayat tanımaz" gibi hükümler
çıkarmak, hem Kur'an'ın esaslarına, hem de tarihi realiteye zıttır. Zira, Hz. Peygamber
(asm), hem kitap sahibi olanlarla, hem de kitapsız Araplarla barış ve saldırmazlık
anlaşmaları yapmış ve bunlara riayet etmiştir.

Sonraki dönemlerde de uygulama aynı minval üzere olmuş, gayr-i Müslim azınlıklar,
cizyelerini (vergilerini) vermeleri, kanunlara uymaları şartıyla, İslâm devletleri
bünyesinde rahatça yaşamışlardır.

"Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın"
(Enfal, 39)

Ayette, ehl-i imana iki hedef gösterilmiştir:

1- Fitnenin kökünü kazımak.

2- Allah'ın dinini hakim kılmak.

"Fitne" kelimesi "karışığını almak için altını ateşe koymak" anlamındadır. Bundan,
"mihnet ve belaya sokmak" manasında kullanılmıştır. İnsanları inancından dolayı
işkenceye tabi tutmak, ibadetine müdahale etmek, yurdundan sürüp çıkarmak gibi durumlar
hep birer fitnedir. Kur'an-ı Kerîm'de, "Fitne ölümden beterdir" denilir (Bakara,
191). "Ölümden daha ağır ne vardır?" dememek gerekir. Zira, ölümü temenni ettiren
hal, ölümden daha ağırdır.

"Hiçbir fitne kalmayıncaya kadar" ehl-i küfürle savaşmak, genel bir dünya barışını
hedef olarak gösterir. Her türlü fitneye son vermek, sulh ve sükûneti sağlamak,
Müslümanlar için varılması gereken bir hedeftir. Öyle ki, dünyanın uzak bir köşesinde
gayr-i Müslim bir devlet, bir başka gayr-i Müslim devlete zulmetse, Müslüman devletler
bu fitneye müdahale etmeli, haddi aşanlara hadlerini bildirmelidir.

Cihadın bu ulvî gayesine, şu ayet işaret eder:

"Size ne oluyor ki, 'Ya Rabbena, halkı zalim olan şu memleketten bizi çıkar.
Bize, tarafından bir sahip gönder. Bize katından bir yardımcı yolla!' diyen mazlum
erkek-kadın ve çocuklar için Allah yolunda savaşmıyorsunuz?" (Nisa, 75)

"Dinin bütünüyle Allah'ın olması" hedefi ise, beşerin beşere kulluktan kurtulup,
sadece Allah'a kul olmasını temin gayesine yöneliktir. Kur'an-ı Kerîm, Yahudî ve
Hıristiyanlardan bahsederken, "Onlar, âlimlerini ve rahiplerini Allah'tan başka
Rab'ler edindiler" der. (Tevbe, 31) Şüphesiz, herhangi birini Rab edinmek için,
ona "Rab" namını vermiş olmak şart değildir. Üstteki ayeti açıklayan hadiste belirtildiği
gibi, Allah'ın hükümlerini bırakıp rahiplerin helal kıldığını helal, haram kıldığını
da haram kabul etmek, onları Rab edinmek demektir. (Tirmizi, Tefsir, 9-10)

İslâm hür bir ortamda tebliğ edilebilmeli, bu dine girmek isteyenlere engel olunmamalı
ve bu dini yaşamak isteyen her fert, serbestçe yaşayabilmeli, kimse dininden dolayı
fitneye düşürülmemeli, ezaya maruz kalmamalıdır.

İşte cihad, bu hürriyetleri sağlamak ve bu hususta ortaya çıkan engelleri aşmak
içindir. Önündeki engeller kaldırıldığında, bütün insanlığın koşarak gireceği tek
İlâhi din, İslam olacaktır.

Şüphesiz, "dinin bütünüyle Allah'ın olması", başka dinlere hayat hakkı tanımamak,
o dinlerin mensuplarını zorla İslâm'a sokmak anlamında değildir. Tatbikatta da böyle
olmamıştır. Hz. Peygamber devrinden günümüze kadar, İslâm devletleri bünyesinde
başka din mensupları rahat bir şekilde yaşamışlardır. Gerek ülkemizde gerekse diğer
İslam ülkelerindeki aynı durum günümüzde de değişmemiştir.

Öte yandan, Kur'an'ın bu ayeti, İslâm'ın hamle gücünü ortaya koyar. Müslümanlara,
varmaları gereken nihaî hedefi gösterir.

''Cennet kılıçların gölgesi altındadır''

Bir söz değerlendirilirken, bir bütün olarak bakılmazsa yanlış neticelere varılır.
Hz. Peygamberin sadece üstteki kelamına bakarsak bunu savaşa teşvik olarak değerlendirmek
mümkündür. Hâlbuki Hz. Peygamberin bu hadisinin tamamı şöyledir:

"Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin. Allah'tan afiyet dileyin. Onlarla
karşılaştığınızda ise, sabredin. Bilin ki Cennet kılıçların gölgesi altındadır."
(Buhari, Cihad, 22)

Hz. Peygamber'in savaşa değil barışa talip olduğunun en güzel göstergelerinden
biri şudur: O, uygun görmediği isimleri değiştirmiştir. Mesela, Asi ismini Muti,
Asiye ismini Cemile yapmıştır. (Asi ve Asiye "isyan eden" anlamındadır. Muti ise,
"İtaat eden" demektir.) Ve bu meyanda "Savaş" anlamındaki "Harp" ismini, "Barış"
anlamındaki "Silm"e çevirmiştir.

Şu olay, Hz. Peygamber'in düşmanlarına karşı nasıl duygularla dolu olduğunu göstermede
bize engin ufuklar açabilir:

Hicretten sonra Mekke üzerine çöken kuraklık ve kıtlık yıllarında Peygamberimiz
Mekke'ye tahıl, hurma, hayvan yemi ve nakit ihtiyacı için altın göndererek yardımda
bulundu. Ümeyye b. Halef ve Safvan b. Ümeyye gibi Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri
bu yardımı kabul etmek istemedilerse de Ebu Süfyan Peygamberimiz hakkında "Allah
kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın. Çünkü O akrabalık hakkını gözetti" diyerek
şükran duygusunu ifade etmiştir.

"Savaş bir hiledir"

Resulullah Efendimiz (asm), "Savaş bir hiledir" buyurur. (Müslim, Cihad, 17)
Resulullah Efendimiz'in bu sözü, bazılarınca savaşta her türlü yalan, iftira gibi
şeylerin mübahlığı şeklinde anlaşılmış. Hâlbuki tarihen sabit olan odur ki, Resulullah
Efendimiz asla yalana tevessül etmemiştir. Ama düşmanı aldatabilecek harp oyunlarını
uygulamıştır. Başka yere sefer düzenliyormuş havası verip, sonra asıl hedefine yönelmesi,
Mekke'nin fethi öncesi, gece on bin yerde ateş yaktırması gibi durumlar buna örnek
olarak verilebilir. Yine, savaşlarda uygulanan, bozguna uğramış gibi yapıp, düşmanı
çember içine almak, soba borularını top gibi kale mazgallarına dizmek vb… hallerin
hepsi "savaş bir hiledir" sözünün örnekleridir. Savaşta yalanın caiz sayılmasını
da bu meyanda zikredebiliriz.

"Sizden biri bir kötülük gördüğünde, gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse
diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Fakat bu,
imanın en zayıf mertebesidir." (Tirmizi, Fiten, 11)

Bu hadisin yorumunda "elden murat devlettir, dilden murat âlimlerdir, kalpten
murat avam tabakasıdır" denilmiş.

Şüphesiz böyle bir yorum güzel bir bakış açısıdır. Bununla beraber, toplumda
görülen kötülükler karşısında, her insanın el olduğu yerler vardır, dil olduğu yerler
vardır, sadece kalben buğz etmekle yetinebildiği yerler vardır. Mesela, TV yayınlarının
kontrolünde devlet eldir. Programları tenkit eden vaizler, yazarlar birer dildir.
Fakat el durumunda olanlar, sadece dil mertebesinde kalıyorlarsa, vazifelerini yapmıyorlar
demektir. Konuşması lazım gelenler, sadece kalben buğz etmekle yetiniyorlarsa, imanın
en zayıf mertebesindedirler anlamındadır.

Mesela, aile açısından üstteki hadisi değerlendirdiğimizde, anne babanın aile
devletinde hem el, hem de dil olduklarını görürüz. Ailede problemler yaşayan biri
"devlet gelsin, benim problemlerimi halletsin" diyorsa acınacak bir zavallı olduğunu
ilan ediyor demektir.

Öz

Din, ayet ve hadislere dayanır. Dini metinlerin iyi anlaşılmaması uygulamada
bir takım ciddi problemlerle bizleri karşı karşıya bırakır. En fazla yanlış anlaşılan
ayet ve hadisler, daha çok cihad konusundadır. İslam'a muhalif olanlar bunları yanlış
anlamaya zaten meyillidirler. Ama bir kısım dindar insanların bu tür dini metinleri
din düşmanlarına haklılık verdirircesine yanlış anlamaları cidden ibret vericidir.

Bu araştırmada :

"Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin. ulu'l-emrinize de…" (Nisa, 59)

"Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün…" (Tevbe, 5)

"Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın"
(Enfal, 39)

''Cennet kılıçların gölgesi altındadır'' (Buhari, Cihad, 22)

"Savaş bir hiledir" (Müslim, Cihad, 17)

"Sizden biri bir kötülük gördüğünde, gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse
diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Fakat bu,
imanın en zayıf mertebesidir." (Tirmizi, Fiten, 11) ayet ve hadislerin açıklamasına
yer verilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Cihad, ulu’l-emr, itaat, fitne, savaş, hile

Abstract

Religion is based on verses and traditions of Prophet. The deficient understanding
of religious texts might end up in some serious problems while trying to practice
the religious duties. We come across with the highest numbers and degree of misunderstandings
on the verses and traditions of prophets about the holy war. The opponents of Islam
tend to misunderstand these in any rate. But, some of the religious people misunderstand
this also. This is a very lesson for us that religious people misunderstand those
texts as proving the enemies of religion. This research places the explanations
of some of the verses and traditions of the prophets:

"O you who believe! Obey Allah and obey the Messenger and those in authority
from among you…" (Nisa, 59)

"So when the sacred months have passed, slay the idolaters wherever ye find them…"
(Tevbe, 5)

"And fight with them until there is no more persecution and religion should be
only for Allah… " (Enfal, 39)

''Heaven is under the shadow of the swords.'' (Buhari, Cihad (Holy War), 22)

"War is a trick" (Müslim, Cihad (Holy War), 17)

"When some of you see an evil act, then he should try to correct it with his
hand if he possesses the sufficient power for this. If not, then he has to try to
correct it with his tongue. If he also can not do this, then he should at least
condemn that deed from his heart. The last one is the weakest level of the faith.
" (Tirmizi, Fiten, 11)

Key Words: Religious war, the rulers, obedience, disorder, war, trick