"Fight against Terror": On the Intellectual Sources of
the Neo-Conservative Thought in America

Bu makale, Amerika’da Ronald Reagan’la başlayan; ancak
meyvelerini George W. Bush’un başkan olduğu dönemde en görünür şekilde veren bir
gizli inkılabın dehşet verici hikayesidir. Bu makalede sadece akademik kaynaklar
kullanılmıştır ve birincil kaynaklardan yararlanılmıştır. Anlatılan bir komplo
teorisi değildir. Pratiğe geçirilen bir düşünce sisteminin, ilginç ve de sarsıcı
bir felsefenin tasviridir. Amerika’da hakim yeni muhafazakar (neocon) düşüncenin
entelektüel kaynakları Leo Strauss ve Carl Schmitt’tir. Bunlardan biri Alman
göçmeni Yahudi bir siyaset profesörü, diğeri ise Nazilerin en önde gelen
ideologlarından biridir. Arkadaş olan bu iki düşünürün fikirlerindeki ortaklık
gerçekten dehşet vericidir. Ancak daha da korkutucu olan şey bu fikirlerin
hayata geçiriliyor olmasıdır.

Leo Strauss Almanya’da

Leo Strauss, 1899 yılında Almanya’nın Hessen bölgesinde doğdu. Babası Yahudi bir
esnaftı. Liseden sonra askere gitti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman
ordusunda tercüman olarak çalıştı. Gençlik yıllarında o zamanın milliyetçi
mukaddesatçı akımlarına ilgi gösterdi. 1921 yılında Hamburg Üniversitesi’nde
Ernst Cassirer’nin yanında felsefe alanında bir doktora tezi yazdı. Akademik
hayatı sırasında Edmund Husserl ve Martin Heidegger gibi ünlü Alman
filozoflardan etkilendi, derslerine katıldı. 1930 yılında Spinoza üzerine bir
kitap yayınladı. Almanya hayatı 1932 yılına kadar sürdü. 1932’de bir burs
bularak Paris ve Londra’da Thomas Hobbes üzerine araştırmalar yapmak üzere
Almanya’dan ayrıldı. O sıralarda Naziler iktidara geldi. Nazilerin iktidara
gelmesiyle pek çok Yahudi Fransa ve diğer Avrupa ülkelerine kaçmak zorunda
kaldı. Leo Strauss öyle Yahudilerden değildi. Çünkü onun Nazilere bakışı
farklıydı. Leo Strauss’un asıl nefret ettiğı Naziler değildi. Onun nefret ettiği
şey Weimar’di. Peki Weimar’dan neden nefret ediyordu?

Weimar Cumhuriyeti ve Liberalizm

Weimar Cumhuriyeti olarak bilinen Birinci Dünya Savaşı sonrası Alman devleti hiç
kimseye yaranamayan bir devletti. Bu devletin en belirgin özelliği "liberalizm"i
benimsemiş olmasıydı. Kanun hakimiyeti, eşit bireysel haklar ve özgürlükler gibi
evrensel ilkeler üzerine kurulmuş olan bu devlet Almanların çoğuna göre
Almanya’nın üzerinde eğreti duruyordu. Çünkü Almanlar, evrenselci bir ideoloji
olan liberalizmin ve evrenselciliğin Fransızların ve İngilizlerin malı olduğunu
düşünüyorlardı. Liberalizm gömleğinin Almanların üstüne Birinci Dünya Savaşı
sonrası giydirilmiş olması onları rahatsız ediyordu. Almanların istediği şey
kimilerine göre birey değil cemaat, ticaret değil hakimiyet idi. Almanya
dışarıda uluslararası kurallarla içeride ise liberalizmin evrensel kuralları ile
derdest edilmiş, köşeye sıkışmış haldeydi. Kimine göre Almanya hükümran bir ülke
değildi.

Carl Schmitt: Tehlikeli Bir Deha

Almanların dehasıyla korkutan düşünürlerinden biri olan Carl Schmitt, 1932
yılında yayımladığı The Concept of The Political (Siyaset Kavramı) isimli
kitabında, siyaset kavramının ne anlama geldiği sorusunu inceledi. Almanya’nın
çoğulculuk ve farklılıklara saygı gibi ilkelerle milli birliğini kaybetme
tehlikesi ile karşı karşıya kaldığını düşünen Schmitt, "siyaset" ile "Siyaset"
arasında bir ayırım yaptı. Bunlardan ilki teknik "idare", yani günümüzdeki
devletlerdeki yaygın şekliyle parti siyaseti ve kurumların yönetimi anlamında
siyaset idi. İkincisi ise "irade" anlamında siyaset idi. Schmitt liberalizmin
Siyaseti (the political) siyasete (politics) dönüştürdüğüne inanıyordu.
Schmitt’e göre devlet bir milletin ifadesiydi ve siyasetin yegane yapıcısı idi.
Peki "irade" ile ilişkilendirilen siyaset tam olarak neydi?

Dost Versus Düşman

Carl Schmitt, her hayat alanının kendine göre kriterleri olduğunu ileri sürdü:
Mesela, estetiğin kriteri güzel ve çirkin idi. İktisadın kriteri kar ve zarardı.
Ahlakın kriteri hayır ve şerdi. Peki ya siyasetin kriteri neydi? Carl Schmitt’e
göre siyasetin kriteri şuydu: "Dost ve düşman." Schmitt’e göre devletin görevi
kimin dost kimin düşman olduğuna karar vermekti. Düşman olmadan Siyaset
olamazdı. Fakat bu düşman çirkin veya iktisadi olarak zararlı olmak zorunda
değildi. Düşman "temiz" düşmandı. Bugün düşman olan yarın dost olabilirdi.
Düşman neye göre seçilecekti?

Düşman herhangi bir sebep veya kritere dayanılarak seçilebilirdi. Ancak düşman
bireysel bir düşman değildir. Hem dost hem de düşman kategorisi kollektif
kategorilerdir. Yani düşman "halk" düşmanıdır. Kimin düşman olduğuna karar verme
makamı hükümranlığın makamı olan devlettir. Siyaset bu dost-düşman ayrımına
bağlıdır. İçerikler değişebilir, ancak ayırımın kendisi baki kalmak zorundadır.
Bu ayırımın tabii ve gerekli sonucu ‘savaş’tır. Savaşsız bir dünya siyasetsiz
bir dünyadır. Eğer düşman yoksa (savaş da yoktur) Siyaset de yoktur. Ayrıca
düşman sadece dış düşman olmak zorunda değildir. İç düşman da seçilebilir.
Siyaset alanı kendine başka bir alanı (din, milliyet vs) dost düşman ayırımını
uygulama alanı yapmak üzere kullanabilir. Nihai otorite olan devlet hem kendi
vatandaşlarından hayatlarını feda etmelerini ister hem de düşmanın hayatına son
verir. Devletin başı (lider) düşmanı tespit eder ve milleti harekete geçirir.

Carl Schmitt "insanlık" diye bir düşünceye inanmaz. İnsanlık (insaniyet,
humanity) fikri "düşman" kavramına müsaade etmediği için tehlikeli bir fikirdir.
Çünkü o zaman savaşlarda düşman insanlığın düşmanı olarak gösterilir ve savaşan
taraf kendisini insaniyetin temsilcisi, karşı tarafı ise vahşi ve gayriinsani
olarak gösterir. Halbuki savaş ve düşman siyasi kategorilerdir, medeniyetle veya
insanlıkla ilgili kategoriler değildir.

Carl Schmitt her cemaatin kendine özgü bir karakterinin olduğunu faklı hayat
tarzları ve şeriatların bulunduğu bir dünyada evrensel kategorilere yer
olmadığını söyler. Bu gerçeğe rağmen, liberalizm evrensellik iddia ve varsayımı
ile herkese eşitlik verir ve dost-düşman ilişkisini ticari rekabete çevirir.
Özetle, liberalizm (Kantcı gelenek) Siyaseti yok ederek "irade"nin yerine
"idare"yi getirmiştir.

Hükümranlık

Political Theology (Siyasi Kelam) isimli bir başka eserinde "hükümranlık"
(egemenlik, sovereignty) kavramı üzerine yazan Schmitt, ortaçağ dönemi Katolik
düşünürlerden hareketle devlete dair tahliller yapar. Hükümran’ın özelliklerini
‘istisna’ kavramını kullanarak anlatır. Özetle ifade etmek gerekirse "irade"nin
sarfı ancak kayıt altında olmaksızın yapılırsa gerçek anlamda bir ‘tercih’ten
söz edebiliriz. Ama zaten kurallar neyin tercih edilmesi gerektiğini
belirlemişse yapılan tercih bir irade sarfı değil, bir kuralın, mantığın
uygulanmasıdır. Schmitt’e göre "olağanüstü hal" ilan ettiğinde devlet devlet
olur. Çünkü tam o zaman hiç bir kanun ve kurala tabi olmadan kararlar alır.

Anayasa ile zaptu rapt altına alınmış bir devlet, hükümran bir devlet değildir.
Çünkü anayasanın (kanunun) kaynağını (sari’i, hükümranlığı) inkar eden, bunu hiç
yokmuş gibi görmezden gelen bir devlette Siyaset yoktur. İrade’yi reddettiği
için liberal devlet bir şirket yönetimine, bir idareye dönüşmüştür. Yani
Siyaset’in (the political) siyaset’e (politics) dönüşmesi söz konusudur. Eşit
şekilde herkesin olan bir devlet esasen hiç kimsenindir. Bunu görmek için de
kriz zamanına, olağanüstü hale bakmak lazım. Olağanüstü hali ilan edip anayasayı
(kanunu) rafa kaldırabilen her kimse hükümran odur. Bunu yapamayan, yani mutlak
kanunlarla bağlanmış bir devlet hükümran bir devlet değildir.

Buraya kadar anlatılanın Türkçesi şudur: Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulmuş
olan yeni Alman devleti, Weimar Cumhuriyeti hükümran bir devlet değildir. Zira
Siyaset bastırılmıştır. Nitekim, sürekli kriz yaşayan Weimar Cumhuriyeti’nde
devletin yapısından (liberalizm’den) memnun olmayanların listesi bir hayli
şişkindir: Komünistler, Sosyalistler, milliyetçiler, Naziler… İlk başta
Nazi’lere mesafeli olan Carl Schmitt, Naziler iktidara gelince Nazilerin
Almanya’ya yeniden Siyaseti ve hükümranlığı getireceklerini düşünerek destek
verdi. Hatta onların resmi ideoloğu oldu. Carl Schmitt’in dostu olan Leo Strauss
hem Schmitt’ten etkilendi hem de onun görüşlerini yeterince radikal bulmadı. Bir
Yahudi olan Leo Strauss nasıl oluyordu da bir Nazi ideoloğu olan Carl Schmitt’le
benzer fikirlere sahip olabiliyordu?

Leo Strauss ve Kaynakları

İlk kitabını Spinoza üzerine yazan Leo Strauss, ikinci kitabını Endülüslü ünlü
filozof Maimonides (İbn Meymun) üzerine yazdı. Müslüman Arap devleti olan ve geç
dönem İslam felsefesinin en gelişkin olduğu coğrafya olan İspanya ve Magrib’te
yaşayan Maimonides’in Leo Strauss üzerindeki etkisi çok ama çok büyüktür.
Maimonides aracılığı ile keşfettiği ve derinden etkilendiği diğer iki düşünür de
yine Endülüslüdür: Farabi ve İbn Rüşd. Maimonides, Farabi ve İbn Rüşd’ün
fikirlerinden etkilenen Leo Strauss kadim felsefenin modern felsefeden üstün
olduğuna inanır. Bu filozoflar üzerinden Eflatun’a (Plato) bakan Leo Strauss
neredeyse felsefenin Eski Yunan ve kadim dönemde doruk noktasına ulaştığına
inanır. Strauss’un ilişkili ancak birbirinden ayrı iki entelektüel çizgiden,
felsefi anlayıştan etkilendiği söylenebilir. Birinci çizgide "kadim filozoflar"
bulunuyor. Başta, Maimonides olmak üzere Endülüs filozofları ve Eflatun. İkinci
çizgide ise modern zamanın filozofları vardır. Kendilerini yer yer eleştirse de
etkilendiği isimler şunlardır: Nietzsche, Heidegger ve Carl Schmitt. "Nazi
teorisyeni" olarak da bilinen Carl Schmitt’in fikirlerinden yukarıda kısaca
bahsettik. Yine Nazilere verdiği destek yüzünden eleştirilen ancak felsefeye
etkisi de takdir edilen Heidegger ve yine fikirleri ile Nazizmin felsefi
temellerini attığı iddia edilen Nietzsche’nin ortak tarafları "varoluşçu"
felsefi geleneği temsil etmeleridir. Kadim felsefe ve modern varoluşçuluk’un
yanısıra Hobbes ve Machiavelli gibi siyaset düşünürleri de Leo Strauss’un
düşünce dünyasını şekillendirmiş entelektüel kaynaklardır.

Filozof ve Hakikat

Londra’daki araştırmalarını tamamlayıp Thomas Hobbes’in Siyasi Felsefesi (1936)
başlıklı kitabını yayımlayan Leo Strauss, 1937 yılında Amerika’ya geçer. New
York’taki Columbia Üniversitesi’nde çalışır. 1938-48 yılları arasında yine New
York’taki New School’da siyaset bilimi ve felsefe dersleri verir. Bu dönemde
yazdığı iki kitap son derece önemlidir: On Tyranny (1948) (Ceberutluk Üzerine)
ve Persecution and the Art of Writing (1952) (İstibdad ve Yazma Sanatı). Bu
kitaplarında istibdadın tabiatına ilişkin analizler yapan Strauss, bu arada
kadim filozofların yaptığını ileri sürdüğü birşeyi yeniden hayata geçirir. O da
birden fazla muhatap için yazmak. Yani Strauss’a göre kadim filozoflar hem
havassa hem de avama hitap etmişlerdir. Üstelik anlamlar bu iki grup için farklı
ve hatta zıt olabilir. Bu yüzden eskilerin eserlerini okurken bu iki manayı
birden görmek gerekir. Zira eskiler havassa farklı, avama farklı bir hakikat
dersi vermişlerdir. Yani özetle Strauss, filozofun şifreli yazması gerektiğine
inanır ve kendisi kendi eserlerini şifreli yazdığını şifreli bir dille söyler.
Burada söz konusu olan şey filozofun aynı hakikati iki ayrı şekilde ifade etmesi
değildir. İki farklı hakikati aynı yazıda ifade etmesidir. Peki hakikat nasıl
farklı iki şey olabilir?

Strauss’a göre hakikat iki olamaz. Hakikat sadece havassa söylenir. Çünkü
hakikat tehlikelidir. Avamın eline geçmemelidir. Avamın eline tutuşturulan
esasen bir yalandır. Eflatun’dan beri yapılan budur. Umumun selameti ve hayatın
devamı için avamın eline "asil yalan"lar (noble lies) tutuşturulmalıdır.
Hakikatin bu özelliği filozofu gizli saklı olmak zorunda bırakır. Filozof sadece
kendisini anlayabilecek olan talebelerine hakikati söyler. İçeriye konuştuğu
gibi dışarıya konuşamaz. Asil yalanlar söylemek ve baskıya uğramamak için
şifreli yazmak zorundadır. Peki tehlikeli olan hakikat nedir? Hakikat
tehlikelidir. Çünkü filozofun keşfettiği hakikat "Allah’ın yokluğu"dur. Avamı bu
hakikatten uzak tutmak için filozof asil yalanlar söyler. Kendisi Allah’a
inanmasa da inanıyor gibi görünür. Dışarıya onları meşgul edecek yalan hakikati
anlatır. Leo Strauss’un hakikate, felsefeye ve yazmaya ilişkin bu görüşleri son
derece önemlidir. Çünkü, bu görüşler gün gelecek bir kadroya yön verecektir.

Leo Strauss, 1949 yılında Chicago Üniversitesi’nde siyaset felsefesi profesörü
olur. Bu önemli bir tarihtir. Çünkü bu tarihten sonra Strauss kendi
(talebelerini değil) müritlerini yetiştirmeye başlayacaktır. Diğer fikirlerine
ve müritlerinin etkisine geçmeden önce bu dönemde yayınladığı eserlerine bir
bakalım: Natural Right and History (1953) (Tabii Haklar ve Tarih), Thoughts on
Machiavelli (1958) (Makyavelli Üzerine Düşünceler), What is Political
Philosophy? (1959) (Siyasal Felsefe Nedir?), The City and Man (1964) (Rejim ve
İnsan), Socrates and Aristophanes (1966), Liberalism Ancient and Modern (1968)
(Eskisi ve Yenisiyle Liberalizm). 1973 yılında ölen Leo Strauss’un ölümünden
sonra yayınlanan iki eseri daha bulunuyor.

Felsefi Bir Tarikat

Chicago Üniversitesi’nde bulunduğu dönemde çok sayıda öğrenci yetiştiren
Strauss’un öğrencileri ile ilişkisinin bir tür şeyh-mürit ilişkisi olduğu
söylenmektedir. Gizlilik ve elitism üzerine kurulu bir tarikat olarak işleyen bu
grubun bir gün gelip Amerika’nın kaderine yön vereceğine o zamanlar hiç kimse
ihtimal vermemiştir. Ancak Leo Strauss’un fikirleri tam bir siyasi proje
gibidir. Hem iktidar reçetesi olarak algılanır hem de felsefi cazibesi olan
fikirlerdir. Ayrıca havassa has, yani elitlere özgü gizli kapaklı hakikatlerden
bahsettiği için takipçileri içeride farklı şeylere inanırlar ve dışarıda farklı
görünürler.

Leo Strauss’a göre bir toplumda üç grup insan vardır: Bilge insanlar
(filozoflar), beyler (yöneticiler) ve halk (kitleler). Eski dilde bunlar
sırasıyla hükema, ümera ve avamdır. Bunların ilişkisi son derece ilginçtir.
Hakikati bilen ve ondan zevk alan filozof hakikati kendine saklar ve iktidara
direkt talip olmaz. Şan şöhret ve kahramanlık peşinde olan beyler filozofların
(bilge adamın) oyuncağı gibidir. Filozof devlet yöneticisini yönlendirerek kendi
iktidarını ve fikirlerini tahakkuk ettirir. Yığınlarla direkt muhatap olunmaz ve
onlara hakikat verilmez. Onlar asil (soylu) yalanlarla yönlendirilir, adam gibi
bir arada yaşamaları sağlanır. Avamı bir arada tutmak ve onlara sahte bir anlam
duygusu aşılamak için filozof çeşitli araçlar kullanmak zorundadır. Bu araçların
başında din gelir. Filozof için her türlü araç mübahtır. Galeyan hissi, savaş
durumu, dini duygular, cemaat hissi insanların idaresi ve devletin bekası için
gerekli araçlardır. Filozofun kendisi dine inanmasa da avamda dini teşvik
etmelidir. Ancak hakikatin künhüne sadece havas vakıf olmalıdır.

Liberalizmin Günahı

Leo Strauss’un bu görüşlerinin liberalizm karşıtlığı ile çok yakın bir ilişkisi
bulunuyor. Çünkü liberalizm avam-havass (elit ve yığınlar) ayırımını lağvettigi
gibi hakikatin herkesçe ulaşılabilir birşey olduğuna inanır. Kökeni Aydınlanmaya
dayanan liberalizm insanlara sorgulamayı ve hakikati bulmayı teşvik eder.
Eşitlik ve akılcılık fikirleri avamı hakikati aramaya teşvik eder. Halbuki
hakikat tehlikelidir. Avam hakikati bulduğunda (yani Tanrı’nın yokluğunu
keşfettiğinde) düzen kaybolur.

Hem liberalizmin hem de demokrasinin (insanların eşitliği ve yönetimde eşit söz
hakkı anlayışlarının) düşmanı olan Leo Strauss, hem hakikati küçük bir sınıfa
mahsus tutar hem de toplumun selameti için yalanlarla kitlelerin yönetilmesi
gerektiğini salık verir. Liberalizm ve demokrasinin ikisine de düşman olmasına
rağmen demokrasiyi liberalizme tercih eder. Çünkü liberalizm herkese eşitlik
verirken, demokrasi sadece bir toplumun içindekilere eşitlik verir.

Strauss’a göre dünyadaki en büyük tahakküm liberalizmin tahakkümüdür. Devleti ve
hükümranlığı inkar etmek ve silmek suretiyle insanların elini kolunu bağlayan
bir sistemdir. Liberalizmin bütün dünyayı yutmasına (her tarafı yekpare eşit ve
kanuna tabi kılmasına) müsaade etmemek lazımdır. Zira Weimar Cumhuriyeti
liberalizmin hakim olduğu bir devletti. Neticede Nazizmin iktidarına yolaçtı.
Dünyadaki en önemli proje liberalizme karşı mücadele vermektir. Bu alandaki
engellerden biri de uluslararası kurumlar ve antlaşmalardır. Çünkü bunlar
liberalizmin ürünü olan kurumlardır. Leo Strauss ve takipçileri uluslararası
antlaşmalara tabi olmamayı ve Birleşmiş Milletler gibi Siyaseti yok eden kural
ve prosedürlerden Amerikan devletini kurtarmak gerektiğine inanıyorlar.

Nazizm’den hoşlanmasa da Strauss’un önerdiği şey alternatif bir faşizmdir.
Liberalizme karşı yürütülecek savaşta her yol mübahtır. Kanunlarda (anayasada)
delik açmak için olağanüstü hal ilanı (11 Eylül) ve hükümranlığı hakim kılmak
gerekir. Soylu yalanlar yoluyla toplumda hem istisnai durumlar yaratmak hem de
duyguları tahrik etmek gerekir. Liberalizme karşı yürütülecek savaş için gerekli
şeylerin başında "savaşlar" gelmektedir. Ayrıca dinin siyasete sokulması ve
siyasi dilin dini temalarla yeniden canlandırılması gerekmektedir. Demokrasiye
karşı olunsa bile liberalizme karşı savaşta demokrasi bir söylem olarak
kullanılmalıdır.

Müritler ve Amerikan Siyaseti

Strauss’tan ders alan öğrencileri Ronald Reagan iktidara geldiğinde Washington’a
akın etmeye başladılar. Amerika’nın hakim liberal medyasında gittikçe seslerini
yükselten ve düşünce kuruluşları (think tank) kurarak karar alma mekanizmalarını
etkilemeye çalıştılar (örnekler: American Enterprise Institute, Project for A
New American Century). Mesela, Irving Kristol, NeoConservatism: Autobiography of
an Idea (1995) isimli kitabında mensubu olduğu bu tarikat ve düşünce akımını
savunur. Sadece kamuoyu oluşturmak ve siyaseti etkilemekle sınırlı kalmak
istemeyen bu tarikatın mensupları daha sonra Amerikan devletinin stratejik
pozisyonlarına girerek siyaseti direkt olarak üretmek yoluna girdiler. Yukarıda
ortaya konan fikirlere bağlı bu grubun klasik anlamda muhafazakarlıkla hiç bir
ilgisi bulunmuyor. Yeni-Muhafazakarlar olarak anılan bu ekip aslında
devrimcidir. Demokrasi ve liberalizm karşıtı bir ekiptir.

Reagan döneminde Sovyetlere "şer imparatorluğu" denmesini sağlayan onlardır.
Clinton döneminde güçlerini arttıran ancak istedikleri etkinliği gösteremeyen bu
ekip için George W. Bush iktidarı büyük bir fırsat oldu. Bu grubun pekçok ünlü
üyesini burada zikretmeye gerek yok. Ancak fikirlerinin nasıl Amerika’nın iç ve
dış siyasetinde kendisini ortaya koyduğunu birkaç örnekle göstermek gerekiyor.
Carl Schmitt’ten etkilenen bu ekip dost-düşman karşıtlığının lüzumuna inanır. Ve
düşmanı tasvir ederken özenle seçilmiş dini kelimeler kullanır (örnek: şer
ekseni). Neo-con düşünce Schmitt’in önerdiği üzere hükümranlık için ‘savaş’ın
gerekliliğine inanır. Dahası bu savaşın sonu olmayan, ebedi bir savaş olmasını
ister. Düşman yoksa savaş da, Siyaset de yoktur. O yüzden, bir düşman yok olup
teslim olursa siyaset yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelir ve liberalizmin
küresel hakimiyeti tamamlanmış olur. Bunu önlemek için sürekli yeni düşmanlar
bulmalı ya da yeni bir "sürekli düşman" bulunmalıdır. Neoconların komünizmden
sonra tespit ettikleri ve dahası teşvik ettikleri yeni düşman "İslam"dır. Ancak
İslam’ın kendisini düşman olarak sunmak uygun olmayacağı için düşmanın adı
"terör" olarak konmuştur. Terör ve savaş Amerikan siyasetine "terör ile savaş"
şeklinde Schmitt’ci bir kavramsallaştırma ile dahil edilmiştir. Yani terör
Amerika’nın yeni düşmanıdır. Savaş Amerika’nın sürekli olarak kullanmak zorunda
olduğu var olma şeklidir. Bugün seçilmiş olan düşman terördür. Ve terör ile
savaş ne bir zaman ne de bir yerle sınırlıdır. Küreselleşme çağının mükemmel
düşmanıdır "terör". Neoconların Amerikan devletinin bekası ve liberalizmin
yokedilmesi için gerekli gördükleri ‘savaş’ın yeni hedefi, Amerikan
imparatorluğunun yeni ‘öteki’sidir.

Neoconlar siyasetin dilini de değiştirmeye çalışmışlardır. George Bush’un
kullandığı kelimeler özenle seçilmiş kelimelerdir. Mesela "başkomutan", "karar
verici" gibi sıfatların kullanılması bir tesadüf değildir. Rejim değişikliği
kavramı da yine Strauss’un The City and Man isimli kitabında kullandığı bir
kelimedir ve özel anlamlar yüklüdür.

Özetlemek gerekirse ortada inanması gerçekten güç bir hikaye var. Bunun gerçek
olması Amerika’yı tanıyanlar ve tarihini bilenler için dehşet verici bir durum.
Bugün Carl Schmitt’ten etkilenen Leo Strauss’un müritlerinden (Straussians)
oluşan bir ekip Amerika’yı yönetiyor. Asil yalanlar (kitle imha silahları),
uluslararası antlaşma ve kurallardan muafiyet (tektaraflılık), dinin
kullanılması (Hıristiyan kıyametçilerinin desteklenmesi), olağanüstü hal ilanı
(9/11), panik ve sürekli savaş gibi tercihler ve yönelimler çok açık Strausscu
yönelimlerdir.

İnsanların merak ettiği bir soru şudur: Nasıl oluyor da bir kısmı Yahudi olan
Strausscular bir gün bütün Yahudilerin yok olacağına inanan Hıristiyan
evanjeliklere destek veriyor? İki sebep olduğu söylenebilir. İlki bu insanlar
dini kullanıyorlar ve hem din hem de galeyan/panik hissini en iyi veren
Hıristiyan grupları kullanıyorlar. İkinci olarak da bu tarikatın mensupları
Allah’a inanmayan ancak dışarıya bunu yansıtmayan insanlar oldukları için hangi
dine destek verdiklerinin fazla önemi yok. Eski anti-semitizme müracaat
etmeyecekleri garantisini aldıktan sonra Hıristiyan fundamentalizmini
kullanmakta bir sakınca görmüyorlar.

Strausscular liberalizme (yani eşitlik ve çokkültürlülük fikrine) karşı
yürüttükleri savaşta hem Amerika’yı hem de dünyayı büyük bir felakete
sürüklüyorlar, sürüklemiş bulunuyorlar. Şiddeti estetize eden (örnekler: Abu
Ghraib, Guantanamo), saf siyasalı, yani kanundan muaf keyfi muameleyi yücelten,
dünyayı dost-düşman ayrımına tabi tutan ("ya bizdensiz ya da bize karşı"),
Amerikan devletinin emperyal davranış içerisine girerek keyfi savaşlar
başlatmasını (robust internationalism) öneren bu siyaset felsefesi bütün bir
insanlık için büyük bir tehdit oluşturuyor. Çünkü, Nazizmin bütün günahını
liberalizmin üstüne atan ve en az Nazizm kadar tehlikeli ve tahripkar bir
totaliter dünya görüşünü savunan Strausscuların projesi kelimenin tam anlamıyla
meşruiyeti ve iyi niyeti kendilerinden menkul bir yeni kuşak bir faşizmden başka
birşey değildir.

Öz

Bu makale, Amerika’da Ronald Reagan’la başlayan; ancak meyvelerini George W.
Bush’un başkan olduğu dönemde en görünür şekilde veren bir gizli inkılabın
dehşet verici hikayesidir. Bu makalede sadece akademik kaynaklar kullanılmıştır
ve birincil kaynaklardan yararlanılmıştır. Anlatılan bir komplo teorisi
değildir. Pratiğe geçirilen bir düşünce sisteminin, ilginç ve de sarsıcı bir
felsefenin tasviridir. Amerika’da hakim yeni muhafazakar (neocon) düşüncenin
entelektüel kaynakları Leo Strauss ve Carl Schmitt’tir. Bunlardan biri Alman
göçmeni Yahudi bir siyaset profesörü, diğeri ise Nazilerin en önde gelen
ideologlarından biridir. Arkadaş olan bu iki düşünürün fikirlerindeki ortaklık
gerçekten dehşet vericidir. Ancak daha da korkutucu olan şey bu fikirlerin
hayata geçiriliyor olmasıdır.

Anahtar Kelimeler: Terör, savaş, neocon, Leo Strauss, Carl Schmitt, siyaset,
liberalizm, hükümranlık

Abstract

This article is a terrific story of a secret revolution which started with
Ronald Reagan but fruited clearly during the presidency of George W. Bush. This
story has conducted only academic sources and used first-hand texts. It is not a
conspiracy theory, but a description of a practice of a thought system, of an
interesting and shocking philosophy. The intellectual sources of supreme neo-con
thought in America are Leo Strauss and Carl Schmitt. One of these two figures is
an immigrant German Jewish professor of politics, the other one is one of the
outstanding ideologues of Nazis. The common points of the ideas of these two
thinkers, who were also good friends, are really terrifying. But the worst thing
is that these terrifying ideas begin to be practicing in the real life.

Key Words: Terror, war, neo-con, Leo Strauss, Carl Schmitt, politics,
liberalism, sovereignty