“South-eastern Question” and the Stories told about Hamidian Troops in Some Historical Documents

"Güneydoğu Sorunu"nun Mahiyeti

Daha ziyade Kürtlerin meskun olduğu Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Yavuz Sultan Selim
ve İdris-i Bitlisî'nin teşebbüsleri sonucunda Osmanlı Devleti'ne bağlanmıştı. 19.
yüzyılın son çeyreğine kadar büyük ölçüde "sulh ve sükun" içindeki bu topraklarda,
aynı süreçte meydana gelen bazı olaylar, bölgesel bir düzeyde ve daha ziyade asayiş
çerçevesinde kalınarak kaynağında kurutulmuştur. Hilafetin ilgasından sonra meydana
gelen gelişmeler ise daha şümullüdür ve toplumu uzun süre meşgul edecek sorunları
içinde barındırmaktadır. 1980'lerden sonra tırmanan terör faaliyetleri ise neredeyse
ülkeyi uluslararası boyutta sıkıntıya sokacak bir mahiyete ulaşmıştır.

Esasında bahsi geçen bölgede meydana gelen olayların sebepleri muhteliftir. Burada
yaşayan insanların önemli bir kısmının hayatında yoksulluk, cehalet, bilgisizlik,
eğitimsizlik söz konusudur. Bununla birlikte güvenlik, emniyet ve buna bağlı olarak
aşiret düzeninin getirdiği problemler sürekli kendini göstermiştir. Neticede toplumu
canından bezdiren bu müthiş sosyal ve ferdî hastalıklar bir türlü aşılamamıştır.
Nitekim bütün ağırlığıyla yaşanan sorunlardan kurtulmak isteyenler ve imkan bulanlar
bölgeyi terk ederek başka vilayetlere göç etmişlerdir. Türkiye'nin diğer bölgeleri
de göç vermesine rağmen, bu tarz sorunlar sebebiyle buralardaki kadar büyük bir
kopuş yaşanmamıştır.

Bununla beraber, Abdülhamid zamanından beri bölgede yaşanan sorunların giderilmesi
için yapılan çalışmalar, "dış güçlerin" siyasi baskısı altında şekillenmiş ve çoğunlukla
bu toprakların yabancı devletlerin nüfuzu altına gireceği korkusuyla hükümetler
tarafından tedbirler alınmaya çalışılmıştır. Fakat ortaya atılan projelerin Orta
Doğu'nun bu kilit bölgesini düzene sokamadığı açıktır. Zira, burada yaşayan insanların
rahat ve huzuru istikrarlı hale getirilememiştir. Meseleye ağırlıklı olarak güvenlik
ve iktisadi açıdan yaklaşılması ve bunların giderilmesiyle sorunların biteceğine
inanılması, çözümün gecikmesine ve sorunların bir bölümünün anlaşılamamasına sebep
olmuştur. Bu da devlete ve topluma büyük bir maliyet yüklemiş, maddi ve manevi kayıplara
yol açmıştır. Kısaca on milyarlarca dolar israf edilmiştir ki bu harcamalarla Türkiye'nin
en büyük sorunlarının çözüleceğine şüphe yoktur. Bunun yanında bölge sakinlerinin
ülkenin topyekun bir şekilde kalkınmasına yapacağı katkı azalmıştır.

Dolayısıyla, devleti bu ağır faturaya mecbur eden önemli oranda "emperyalist
güçlerin" politikalarıdır. Bir o kadar da bölgede yaşayan halkın kültürel hakları
ve kimlik yönündeki bilinen taleplerinin görmezden gelinmesidir. Hatta bu tutumun
da önemli bir sebebi, Batılıların Orta Doğu'ya karşı ilgilerinin yönetim üzerindeki
baskısı ve buna bağlı olarak "ulusalcı" ideolojinin, dışlayıcı veya "asimilasyon
politikalarıyla" bir savunma hattı oluşturma gayretidir. Halbuki Türkiye'de asırlar
boyu ortak bir medeniyet etrafında kaynaşan halkın yapay bir anlayışa zorlanması
gereksizdi; zira bu anlayış eskiden kalma güçlü bağları zayıflatıcı bir mahiyet
taşımaktadır. Böylece, korku ve heyecan içinde oluşan bu savunma yönteminin tarihî
arka plan ve iç dinamikler göz ardı edilerek uygulanması, yönetimle halkın arasında
önemli bir kopuşu ve yabancılaşmayı netice vermiştir. Nihayet, Balkan faciasının
izleri Türkiye'yi yönetenlerin politikalarında hemen her dönem kendini göstermiştir.
Buna rağmen yakın bir dönemde devletin aldığı bir kararla meydana gelen bazı değişiklikler
bahsi geçen bölge halkına yönelik uygulamaların yanlışlığını ortaya koymuştur. (Kültürel
haklar tanınmıştır) Büyük kayıplar verilerek gelinen bu noktada bürokratların ve
siyasîlerin donanımsızlığı, bilgisizliği ile ideolojik yaklaşımların meydana getirdiği
perdenin bu zümreleri nasıl halktan uzaklaştırdığı açıktır. Bunun yanında "Kürt
elitleri ve aydınlarının" önemli bir bölümünün de bu bölgede yaşanan sorunları kavrayamadığı,
hatta bazı kilit noktalardaki yöneticiler gibi bölge halkına yabancılaştığı, kendi
halkını istismar ettiği gözden kaçmamaktadır. Kısaca, sabah-akşam bir arada yaşayan
insanların birbirlerini anlamamaları gibi feci bir durum bütün ağırlığıyla geçerliliğini
korumaktadır. Nihayet birinin güldüğü yerde öbürü ağlıyorsa, işte bu bir ülke için
alarmdır. (Maalesef, buna on yıllardır şahit olunmaktadır. Hatta muhafazakar kitlelerin
sorunlarında da bu bölünmüşlük kendini göstermektedir. Ülkeyi yönetenlerin veya
sosyal problemlerin halli için fikir üretenlerin, özgürlükler konusunda duyarlı
olmaları halinde rahatlıkla aşılabilecek sorunları kangren haline getirmeleri, bunu
ülkenin birliği ve bütünlüğü adına yapmaları hayret edilecek bir husustur.)

Meşrutiyet'in başında bu bölgenin makus talihini yenmenin eğitim ve iktisadi
sorunların halledilmesiyle mümkün olabileceğine inanan Genç Sancağı Mutasarrıfı
İbrahim Muhlis'in (16 Eylül 1908'de Sadaret'e gönderdiği raporundaki)1 görüşlerinin
o dönem için gerçekçi olduğu söylenebilir. Zira, Osmanlı Devleti'nde kültür ve "kimlik"
yönünden önemli bir sıkıntı yaşanmamakta idi.2 Bununla beraber bahsi geçen şahıs
şu hususların altını da çizmektedir: "… Zeki ve cesaretli olan bölge halkının yeteneklerinden
istifade edilmediği gibi, Aşiret Alayları'na mensup olan Kürtlerin kontrol altına
alınmasına dahi özen gösterilmeyerek bu grupların bulundukları yerlerin harap olmasına
sebebiyet verilmiştir. İlk önce bu idari yapının değiştirilmesi gerektiği hususu
açıkça ortaya çıkmıştır."3

Diğer taraftan, burada uygulanan Aşiret Alayları düzeninin bölgenin güvenliğiyle
merkezi otoritenin politikalarının gerçekleştirilmesine hizmet etmesinin amaçlandığı
bilinmektedir. Buna benzer bir yapılanmanın yakın tarihte meydana gelen olaylar
sebebiyle teşkilatlandırılan "korucu sistemi" olduğu söylenebilir, ki burada güdülen
gaye yüzyılın başındaki uygulamalarla paralellik arz etmektedir.

Bu yazımızda ele aldığımız belgelerde Aşiret Alayları ile bölgenin güvenlik ve
eğitim sorunlarıyla ilgili hususlar dile getirilmekte ve metinleri kaleme alanlar
tarafından çözüm yolları ortaya konulmaktadır. Ancak, belgelere geçmeden önce, burada
üzerinde durulan konuların anlaşılması için, Aşiret Alayları'ndan bahsetmekte yarar
vardır.

Hamidiye Alayları'nın Teşkilatlandırılması

Hamidiye (Aşiret) Alayları'nın kurulması 1890'da tasarlanmış ve o yıl içinde
teşebbüse geçilmiştir. Bu alayların teşkilatlandırılmasında IV. Ordu Kumandanı Müşir
Zeki Paşa, Anadolu Islahat-ı Umumî Müfettişi Mehmed Şakir Paşa, Teftiş-i Askeri
Komisyonu üyesi Miralay İbrahim Bey görev almıştır. Dolayısıyla teşkilatın planlamasını
ve projenin yürütülmesini sağlamışlardır. Rusya'nın yapılandırdığı Kazak Alayları
da incelenerek ortaya konulan bu uygulama sonucunda 1901 senesinde 65 alay teşekkül
ettirilmiştir. Bu girişimle -yukarıda da değinildiği gibi- merkezi otoritenin temini,
doğuda devletin gücünü koruyacak bir siyasi dengenin yeni şartlara göre oluşturulması,
Ermenilerin dış çevreler tarafından istismar edilmesiyle meydana gelebilecek tehlikelerin
önlenmesi ve Rusya'nın muhtemel saldırısına karşı bölgenin direncinin ve savunmasının
güçlendirilmesi amacı güdülmüştür.4

Minorsky de bu hususa işaret ederek hükümetin Şark siyasetindeki değişikliğini
1878'e kadar geri götürmektedir. Zira, Berlin Antlaşması'nın 61. maddesine göre
bahsi geçen bölgede ıslahat yapılması tavsiye edilmekte idi. Ancak Türk yöneticileri
Büyük Devletler'in istekleri doğrultusundaki ıslahat taleplerine karşı "gizli mukavemet"
gösteriyorlardı. 1885'ten itibaren meydana gelen ve Rusya, İsviçre ve İngiltere'ye
bağlı olarak gelişen Ermeni ihtilâl hareketleri bu toplumun milliyetçilik duygularını
kamçıladı.5 Esasında Rusya, Balkanlar'da başarılı bir şekilde uyguladığı Slav milliyetçiliği
planına uygun bir şekilde Ermeni milliyetçiliğini de kullanarak Doğu Anadolu üzerindeki
emellerini gerçekleştirmek istiyordu. İşte tam da bu noktada "Hamidiye Alayları'nın
kuruluşunun direkt hedefi, Ermeni terörizminin daha fazla dallanıp budaklanmasını
önlemekti".6 Devleti yönetenler ise bölgenin şartlarını dikkate alarak bilinen tedbirleri
almaya başladı.

Nizamnameye göre alaylar 4, 5 veya 6 bölükten, 512-1152 arası neferden oluşacaktı.
Aynı zamanda aşiret reislerinin çocuklarından birer kişi seçilerek İstanbul'daki
süvari mektebine gönderilecek ve orada eğitim verilecekti. Bunlar, buradan mezun
olup döndüğünde mülazım rütbesiyle alayında görev yapacak, böylece önemli bir kuvvet
bölgenin imkanlarıyla vücut bulacaktı. Neticede 35.000 süvari ve asker devletin
hizmetine girecekti.

Teşkilatlanan alayların faaliyet ve yönetimlerinde zamanla bazı sorunlar ortaya
çıkmış, bu sebeple aşiretler arasında kavgalar artmıştı. Alayların disiplin altına
alınması için Müşir Şakir Paşa müfettiş olarak görevlendirilmiş ve Şakir Paşa, Zeki
Paşa ile tedbirler almaya çalışmıştır. Ancak, 1897'de henüz yeterli ölçüde bunun
sağlanamadığı anlaşılmaktadır. Diğer bir husus Büyük Devletler tarafından Ermeni
olayları (1890-1895) gerekçe gösterilmiş -yapılan şikayetler üzerine- alayların
disipline kavuşturulması ve Ermeniler lehine hükümetin tedbir alması için baskı
yapılmıştır.

Her iki paşa alayları nizama sokmak için Malazgirt'te bir ferikliğin emrinde
(Hamidiye Umum Kumandanlığı adı altında) yeniden teşkilatlanmalarını ve faaliyetlerinin
sıkı bir şekilde denetlenmesini düşünmüşlerdir. Meşrutiyet'in ilanı ve daha sonra
Abdülhamid'in tahttan uzaklaştırılmasının akabinde farklı bir durum ortaya çıkmış,
alaylar dağıtılmış ve düzenli orduda subay olarak görev yapanların (Kürt reislerinin
oğulları) rütbeleri indirilmiştir. Ayrıca, Ermeniler lehinde kararlar alınmış, bu
da tepkilere yol açmış ve yeni yönetime karşı güven bunalımı meydana gelmiştir.7

Bu gelişmeler yaşandığı esnada bazı tecrübeli bürokratların ve bölgeyi temsil
eden siyasilerin Doğu'nun durumu hakkındaki -hükümeti uyarıcı ve yol gösterici-
raporları gündeme gelmiştir. Birbirine yakın tarihlerde gönderilen raporlarda değişik
açılardan bölgenin yapısı ele alınmakta, özellikle bölgenin güvenliği, barış ve
huzurunun temini üzerinde durulmaktadır. Ayrıca, muhtemel tehlikelere de dikkat
çekilmektedir.

Dördüncü Ordu Müşiri İbrahim Paşa’nın Uyarıları

Erzincan'da Dördüncü Ordu Müşiri İbrahim Paşa'nın şifreli telgrafında (18 Şubat
1910)8 Kürdistan ile ilgili sürekli olarak yaptığı ve doğru çıktığını düşündüğü
açıklamalara, uyarılara işaret ederek yine bazı hususları dile getireceği belirtilmektedir.
Kısaca, vatanı terk ve hicret etmeye mecbur bırakılan malum reisler (aşiret reisleri)
hakkında vaktiyle dile getirmiş olduğu sorunların yine geçerliliğini koruduğunun
artık anlaşıldığı ifade edilmektedir. Buna göre:

"Nüfuzları yalnız 8-10 bin kişiden ibaret olan, fakat kendi aşiretleri ve bağlılarıyla
sınırlı kalamayan firarilerin (bahsi geçen reislerin) maruz kaldıkları göç felaketi
-vatandan uzaklaşmaları- ve bugün aynı muameleye kendilerini maruz gören emsali
üzerinde tesirli bir ibret, hüzün ve keder husule getirdiği anlaşıldı…

Firarileri ikna ederek vatanlarına dönmeleri ve akla gelen kötü şeylere meydan
verilmeden uygun bir şekilde tedbir alınarak idare edilmeleri ülkenin selameti namına
vecibeden iken bu konuda bir şey yapılmadı.

Diğer taraftan, "dört vilayeti" ülkenin sınır boyunu meydana getiren "Kürdistan"
geniş hattının önemi ve zamanın nezaketinden dolayı muhtaç olunan sükunun sağlanması
elzemdir. Ayrıca, devletin gelecekteki güvenliği ve barışı burada yaşayan unsurların
birleşmesine bağlı olduğu, karşılıksız (seyyanen) muamele edilmesi ve adaletin yerine
getirilmesi Meşrutiyet'in gereklerinden olduğu bilinmektedir. Ancak, işaret edilen
vilayetlerde görev yapan memurlar bu durumu takdir etmekten ve anlamaktan acizdir.
Bunların halleri, bölgenin yapısı (mizacı) gelişmeleri olumsuz yönde etkilemektedir.
Meşrutiyet hükümetinin halkın birliği hususundaki gayesini hareket düsturu olarak
kabul etmesi gerekenler de çoğunlukta olan aşiret evlatlarına ve kabile reislerine
kötü gözle bakmaktadırlar. Bundan dolayı, sabık dönemdeki cürümleri bahane edilerek
kanunî takibat yapılmakta ve eskiden beri düşmanlıkları bulunan gayrimüslimlerin
memnun edilmesi meşrutiyet-severlik olarak görülmektedir.

Halbuki böylelikle fırsat kollayan ve siyasi amaçlar taşımakta şüpheli görülen
gayrimüslimlere geniş bir hareket sahası tanınmakta ve hoşa gitmeyen davranışlar
artırılmaktadır. Zaman, mevki ve mekan itibarıyla gelişmeler muhakeme edilirse,
Meşrutiyet'in yararlarını tamamıyla tecelli ve tesis edemeyen bu vilayetlerin henüz
uygulama alanı olamayacağı ve bundan dolayı işlerin tecrübeli ellere, muktedir vali
ve mutasarrıflara tevdiine ihtiyaç duyulduğu anlaşılır."

İbrahim Paşa'nın yazısının devamında şu hususların üzerinde de durulmaktadır:

Bu bölgede yaşayan aşiretlerle Ermeniler arasında ne zaman başladığı bilinmeyen
bir tarihte meydana gelen soğukluğun son çeyrek asır zarfında maddi menfaat(ler)
gibi tabiî sebepler ile husumete dönüşüp devam ettiği ve arttığı bilinmektedir.
Bununla beraber bu düşmanlığın özellikle Ermeniler aleyhinde yayılan haberlere delalet
eden kesin bir emaresi yoksa da, bir süreden beri aşiretler arasında dahi kasaba
dahilinde bile hükümetten hoşnutsuzluğu içeren dedikodular cereyan etmekte, aşiret
reisleri arasında gizlice fikir alışverişi ve (maksatlı) ilişkilerin olduğu işitilmektedir.

Aşiret sınıfından bazılarının çeşitli suçlardan şüpheli bulunarak tutuklanması,
hiçbir mahkemenin tutuklama kararı olmaksızın (kanundışı) mülkiye hapishanesine
konulması ve baskılara maruz bırakılması; Kürtleri büsbütün korkutup kaçırarak bu
gibi dedikodulara her tarafta cereyan eden bir alan açılmasına ve Meşrutiyet'ten
pek ziyade zarar gören reislerin iğfallerine, zararlı telkinlere sebep olmuştur.
Fakat dedikoduların güvenlikle ilgili fiili bir etkisi bulunmadığı ve delil teşkil
etmediği, fakat konuşma özgürlüğünün sınırlarını zorladığı bilinmektedir. Ancak,
siyasi bir gürültü çıkmaması için bu husus dikkate alınmamıştır.

Gerçi nüfusun çoğunluğunu teşkil eden çiftçiler ve orta sınıf Kürtlerin Meşrutiyet'in
tesiriyle her tarafta görülen rahatlık ve huzurdan memnun ve müteşekkir olduğu muhakkak
ise de, her sınıf aşiret fertleri öteden beri reisler ve bir kısım eşrafın ister-istemez
emellerin oyuncağı ve menfaatlerin vasıtası olmak zilletine mahkum olmuşlardır.
O suretle yaşamış olduklarından düşüncem şu merkezdedir ki, aşiret reisleri ve eşrafın
teşvikleriyle Meşrutiyet'in gereklerini hazmedemeyeceklerdir.

Dünkü gün aldığım özel bilgilere bakılırsa ilkbaharda Hüseyin ve Emin paşalar
bir kuvvetle Van cihetinden dahile tecavüz etmek ve onu müteakip genel bir isyan
meydana getirmek üzere bir takım aşiret reisleri arasında bir tasavvur ve gizli
tertip için hazırlanmaktadır. Bu haber gerçi henüz kesinlik kazanmamıştır. Fakat
mutasarrıflık bu genel duruma re'sen vuku bulan müracaatla olağanüstü tedbirler
alınmasını gerektirecek ve endişe edilecek bir gelişme olduğunu bildirmiştir. Böyle
bir halin devletin dış siyasetine karşı bir darbe teşkil edeceği bilindiğinden Mart
ortalarına doğru burada bulunması lüzumuna karşı şimdilik Midyat'taki taburun karargah
merkezi olan Muş'a alınması ve Bitlis Taburu mevcudunun artırılması gerekmektedir.
Bununla beraber, mahkemelerin ıslahı ve adlî sahada nihaî düzenlemelerin ilkbaharda
buraca da tatbiki ve hükümet dairelerinin sıkı bir bakanlık elinde bulundurularak
kötü halleri bilinen adliye ve mülkiye memurlarının hiç olmazsa sair bölgelere kaydırılması
ve sürgünleri; mahalli mizaçların hükümet işlerinde imkan dahilinde dikkate alınması
ve hükümetin temkinli davranarak ihtiyaç halinde yönetimin bölge sorunlarına vakıf
ve tecrübeli ellere tevdii. Ayrıca, Kürtler içinde itimat edilen şahıslardan oluşan
bir nasihat heyeti gönderilerek telkinler yapılması önemli ve gereklidir.

Genç, Muş ve Hakkâri Mebuslarının Kaleme Aldığı Rapor

Bu süreç yaşanırken Dördüncü Ordu Müşiri İbrahim Paşa'nın telgrafından yirmi
gün gibi kısa bir süre önce Genç Mebusu Muhammed Emin, Muş Mebusu Hasan Fehmi ve
Hakkari Mebusu Taha tarafından kaleme alınan ve Dahiliye Nezareti'ne (İçişleri Bakanlığı)
gönderilen bir yazıda (16 Kanunusani 1325/29 Ocak 1910)9 da ilginç konulara değinilmekte,
aşiret yapısı ve bu yapıya dayalı teşkilatın mevcut durumu, ayrıca geleceğiyle ilgili
nelerin yapılabileceğine ve eğitim sorununun ne şekilde çözüleceğine işaret edilmektedir.
Buna göre:

Mebuslar önce, vicdani bir görevi yerine getirdiklerinden dolayı teşebbüslerinin
şahsi durumlarıyla ilgisi bulunmadığını; devletin de temas ettikleri hususları dikkate
alması gerektiğini ifade etmektedirler.

Alayların mevcut durumuyla ilgili gelinen noktada bahsi geçen mebuslar şu soruyu
sormaktadır: "Hafif Süvari Aşiret Alayları'nın lağvı mı, devam ettirilmesi mi uygundur?"
Bu suale, bölgede yaşayanların sosyal hayatını içerden ve dışardan, manen ve maddeten
tehdit eden mevcut tehlikelerin sebeplerini göstermeleri halinde kafi bir cevap
bulunacağı kanaatindedirler.

Yazıyı kaleme aldıkları ortamın etkisiyle olacak, "bugün bu alayların lağvı kadar
kolay bir şey olamaz"; "haklarında reva görülen muameleler gezilip görüldüğünde
anlaşılır" ifadelerine yer vererek yapılan yanlışlara dikkat çekmişlerdir.

Mesela, (şimdiye kadar bahis konusu olduğu halde bu kere) 140 santimetre yüksekliğinde
beygir tedarikine mecbur bırakılmaktadırlar. Aleyhlerinde yapılan şikayetlerin delilleri
ortaya konulmadan sübjektif kararlar verilmektedir. Lehlerindeki davalar ise genel
muhakemelere tabi tutulmaktadır. Hasılı sosyal hayatın içinde bir mevkileri olmadığına
delalet edebilecek derecede aşağılanmaları, -esef vericidir ki- süvarileri hiçbir
vecihle bu kadar ağır muameleye mütehammil bulunmayan bu unsurları meyus etmeye,
ağlatmaya, kaçırmaya kifayet eder dehşetli tesirlerden olduğu şüphesizdir.

Ancak lağvedilmeleri ve mahvolmaları kolay olan bu alayların, şayet siyasetimiz
yakın bir gelecekte gerekli görürse tekrar teşkili mümkün müdür, değil midir? İşte
şimdiden düşünülmesi lazım gelen en ziyade nazik nokta burasıdır.

Ruhî durumlarını yakından bildiğimiz için açıkça diyebiliriz ki elimizden bıraktığımız
dakikadan itibaren düşman elinde göreceğimiz bu keskin silahı bir daha elde edebilmek
ümidini besleyemeyiz. Şu olumsuz durum, kötü niyetlilere ait programların elli sene
sonraki amaçlarına elli sene önce hizmet edeceği için bir şekilde devletin mukadderatıyla
oynamak anlamına gelmektedir. Ayrıca komşu hükümetlerin de ekmeğine yağ sürmektir.
Binaenaleyh temel unsurumuzun önemli bir organı, kara kuvvetlerimizin hareket halindeki
(seyyar) ateş yağdıran demir gibi sağlam bir duvarı, hudutlarımızın metin, emin
birer kahramanı hükmünde olan bu alayların lağvedilmesi yerine ilerde arz edileceği
şekilde ıslahını daha uygun görürüz.

Yapılması gerekenler ise şunlardır:

Evvela, haklarında reva görülen kötü muameleden vazgeçilerek adilane (ve eşit
olarak) muamele edilmesi. (Zaten yegane ilkesi adalet, eşitlik olan Meşrutiyet idaremizce
de en ziyade gözetilecek şey bu değil midir?)

İkincisi: Hayvanların ölçüsünün iklim ve imkan dairesinde tadili. (Zaten 140
santimetre yüksekliğinde hayvan iklimimizde nadiren bulunuyor. Hatta hariçten alınması
mümkün ise de yerli hayvan kadar amaca uygun olmaz)

Üçüncüsü: Talim ve terbiyelerine nizamiyeden tayin olunacak amir ve subayların,
aşiretlerin yönetim politikalarına vakıf ve dindar şahıslardan seçilmesi. Zira,
önceleri memur edilenler içinde birçoğunu biliriz ki aşiret efradını düzenli bir
şekilde hırsızlığa, yanlışlara tahrik ve sevk ederek gayrı meşru ve haram kazançlardan
alenen hisse almışlardır. Bu da aşiretlerin ahlakını bozmuştur. Ayrıca, şeriata
ve edebe aykırı olan hareketleriyle askerin şeref ve haysiyetini, şahsiyetini ayaklar
altına alıp çiğnemiş olmakla beraber Kürtlerin de taassubunu tahrik ve nefretini
çekmişlerdir. Ki, bu gibilerine muallim, hatta ahlak bozucu subay (zabıta) demekten
ziyade, bir şer aracı ve ifsadı demek daha ziyade yakışır.

Dördüncüsü: Suçlu olan şahısların tabi oldukları aşiret yöneticileri tarafından
hükümete teslim edilmeleri ve buna aykırı hareket edenlerin cezalandırılması.

Beşincisi: Suçlular ve ortaklarının muhakemeleri genel mahkemelerde görülmesi
ve altı ay hapis cezasına çarptırılanların askerlikle ilişkisinin kesilmesi, yerlerine
aynı aşiretten uygununun seçilerek tayini.

Altıncısı: Birbirine komşu olan her on beş köyün, yahut yüz elliden iki yüz haneye
kadar birkaç köyün ortasında mutlaka yatılı olmak üzere birer ilk, her alay veya
kaza merkezinde birer orta, her liva merkezinde birer lise ve sanayi okulu kurulması.
Çünkü aşiretlerin en büyük köyü, her biri diğerinden 10-50 dakika uzak mesafede
dağınık on beş haneden ibarettir. Her haneye birer okul inşa etme imkanı olmadığına
göre, köylerde bulunacak okullara -hele kış günlerinde- kırk-elli dakikalık yerden
çocukların gelip gitmesi akla uygun değildir ve tehlikelidir. Zaten okul inşa edilen
bazı köylerde istenilen sonucun alınamamasına sebep olan hususlardan birincisi budur.
Fakat, yatılı okul olursa bu mahzur tabiatıyla ortadan kalkar.

Yedincisi: "Cahillerin taassubunu okşamak üzere" okullarda talebenin akideleriyle
ilgili dersler vermek. Dinin adabına uygun hizmet ve yeni okullarla ilgili aşiretler
arasında hasıl olan kötü düşünceleri ortadan kaldırmaya özen göstermek için de mahalli
ulemadan -genellikle olumlu düşünce ve kanaat sahibi olanlardan ("kanaat önderlerinden")-
birer müderris tayini. (Amaçlarının gerçekleşmesini urban ve aşiret mensuplarının
cehaletinin devamı ve gafletinde arayan bir takım kötü niyetliler, şu bahtsızların
taassuplarını tahrik için açıklamaya muhtaç ve tafsil olmayan bin türlü vesilelere
müracaattan geri durmadıkları bilinmektedir. Bu sebebe binaen aşiretlerde cehaletin
sürdürülmesine hizmet eden o gibi vasıtaları, süslü yalanları tesirsiz bırakmaya
kafi bir tedbir var ise o da ifade edilen sağlam önlemlerden ibarettir.)

Sekizincisi: Talebenin umumi imtihanlarının vilayet, liva ve kazadan gönderilecek
birer seçici heyet huzurunda ve fevkalade itina ile icrası.

Dokuzuncusu: Diploma veya çıkış belgesi ile mezun olan talebenin aldığı eğitime
göre devlet hizmetinde görevlendirilmesi suretiyle himayesi ve emsallerinin eğitime
teşviki.

Onuncusu: Maarifin tahsis edeceği para yeterli gelmezse başka yerlerden; vakıflar,
aşiret reisleri ve yardımseverlerden bu okulların ihtiyaçlarının temini.

Genç Mebusu Muhammed Efendi'nin ifadesine göre, bölgesinin kapsamış olduğu perakende
haneli beş yüze yakın köyün her birine maarif tarafından birer ilkokul öğretmeni
tayin edeceğine, buraya ayrılacak paranın toplamının on beş yatılı okula tahsisi
ve ayrıca öğretmenlerden başka orta derecede maaşla her bir okula mahalli hocalardan
birer de müderris tayini. Harcamalarda meydana gelecek açıkları ise sancak ahalisinin
ödeyeceğini ve eksikleri daimi bir şekilde karşılamak üzere her bir hane beşer yüz
kök dut fidanı yetiştirip mektebe vakfedeceklerini taahhüt etmişlerdir. Ki hükümetçe
önem verilse Muş ve Hakkari havalisindeki kabilelerin de aynı miktarı aynı şekilde
temin edeceklerine şüphe yoktur.

Hülasa şimdiye kadar zararlı görülen bu alayların bahsi geçtiği şekilde ıslahı
halinde bilakis birçok noktadan gerekli olduğu ve menfaatlerinin maddeten gerçekleşeceği
şüphesizdir.

Şurası unutulmamalıdır ki, bugün Kürdistan bölgesinde ve Arabistan'ın çeşitli
noktalarında ıslahat emrinde tasarlanan bunca masrafın bir kısmı maarife hasrolunur
ve ıslahata maarif gibi yüksek vasıtalarla başlanırsa ahalinin hükümete karşı fikri
büyük ölçüde düzelir ve sevgisi kazanılmış olur. Diğer taraftan da ilmin nuru buralara
yayıldıkça dahilî hastalıklar kendiliğinden sona erer. Bütün emeller ve dahilî ve
haricî batıl amaçlar sabahın ışıklarına uğrayan gecenin karanlığı gibi çekilir zannındayız.
Unsurlar arasında birliğin temini için de bundan tesirli ilaç ve çare düşünülmüş
değildir. Kabul edildiği takdirde emsale teşvik numunesi olmak ve ilkbaharda mahalli
hükümet memurlarıyla birleşerek bölgelerimiz dahilindeki aşiretlerin okullarını
tesis ve açıklarının (masraflarının) da bir kısmını aşiret reisleri kanalıyla temin
ettirmek üzere bu yöndeki bölgesel sorunların giderilmesini istirham eyleriz…

Sonuç olarak, belgelerden derlemeye ve özetlemeye çalıştığımız hususlardan şu
noktaya varmak mümkündür: Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde Abdülhamid döneminde oluşturulan
yapı Meşrutiyet'in ilânından sonra bozulmuş veya değiştirilmiş; ancak yaşanan sorunlar
azalacağı yerde büyümüştür. Bu durum sorumluluk mevkiinde olanları rahatsız etmiştir.
Bölgede görev yapan Müşir İbrahim Paşa ve bölgeyi temsil eden bazı vekiller, sıcak
gelişmelerin yaşandığı bir ortamda huzurun sağlanması ve bölge halkının barış içinde
yaşaması için mevcut aşiret düzeninin ıslahını, Meşrutiyet'in vaat ettiği hukuka
uygun bir şekilde sorunların çözümünü tavsiye etmişlerdir.

Öz

Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgesi'nde yüzyılın başından beri çeşitli sorunlar
yaşanmaktadır. Bunlar daha ziyade bölgenin güvenliğiyle ilgili görüldüğünden bu
yönde tedbirler alınmaya özen gösterilmiştir. Abdülhamid'in Doğu siyasetinin en
önemli unsurunu oluşturan bu tedbirlerin merkezinde Hamidiye Süvari Alayları'nın
teşkilatlandırılması yer almaktadır. Hakan'ın güvenini kazanan paşalar vasıtasıyla
yürütülen bu proje çeşitli sorunları da beraberinde getirmiştir. Meşrutiyetin ilanından
sonraki yıllarda bilinen aşiret düzenine dayalı teşkilatlanma önemini kaybetmiş
ve buna bağlı olarak bölgede çeşitli problemler yaşanmıştır. Bu sıkıntıların aşılması
için bölgede görev yapan ve halkını tanıyan bazı yetkililer tarafından önemli görülen
hususlar dile getirilmiştir. Ana hatlarıyla bunlar; güvenliğin sağlanması, aşiretlerin
yeniden daha itina ile teşkilatlandırılması ve eğitimin belli bir anlayış içinde
yaygınlaştırılması düşüncesini kapsamaktadır.

Anahtar Kelimeler: Hamidiye Aşiret Alayları, Kürtler, Ermeniler, Meşrutiyet,
eğitim, Müşir İbrahim Paşa, Müşir Zeki Paşa, Mehmed Şakir Paşa, Miralay İbrahim
Bey

Abstract

There are some problems in the Eastern and South-eastern Anatolian regions from
the beginning of the 20th century on. Those problems are mostly related to the security
of the region, against which some measures have been taken. Abdulhamid established
the Hamidian Cavalcade Troops as the most important measure in the Eastern politics
of Sultan Abdulhamid. This project which has been led by the Pashas on whom Sultan
had trusted caused also a number of problems. After the declaration of the Constitution,
the traditional organization system based on tribes became insignificant. This very
fact caused to emerge many problems in the region. To overcome these newly emerging
difficulties, authorities living in this region and familiar with their people uttered
important issues. The main features of these utterances comprise of the provision
of security, the careful reorganisation of tribes and the dissemination of education
under the guidance of a definite conception.

Key Words: Hamidian Tribal Troops, Kurds, Armenians, Constitution, education,
Müşir İbrahim Paşa, Müşir Zeki Paşa, Mehmed Şakir Paşa, Miralay İbrahim Bey

Dipnotlar

1. BOA. DH. MUİ, 2-5/36.

2. Bu konuda bakınız, Nazmi Eroğlu, "Bir Belgenin Ortaya Koyduğu Tarihî Arka
Plan" Alternatif, Yıl: 2, Sayı: 3, Mart-Nisan 2005, s. 68-71.

3. BOA. DH. MUİ, 2-5/36'da kayıtlı belgeden (Eroğlu, s. 69).

4. Ali Karaca, "Hamidiye Hafif Süvari Alayları Hakkında Bazı Tesbitler (1890-1900)",
Hakkı Dursun Yıldız Armağanı (Ayrıbasım), Ankara: TTK. Basımevi, s. 309-317; Cezmi
Eraslan, "Hamidiye Alayları", DİA, c. 15, İstanbul, s. 462-463.

5. V. Minorsky, "Kürtler", İA., c. VI., MEB., s. 1106.

6. Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh ve Devlet Kürdistan'ın Sosyal ve Politik
Örgütlenmesi, Çeviren: Remziye Arslan, Ankara: Özge Yayınları, tarihsiz, s. 228.

7. Eraslan, s. 462-464; Bruinessen, s. 228-229, 231; Ancak, daha sonra Doğu cephesinin
şartlarının zorluğu sebebiyle yeniden yapılandırılmış olan alaylar, Balkan, I. Dünya
ve Kurtuluş savaşlarında savaşmışlar ve büyük kayıplar vermişlerdir.

8. BOA.DH.MUİ. 2-5/33, belgenin bulunduğu gömleğin üzerindeki tarih, 2 Mart 1910.

9. BOA. DH.MUİ. 60/28.