To Solve the Kurdish Question, the Ottoman Experience Needs to be Remembered

Bilirsiniz, Türkiye'nin kudretli bürokratları arada bir 'rejimin
tehlikede' olduğundan söz eder ve iki ayrı 'tehdide' dikkat çekerler: İrtica ve
bölücülük. Bunlardan birincisi, yani 'irtica', aslında hayali bir tehdittir: Türkiye'de
son 100 yılda hiç bir ciddi 'irticai kalkışma' yaşanmamış, ancak bu 'öcü' bahane
gösterilerek bir dizi askeri darbe gerçekleştirilmiştir. Nitekim Türk toplumunun
dini eğilimlerini inceleyen sosyal bilimciler ve TESEV gibi sivil toplum kuruluşları,
her defasında ortada bir 'irtica' tehlikesi olmadığı sonucuna varmaktadırlar.

Ancak öteki 'tehdit', yani 'bölücülük' hayali değildir. Bu kelimeyle kast edilen,
aslında herkesin bildiği gibi Kürt milliyetçiliğidir ve bu ideoloji gerçekten de
defalarca isyan çıkmasına, en son da terör örgütü PKK'nın doğmasına neden olmuştur.
Dolayısıyla Türkiye'nin geleceği üzerine zihin yoran insanların 'irtica' paranoyası
üzerine değil ama 'bölücülük' üzerine gerçekten düşünmesi gerekir.

Fakat bunu yaparken de, tutarsızlığını 'irtica' söyleminde gördüğümüz resmi söylemi
aşmak zorunludur. Örneğin Türkiye'nin Kürt vatandaşlarının var olduğunu, bunların
kendi dillerini ve kültürlerini yaşatmaya elbette hak sahibi olduklarını, bu hakların
1925'ten itibaren onyıllarca ellerinden alınmasının ise bir büyük bir haksızlık
olduğunu görmek gerekir. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Ağustos 2005'te Diyarbakır'da
yaptığı tarihi konuşmasında ifade ettiği gibi 'devletin hatalar yaptığını' kabul
etmek, Kürtçülüğe çuvaldız batırırken, Kürtlerin varlığını reddeden veya onları
dışlayan Türkçülükten de iğneyi esirgememek icap eder.

Zaten kanımca bu iki etnik milliyetçilik, 'bölücülük' madalyonunun iki ayrı yüzüdür.
Birisi diğerini doğurmuş, sonra da her ikisi birbirini körüklemiştir. Kuşkusuz Kürt
milliyetçiliği terör silahına başvurduğu için çok daha büyük bir tehlikedir; ama
bu tehlikeyi pasifize etmek için ötekini de dizginlemek şarttır.

Kimilerine iddialı ve abartılı gibi gelebilecek bu yorumların 'nereden çıktığını'
merak edecek olanlara verilebilecek en iyi cevap 'tarih'tir. Çünkü Kürt sorununun
tarihi objektif olarak incelendiğinde ortaya çıkmaktadır ki, bu sorunun temelinde,
çok-uluslu Osmanlı İmparatorluğu'ndan bir ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'ne
biraz fazla radikal, devrimci ve 'laikçi' bir biçimde geçilmesi yatmaktadır. Sorunu
daha kötü boyutlara varmaktan alıkoyan en önemli unsur ise, her türlü aksi yönde
çabaya rağmen hala ayakta kalmış olan toplumsal Osmanlı mirasıdır.

Yavuz Sultan Selim'in Mirası

Binlerce yıldır Ortadoğu'da yaşayan bir halk olan Kürtlerin, Türklerle olan ortak
tarihini anlamak için 16. yüzyılın başlarına, Yavuz Sultan Selim devrine uzanmak
gerekiyor. Osmanlı devletinin sınırlarını doğuya doğru genişleterek Ortadoğu'nun
büyük bir bölümüne hakim olan Yavuz Selim'in karşılaştığı en büyük tehlike Safavilerdi.
Liderleri Şah İsmail, sürekli olarak Anadolu'daki isyanları körüklüyor ve Osmanlı
için askeri bir tehdit oluşturuyordu. 1514 tarihli Çaldıran Savaşı ile Yavuz, Safavi
tehlikesini önemli ölçüde püskürttü. O zamana kadar Safavilerden rahatsız olan Sünni
Kürt ve Türkmen aşiret beyleri, bu savaşta Osmanlı ordusuna büyük destek verdi.

Bu, Osmanlı ile Kürt beyleri arasında doğal bir ittifakın oluşması anlamına geliyordu.
Ancak Çaldıran Savaşı, Güneydoğu Anadolu'nun Osmanlı tarafından fethedilmesi anlamına
gelmiyordu. Savaştan sonra da bölge, aralarında herhangi bir birlik olmayan Kürt
beylerinin egemenliği altında ve Safavi tehlikesine açık kalmıştı. Savaştan sadece
iki yıl sonra bu sorun da halledilecek ve Kürtlerin yaşadığı bölgeler Osmanlı toprağı
haline gelecekti. Bunu sağlayan en önemli aktör ise 'İdris-i Bitlisî' adlı Kürt
din âlimidir.

Yirmi yıl kadar Akkoyunlu devletinin hizmetinde çalışan İdris-i Bitlisî'nin babası
soylu Kürt ailelerinden Mevlânâ Şeyh Hüsameddin El Bitlisî'ydi. İdris, Kürtçe gibi
Türkçe'yi de çok iyi biliyordu. Sühreverdi tarikatına bağlıydı. Akkoyunlu Türkmen
devletinin başkenti Diyarbakır iken, burada hükümdar Uzun Hasan Beğ'in sarayında
şehzadelerin hocası ve katip olarak çalışmıştı. Şah İsmail, Tebriz'i fethederek
Akkoyunlu devletini yıkınca İdris de İstanbul'a gelip II. Bayezid'le görüştü. Padişah
bu Kürt din âlimine büyük saygı gösterdi ve onu Osmanlı sarayında tarih yazıcılığıyla
görevlendirdi. İdris, Osmanlı'nın ilk sekiz padişahının hayatını anlatan Heşt Behişt
(Sekiz Cennet) adlı ünlü eserini burada yazarak Sultan'a sundu.

Sultan Bayezid'in yerine Yavuz Selim tahta geçince, İdris, yeni sultanın Doğu
siyasetinin danışmanı oldu. Yavuz'la birlikte Çaldıran seferine katıldı, savaş sonunda
Osmanlı egemenliğine geçen Tebriz'de bir süre kalarak Ulu Cami'de halka vaazlar
verdi. 1516 yılında, Şah İsmail'in Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu yeniden istila etme
hazırlığında olduğu ortaya çıktı. Şah, Çaldıran Savaşı'nda öldürülen komutanı Mehmed
Han'ın yerine onun kardeşi Karahan'ı tekrar Anadolu'ya gönderdi. Bu komutan Diyarbakır
ve çevresini kuşatma altına aldı.

Osmanlı'ya Sığınan Kürt Beyleri

Bu tehlike karşısında, bölgedeki Kürt aşiretlerinin beyleri bir araya gelerek
Osmanlı'ya katılma kararı aldı. Bu talebi de 'Ariza' adlı bir metinde anlattılar.
'Ariza'yı Kürt beylerini temsilen Sultan'a götüren kişi İdris-i Bitlisî'den başkası
değildi. İdris, ayrıca, kendisinin Farsça kaleme aldığı İstimaletname'de 'Bilad-ı
Ekrad' yani 'Kürt beldeleri' hakkında bilgiler verdi. Yavuz Sultan Selim, kendisine
başvuran Kürtlerin isteğini geri çevirmedi ve bu 'bendeleri' Safavi tehdidinden
kurtarmaya karar verdi. Yavuz'un emriyle, Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa, İdris-i
Bitlisi'nin manevi desteğiyle 10 bin kişilik bir gönüllü ordusu topladı ve Diyarbakır'ı
Safavilerden kurtardı. Safavi kumandanı Karahan, Mardin'e kaçtı. Osmanlı ordusu,
Mardin üzerine yürüdü, sonuçta bu kenti de aldı.

Bu tarihten itibaren, Diyarbakır ve Mardin Osmanlı topraklarına dahil edildiği
gibi, İdris'in Yavuz Selim adına bölgenin Kürt-Türk beyleriyle anlaşması sayesinde
Bitlis, Urmiye, İtak, İmadiye, Cizre, Eğil, Hizran, Garzan, Palu, Siirt, Hısn-ı
Keyfa (Hasankeyf), Meyyafarikin ve Cezire-i İbn Ömer gibi toplam 25 mıntıka barışçı
yollarla Osmanlı idaresine bağlandı. Bu üstün başarılarından dolayı Yavuz Selim,
İdris-i Bitlisî'yi ödüllendirdi. Kendisine bir ferman göndererek Diyarbakır bölgesini
ona 'temlik' olarak verdi. Ayrıca merkezi Diyarbakır olan ve Yavuz Selim'in 1516
yılında yeni kurduğu 'Arab Kazaskerliği' kendisine bahşedildi. Böylece İdris-i Bitlisi
Osmanlıların en büyük siyasi rütbelerinden biri olan kazaskerlik rütbesiyle taltif
edilmiş oldu.

Uzun Osmanlı Yılları

Bölge Osmanlı'ya bağlandıktan sonra Kürt aşiret ve beyliklerine otonomi tanındı.
Kurulan "Diyarbekir Vilayeti" bünyesinde 11 sancak Türk idarecilerine, 8 sancak
yerli (Kürt) beylere verildi. Osmanlı'nın idari sisteminde en büyük birim 'vilayet'
idi. Tek bir Diyarbekir vilayeti tüm Güneydoğu Anadolu'yu içine alıyordu. Vilayetin
altında livalar, onun da altında sancaklar vardı. 1520 yılındaki bir Osmanlı belgesinde,
"Vilayet-i Diyarbekir" başlığı altında 9 liva, bunların da altında 28 "Ekrad sancağı"
(Kürt sancağı) sayılıyordu. 1526 yılına ait bir belgede ise, "Diyarbekir Vilayeti
Livaları" başlığı altında önce 10 Osmanlı sancağı, sonra da Vilayet-i Kürdistan
başlığı altında "Ekrad sancakları" denilen 17 sancak sayılmıştı.

Belgeleri yorumlayan tarih profesörü Ahmet Akgündüz, Diyarbekir vilayeti içindeki
sancakların 35'i geçtiğini; bunların 16'sının tımar düzenine tâbi klasik Osmanlı
sancakları olduğunu; kalanların ise "yurtluk-ocaklık" ve "hükümet" diye de tasnif
edilen "Kürdistan vilayeti livaları" olduğunu söylüyor. Bunun anlamı, söz konusu
Kürt bölgelerinin belirli bir otonomiye sahip olduklarıdır. Bu düzende Kürtler kendi
hayatlarını sürdürdü. Bu durum onlara kimliklerini koruma imkanı verdiği gibi, feodal
düzenin sürmesini kolaylaştıran bir hukuki düzen de getirmiş oldu.

Türklerle Kürtlerin Kaynaşması

Osmanlı tarihi bakımından belirtilmesi gereken bir diğer olgu da, Kürtler ile
Türklerin kaynaşmış olmalarıdır. Kürtlerin tarihi konusundaki en önemli uzmanlardan
biri olan David McDowall, The Kurds adlı kitabında bu hususun altını çiziyor: "Kuşku
yok ki, geç dönemde, bazı Arap ve Türkmen aşiretleri kültürel anlamda Kürtleştiler.
Kürt ve Türkmen kabileleri bir arada yaşadı, bazı durumlarda birbirleri ile karıştı,
bazı Türk liderler Kürtleri cezbetti veya bunun tam tersi oldu." David McDowall'a
göre, aynı şekilde çok sayıda Kürt, özellikle Müslüman ordularında profesyonel asker
olanlarla, Türk veya Arapların yoğun yaşadığı bölgelere göçen köylüler ve aşiretler,
Kürt kimliklerini kaybetti.

Kürtler için Osmanlı ordusunun ilgi çekici olduğunu dile getiren David McDowall,
Kürtlerin sabit ordunun süvarileri arasında Türklerin yanında yer aldığını söylüyor.
Kürtlerin en önemli katkısının, özellikle merkezden uzaktaki birliklerde olduğunu
hatırlatan McDowall, 1630'ların ortalarında İran'a yapılan bir Osmanlı seferinde
Hakkari ve Mahmudi Kürtlerinin ana ordunun önünde yer aldığını, Bitlis'ten gelen
piyadelerin ise arka birlikleri oluşturduğunu belirtiyor.

Bedirhan Efsanesinin Aslı

Kürtler arasında, 1840'lardan itibaren bazı isyanlar baş gösterdi. Kürt tarihinde
önemli bir yere sahip olan Bedirhan ailesine, bu isyanlardaki öncü rolü sebebiyle
hâlâ pek çok Kürt milliyetçisi tarafından efsanevi anlam yüklenir. Halbuki, ne Bedirhan
ailesinin isyanlarında ne de o dönemdeki diğer Kürt kalkışmalarının herhangi birinde
milliyetçi motif yoktu. Bunlar, 1839 yılındaki 'Gülhane Hatt-ı Hümayunu' ile başlayan
Tanzimat dönemine tepki olarak gelişmiş hareketlerdi. Osmanlı, Tanzimat'la birlikte,
daha önce geniş bir otonomi verdiği bölgeleri merkeze sıkı biçimde bağlamaya çalışıyordu.
Buna tepki gösteren yerel liderler de ayaklanıyordu. Bunların kimisi Kürt, kimisi
de Türkmen'di.

Tanzimat süreci ile Osmanlı idarecileri, merkezi yönetimi güçlendirmek, etkili
biçimde vergi toplamak ve kuvvetli ordular kurmak niyetindeydi. O dönemde pek çok
eyalette vergi Osmanlı memurları tarafından değil, yerel yöneticiler tarafından
toplanıyor, bunlar da topladıkları verginin ancak bir kısmını merkeze aktarıyordu.
Merkezin güçlenmesi için etkili bir bürokratik yapının kurulması ve bu yolla eyaletlerin
kontrol altına alınması gerekiyordu. Bu işi en iyi başaran kişi, devleti 1876-1909
yılları arasında yöneten Sultan II. Abdülhamid oldu.

Hamidiye Alayları ve Abdülhamid'in Kürt Politikası

Sultan II. Abdülhamid, devletin Müslüman halklarını bir arada tutmaya büyük önem
verdi. Doğudaki Ermeniler arasında gelişen fanatik milliyetçi çeteler, Abdülhamid'in
bu bölgeye özel bir şekilde eğilmesine vesile oldu. Abdülhamid'in getirdiği çözümün
çatısını da 'Hamidiye Alayları' oluşturdu. Abdülhamid'in ismine kurulan bu alaylar,
Güneydoğu'daki Kürt aşiretlerinden adam devşirilerek bölgeyi Osmanlı devleti adına
korumak amacıyla kurulan yarı askeri birliklerdi. Giderek büyüyen Rus tehdidine
ve Ermeniler arasındaki milliyetçi örgütlenmeye karşı güvenlik unsuru olan Hamidiye
Alayları, aynı zamanda Kürtlerin devlete olan sadakatlerini pekiştirmek gibi bir
amaç da taşıyordu.

Aslında alaylar, Sultan Abdülhamid'in Kürtleri devlete daha da ısındırmak ve
bağlılıklarını artırmak için yürüttüğü kapsamlı projenin parçasıydı. Projede Kürt
önde gelenlerinin çocuklarının İstanbul'da eğitilmesi, bölgeye gönderilen din adamları
yoluyla "Osmanlı" bilincinin güçlendirilmesi gibi unsurlar da vardı. İstanbul'da
"aşiret mektepleri"nin açılması, bölgedeki medreselere maddi destek verilmesi bu
projenin ayaklarını oluşturuyordu. Abdülhamid, ayrıca, yöreye gezici öğretmenler
ve vaizler göndererek halkın eğitimine de önem verdi.

Prof. Dr. Ercüment Kuran, Kürt aşiret reislerinin çocuklarının askeri okullarda
okutulması ve bunlardan Harbiye mektebinden mezun olanlarının nizamiye ordusuna
tayin edilmesinin önemine işaret eder ve hükmünü "Doğu Anadolu halkının devletle
bütünleşmesinde Abdülhamid'in hizmeti büyüktür" şeklinde verir. Askeri bir misyonu
da yerine getiren alaylar, doğudaki Rus destekli Ermeni çetelerine karşı koyar,
gerilla tipi savaş verir.

Kürtlerin Milliyetçiliğe Yüz Çevirişi

Milliyetçilik, modern çağda doğan bir olgu. Modernizm öncesi dönemde, milliyetçilik
yoktu. İnsanlar kendilerini şu veya bu milletin bir ferdi olarak değil, bağlı oldukları
siyasi otoritenin (çoğunlukla bir kralın, padişahın veya derebeyinin) tebaası ve
ait oldukları dini cemaatin bir parçası olarak görüyordu. Osmanlı tarihinde, devletin
son birkaç on yılı sayılmaz ise kayda değer bir milliyetçilik bulmak mümkün değil.
19. yüzyıl sonlarında Osmanlı devletinin tebaası, kendini daha çok dinî temelde
tanımlıyordu. Kürtler, kendilerini 'Kürt'ten ziyade 'Müslüman' olarak görüyordu.

Jön Türk hareketiyle birlikte Kürt entelektüeller tarafından başlatılan milli
bilinç oluşturma çabaları geniş Kürt kitleleri üzerinde etkili olmadı. The Kurds
adlı kitabın yazarı Derk Kinane'ye göre Kürt ağaları, hanları, şeyhleri bu modern
Kürtlerin milliyetçi çabalarından hiç etkilenmedi. Çünkü, onları "dinsiz ve devrimci
fikirlerin taşıyıcısı" olarak gördü ve kuşkuyla değerlendirdi. Kuşkuyla bakılanlar
arasında elbette Türk milliyetçileri de vardı. 1909 yılında Sultan Abdülhamid'e
karşı düzenlenen Jön Türk darbesinden ve bunun ardından iktidarı ele geçiren milliyetçi
kadrodan rahatsız oldular. Yine de bu huzursuzluklar isyana dönüşmedi ve Kürtlerin
Osmanlı devletine olan sadakati sürdü.

Kürtlerin Osmanlı'ya sadakatinin en çarpıcı göstergesi, 1912'den 1918'ye kadar
aralıksız devam eden kanlı savaş yıllarıdır. Trablusgarp, Yemen ve Balkan Savaşları
ile Birinci Dünya Savaşı'nda pek çok Kürt, Osmanlı ordusunda görev aldı. David McDowall,
düzenli orduda görev yapmaya karşı evrensel bir gönülsüzlük olmasına rağmen binlerce
Kürt'ün silah altına girdiğini belirtiyor. Kürtler tüm bu savaşlarda, resmi dili
Türkçe olan Osmanlı devleti adına savaşmıştı. Peki bu sadakat nereden geliyordu?
McDowall'a göre, en önemli faktör Müslüman kimliğiydi.

Kurtuluş Savaşı'nda Kürtler

Kurtuluş Savaşı'ndaki en büyük başarılardan biri, Anadolu'daki farklı unsurların
ortak bir dava için birleştirilmesiydi. Bu da, tıpkı Sultan Abdülhamid gibi, söz
konusu unsurların ortak kimliğine vurgu yapılarak gerçekleşmişti. Bu kimlik özellikle
de Kürtlere hitap ediyordu. Kürt vilayetlerindeki bazı önde gelen isimlere, örneğin
Cemil Paşazade Kasım Bey'e, onu Milli Mücadele konusunda bilgilendiren ve yardımlarını
talep eden telgraflar gönderildi. Zaten Kürt aşiretleri de, 'din ve vatan uğrunda
açılacak mücadeleye katılmaya hazır olduklarını' Kazım Karabekir Paşa'ya bildirmişlerdi.

Mustafa Kemal, telgraflarında kullandığı 'anasır-ı İslam' yani 'İslam unsurları'
kavramına Milli Mücadele boyunca büyük vurgu yaptı. 1 Mayıs 1920 tarihli Meclis
konuşmasında, 'Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk, yalnız Çerkes, yalnız
Kürt, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (oluşan) anasır-ı İslamiye'dir,
samimi bir mecmuadır' diyerek milletin bu unsurlardan oluştuğunu açıklamıştı. Bu
politika Kürtler arasında olumlu etki meydana getirdi.

Sevr'i Protesto Eden Aşiret Liderleri

Anadolu'da bunlar olurken, Avrupa'da ise başka bir gelişme yaşandı. Osmanlı mirası
üzerinde paylaşım kavgasının verildiği Sevr Konferansı'na, milliyetçi entelektüellerden
oluşan bir grup Kürt temsilci de katıldı. Başlarında Osmanlı ordusunda görev yapmış
bir Kürt olan Şerif Paşa vardı. Amaçları Ermenilerle anlaşarak bir 'Kürt Devleti'
kurmak için Avrupalı devletlerden onay almaktı. Ağustos 1920'de imzalanan Sevr Antlaşması'nın
62. maddesi, 'Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel otonomi' verilmesini
öngörüyordu. 64. madde ise 'Kürt halkları'nın 'Türkiye'den bağımsızlık elde etmeleri'nin
yolunu açıyordu.

Ne var ki 'Jön' Kürtler, Avrupalı diplomatlardan aldıkları desteğin bir benzerini
Güneydoğu Anadolu'da bulamadı. Kürtler arasında bu habere duyulan şiddetli tepki,
Paris'e bir seri telgrafın yollanmasına sebep oldu. Bu telgraflarda Kürtlerin Türklerden
ayrılmak istemediği, iki halkın soy ve din itibarıyla kardeş olduğu savunuluyordu.
Erzincan'dan 10 ayrı Kürt aşiret lideri, Fransız Yüksek Komiserliğine, Şerif Paşa'nın
hareketlerini protesto eden bir telgraf yolladı. Benzer telgraflar Ocak 1920'de,
Milli Misak'ın kabulünden iki gün önce, Osmanlı Parlamentosu'na da yollandı. Mart
1920'de İslami dayanışmayı vurgulayan ve Kürtlerle Türkleri ayırma çabalarına karşı
çıkan bir deklarasyon, 22 Kürt aşiretinin lideri tarafından imzalandı.

Dönemin Vakit gazetesinde Bediüzzaman Said-i Nursi, Ahmet Arif ve Mehmet Sıddık,
Kürtler adına yayınladıkları ortak yazıyla, Türklerin ve Kürtlerin birlikte maruz
kaldıkları Rus ve Ermeni terörüne atıfta bulunarak, Şerif Paşa'yı şiddetle kınıyorlardı.
Kısacası sonradan ulusal hafızamızda 'sendrom' olarak yerini alacak olan Sevr Antlaşması'nı
protesto edenler arasında Kürtler ön saftaydı. Kürtlerin Milli Mücadele'ye verdiği
destek sonuna kadar sürdü. Urfa ve Maraş'ın düşman işgalinden kurtarılmasında önemli
roller üstlendiler.

Benzer işbirliği Lozan görüşmeleri sırasında da yaşandı. Lozan'da Avrupalı devletler
Kürtlerin 'azınlık' olduğunda ısrar edince, buna heyet tarafından 'Türkler ve Kürtler
Türkiye Cumhuriyeti'nin ana unsurlarıdır. Kürtler bir azınlık değil bir millettir;
Ankara Hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir' denilerek karşı çıkıldı.
Meclis'teki Kürt vekiller de İsmet Paşa'ya tam destek verdi. Bitlis milletvekili
Yusuf Ziya Bey, 3 Kasım 1922'de Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada, Sevr'i bir
'paçavra' olarak niteledi, Türk-Kürt kardeşliğini vurguladı. Bir sonraki celsede
ise, Bitlis, Erzurum, Kastamonu, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Pozan, Diyarbakır ve
Van milletvekillerinin hepsi, Türklerle Kürtlerin tek bir kütle olduğunu belirten
ortak bir açıklamaya imza attı.

Kürt Meselesinin Doğuşu

Peki Osmanlı'ya büyük sadakat gösteren, Milli Mücadele'ye canla başla destek
veren, Sevr'i protesto edip Lozan'da 'Türklerden ayrılmak istemeyiz' diyen Kürtler
arasından nasıl oldu da bir 'Kürt sorunu' doğdu? Bu sorunun cevabı, bir yönüyle
Kürt milliyetçiliği ile ilgili. Osmanlı devletinin son döneminde ortaya çıkan Kürt
milliyetçiliği her ne kadar geniş kitleleri etkilemese de varlığını sürdürdü; Cumhuriyet
döneminde, özellikle de tek parti döneminde büyüdü. Atatürk'ün milliyetçilik anlayışı,
hiç kimsenin etnik kökenine önem vermeksizin, 'Türküm' diyen herkesi eşit vatandaş
kabul etme esasına dayalıydı. Ancak uygulama her zaman böyle olmadı. Tek parti döneminde
etnik temelli bir Türk milliyetçiliği geliştirildi.

Kürt sorununun kırılma noktası ise, 1925 baharında patlak veren Şeyh Said isyanı
oldu. İsyan, Kürtler arasında çok sınırlı bir destek buldu; Bediüzzaman Said Nursi
gibi önde gelen din adamları isyana karşı çıktı. Ama isyanı bastırmak ve 'kökünden
halletmek' için başlatılan Takrir-i Sükun döneminde sert yöntemlere başvuruldu.
Bu tarihten itibaren 1930'ların sonuna kadar 'bölge'de hemen her yıl ayaklanma yaşandı.
Türkler ve Kürtler arasındaki birliği sağlayan Müslüman kimliğine yapılan vurgunun
azalması sorunun çözümünün en etkin yolunu da ortadan kaldırmış oldu.

Kazım Karabekir'in Alternatif Projesi

Acaba Şeyh Said isyanı sonrasında daha farklı bir 'Doğu politikası' uygulanabilir
miydi? Kurtuluş Savaşı'nın kahramanlarından Kazım Karabekir Paşa, farklı bir politika
geliştirmiş ve önermişti. İsmet İnönü hükümetinin 'Takrir-i Sükun' politikalarındaki
sertliği eleştiren Karabekir, temeli eğitim ve ekonomik entegrasyona dayalı alternatif
bir proje sunmuştu. Proje 4 temele dayanıyordu: 12 yaşından küçük çocukları gece
yatılı mekteplerine almak; Hamidiye Alayları'nın devamı olan Aşiret Süvari Fırkaları'nı
tarımsal müfrezeler haline getirerek bunları tarımsal kalkınma ve yol çalışmalarında
üretici hale getirmek; bölgedeki din adamlarını, Kürtçeyi de iyi bilen üniversite
mezunu hocalar ve hukukçular ile harmanlamak. Böylece, bölge insanının dini temelden
kopmadan modern bir eğitim almasını sağlamak; özellikle Van Gölü havzasından başlamak
üzere, bölgedeki diğer aşiret unsurlarını küçük parçalara ayırarak yerel kalkınmada
çalıştırmak, bölgedeki Ermeni propagandalarını ve Kürtçülük hareketlerini etkisiz
hale getirmek için üst kültürlü, temsil yetenekli, çevresindeki yerli halka sosyal
hayatta ve üretimde örnek olacak Türk kanalları açmak.

Karabekir, Kürtlerin dini hassasiyetlerini gözetecek, onları modern eğitimle
tanıştırırken bir yandan da üretime teşvik edecek ve böylece ülke geneliyle ekonomik
entegrasyonlarını artıracak çözüm öneriyordu. 1926 yılında Meclis tarafından bölgeye
gönderilerek durum hakkında rapor hazırlaması istenen Bursa Milletvekili Emin Bey
de "sıkı yönetim yerine ılımlı, yumuşak bir politika uygulanması, Sultan II. Abdülhamid'in
bölgede uyguladığı politikalara ağırlık verilmesini" öneriyor ve "güvenliği sağlamak
için bölgede bulunan silahlı kuvvetlere yapılacak masrafın yarısı kadar bir masrafla
bölgeye önemli hizmetler götürülebileceğine" dikkat çekiyordu.

İsmet İnönü hükümetlerinin uyguladığı politikalar ise, 'radikal devrimcilik'
vizyonuna göre şekillenmişti. Bu vizyonda ekonomiye ve yerleşik kültürel değerlere
fazla önem verilmiyor, sorunun Kürtlere Türk kimliğini kabul ettirmek ve tepkileri
bastırmakla çözümleneceği umuluyordu. Ancak bu politika ters tepti. Muhafazakar
Kürtleri Türk kimliğine kazandırmak, ancak ortak dini ve kültürel değerler ekseninde
yürütülecek politikayla mümkün olabilirdi. Bunun aksi bir çizgide oluşturulan Halkevleri,
Köy Enstitüleri gibi projeler başarılı olamadı.

Dr. Hüseyin Koca'nın ifadesiyle "halk zaten sınırlı olan eğitim imkanlarından
'çocuklarımız gavurlaşacak' diye faydalanmak istemedi." Oysa, Dr. Koca'ya göre,
"Kazım Karabekir Paşa'nın ziraat projesine kulak verilseydi, sosyal bütünleşme sağlanabilecekti."

Bugün ve Sonrası

Tek parti döneminden sonra gerek Demokrat Parti döneminde, gerekse Turgut Özal
iktidarında bir takım olumlu adımlar atıldı. Ancak, bu adımlar yeterli olamadı ve
sorun günümüze kadar büyüyerek geldi. Şimdi, yeni bir dönemin başında kapsayıcı
projelere ihtiyaç olduğu açık. Yanıbaşında Irak gibi istikrarsız bir yapının olduğu
bir dönemde Türkiye'nin, tıpkı Osmanlı zamanında olduğu gibi ülkede yaşayan bütün
unsurları ortak manevi değerlere dayalı, kardeşlik duygusuyla kucaklayacak politikaları
hayata geçirmesi gerekiyor.

Türkiye'yi 2002'den bu yana yönetmekte olan AK Parti hükümetinin bu yönde olumlu
adımlar attığını söyleyebiliriz. Çünkü Türkler ve Kürtler arasındaki ortak "din
bağı"ndan söz eden ve etnik Türk milliyetçiliğinden uzak duran AK Parti, Güneydoğu'da
en çok oy alan parti durumundadır. PKK çizgisine yakın görülen "Kürt partileri"nin
karşısında, Kürt vatandaşlarımız arasında en çok bu partinin muhafazakar değerleri
ve liberal politikaları itibar buluyor. Bu nedenle AK Parti'nin Kürt sorununu öncelikli
bir mesele olarak ele alması gerek.

Öz

Bu çalışma, bir bölünme tehlikesini de içinde barındıran Kürt sorununu tarihi
perspektif içinde irdelemektedir. Kürt sorununun tarihi objektif olarak incelendiğinde
ortaya çıkmaktadır ki, bu sorunun temelinde, çok-uluslu Osmanlı İmparatorluğundan
bir ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyetine biraz fazla radikal, devrimci ve 'laikçi'
bir biçimde geçilmesi yatmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Kürt sorunu, Kürt milliyetçiliği, irtica, bölücülük, Hamidiye
Alayları, ulus-devlet, devrimcilik

Abstract

This work analyzes the Kurdish question in historical perspective, which embracingn
in itself a threat of regional division. If the history of the Kurdish question
will be analyzed objectively, then it emerges that the radical, revolutinary and
'laicist' transition from the multinational Ottoman Empire to the Turkish Republic
which is essentially a nation-state lays on its ground.

Key Words: Kurdish question, Kurdish nationalism, backwardness, seperatism, Hamidian
Troops, nation-state, revolutionism