A Pessimistic Analysis of the Violence Rising in the World and Turkey

Günümüz dünyasının sorunları dünden farklı olarak çeşitlenmiş ve
karmaşıklaşmıştır. Kimi sorunlar ulusal ve bölgesel kaynaklı iken, kimileri küreseldir.
Kırdan kente göç, kentlileşme, işsizlik, gelir dağılımı, eğitim, sosyal güvenlik
ve bölgesel adaletsizlik, tinerci çocuklar, kapkaç ve artan şiddet gibi sorunlar
daha çok ulus içi ve kalkınma ile ilgili iken; AB, IMF, siyasallaşan kimlik talepleri,
küresel terör, sömürü ve savaşlar ulus dışıyla ilgilidir. Kuşkusuz, ulus içi ile
ulus dışı gerçeklik düzleminde bu kadar net olarak birbirinden ayrılmaz. Weber'in
dediği üzere (1985:77 ve Torun, 2003:25-26), her bilimsel uğraş kaçınılmaz şekilde
ideal tiplemeler yapar.

Kimlik taleplerini, artan terörü, kalkınma sorunlarını ulus dışından soyutlamak
mümkün olmadığı gibi; AB, IMF ve Dünya Bankası ile ilişkilerimizi de ulus içinden
soyutlamak mümkün değildir. Türkiye'nin trajedisi ise, sanayileşme ve kentlileşmeyi
tamamlamadan yeni bir devrin gelip dayanmasıdır. Henüz toplum olmayı ve bir arada
yaşamayı, bunların gereği olan toplumsal kuralları özümseyip empati kurmayı öğrenemeden
yeni çağın yeni sorunlarıyla yüz yüze geldik.

Her çağa damgasını vuran başat bir olgu ve egemen paradigma bulunur. Günümüzde
her şeyi değiştirip dönüştüren olgu küreselleşmedir. (Giddens, 2000:67-68) Küreselleşme
çağdaş dünyada bir tercih konusu değil, bir veridir. Bu çığırı görmezden gelmek,
akıntıya karşı kürek çekmek gibidir. Toynbee' nin Zeolat'ı ya da Son Samuray adlı
filmin kahramanı gibi kahpe düzene ayak uydurmaktansa onurlu bir ölümü seçmek bazıları
için çıkış olabilir. Ne var ki, böyle bir tasarrufta bulunmak aslında bir seçeneği
seçmek değil, seçeneği kalmamış olmak anlamına geliyor.

Küreselleşme öncesi insanlık tarihini değiştiren diğer devrimler tarım ve sanayi
devrimleridir. (Güran, 1990:3)

Geçimlikten fazlasını artırmak ilk defa tarımsal üretimle mümkün oldu. Meslekler,
sanat, felsefe ve devlet gibi kurumlar böylelikle ortaya çıktı. Toprağı işleme ve
sulama konusundaki yenilikler hem güçlü devletlerin, hem de sonraki devrimin nedeni
olan ticaretin doğmasını sağladı. Çin, Hindistan, Mezopotamya ve Mısır'da doğan
devletler buna verilebilecek örneklerdir. Bu dönemde gücün ve zenginliğin temel
belirleyicisi topraktır; güç sahipleri toprağa sahip olanlardır; savaşlar ve iktidar
mücadeleleri toprak için yapılmaktadır.

İleri kültür ve medeniyet, yerleşik hayata geçmekle, tarımsal üretimle mümkün
oldu. Yerleşik hayata geçmeyen hiçbir göçebe toplum, anlık galibiyet sağlasalar
da, son analizde yerleşik bir topluma üstünlük kuramamışlar ve savaşkanlıkla yendikleri
yerleşik toplumların kültürleri içinde eriyip yok olmuşlardır. Avarlar, Hunlar ve
Moğollar bunlara örnektir. Anadolu'da Selçuklu egemenliğini yıkıp kendi egemenliklerini
kuran Moğollardan hemen hemen iz kalmamıştır. Mevlana gibi o dönemin kanaat önderleri
Moğol egemenliği ile askeri ve siyasi mücadeleden kaçınmayı tavsiye etmelerinin
altında "Moğolların yerleşik bir sistem olan Türk-İslam medeniyeti içinde nasıl
olsa eriyip asimile olacaklardır" şeklindeki öngörüsü yatmaktadır. Nitekim, öyle
de olmuştur. Türkiye'de Moğollar ve Moğollukla ilgili geride ne kalmıştır?

İnsanlık tarihinin gördüğü ikinci devrim Sanayi Devrimi'dir. İlk defa 1750-1850
arasında İngiltere'de gerçekleştiğine (Güran, 1990:115) inanılan sanayi devrimi
ile güç ve zenginliğin başat faktörü sanayi olmuştur. Güç ve zenginliğin kaynağı
toprak yerine girişimcinin (burjuvanın) elindeki kapitaldir, paradır. Güç sahipleri
kapitale hükmeden burjuva sınıfıdır. Bütün iktidar mücadeleleri para etrafında dönmektedir.
Neticede sanayi sosyal, siyasal, kültürel düzenini kurdu. (Torun, 2003) Ulus devleti
ve ulus toplumu bugüne kadar olgunlaşarak gelen bu sürecin ürünleridir. Rasyonel
bürokrasi, kuvvetler ayrılığı, halk egemenliği, anayasa, vatandaşlık, parlamento,
sivil-siyasal haklar, sosyal haklar ve hukukun üstünlüğü hep sanayi medeniyetine
paralel gelişen kurumlardır. Bu yaklaşımlarımız altında alt-yapı üst yapıyı belirler
şeklinde bir determinizm de bulunmamaktadır. Alt yapı ve üst yapı birbirini karşılıklı
olarak etkilemektedir. (Bottomere, 183; Torun, 2002; Torun, 2003:33) Aynı şekilde,
üst yapı da tarım ya da sanayi devrimini tersine döndürmek gücüne sahip değildir;
etkisi ancak değişimi farklı yönlere yönlendirmek şeklinde olabilir. Tarım devrimi,
gerek Osmanlı'da gerekse Avrupa'da otarşik ekonomi ve kapalı toplumsal düzeni yarattı.
Öte yandan bu düzen Osmanlı'da tımar-çift sistemi, Avrupa'da ise feodal sistem şeklinde
farklı kalıplara döküldü.

Çağımızı belirleyen ve ona rengini veren devrim ise küreselleşmedir. (Kocacık,
2003:2) 1970'lerden itibaren finans sektöründe başlayıp ekonominin tümüne yayılan
küreselleşme çığırı ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal bütün alanları belirleyen
başat olgu haline gelmektedir. Daha hızlı ve kolay iletilebilen bilgi giderek endüstri
toplumunun temel parametresi olan "kapital (sermaye)"in yerini almaktadır. Enformasyon
teknolojileri, bio-teknoloji, gen mühendisliği ve diğer alanlardaki ilerlemeler
bilgi toplumunu olgunlaştıran belli başlı etmenler olarak öne çıkmaktadır.

Küreselleşme temelde ulus devlet ve ulus toplumla ilgili bütün kurumları değişmeye
zorlamaktadır. (Giddens, 2000:374-375) Küreselleşmenin doğurduğu neo-liberal ekonomik
sistem Keynesyen İktisat'ın refah politikalarını dışlamaktadır. Devletin "sosyal"
ve "refah" niteliklerinin dışlanması ise ulus toplum ve onun siyasal sisteminin
aşındırılması anlamına gelmektedir. Çünkü, modern toplum ve demokrasilerin temel
direği orta tabakadır. Orta tabakanın mevcudiyeti ise, sosyal bir refah devletinin
varlığına bağlıdır.

Küreselleşen dünyada güç ekseni kaymaktadır. Artık, güç kapitalden ve onun yarattığı
sanayiden kaynaklanmıyor. Tank, otomobil ve televizyon üretmek görece önemini kaybetmektedir.
Değişen güç ekseninde, zenginlik ve gücün temel parametresi artık "bilgi"dir. Dünya
düzeninin yeni egemenleri ise bilgiyi üretenler, çoğaltanlar ve iletenlerdir. Yüksek
ekonomik katma değer fabrika ve sanayi ile değil tasarım, patent ve marka ile yaratılmaktadır.
Patent ve tasarımları hayata geçiren fabrikalar neo-liberal ekonominin bir nevi
hamallığını yapmaktadır. Türkiye'nin en büyük ağır sanayi fabrikasından biri olan
Ereğli Demirçelik'in tüm değeri yaklaşık 5 milyar dolardır. ABD de iki yıl önce
iki üç kişinin bir araya gelerek kurduğu ve Google tarafından satın alınan bir internet
şirketinin değeri ise 1,3 milyar dolardır. Ortada ne fabrika, ne işçi, ne patron,
ne de üretim bandı bulunmaktadır. Olan, yeni bir düşüncenin üç beş kafadar tarafından
hayata geçirilmesidir.

Küreselleşme, başta ekonomi olmak üzere, sosyal, siyasal ve kültürel hayatın
dünyayla bütünleşmesi anlamına gelmektedir. (Nişancı, 2007) Kendi sorunlarınızı
dünyadan soyutlayarak çözmek mümkün olmamaktadır, çünkü günümüz sorunları doğrudan
ve/veya dolaylı olarak küresel niteliktedir. Ülke çapındaki güvenlik sorunundan,
toplum içindeki asayiş, aile düzeni ve çocuk terbiyesine kadar bütün alanlar küresel
trentlerle ilgilidir. AB olgusu da, büyük ölçüde, küreselleşmenin salık verdiği
bölgesel bütünleşmenin dayattığı bir mecburiyettir. (Giddens, 2000:374-375)

Türkiye'nin AB'ye girip girmemesi tartışma konusu yapılabilir, ama bir bölgesel
bütünleşmeye katılmadan çağdaş devlet ve toplumlar arasında var olmak reel politika
açısından zor gözükmektedir. AB'nin alternatifi nostaljik eski düzen değil, alternatif
bir bölgesel organizasyondur. Dolayısıyla, AB'ye girip girmeme konusu küreselleşme
bağlamında ele alınması gereken bir sorundur.

AB olgusu küreselleşmenin yalnızca Türkiye'ye dayattığı bir örnek de değildir.
İngiltere uzun yıllar AB'ye girme konusuna tereddütle yaklaştı. Çünkü, AB'nin imaj
ve potansiyel gücü 1970'lere kadar pek önemsenmemiştir. Küreselleşmenin etkisini
gösterdiği bu tarihten sonra AB'nin imajı büyük ölçüde farklılaştı. Özellikle Doğu
Bloku'nun çözülmesinden sonra büyük bir cazibe merkezi haline gelmiştir. Bu anlamda
İngiltere için AB, içinde olmakla can atılan bir yer olmaktan çok dışında kalmanın
göze alınmadığı bir organizasyondur.

Fransız parlamentosunun sözde Ermeni soykırımının reddini cezalandıran yasayı
onaması birinci derecede Fransızların Türkiye'ye olan antipatisi ile ilgili değil;
AB entegrasyonunun, küreselleşme ve neo-liberalizmin ulus devletin sosyal ve refah
işlevlerini aşındırmasına duyulan tepkiyle ilgilidir. Fransızların stratejisi, bir
bakış açısıyla, Türkiye'nin AB üyeliği ile ilgili olumsuz politikalar üretip, AB
entegrasyon projesini sulandırmaktır. Fransız halkı güzel günleri kaybetmenin baskısıyla
statükocu tepkiler vermektedir. Fakat, Çin'in dünyanın göbeğine gübre gibi yığdığı
ucuz mallar yerine, pahalı Fransız mallarını kim alacak? Eğer, maliyeti yüksek Fransız
malları Çin malları ile rekabet edemez ise bedava konforu sürdürmenin yolu da kalmayacaktır.
Fransızların böyle popülist ve konformist tepkileri küreselleşen dünyanın çığırı
önünde bir değer ifade eder mi, bunu zamanla göreceğiz.

AB'nin kurucu ülkelerinde sosyal güvenlik harcamalarının ekonomik maliyetler
üzerindeki yaptığı baskı en önemli ekonomik sorun olarak görülmektedir. Ekonomi
çevreleri, bütçe ve dolayısıyla maliyetler için ağır yük oluşturan, ekonomik verimsizliğe
neden olan sosyal güvenlik harcamalarının sınırlandırılmasını istemektedir. Bu ise,
geniş orta tabakanın asgari hayat standardını tehlikeye atmaktadır. Sağlık, sosyal
güvenlik, eğitim ve diğer kamu harcamalarının sınırlandırılması geniş halk kesimlerinde
ciddi gerilmelere neden olmakta; hatta şiddete varan sonuçlar doğurabilmektedir.

AB Merkez Bankası'nın üye ülkelere empoze ettiği para ve maliye politikaları,
en azından kısa ve orta vadede, işsizliğe neden olmaktadır. Nispeten gelişmemiş
ve birliğe yeni katılan ülkelerden gelen ucuz işgücü müreffeh AB toplumlarını kaygılandıran
diğer bir etkendir. Nitekim, Fransızların Polonyalı muslukçuların kendilerini işsiz
bırakacağı şeklindeki endişeleri de bununla ilgilidir. Küreselleşme paralelinde
yer edinen neo-liberalizmin ekonomik konjonktürüne uyum sağlayamayan yerel piyasa
ve toplumlar sonuçta mevcut konumlarını da muhafaza edemeyeceklerdir. AB toplumlarının
AB ile ilgili tepkileri netice itibariyle küreselleşme ve neo-liberalizme karşıdır.

Küreselleşmenin yarattığı diğer büyük sorun seti gittikçe siyasallaşan kimlik
talepleridir. Küreselleşme bir yandan ulus içini ulus dışı ile entegre ederken,
diğer yandan ulus devlet ve ulus toplum formunu zayıflatarak alt kültürlerin kimlik
taleplerinde bulunmalarını mümkün kılar. Kimlik taleplerinin siyasallaşarak mikro-milliyetçiliğe
sapması ulus toplum ve ulus devlet yapılarını tehdit etmektedir. Sanayi toplumunun
temel paradigmalarından olan modernizmin yerini postmodernizm almaktadır. Postmodernizmin
olumladığı çok kültürlülük söylemi etnik, dinsel, mezhepsel, bölgesel, cinsel, çeşitli
alt kültürlerin kimlik taleplerini meşrulaştırıp yaygınlaştırmaktadır. Oysa, modernizm
ve ulus toplumu bütün alt kültürleri homojenleştiren ve bir üst kültürde asimile
eden etkiye sahipti. Fransa kent banliyölerinde bir yıl önce çıkan isyan benzeri
kitlesel hareketler ülkede yaşayan alt kültürlerin egemen kültüre karşı kimlik taleplerini
yükseltmeleri anlamına gelmektedir. (Kastoryano, 2000)

Türkiye'de de çeşitli dinsel ve etnik kimlik talepleri ve bu bağlamda ortaya
çıkan siyasal polemikler hep küreselleşmenin doğurduğu etkilere olan tepkilerdir.
Hrand Dink'e yapılan suikast olayını buna örnek vermek yanlış olmayacaktır. Altyapısını
küreselleşmenin döşediği AB müktesebatının cebrettiği azınlık hakları, siyasal haklar,
kültürel kimlik ifadeleri, çok kültürlülük gibi reformlar ve bu doğrultuda oluşan
kamuoyu, yerleşik sosyal ve siyasal düzeni değişmeye zorlamakta, bu ise sosyal düzenin
geniş kitleleri ile siyasal sisteminin egemenlerinde (ya da kendilerini öyle addedenlerde)
içten içe savunmacı tepkiye neden olmaktadır.

Küreselleşme etkisi ile bazı durumlarla ilk defa karşılaşıyoruz. Bugün, ezilmişlik
ve yoksunluk duygusu önceden olmadığı kadar ve hızlı bir şekilde yayılmaktadır.
Baskı ve yoksulluk geçmişte de vardı; ama kitle iletişim kanal ve araçları bu denli
yaygın değildi; olumsuz tepkiler mevzi kalır, yayılmazdı. Bugün ekonomi ve sosyal
politika literatüründe yoksulluğun yanına yoksunluk denen bir terim eklendi. Refah
düzeyi Türkiye'de, özellikle son yıllarda, sürekli artmaktadır. Büyüme oranları,
milli gelir ve ihracat artışları gibi makro ekonomik göstergeler bu olumlu artışı
doğruluyor. Buna rağmen, Türk halkı dün olmadığı kadar yoksunluk içindedir. Çünkü,
herkesin gelir ve hayat standardı az ve ağır ritimde de olsa sürekli artmasına karşı,
bazılarının gelir ve refahları kalabalıklarınkinden çok hızlı artmaktadır. İşte
bu dengesiz refah artışı büyük kalabalıkları yoksunluk duygusuna sokmaktadır. Böylelikle
sosyal tabakalar arası mesafe açılmaktadır. Gittikçe açılan mesafe geniş halk kitlelerinde
içerde üst kesimlere, dışarıda ise güçlü ülkelere karşı düşmanca tutumların yükselmesine
neden olmaktadır. Şiddet ortamını besleyen sosyolojik yapı, bir yönüyle, bu şekilde
ortaya çıkmaktadır.

Okul önlerindeki şiddet olaylarını, seri cinayetleri, tinerci çocuklar sorunu,
alt kültürlerin kimlik taleplerini küresel etkenlerden soyutlayarak anlayamaz ve
çözüm üretemeyiz.

Günümüz konjonktüründe toplumda neden şiddet var demek, bir açıdan, çok anlamlı
değildir. Betimlediğimiz bu ortamda şiddet doğal olarak var olacaktır; bundan bütünüyle
kaçınmak mümkün gözükmüyor. Güvenlik güçlerinin ortaya çıkışı itibarıyla şiddete
bir çözüm getirme şansı pek bulunmuyor. Şiddet, ancak aileden başlayan bir süreç
içinde ele alınarak çözülebilir. Asayiş açısından yapılacak öncelikli eylem ise
hukuk ve adaletin tesis edilmesidir; yoksa, yüksek perdeden hitap edip tehditler
savurmakla bir yere varılamaz. Askeri ve polisiye tedbirler şiddetin nedenlerini
kurutamaz, kaldı ki, görevi bu da değildir. Onlara böyle bir görev atfetmek sivil
ve siyasal haklarla çelişen durumdur. Ancak, istihbarat ile şiddet potansiyelini
önceden öngörüp emniyet tedbirlerini almak bahsimiz dışındadır.

Alt kültürlerin yükselen kimlik talepleri ile halk içinde gelişen şiddet tohumlarını
yasak ve cebri tedbirlerle yok etmenin imkanı kalmamıştır. Çünkü, küreselleşme ulus
devlet formunu zayıflatarak toplum üzerindeki etkisini de sınırlandırmaktadır. Bu
süreç, devletin yasalar koyma, yasaları etkili ve otoriter bir şekilde uygulama
kabiliyetini sınırladığı gibi, sosyal devlet işlevinin yeniden dağıtım imkanlarını
da elinden almıştır.

Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve bilimsel yönleriyle her toplum küresel
olanla eklemleşmektedir. İçe kapanmak çok yarar getirmeyebilir, çünkü günümüz sorunları
küresel sorunlardır. Bir sorunu ülke dışından, uluslararası siyasetten soyutlayarak
çözmek imkansız hale gelmektedir. Meğer ki, rejiminizi bütünüyle totaliterliğe dönüştürmüş
olasınız. Totaliterliği tercih eden ülkeler ise, küresel yarıştan çekilmiş olacakları
için kalkınma ve toplum refahını uzun vadede sağlayamaz duruma düşecekler ve son
kertede siyasal rejimlerini de muhafaza edemeyeceklerdir. Totaliter rejimler iflah
olsaydı, bunun en karakteristik örneği olan SSCB dağılmazdı.

Otoriterlik ve kollektivizmin işlevini kaybedip demokrasi ve bireyselliğin damgasını
vurduğu dünyada ataerkil insan ilişkilerinin savunulması pek akıllıca gözükmemektedir.

İnsan sayısı ve kas gücü yerine birey ve bilginin geçerli olduğu bilgi toplumunda
geçerli ilişki ve yönetişim biçimi demokrasidir. Çünkü, küresel rekabette ayakta
kalmak ancak eleştirel düşünen, yenilikçi, üretici ve girişimci bireylere sahip
olmakla mümkündür. Korku ve disiplin toplumundan değerler toplumuna geçmek demokrasiyle
mümkündür. Kurallara korktuğu için değil, benimsediği için uyum sağlayan vatandaşlar
ancak demokratik ortamlarda yetişebilir. Doğan Cüceloğlu'nun söylediği üzere (2005:51);
insanların eğitim ve kariyeri arttıkça, Batı'daki gibi, daha dürüst olmamaları ve
sorumluluk duygusunu geliştirmemelerinin nedeni bu olsa gerek. Türk insanının, polisin
olmadığı yerde, genelde bütün kurallara, özelde trafik kurallarına, riayet etmemesi
değerler toplumu olmamakla ilgilidir. Okulda öğrencilerin, ailede ise kadın ve çocukların
ikincilleştirildiği, itilip kakıldığı, beyinlerin değişmez dogmalarla koza gibi
örüldüğü yerde ise değerler benimsenmez, demokratik bireyler yetişemez.

Bir iletişim ve yönetişim biçimi olarak demokrasi öncelikle fertler arasında
denk ve eşitliği gerektirmektedir. Çünkü, şahsiyetli birey, insanların yek diğerine
denk ve eşit kabul edildiği, kendi gerçekleriyle var olabildiği, kanaatlerini özgür
iradesiyle edindiği, ast-üst ilişkilerinin iş ve görevle sınırlı olduğu demokratik
ortamlarda mümkün olabilir.

Küreselleşme ve bununla paralel gelişen AB süreçleri her türlü toplumsal ilişki
ve kurumları dönüştürmektedir. Kamunun yeniden yapılandırılmasını, eğitim reformunu,
özelleştirmeyi ve AB ilerleme sürecindeki reformları hep bu baptan saymak gerekir.

1980'lerden bugüne, ama özellikle 1990'lardan bu yana yaşadığımız küreselleşme
sürecinde dinsel, etnik, cinsel, kültürel, vb. sıfatlarla dile getirilen kimlik/farklılık
talepleri, bu talepler üzerine yükselen tanınma siyaseti ve bu siyaset ekseninde
oluşan kimlik temelli çatışmalar gündemimize oturan olumsuz yönler iken (Keyman,
2007); ulus devletin zayıflaması ile homojenleştirme ve asimilasyon politikalarının
ortadan kalkması sonucu artan hak ve özgürlükler ortamı olumlu yönler olarak öne
çıkmaktadır.

Küreselleşme süreci mevcut yapı içinde çözülemeyen ve kronik hale gelmiş sosyal,
ekonomik, siyasal ve kültürel sorunların çözülmesinde harici bir çıpa işlevi görmektedir.
Nitekim, AB, postmodernizm ve neoliberalizm gibi küreselleşme paralelinde gelişen
rüzgarlar iç dinamiklerle hallinden ümit kesilmiş yapısal sorunların çözümünde dışsal
bir dayanak noktası olmaktadır. İnsan hakları, ekonomi, siyaset, hukuk, adalet,
eğitim sistemleri ve bütün kamu sektörünün yeniden yapılandırılmasında arkaya alınacak
küreselleşme rüzgarına bir fırsat olarak bakılmalıdır. Güçlü bir değişim ve dönüşüm
dinamizminin dışlanması statükoculuktan başka ne ile açıklanabilir.

Öte yandan küreselleşme bütünüyle romantik erdemlerle donanmış bir hayırhah da
değildir. Küreselleşme birleşmiş bir dünya yaratmak yerine, belki temel toplumsal
eşitsizlikleri biraz daha derinleştirmiştir. (Marshal,1999:449-450) Küreselleşme,
global dünyada, bir açıdan, nispeten gelişmiş müreffeh ülkelere, yerelde ise nüfuzlu
elitlere büyük imkanlar sağlamakta, onların pozisyonlarını daha da güçlendirmektedir.
Böylelikle, dünya çapında "müreffeh bir azınlık"a karşılık, dünya çapında "yoksul
kalabalıklar" ortaya çıkmaktadır. Ekolojik dengenin bozulması ve kaynakların küçük
bir azınlık tarafından hoyratça tüketilmesi küresel felaketlere neden olacak potansiyele
sahiptir. Neo-liberal ekonomi politikaları, doğası gereği, imkanı olanlara fırsat
sağlarken, imkanı olmayanlara ise ancak yoksunluk duygusunu vermektedir. Yine, postmodern
radikal farklılık politikaları etnik milliyetçiliği beslemektedir.

Küreselleşme süreci bir yandan ulusal olanı parçalara ayırırken, diğer yandan
parçalanan öğeleri tek tek ulus dışındaki öğelerle entegre etmektedir. Ulusal sermayenin
uluslararası sermaye ile birleşmeleri toplumun diğer kesimleriyle, özellikle işsizlerle,
yoksullarla, dar gelirlilerle ve köylülerle onların vatandaşlık bağlarını zayıflatmaktadır.
Bu bağlamda küreselleşme bir vatana ait olma ve o vatan gemisi içinde diğerleri
ile aynı kaderi paylaşmayı anlamsız kılmaktadır. Bu durum ise bir vatana ve devlete
bağlı olmakla ilgili ortaya çıkan vatandaşlığı işlevsizleştirdiği gibi bir nevi
vatansızlaşmaya da neden olmaktadır. Vatan, vatandaşlık ve halk olgularının flu
olduğu bir ortamda, vatandaşlık bağı ile bir araya gelen halkın bir ülkedeki kendi
kendini yönetmesini (self-determinasyon) ifade eden demokrasi de zarar görmektedir.
Yine, neo-liberal politikalarla ulus devletin sosyal ve refaha yönelik işlevlerinin
zayıflaması kitleleri marjinalleştirmektedir. (Nişancı, 2007)

Peki, çözüm nedir? Çözüm, oyunda kalmaktır; küreselleşmeyi veri olarak kabul
edip, ondan doğan fırsatları değerlendirmek, ortaya çıkan tehdit ve marazları minimize
etmeye çalışmaktır. Bu tutum ve strateji ise oldukça gerilimli, her zaman müteyakkız
olmayı gerektiren son derecede rahatsız edici bir tutumdur. Küreselleşmenin yarattığı
hızlı değişim rüzgarları her ülke için hem fırsatlar hem de tehditler sunuyor. Türkiye,
bir yandan tehditleri defedip, diğer yandan fırsatları yakalayarak değişimi gelişime
çevirmek durumundadır.

Çözüm odağı toplumdur, meclistir, sivil toplum örgütleridir, daha fazla demokrasidir,
hukukun üstünlüğüdür ve toplumun daha fazla inisiyatif almasıdır. Asayiş tedbirlerini
almakla ilgili olarak muhatap merci sivil toplum ve halkı temsil eden siyaset ve
siyasi kurumlardır. Bazılarının siyaseti bütün meskenetlerin odağına koyması, siyaset
mesleğini küçümseyip yok sayması yanlış bir mantıktır. Özellikle devletin veya devlet
benzeri kurumların sağladığı sera iklimlerde yaşayıp geçimlerini temin edenlerin
kendi mesleklerini siyasetten daha yüce saymaları, henüz eve çöp bile getirmemiş
toy bir gencin romantik tutumuna benzetilebilir. Hangi mesleğin daha steril ve kutsal
olduğunu merak edenlere Reşat Nuri Güntekin'in Miskinler Tekkesi adlı güzel eseri
tavsiye olunur.

Küreselleşme çığırının her şeye rengini verdiği bir konjonktürde kendi yağıyla
kavrulmanın, biz bize yaşamanın, kendi ulus çadırı içinde karşılıklı hamaset çubukları
tüttürmenin geçerliliği pek kalmamıştır. Global dünyada ya evrensel kurallar ve
değerlere göre yaşamayı öğrenirsiniz, ya da tarihin çöplüğüne atılır gidersiniz.

Kaynaklar:

BOTTOMORE, T ve R Nısbet (derl.) (1990), Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, çev.
ve derl. Mete Tunçay ve Aydın Uğur, Ankara: Verso Yayınları.

CÜCELOĞLU, D. (2005), Mış Gibi Yaşamlar, Birinci 50.000. Basım, İstanbul: Remzi
Kitabevi.

GÜRAN, T. (1990), İktisat Tarihi, İstanbul: Damla Ofset.

KASTORYANO, R. (2000), Kimlik Pazarlığı: Fransa ve Almanya'da Devlet ve Göçmen
İlişkileri, çev. Ali Berktay, İstanbul: İletişim Yayınları.

KEYMAN, E.F. (2007), "Kimlik Siyaseti ve Kürt Sorunu", Radikal Gazetesi, /ek-haber.php?ek=r2&haberno=4934&tarih=16/02/2007

KOCACIK, F. (2003), "Bilgi Toplumu ve Türkiye", CÜ, Sosyal Bilimler Dergisi,
Cilt 27, Sayı 1, ss. 1-10.

MARCHAL, G. (1999), Sosyoloji Sözlüğü, Çev. Osman Akınhay-Derya Kömürcü, Ankara:
Bilim ve Sanat Yayınları.

Nişancı, E. (2007), "Vatandaşlık ve Demokrasi İçin Potansiyel Mekan Olarak Şehirler
ve Şehirci Söylem", Sivil Toplum Dergisi, 2007.

TORUN, İ. (2002), "Max Weber'e Göre İktisadi Gelişmenin Yeterli Şartı," Maltepe
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Ekonomik, Toplumsal ve Siyasal Analiz Dergisi,
Cilt 1-2, 113-128.

TORUN, İ. (2003), Max Weber'de İktisadi Gelişme Düşüncesi, İstanbul: Okumuş Adam
Yayınları.

TORUN, İ. (2003b), "Endüstri Toplumunun Oluşmasında Etkili Olan İktisadi ve Sinai
Faktörler", Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 4,
Sayı 1, 181-187.

WEBER, M. (1985), Protestan Ahlak ve Kapitalizmin Ruhu, çev. Zeynep Aruoba, İstanbul:
Hil Yayınları.

Öz

Her çağa damgasını vuran başat bir olgu ve egemen paradigma bulunur. Günümüzde
her şeyi değiştirip dönüştüren olgu küreselleşmedir. Küreselleşme çağdaş dünyada
bir tercih konusu değil, bir veridir. Bu çığırı görmezden gelmek, akıntıya karşı
kürek çekmek gibidir. Küreselleşen günümüz dünyasının sorunları da dünden farklı
olarak çeşitlenmiş ve karmaşıklaşmıştır. Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve
bilimsel yönleriyle her toplum küresel olanla eklemleşmektedir. İçe kapanmak çok
yarar getirmeyebilir, çünkü günümüz sorunları küresel sorunlardır. Çözüm, küreselleşmeyi
veri olarak kabul edip, ondan doğan fırsatları değerlendirmek, ortaya çıkan tehdit
ve marazları, daha fazla demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne yer vererek, minimize
etmeye çalışmaktır.

Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, şiddet, demokrasi, hukukun üstünlüğü, ulus devlet

Abstract

Every era has a remarkable dominant phenomenon and a preeminent paradigm. Recently,
globalization seems to be the phenomenon changing and transforming everything. Thus,
globalization is not a matter of preference in the modern world, but it is a fact.
To ignore this trajectory would be like going against the tide. The contemporarily
globalizing world has so many problems which have been diversified and complicated
as being differend than in the past. Each society would be articulated to the global
from the social. Political, economic, cultural and scientific perspectives. Isolation
may not be very useful, because actual problems occur in global level. For the solution,
we need to accept globalisation as a fact, and to use the occasions emerging due
to globalisation efficiently. Then, we have to try to minimize the threats and disease
while putting more emphasize on democracy and rule of law.

Key Words: Globalisation, violence, democracy, rule of law, nation state