The Kurdish Question in Turkey

I. Giriş

"Kürt sorunu"nun bugün Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu temel
sorunların ilk sıralarında yer aldığı şüphesizdir. Ancak, güncel bir sorun
olması, onun tarihî arka planını bize unutturmamalıdır. Nitekim, Kürt sorununun
tarihi, diğer bazı temel sorunlarımız gibi, aşağı yukarı Cumhuriyet’in kuruluş
yıllarına kadar geri gitmektedir. Bunu göz ardı edersek meseleyi çözme şansımız
büyük ölçüde azalmış olur.
Hiç şüphe yok ki, her toplumsal varoluş kendi içinde sorunlar barındırır. Esasen
bu durum, daha genelde bu dünyada insan olarak varoluşumuzun doğasından
kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan, sorunsuz bir "insanlık durumu" tasavvur
edilemez; aksi halde dünyada olmamızın -dünya hayatının- "Cennet"te olmamızdan
farkı olmaması gerekirdi.

Bu tespitten, sorunlar karşısında pasif kalmayı telkin eden
"tevekkülcü" bir sonuç çıkarmak elbette yanlış olur. Bu, olsa olsa, insanî
varoluşa ilişkin bir gerçekçilik çağrısı olarak anlaşılmalıdır. İnsanlar elbette
hata yaparlar; insanların toplu yaşamayla ilgili kararlarından yanlışlar doğması
ihtimali ise daha da büyüktür. Ama insanoğlu karşılaştığı sorunları çözebilecek
yeteneklerle donatılmıştır. Bu çerçevede, bizi birey, toplum veya insanlık
olarak zora sokan bütün sorunlarımızı çözemeyebiliriz, ama çözebileceklerimizi
de çözme iradesi göstermeliyiz.

Şimdi, her büyük toplumsal sorun gibi, Kürt sorununun da hiç
şüphesiz ciddiyetle ele alınması gereken nedenleri vardır. Gerçi, bunların
hepsinin bilinçli insan eylemiyle değiştirilmesi mümkün olmayabilir. Öyle de
olsa, hiç değilse bilgi ve irade kapasitemiz dahilinde olan şartlara müdahale
edebiliriz ve etmeliyiz. Ama önce, sorunun arkasındaki nedenleri anlamalıyız,
bunu yapmadan hiç bir sorunu çözmek mümkün değildir. Bu "anlama" çabası ise,
işaret ettiğim genel perspektif içinde, hem nedenleri teşhis etmeyi -ama doğru
teşhis etmeyi- hem de bunların hangisine müdahale edebileceğimizi idrak etmeyi
kapsamaktadır. Bu gibi büyük sorunların nedenlerini iyi teşhis etmek, ayrıca,
gelecekte benzer sorunların ortaya çıkmasına meydan vermemek bakımından da
önemlidir.

Bu sorunu ortaya çıkaran temel nedenleri ele almadan önce,
sorunun teşhisiyle ilgili iki yanlışa kısaca dikkat çekmek istiyorum. Bu
yanlışların ilki Kürt sorununun özünde bir "terör" sorunu olduğuna ilişkin
teşhistir. Esas olarak, "devlet" adına konuşan ve hareket edenlerin
benimsedikleri bu görüş "sivil" kesimde de devletçi ve milliyetçi gruplar ve
hatta bir ölçüde halk tarafından da onaylanmaktadır. Kabul edelim ki, meseleyi
böyle görmek çözümü imkânsızlaştıracağı gibi, terörün bastırılması adına
münhasıran inzibatî tedbirlere başvurmayı veya bunları sürdürmeyi öngörmesi
bakımından da yanlış ve tehlikeli bir yaklaşımdır. Elbette Türkiye Kürt
sorunuyla bağlantılı olarak bir "terör sorunu"yla da karşı karşıyadır, ama
meselenin özü bu değildir. Açıktır ki, PKK terörü bir şekilde sona erdirilse
bile, başka tedbirlere başvurulmadığı sürece, Kürt sorunu varlığını
sürdürecektir.

Teşhisteki ikinci yanlış, karşı karşıya bulunduğumuz sorunu
"Güneydoğu sorunu" olarak adlandırmaktır. Bu ifade, hiç değilse ortada toplumsal
bir sorun olduğunu ima etmesi bakımından, "terör sorunu" ifadesine göre daha
isabetli olmakla beraber, sorunu yine de yanlış teşhis eden bir yaklaşımı
yansıtmaktadır. Çünkü, bu yaklaşım da Kürt sorununu ortaya çıkaran hakim
milliyetçi bakış açısından kaynaklanmaktadır. Açıkçası, burada "Kürt" sözünü
telâffuz etmemek için bölge adına atıfta bulunulmaktadır. Gerçi, bu adlandırmayı
tercih edenlerin önemli bir kısmı bunu "bölünme" korkusundan yapıyorlar; ama
eğer mesele bu ihtimali akıllardan uzak tutmaksa, "Kürt sorunu" demekle
"Güneydoğu sorunu" demek arasında özde bir fark yoktur. Nitekim, ilk terim
"millet"in bölünmesini çağrıştırıyorsa, ikincisi de "ülke"nin bölünmesini
çağrıştırabilir.

II. Ulusdevlet ve Milliyetçilik

Türkiye’de öteden beri bir Kürt sorunu olmasının en genel
nedeni, kuruluşundan birkaç yıl sonra Cumhuriyet’in ideolojik bir dönüşüm
geçirerek, Millî Mücadele döneminde hakim olan birleştirici bir yurtseverlikten
etnik milliyetçiliğe geçmiş olması ve bunun bugün de inat ve ısrarla halâ
sürdürülüyor olmasıdır. Bu milliyetçiliğin ana davası Türk kimliği odaklı bir
"ulus-devlet" projesini gerçekleştirmek ve onu o haliyle sonsuza kadar
korumaktır. Dolayısıyla, kuruluş döneminde devletin temel işlevi, etnik yanı
ağır basan bir "Türk ulusu" yaratmak üzere Türkiye’deki farklı kimlikleri
dışlamak ve bütün bir toplumu mütecanis ve kaynaşık bir kitle haline getirmeye
çalışmak olmuştur.

Böyle bir politikanın, başkaları yanında, Kürt kimliğinin de
reddedilmesi anlamına geleceği açıktı. Nitekim, tek partili Cumhuriyet yılları
Kürt kimliğinin genelde yok sayıldığı, zaman zaman da baskı altına alındığı bir
dönem olmuştur. Gerçi 1946’dan itibaren çok partili kısmî demokratik siyasete
geçilmesiyle birlikte Kürtler üzerindeki baskı azalmaya başlamıştır, ama etnik
Türklüğü merkeze almak suretiyle Kürt kimliğini yok sayma politikası özünde aynı
kalmıştır. Bu durumun, kendilerini haklı olarak yeni Türkiye’nin iki kurucu
unsurundan biri olarak gören Kürtlerde bir gücenme veya incinme duygusu yaratmış
olması anlaşılabilir bir durumdur.
Öte yandan, bu yeni Türk kimliği aynı zamanda, aşağı yukarı bütün modern
benzerleri gibi, laik bir kimlik de olacaktı. Bu da yeni Türkiye’nin kuruluşuna
hakim olan dinî referanslı yurtseverliğin tamamen terkedilmesi sonucunu
doğurmuştur. Böylelikle, millî mücadele yıllarında Türklerle Kürtleri ortak
yurtseverlik ekseninde kaderlerini birleştirmeye götürmüş olan bağlardan biri
daha tamamen kopmasa da büyük ölçüde yara almıştır. "Din kardeşliği" bağını
devre dışı bırakan bir siyasetin, ondan doğan "boşluğun" yerine aynı derecede
güçlü bir moraliteyi koyamadığı sürece, birliği sağlam tutmasına ve Kürtler
nezdinde sistemin meşruluğunu korumasına imkân yoktu. Türk milliyetçiliğinin
bunu sağlayabileceği zaten düşünülemezdi, çünkü kendi farklı kimliklerinin
bilincinde olan toplulukların gözünde bu taraflı bir duruştu, dolayısıyla
birleştirici olamazdı.

Gerçi, Cumhuriyet’in devlet seçkinleri bu boşluğu doldurmak
üzere, lâik yurttaşlık ekseninde yeni bir kamusal moralite oluşturma girişiminde
bulunmuşlardır; daha doğrusu bu iddia en azından resmî söylemin hiç bir zaman
büsbütün terk etmediği bir parçası olmuştur. Ne var ki bu girişim başarılı
olmamıştır. Çünkü, her şeyden önce, Cumhuriyet bir yandan eşit yurttaşlık
vurgusu yaparken, öbür yandan yurttaşlığı sivil olmaktan çok etnik bir temelde
-yani, Türklük etrafında- kurma çabasından da vazgeçmemiştir. Açıktır ki, farklı
etnik unsurlardan meydana gelen bir toplumda, çoğunluğu oluştursa da tek bir
etnik kimliğe dayandırılmak istenen bir yurttaşlık modelinin kimliklere eşit
nazarıyla bakması mümkün değildir. Dahası, sivil yurttaşlık moralitesi ancak
özgürlük ve eşitliğe dayalı katılımcı bir demokratik sistem içinde oluşabilirdi.
Oysa, tanımı gereği tek-partili bir rejim buna elverişli olmadığı gibi,
çok-partili dönemde de ancak kısmî bir demokratikleşmeye izin verilmiştir.

Öte yandan, dinî bağın reddedilmesinin yaratacağı "boşluk"u
doldurması öngörülen yeni moralitenin ikinci temel ayağını oluşturan "lâiklik"
üstündeki vurgu da problemlidir. Çünkü, resmî anlayışta lâiklik özgürleştirici,
barış kurucu ve eşit yurttaşlığı destekleyici bir özellik taşımamaktadır. Bu
modelde lâiklik bir barış ilkesi olmak yerine, toplumu kontrol etme aracı olarak
işlev görmüştür. Ayrıca, aynı anlayış, kişilerin dindar olmalarının onların
yurttaşlık statüsünün tenzil edilmesini gerektiren bir kusur olarak görülmesine
yol açmıştır. Bu ise muhafazakâr Kürt nüfus bakımından milliyetçi politikanın
yol açtığı eşitsizliği pekiştiren bir unsur durumundaydı.

Ama belki de asıl sorun böyle bir "boşluk" fikrinin
kendisindedir, belki de aslında "doldurulması gereken" bir boşluk söz konusu
değildi. Dindaşlık bağının terkedilmesinin toplumda moral bir boşluk doğurduğu
ve bu boşluğu dolduracak yeni bir kamusal ahlâkın inşa edilemediği düşüncesi,
aslında, toplumun unsurları birbirine işlevsel olarak sıkı sıkıya bağlı bir
organik yapı gibi algılanmasından ve onun pozitif olarak yeniden inşa edilmek
istenmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa böyle bir anlayış "medenî" bir toplum
tasavvuruyla bağdaşır değildir. Çünkü, kapsayıcı bir ortak değerler manzumesi
etrafında oluşturulacak sıkı bir birlik düşüncesi ancak farklı vicdanları
susturmakla gerçekleşebilir. Bunun maliyeti ise akla gelebilecek en büyük beşerî
maliyettir: barışın ve özgürlüğün kaybı. Onun için, Türkiye Cumhuriyeti dinî
bağı reddettikten sonra onun yerine başka bir şeyi ikame etmeye hiç
çalışmasaydı, pek muhtemeldir ki bugün ne Kürt sorunu ne de hatta İslâm sorunu
ortaya çıkardı.

III. Baskıcılık ve Merkeziyetçilik

Baskıcılık bütün toplumlarda uyum sorunları yaratır. Türkiye’de
ise özellikle çok-partili dönem öncesinde baskıcılık Cumhuriyet’in temel
özelliği idi. Bu özellik başta din, ifade, örgütlenme ve katılım özgürlükleri
olmak üzere sivil ve siyasal haklar alanında kendisini göstermiştir. Daha da
somutlaştırırsak, polis, jandarma ve tahsildar baskısı, kamu görevlilerinin
halka karşı anlayışsızlık ve suiistimalleri, kamu düzenini sağlamada hak ve
hukukun gözetilmemesi ve aşırı güç kullanılması, adaletsiz yargılamalar ve hak
arama yollarındaki tıkanıklıklar, dernek ve parti örgütlenmesinin yasak veya son
derece kısıtlı olması gibi baskı uygulamaları bu dönemin karakteristikleri
arasındadır.

Bu anlamda baskıcılık rejimin genel karakteri olmakla beraber,
Kürtler söz konusu olduğunda baskılar doğal olarak daha yoğun olarak
hissedilmiştir. Kürt isyanlarının bastırılmasında ve sonrasında aşırı şiddet
kullanıldığı ve adil yargılama ilkesinin gözetilmediği hissi veya kanaati bugün
Kürtler arasında yaygındır. Bu arada, Kürt nüfus bakımından özel olarak önemli
olan kültürel hakların tanınmamış olduğunu da tekrar hatırlamamız gerekir. Kürt
kimliğinin yok sayılması politikasının bir sonucu, tabiatıyla, Kürtlerin Türk
kimliğine tabi sayılması olmuştur. Bu politikanın bir gereği olarak, herkes gibi
Kürtler de kendilerini Türk kabul etmeye ve "Türk olmak"la övünmeye
zorlanmışlardır. Türkiye son yıllarda Avrupa Birliği’nin baskısıyla anadilde
ifade üzerindeki anayasal yasağı kaldırmak dışında kültürel haklar alanında hala
hiç bir iyileştirme yapmamıştır. Kaldı ki, bu anayasal "bağış"ın bile hayata
geçirilmesi bürokrasi eliyle engellenmiş durumdadır.

Baskının kendisini gösterdiği başka bir alan da, genel olarak
kamu idaresinin yapılanmasındaki aşırı merkeziyetçilik olmuştur. Bu durum, ülke
düzeyinde, yerel halkın kendi ortak meselelerini kendi inisiyatifi ile
kararlaştırıp sevk ve idare etmesine zemin oluşturacak sahici anlamda "yerel
yönetim" birimleri oluşturulmasını engellemiştir. Bu durum, son yıllardaki
demokratikleşme çabalarına rağmen hâlâ esaslı olarak değişmiş değildir. Sahici
anlamda yerel yönetim kademelerinden yoksunluk elbette Türkiye toplumunun bütünü
için bir sorundur, ama bu özellikle farklı kimlik grupları bakımından çok daha
ciddî bir mahrumiyet olarak ortaya çıkmıştır.

Nihayet, Kürt sorununun -deyim yerindeyse- akut hale gelmesine
12 Eylül döneminin Kürt kimliğini aşağılamaya ve kaba şiddete dayanan
politikalarının hızlandırıcı ve hatta kangrenleştirici bir etki yapmış olduğunu
da hatırlatmamız gerekiyor. Diyarbakır hapishanesinde Kürt "eylemciler"e
yaşatılmış olan trajik tecrübenin Kürtlerde yarattığı travmaya bugüne kadar
birçok gözlemci dikkat çekti. Esasen, militarist zihniyet ve şiddete dayalı
yöntemler öteden beri, bu yola başvuranların sandığı gibi Kürtlerdeki kimlik
bilincini azaltmak şöyle dursun, tam tersine Kürt sorununu sadece azdırmaya
hizmet etmiştir.

IV. Temsil Sorunu

Türkiye’deki Kürtlerin baştan beri en büyük sorunlarından biri
temsil sorunu olmuştur. Gerçi her dönemde parlamentoda "Kürt kökenli"
milletvekilleri bulunmuş olsa da bu Kürt kimliğinin politik olarak temsil
edildiği anlamına gelmemiştir. Başka bir ifadeyle, Kürtler Kürt olarak değil;
fakat ancak Türk -veya Türk gibi- olarak temsil edilme şansına sahip
olmuşlardır. Bu arada, "Kürt kökenli" milletvekilleri "rejim"le uyum
sağladıkları veya "merkez"le özdeşleştikleri ölçüde sistem tarafından
benimsendikleri ve takdir gördükleri için, bunlar Kürtlere ve Kürtlüğe özgü
sorunları kamusal alana taşımaya genellikle cesaret edememişlerdir.

Yakın zamanlara kadar bu durum devam etmiş ve Kürt kimliğine
dayalı partiler ancak 1990’lardan itibaren kurulmaya başlamıştır. Ne var ki, bu
sefer de sistem söz konusu partileri kamu hayatından dışlamayı mümkün kılacak
düzenlemeler getirmiştir. Bu düzenlemeler başlıca iki tanedir: seçimlerde baraj
uygulaması ve parti kapatma tedbiri. Genel seçimlerde % 10 barajı, başkaları
yanında, Kürt kimliğini temsil eden partilerin de parlamentoya girmesini
engellemiştir. Öte yandan, parti kapatma tedbiri de en çok Kürt partilerine
uygulanmaktadır. Çünkü, Anayasa Mahkemesi, resmî ideolojiyle uyumlu olarak,
kamusal meselelerde Kürtlüğe atıf yapılmasını ve kültürel haklar talebini
"ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü"ne aykırı görmektedir. Böylece,
Kürtlerin talepleri parlamentoya yansıtılamadığı gibi, bunların parlamento
dışında dile getirilmesine de izin verilmemektedir.

Bu durumun Kürt vatandaşların ruh dünyasında nasıl derin bir
yara açtığını ve sistemin meşruluğuna darbe vurduğunu, basiretleri milliyetçikle
bağlanmış olan devlet seçkinleri ne yazık ki idrak edememektedirler. Esasen,
azınlıkta olan bir kimlik grubunun, demokratik yollardan etkileme şansının
kalmadığını hissettiği bir sistemi ilânihaye meşru saymaya devam edeceğini ummak
safdillik olurdu. Onun için, orta vadede bu durumun Kürtler -veya en azından
onların farklılık bilincine sahip olan önemlice bir bölümü- tarafından "etnik
çoğunluk tiranlığı" olarak anlaşılma ihtimalini Türkiye’nin devlet seçkinlerinin
ciddiye almaları gerekir.

Onun için, Kürt nüfusun PKK gibi terörist bir örgüte bile hatırı
sayılır bir destek vermiş olmasına fazla şaşırmamamız gerekir. Böyle bir destek
var; çünkü, hoşumuza gitsin gitmesin, Kürtler arasında PKK’yı kendilerinin
sesini duyuran, bu anlamda kendilerini temsil eden politik bir organizasyon
olarak gören çok sayıda insan var. "Dışarıdan" bakanlar olarak bu belki bize
patolojik bir durum gibi görünebilir, ama daha soğukkanlı düşünürsek, bu durumun
bir önceki paragrafta işaret ettiğim meşruluk kaybının bir göstergesi olduğunu
anlayabiliriz.

V. Kimlik Bilincinin Küresel Yükselişi

Modern devletler esas olarak "ulus" temelinde kurulmuş olan
devletlerdir. Uluslar ise hiç bir yerde verili gerçeklikler olmayıp devletlerce
şu veya bu ölçüde inşa edilmiş kollektif kimliklerdir. Bu inşa süreci devletin
egemenlik alanındaki bütün bir toplumun etnik ve kültürel bakımdan
homojenleştirilmesini zorunlu kılmıştır. Modern ulus devletin bu özelliğinin,
toplumun çoğunluğundan etnik, kültürel veya dinî olarak farklılaşan topluluklar
için bir dezavantaj oluşturduğu açıktır. Bu durum, tabiatıyla, söz konusu grup
veya topluluklarda genel toplumdan farklı olduklarına dair bir kimlik bilinci
yaratmış veya zaten var olan bilinci pekiştirmiştir.
Öte yandan son on yıllarda, özellikle küreselleşmenin ve eski Sovyet dünyasının
çözülmesinin etkisiyle, ulus devletler içindeki azınlıkların ve etnik grupların
farklılık veya farklı kimlik bilinci daha da belirginleşmiştir. Sovyet
imparatorluğunun dağılması sonucunda, Orta Asya’da, Doğu Avrupa ve Balkanlarda
uzun yıllar baskı altında tutulan etnik kimlikler slef-determinasyon
talepleriyle ortaya çıkmaya başlamış ve bunların önemli bir kısmı 90’lardan
itibaren bağımsız devletlere dönüşmüşlerdir. Küreselleşmenin sınırları aşan
etkisi de kimlik bilincinin dünya ölçeğinde hızla yaygınlaşmasını
kolaylaştırmıştır. Küreselleşme toplumlar arasındaki iletişim ve etkileşimi ulus
devletler tarafından kontrol edilemeyecek ölçüde artırmış ve çeşitlendirmiştir.
Bu durum Batı’nın liberal demokrasilerinde de kimlik temelli politik arayışların
ortaya çıkmasını hızlandırmıştır. Liberal demokrasiler bu "meydan okuma"ya,
genellikle, devlet yapılarını daha da adem-i merkezî hale getirmek -bu arada
azınlıklara ve etnik gruplara coğrafî veya fonksiyonel özerklik tanımak- ve/veya
sistemlerine çok-kültürcü kurumları dahil etmek suretiyle cevap vermişlerdir.
Esasen bu süreç halihazırda devam etmektedir.

Şüphesiz Türkiye de bu etkiden kaçamamıştır. Kimlik bilincinin
yükselmesine katkıda bulunan bu etkinin Türkiye’nin geleneksel Kürt sorununa
yansıması, devletin baskıcılığına ilişkin olarak ötedenberi yapılagelen
şikâyetlerin bu sefer Kürt kimliği etrafında daha belirgin olarak kendini
göstermesi ve örgütlü Kürt hareketlerinin ortaya çıkması şeklinde olmuştur.
Nitekim 1990’lardan itibaren Kürt etnik kimliğini temel alan siyasî partiler
kurulmuş ve buna paralel olarak "kültürel haklar" talebi yüksek sesle dile
getirilmeye başlanmıştır. Bu o kadar ateşli bir kimlik bilincidir ki, Kürtlerin
önemli bir kesimi terörist yöntemlerle de olsa "Kürt davası"na dikkatleri
çektiği düşüncesiyle PKK’yı ya el altından desteklemiş veya en azında ona karşı
tavır almaktan kaçınmıştır. Bu noktada, devletten değil sivil ve "liberal"
kesimlerden gelmiş olsa bile, PKK karşıtı bir söylemin Türkiye’nin
güneydoğusunda muhatap bulma şansının çok azalmış olduğunu ibretle hatırlamamız
gerekiyor.
Türkiye’deki Kürtlerin kendilerini genel toplumun çoğunluğundan farklı bir
kimlik -hadi açıkca söyleyelim, ayrı bir "halk"- olarak algılamaları sürecine
son yıllarda başka bir dış faktör daha etki etmektedir: Kuzey Irak’taki
gelişmeler. Bu nokta diğer küresel faktörlerden çok daha önemlidir. Çünkü,
Türkiye’nin Kürt vatandaşları Kuzey Irak’ta oluşan özerk Kürt yönetimine
tabiatıyla sempatiyle bakıyor ve kendi durumlarını bununla karşılaştırıyorlar.
Bu faktörün etkisi o kadar büyüktür ki, Kürt sorununun çözülmesi yolunda
atılacak iyi niyetli adımların bile bu algıyı değiştirmesi ihtimali kalmamış
gibidir. Burada, artık neredeyse geri döndürülemez bir aşamaya gelindiğini
söylemek gerekir. Bu noktaya gelinmesinde, şüphesiz, Türkiye’nin Kuzey Irak’la
ilgili resmî politikasının, akıl almaz bir şekilde, esas olarak Kürt karşıtı bir
temelde yürütülüyor olmasının büyük bir etkisi vardır.

VI. Bitirirken

Bu yazıyı planlarken, Kürt sorununa yol açan "sosyo-ekonomik
etkenler" başlıklı bir alt başlığa da yer vermeyi düşünmüştüm. Sonuçta böyle
yapmamamın nedeni, bana göre sorunun asıl nedeninin sosyo-ekonomik değil
özgürlükle ve kimliklere saygı talebiyle ilgili olmasıdır. Sosyo-ekonomik
sorunlar belki Kürt sorununun daha yoğun olarak hissedilmesine yol açıyordur,
ama kesinlikle bu sorunun temel nedeni değildir. Esasen, aşağı yukarı benzer
sorunlar Türkiye’nin başka bölgelerinde de yaşanmaktadır. Kaldı ki, Batı
dünyasındaki kimi tecrübelerin de gösterdiği gibi, refahın artmasının özgürlük
ve özellikle de kimlik taleplerini ortadan kaldıracağının bir garantisi yoktur.
Tabiî, bununla, bölgenin ekonomi ve refah sorunlarına kayıtsız kalınmasını
öneriyor değilim; anlatmak istediğim bu konularda sağlanacak bir ferahlamanın
Kürt sorununun çözümü demek olmadığıdır.

Gördüğünüz gibi, bu yazıda "Kürt sorununun çözümü" gibi bir
başlık da yok. Buna da gerek duymadım; çünkü, başta belirttiğim gibi, toplumsal
meselelerde eğer sorunun nedenlerini doğru teşhis etmek çözümün de anahtarıysa,
o zaman Kürt sorununun çözümüne ilişkin olarak benden beklenebilecek öneriler o
nedenlerin anlatımında saklıdır. Esasen, bu safhaya geldikten sonra Kürt
sorununun bugünden yarına nihaî bir çözümü olduğunu da sanmıyorum. Çünkü, bu
meselede bugüne kadar yapılan resmî hataların tamir ve telâfisi öyle kolay bir
iş değildir. Bu sorunun -eğer varsa- çözümü özgürlük ve demokrasidedir ki bu da
Türkiye gibi bir ülkede kısa vadede üstesinden gelinebilecek bir mesele gibi
görünmüyor.

Kısaca tekrar belirtmek gerekirse, Türkiye’nin Kürt sorununun
kaynağı resmî milliyetçilik ve "lâiklik" politikalarıdır. Bunlar modern ulus
devletin iki temel ideolojik ayağıdır. Demek istediğim, aslında, ulus-devlet
modelinin çeşitlilik, kimlik ve farklılık sorunlarıyla baş etmek için hiç de
uygun olmadığıdır; aksine bu gibi sorunların kaynağı tam da bu modelin
kendisidir. Olguları yanlış da yorumlamayalım: Batı demokrasilerinde bu
problemin bize göre daha az göze batmasını ve bir ölçüde üstesinden
gelinebilmesini sağlayan şey, onların Türkiye’den hem daha az milliyetçi hem de
daha az lâikçi olmalarından başka bir şey değildir.

Öz

Bu denemede Türkiye’de Kürt sorununu ortaya çıkadığı düşünülen
faktörler gözden geçirilmektedir. Deneme bu soruna, esas olarak, Türkiye’deki
resmî ideolojinin başlıca unsurları durumunda olan "lâikçilik"le desteklenen
milliyetçiliğin sebep olduğunu ileri sürmektedir. Türk ulus-devletinin Kürt
kimliğini tanımamış ve Kürtlerin kültürel hak taleplerini gözardı etmiş olması
Kürtlerin sistemden yabancılaşmalarına yol açmıştır. Öte yandan, Türkiye
Cumhuriyeti İslâm’ın politik meşruluğun temellerinden biri olmasını
reddetmesinin kamu ahlâkında yarattığı boşluğu lâik yurttaşlık değerleriyle
doldurmaya çalışmış olmakla beraber, bu girişim başarılı olmamıştır. Deneme,
bugün gelinen aşamada Türkiye’nin Kürt sorununu çözmenin kolay bir yolu olmadığı
sonucuna varmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Ulus-devlet, Kürt kimliği, kimlik
bilinci/iddiası, laikçilik, kültürel haklar, kamusal ahlak

Abstract

This essay considers factors that are supposed to gave rise to
Kurdish question in Turkey. It argues that mainly nationalism supported by
"laicism", which have been the leading pillars of the state ideology in Turkey,
caused that question. That Turkish nation-state failed to recognize Kurdish
identity and ignored claims of Kurdish population to cultural rights led Kurds
to be alienated themselves from the system. On the other hand, although Turkish
Republic tried to fill the gap in public morality, caused by denying Islam as a
basis for legitimacy, with an ethos of secular citizenship, this attempt did not
succeed. The essay concludes that at this stage there would not be an easy way
to resolve the Kurdish problem of Turkey.

Key Words: Nation-state, Kurdish identity, identity
assertion, laicism, cultural rights, public morality