“Turks are our intellect, we are their power. Together we shape a good man”

Heyet-i Vekileye ve Tevfik İleri'ye arz ediyoruz ki:

Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O dedi:

Ben hasta olmasaydım, ben de o mesele için vilâyat-ı şarkiyeye gidecektim. Ben
bütün ruh u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum. Hem 55 seneden beri, Medresetü'z-Zehra
namında Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van'da, biri
Diyarbakır'da, biri de Bitlis'te olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van'da
tesis etmek için, Hürriyetten evvel İstanbul'a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele
de geri kaldı.

Sonra İttihatçılar zamanında Sultan Reşad'ın Rumeli'ye seyahati münasebetiyle
Kosova'ya gittim. O vakit Kosova'da büyük bir İslâmî darülfünun tesisine teşebbüs
edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara, hem Sultan Reşad'a dedim ki: "Şark böyle
bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir."

O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan harbi çıktı. O medrese yeri istilâ edildi.
Ben de dedim ki: "Öyleyse o 20 bin altın lirayı Şark Darülfünununa veriniz." Kabul
ettiler.

Ben de Van'a gittim. Ve bin lira ile Van gölü kenarında Artemit'te temelini attıktan
sonra Harb-i Umumî çıktı. Tekrar geri kaldı.

Esaretten kurtulduktan sonra İstanbul'a geldim. Hareket-i Milliyeye hizmetimden
dolayı Ankara'ya çağırdılar. Ben de gittim. Sonra dedim: "Bütün hayatımda bu darülfünunu
takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar 20 bin altın lirayı verdiler. Siz de
o kadar ilâve ediniz." Onlar 150 bin banknot vermeye karar verdiler. Ben dedim:
"Bunu mebuslar imza etmelidirler."

Bazı mebuslar dediler: "Yalnız sen medrese usulüyle sırf İslâmiyet noktasında
gidiyorsun. Halbuki şimdi garplılara benzemek lâzım." Dedim: "O vilâyat-ı şarkiye
âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmünde, fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye de
lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiya şarkta ve ekser hükema garpta gelmesi gösteriyor
ki, Şarkın terakkiyatı din ile kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okutturursanız
da, Şarkta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır.
Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakikî kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu
kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde mecburuz."

Şimdi ben zehir hastalığıyla ziyade rahatsız vaziyette ve çok ihtiyarlık sebebiyle
elli beş senelik bir gaye-i hayatımı görüp takip etmekten mahrum kaldığım gibi,
Ankara'ya gidip şark terakkiyatının anahtarı olan bu müesseseye çalışanları ruh
u canımla tebrik etmekten dahi mahrum kalıyorum.

Yalnız, otuz beş sene evvel Ebuzziya Matbaasında tab edilen Münazarat ve Saykalü'l-İslâmiye
namındaki eserim, elbette Maarif Vekilinin nazarından kaçmamış. Benim bedelime o
eser konuşsun. Ben hayatımdan ümidim kesilmiş gibiyim. Fakat o azîm üniversitenin
temelleri ve esasatı ve mânevî bir programı ve muazzam bir tedrisatı nevinden, Risale-i
Nur'un yüz elli risalesini kendime tevkil ediyorum. Bu vatan ve milletin istikbalinin
fedakâr genç üniversite talebelerine ve maarif dairesine arz edip bu meselede muvaffakiyete
mazhar olan Tevfik İleri'nin bu biçare Said'e bedel Risale-i Nur'a himayetkârâne
sahip çıkmasını rahmet-i İlâhîden niyaz ediyorum.

Emirdağ Lahikası, 402

Doğu Üniversitesi Hakkında Tahrifçi Bir Gazeteye Cevaptır

Muhalif bir partinin şiddetli ve tenkitçi tarafından bir mensubu, yani Ulus'un
1.4.1954 tarihli nüshasında yazılan Atatürk Üniversitesi hakkındaki makaleye cevap
hükmünde o üniversitenin hakikatini beyan ediyoruz. Şöyle ki:

Şimdi Atatürk Üniversitesi namı verilen bu darülfünunun küşadına üstadımız Said
Nursî 50 seneden beri büyük bir gayretle çalışmıştır. Üstadımız İttihatçılara muhalif
olduğu halde onlar ve Sultan Reşad, bu Darülfünunun inşası için 19 bin altın tahsis
etmiş, Van'da Üstadımız temellerini atmıştı. Fakat Harb-i Umumînin vukuuyla geri
kalmıştı. Sonra devr-i Cumhuriyetin iptidasında üstadımız Said Nursî'nin Ankara'da
Meclis-i Meb'usana istenilmesiyle, Üstadımız tekrar teşebbüse geçmişti. Orada Üstadımız
o zamanın idaresine tam muhalif ve siyaseti bütün bütün terk ettiği ve bazı cihetle
de muhalif olduğunu ve "Dünyanıza karışmayacağım" dediği ve hattâ Mustafa Kemal'e
"Namaz kılmayan haindir" dediği ve onun teklif ettiği büyük servet, maaş, şark vaiz-i
umumîliği gibi büyük tekliflerini kabul etmediği halde, Şark Darülfünununun tesisi
için 150 bin banknotun 200 mebustan 163 mebusun imzası ve Mustafa Kemal'in tasdikiyle
verilmesine karar verilmişti. Demek ki, şarkın en mühim meselesi o zaman o üniversiteydi.
Şimdi yirmi derece daha ziyade ihtiyaç var. Nihayet yine Üstadımızın maddî ve mânevî
gayret ve teşvikleri neticesiyle yapılmasına bu hükûmet-i İslâmiye zamanında karar
verildi.

Bu Şark Üniversitesinin o cihanşümul kıymet ve ehemmiyetini, bir bahr-i ummandan
bir katre takdim eder misilli iki üç nokta olarak arz ederiz:

Birincisi: Bu darülfünun hem İran, hem Arabistan, hem Mısır ve Afganistan, hem
Pakistan ve Türkistan ve Anadolu'nun merkezinde bir kalb hükmündedir. Ve hem bir
Camiü'l-Ezher, bir Medresetü'z-Zehradır.

İkincisi: Şimdi umum beşerde sulh-u umumî için, yani beşerin ifsad edilmemesi
için çareler aranıyor, paktlar kuruluyor. Ve madem bu hükümet-i İslâmiye musalâhat-ı
umumiye ve hükûmetin selâmeti için, Yugoslavya'ya, tâ İspanya'ya kadar onları okşayarak
dostluk kurmaya çalışıyor.

İşte bunların çare-i yegânesinin bir delili olarak gösteriyoruz ki, tesis edilecek
Şark Darülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve
fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün filozoflara
meydan okuyan ve resmî ulemaya dokunduğu ve eski hükûmetle resmen mübareze ettiği
halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine mazhar olan ve mahkemelerde beraat
kazanan Risale-i Nur'un bu vatan ve millete temin ettiği âsâyiş ve emniyettir ki,
İslâm memleketlerinde, hususan Fas'ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku
bulan dahilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir. İşte, nasıl ki bu vatan
ve millette Risale-i Nur-emniyet ve âsâyişin ihlâline sair memleketlerden daha ziyade
esbap bulunmasına rağmen-âsâyişi temin etmesi gösteriyor ki, o Doğu Üniversitesinin
tesisi, beşeri müsalemet-i umumiyeye mazhar kılacaktır. Çünkü şimdi tahribat mânevî
olduğu için ona mukabil tamirci mânevî bir atom bombası lâzımdır.

İşte, bu zamanda tahribatın mânevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak
tamirci mânevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat'î bir delil olarak, üniversitenin
mebde' ve çekirdeği olan Risale-i Nur'un bu otuz sene içerisinde Avrupa'dan gelen
dehşetli dalâlet ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir sed teşkil etmesidir. O
mânevî tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve mânevî bir atom bombası olmuş.

Üçüncüsü: Evet, Şark Üniversitesi bir merkez olarak âlem-i İslâmı ve tâ bütün
Asya'yı alâkadar edecek bir mahiyet ve ehemmiyette olduğundan, altmış milyon değil,
altmış milyar da masraf yapılsa elyaktır.

Yeni Ulus gazetesi muhalif olduğu için, bu meseleyi perde ederek yeni iktidarın
bazı büyük memurlarından bu meseleye çalışanlara bir nevi irtica süsünü vermek istiyor.
Halbuki, bu mesele en yüksek terakkî ve sulh-u umumînin medarıdır. Bu müessese bu
hükûmet-i İslâmiyeye bazı şeâir-i İslâmiyeden Arabî ezan-ı Muhammedî ve din dersleri
gibi pek çok kuvvet verecek. Belki bu hükûmetin istikbalinde, tarihlerde kemâl-i
takdir ve tahsinle yâd edilmesine en parlak bir vesile olacaktır.

Bu meselenin ihyasıyla hasıl olan nur ve feyiz, Demokrat hükûmetin en büyük ve
cihandeğer bir hizmeti olarak ebede kadar misli görülmemiş bir parlaklıkla lemean
edecektir. Ve beynelmilel bir itibarı temin edecektir.

Üstadımızın hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan Nur talebeleri

Emirdağ Lahikası, 404

Dört sene evvel Üstadımız hastalığı yüzünden beni Ankara'da Risale-i Nur'un mahkemeleriyle
alâkadar işlerini takip için tevkil ettirdiği zaman, bazı mebuslara gönderdiğimiz
ilişik mektubumuzu yeniden sizlere ve muhterem mebusların nazar-ı irfanlarına takdim
ediyoruz.

Buna sebep, aynı meselenin devam etmesidir. Bilhassa son aylarda şark vilâyetlerinde
kurulması için teşebbüse geçilen yeni üniversitedir. Risale-i Nur'un bu otuz senelik
zamanda dahil ve hariçteki fevkalâde intişarıyla her tarafta hüsn-ü tesiri ve şark
vilâyetlerinde elli beş seneden beri büyük bir darülfünunun kurulmasına çalışması,
birbirini takip eden ve birbirini tamamlayan bu zamanda âlem-i İslâmı şiddetli alâkadar
eden iki mühim meseledir. Bu iki netice-i azîme, hem bu milleti, hususan şark vilâyetlerini,
hem dört yüz milyon İslâm milletlerini, hem sulh-u umumîye muhtaç Hıristiyanlık
dünyasını da alâkadar edip ve tesirini gösteren medar-ı iftihar iki ehemmiyetli
hadisedir. Ve İslâm dininin ve Kur'ân hakikatlerinin küllî ve umumî iki nâşiri ve
ilâncısıdır.

Üstadımız elli beş seneden beri azamî gayretle ve müteaddit vesilelerle Şarkî
Anadolu'da Câmiü'l-Ezher'e muvafık Medresetü'z-Zehra namıyla bir İslâm üniversitesinin
kurulması için çalışmış ve bunun kat'î lüzumunu daima ileri sürmüştür. Reisicumhura
ve Başvekile hitaben, onları bu meseleden tebrik eden Üstadımızın yazısında denildiği
gibi, Şark Darülfünunu âlem-i İslâmın bir nevi merkezinde olarak beyne'l-İslâm medar-ı
iftihar bir makam kazanacaktır. O vilâyetlerde medfun çok aziz ve mübarek binlerle
ulema ve ârifin, şühedâ ve muhakkikîn ecdatlarımızın mâzideki pek kıymetli ve kudsî
hizmet-i dîniyeleri, mânevî, bâkî hasletleri bu darülfünunla dahi tecessüm ederek
vazife-i imaniyelerini daha geniş bir sahada yapacaklardır.

Şark Üniversitesinin bir nevi programı olmaya lâyık üssü'l-esas dersi ise, Kur'ân-ı
Hakîmin hakaik-i imaniyesini tefsir eden ve bütün meselelerini, fünun-u akliye ile
ve delâil-i mantıkıye ve müsbete ile tesbit ettiren ve mâkulâtla ders veren Risale-i
Nurdur ki, yeni asrın üniversitelerinde ve mekteplerinde okutulmaya şâyandır.

Risale-i Nur, Şarkî Anadolu'da yer yer kurulmuş ve yüzyıllardan beri o havalide
mânevî âb-ı hayat menbâları vazifesini görmüş bulunan medreselerinin ve üstadlarının
bir talebesi vasıtasıyla zuhur etmiştir ki; bu son münevver meyvelerle o muhterem
üstadlar, yeniden vazife başına geçip vazife-i tenviriyelerini ve hizmet-i Kur'âniyelerini
bu suretle cihan-şümûl bir vüs'ate inkılâp ettirmelerini bütün ruhumuzla ümit ve
rahmet-i İlâhiyeden temenni ve niyaz ediyoruz. Bu duamıza zaman ve zeminin şerait-i
hayatiyesi ve musalemet-i umumiyenin lüzumu da "âmin, âmin" diyor ve diyecektir.

Emirdağ Lahikası, 410

Reis-i Cumhura ve Başvekile

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme
kendini yakın gören bir biçare garip ihtiyar der ki:

Size iki hakikati beyan ediyorum:

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak'la gayet muvaffakiyetkârâne ittifakını, bu
millete kemâl-i samimiyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh-u canımızla
tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah 400 milyon İslâmın sulh-u umumiyesine
ve selâmet-i âmmenin teminine kat'î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz
tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.

Otuz kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terk ettiğim halde, şiddetli bir alâka
ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa
bir yolu bulan ve Kur'ân'ın bu zamanda bir mucize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur'un
Arabistan ve Pakistan'da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması,
hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli Risale-i
Nur'un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir
kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin
başında "kulüpler" suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde yine
ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü
gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-i umumiye
düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına
emareler görünüyor. Halbuki, menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek ırkçılığın
seciye-i fıtrîsi olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında
Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş, kabil-i tefrik
değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar.
Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak
lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık,bütün bütün bir
tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan'la pek kıymettar ittifakınız, inşaallah bu tehlikeli
ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, 400 milyon
kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç
Hıristiyan ve sâir dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya
tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.

Salisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât
nâzırı Kur'ân'ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: "Bu İslâmların elinde kaldıkça,
biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur'ân'ı sukut
ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız."

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat komitesi bu biçare fedakâr, mâsum, hamiyetkâr
millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene evvel bu cereyana karşı,
Kur'ân-ı Hakîm'den istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük
bir "Dârülfünun-u İslâmiye" tasavvuru ile, altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak
ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin
helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mâbeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye
iki vesileyi bulduk.

Birinci vesilesi: Risale-i Nur'dur ki, uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i
iman ile hizmet ettiğine kat'î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik hâletinde
telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika'ya
da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri
dehşetli bir surette maddiyun ve tabiiyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması
ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşaallah bir zaman
da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mucize-i Kur'âniyenin
cilvesini âlem-i İslâma işittireceksiniz.

İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Câmiü'l-Ezhere gitmek istiyordum. Âlem-i
İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim.
Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Câmiü'l-Ezher Afrika'da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika'dan ne
kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya'da lâzımdır.
Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan,
Kürdistan'daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî
ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile
Kur'ân'ın bir kanun-u
esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle
barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin. Ve Anadolu'daki
ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı
şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan'ın
ortasında, Medresetü'z-Zehra mânâsında, Câmiü'l-Ezher üslûbunda bir darülfünun,
hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i
Nur'un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah
rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için 20 bin altın
lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara'da
mevcut 200 meb'ustan 163 meb'usun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli
vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de
içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle,
tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet
verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an'anattan tecerrüd etmek taraftarı
bulunan bir kısım meb'uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler
ki:

"Biz şimdi ulûm-u an'ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya ve medeniyete
muhtacız."

Ben de cevaben dedim: Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa
da, ekser enbiyanın Asya'da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta
gelmelerinin delâletiyle Asya'yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından
ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla
an'ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük
milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine,
İslâmiyetin hakaikine kat'iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden
bir küçük misal size söyleyeceğim:Ben Van'da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim
ki: "Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?"
dedim.

Dedi: "Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan
ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar."

Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da
mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı
aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: "Ben
şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum."Sonra
ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin
kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran meb'uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın
İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine
komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden
aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından
başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak
ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir?
Sizden soruyorum.

İşte bu cevabımdan sonra, an'ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak fikrini
taşıyanlar, kalktılar, imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını
affetsin; şimdi vefat etmişler.

Rabian: Mâdem Reisicumhur gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini
en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o
üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmetle medresenin
medâr-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye,
eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi
orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kalesi olan bu üniversiteyi yine
mesâil-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatan, bu devlete,
bu millete bu azîm, faydalı hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede
esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı mânevîdir, imansızlıkladır. O mânevî
tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o
tahribatı durdurabilir.

Mâdem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle
ve neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak
lâzım gelirken, Amerika'da, Avrupa'da bu meseleye dair istişareye kendinizi mecbur
bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr
olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Emirdağ Lahikası, 437- 440

Ona "Kürdi" denilmesi ve kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali de (r.a.) görülen
kelimesinin
hazf ve kalbiyle "Kürt" ima ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delalet
etmez ve onun manevi silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil ve teb idini icap ettirmez.
Bu isnad ve izafe, Kürdistan da doğup büyüyen ve bu lakapla maruf ve meşhur olan
bu zatın Risaletin-Nur'un tercümanı olduğunu sırf aleme ilan etmek içindir; yoksa
Kürtlüğünü ispat etmek için değildir.

Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için
olup, hakiki hüviyet ve milliyetini ihlal ve inkar mana ve maksadıyla değildir diye
düşünüyorum.

Alem-i İslamiyet ve insaniyete ve Haremeyn-i Şerifeyne asırlarca hizmet eden
bu kahraman Türk milletini onun çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep
Türklerle meskun olan bu havalide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve mülahazalar
olsa gerektir.

Ab-ı ru-yi Habib-i Ekrem için, / Kerbela da revan olan dem için, / Şeb-i firkatte
ağlayan göz için, / Rah-i aşkında sürünen yüz için. / Risale-i Nur a ve Üstada ve
İslama zafer ver, ya Rabbi! Amin.

Ey Risale-i Nur! Seni söndürmek isteyen bedbahtların necm-i istikbali sönsün.
İzzet ve ikbali ve şan ü şerefi aksine dönsün. Sen sönmez ve ölmez bir nursun.

Boyun bala, gözün şehla, gören mecnun seni leyla. / Sözün ferşte, gözün Arşta,
gönül meftun sana cana. / Nikabın nur, nigahın nur, kitabın nur senin ey nur! /
Ey idrak eden! / Bağın Nursi, huyun munis, özün idris ferd-i yekta. / Açılmış gül,
öter bülbül, yüzünde var zarif bir tül. / Yazılmış üstüne Nur dan " Kab-ı Kavseyni
ev edna." / Sana canın feda etmez mi senden hem görenler hak, / Sözün hak, hem özün
hak, hem mesleğin hak, hem makamın Kabetü l-ulya.

Üstadım Efendim Hazretleri,

Ben, bu yazıları Risaletu n-Nur'un eli ve kalemi ve diliyle bu hakir kalbime
ondan sıçrayan küçük bir kıvılcım parçasıyla yazdım. Kabulünü ve imdad ve ilhamın
kesilmemesini rica eder ve hürmetle ellerinizden öper ve dualarınızı beklerim efendim.

Duanıza muhtaç talebeniz Hasan Feyzi

Emirdağ Lahikası, 75

Afyon'a ve oradan da Emirdağı kazasına teb'id ve herhangi bir Türk kardeşiyle
dahi temastan men edilmiş.

Sayın Beyim,

Cumhuriyet serbestiyetinden, Teşkilat-ı Esasiye Kanununun hürriyetinden mahrum
kalan bu zavallı ihtiyar adam, her suretle himayeye layık, bakılmaya muhtaç, akraba
ve taallukatı olmayıp sırf bir İslam hükumetin himayesine muhtaç bir İslam mütefekkiridir.
Şair-i meşhur Akif Bey merhumun rivayetine nazaran, Mısır ın en maruf ulemasından
olan ve garbın müteaddit lisan ve felsefesine aşina bulunan üstad-ı azam Abdülaziz
Çaviş in yirmi küsur sene evvelisi el-Ehram ceridesindeki Said hakkında yazdığı
"Fatinü l-Asr" başlıklı makalesini okuyan ve kendisiyle bizzat görüşen ilim adamları,
bu zatın fıtraten ilmi kudretini ve İlahi mesleğini takdir edebilirler.

Sayın Beyim,

Kürtlük sözüyle türlü hakarete hedef olan Molla Said, seciyeten takdire şayan
bir Türk aşıkı ve İslamiyet hadimidir.Haşiye1 Bundan memleketimiz içtimaen zarar
değil, manen fayda görecektir. Ben, namus ve şerefim namına şehadet ederim ki, Molla
Said, katiyen temiz bir adamdır. Onun için, sizin gibi milletin dahilen idare ve
mukadderatına el koyan dirayetli zatlardan insaniyet namına temenniyatım şudur:

Yanlış anlayışlı jurnalcilerin sözleriyle hürriyet nimetinden, saf hava teneffüsünden,
herhangi bir Türk kardeşiyle görüşmeden mahrum kalan bu adamı, hükumetin adaleti,
makamınızın ehemmiyeti namına ve adl ve ihsan kaziyesine tevfikan olsun, bu adam
hakkında dahi adalet ve kendisiyle de hiç olmazsa bir defa olsun hüsn-ü niyetle
görüştükten sonra onun hakkında ibka veya ifna kararını vermek lutfunda bulunursanız,
elbette ehemmiyetli vazifenizi kanun dairesinde ifa etmiş olacağınızdan dolayı tarihçe-i
hayatınıza takdire değer bir fasıl derc buyurmuş, adaletperverliğinizi halka ve
acizleri gibi bacağı kesilmiş, köşede kalmış hür fikirli vak a-nüvislere duyurmuş
olursunuz efendim.

Milliyetini, memleketini candan seven; teninde, kanında,

Kürtlük, Arnavutluk, Boşnaklık kanı kokusu olmayan, Erzurum un eski milletvekillerinden,
bacağı kesik,

Yeşil Oğlu Mehmed Salih

Emirdağ Lahikası, 136

Sekizincisi: Yirmi sene sıkıntılı ve sebepsiz bir nefiyden sonra tam serbestiyet
verildiği halde, binler akraba ve ahbabı bulunan doğduğu memleketine gitmeyerek
gurbeti, kimsesizliği tercih ederek, ta ki dünyaya ve hayat-ı içtimaiyeye ve siyasete
temas etmesin ve çok sevaplı olan camideki cemaatin hayrını bırakıp, odasında yalnız
namazını kılıp oturmasını tercih eden, yani halkın hürmetinden çekinmek olan bir
halet-i ruhiyeyi taşıyan ve yirmi sene hayatının şehadetiyle, yüz binler Türk, kıymettar
zatların tasdikiyle, bir dindar müttaki Türkü, lakayt çok Kürtlere tercih eden,
hatta mahkemede Hafız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan Türk kardeşlerini yüz Kürde
değiştirmediğini ispat eden ve hürmet ve ihtiram görmemek için zaruret olmadan halklarla
görüşmeyen ve camie gitmeyen ve kırk seneden beri bütün kuvvetiyle ve asarıyla İslamiyetin
uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve şedid düşmanına karşı
menfi hareket etmeyen ve hatta onunla meşgul olmayan, bedduayı dahi etmeyen ve Türk
milleti Kur'ân ın bayraktarı ve sena-yı Kur'âniyeye mazhar olduğu için o milleti
çok seven ve hayatını onların içinde geçiren bir adam hakkında, resmi lisanıyla
ihanet için bir propaganda yapmak, dostlarını ürkütmek için "O Kürttür, siz Türksünüz;
o Şafiidir, siz Hanefisiniz" deyip halkları ürkütüp, ondan çekinmeyi ve yirmi iki
senede ve iki mahkemede tarz-ı kıyafet değiştirmeye mecbur edilmeyen ve şapkanın
yarı askerin başından kalkmasıyla beraber münzevi bir adama zorla şapka giydirmeye
cebretmesi, hangi kanun buna müsaade eder?

Emirdağ Lahikası, 245

Van'da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şarkta ihtilal ve isyan hareketleri oluyor.

"Sizin nüfûzunuz kuvvetlidir" diyerek, yardım isteyen bir zatın mektubuna,

"Türk milleti asırlardan beri İslamiyete hizmet etmiş ve çok velîler yetiştirmiştir.
Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz.
Millet, irşad ve tenvir edilmelidir" diye cevap gönderiyor.

Fakat, yine, hükûmet Bediüzzaman'ı Garbî Anadolu'ya nefyediyor. Van'da mağaradan
çıkarılıp Anadolu'ya hareket etmek üzere jandarmalarla sevk edilirken, yollara dökülüp,
"Aman Efendi Hazretleri, bizi bırakıp gitme. Müsaade buyur, sizi göndermeyelim.
Arzu ederseniz Arabistan'a götürelim" diye yalvaran silahlı gruplara, ahaliye ve
ileri gelen zatlara, "Ben Anadolu'ya gideceğim, onları istiyorum" diyerek, hepsini
teskin ediyor.

Tarihçe-i Hayat, 135

Ey efendiler!

Ben, herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan'da dünyaya geldim. Fakat, Türklere
hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım
Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve
İslamiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur'aniyem cihetiyle,
her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası
olduğundan, bana Kürd diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar
Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad edebilirim.

Hem, heyet-i hakimenin ellerinde bulunan otuz-kırk kitabımı, husûsan İktisat,
İhtiyarlar, Hastalar Risaleleri'ni işhad ediyorum ki; Türk milletinin beşten dört
kısmını teşkil eden musîbetzede, fakirler ve hastalar ve dindar müttakîler taifelerine
bin Türkçü kadar hizmet eden o kitaplar, Kürdlerin ellerinde değil, belki Türk gençlerinin
ellerindedirler.

Heyet-i hakimenin müsaadesiyle, bizi bu belaya sokan ve hükûmetin mühim bazı
erkanını iğfal eden ve milliyetperverlik perdesi altında entrikaları çeviren mülhid
zalimlere derim:

Ey efendiler! Benim hakkımda tesbit edilmeyen ve tesbit edilse dahi bir suç teşkil
etmeyen ve suç olsa bile yalnız beni mes'ul eden bir madde yüzünden, kırktan fazla
Türkün en kıymettar gençlerini ve en muhterem ihtiyarlarını, büyük bir cinayet işlemişler
gibi bu belaya atmak, milliyetperverlik midir? Evet, sebebsiz böyle işkenceli tevkife
düşenler içinde Türk gençlerinin medar-ı iftiharı olacak bir kısım zatlar var ki;
Haşiye2 uzaktan kıymetini hissedip, ona yalnız bir selam veya îmanî bir risale göndermemle,
onu bir cani gibi çoluk ve çocukları içinden alıp bu belaya atmak milliyetçilik
midir? Ben ki, sizin nazarınızda yabanî millettenim diyorum; bu mevkuf olan civanmert
ve muhterem Türk gençleri ve ihtiyarları içinde öyleleri var ki, onların bir tanesini,
kendi milletimden yüz adama değiştirmem. İçinde öyleleri var ki, on sene bana zulüm
eden memurlara, beş seneden beri onların hatırları için, o zalimlere bedduayı bıraktım.
Ve onların içinde öyleleri var ki, alî seciyelerin en halis nümûnelerini o alicenap
Türk arkadaşlarda kemal-i hayret ve takdirle gördüm. Ve Türk milletinin sırr-ı tefevvukunu
onlarla anladım. Ben, vicdanımla, mevcud ve çok emarelerle temin ederim ki; eğer
bu masum mevkuflar adedince vücudlarım bulunsaydı veyahut onların umûmuna gelen
her nevî meşakkatlerini alabilseydim, kasem ederim ki, müftehirane, o kıymettar
zatlara bedel çekmek isterdim. Benim bunlara karşı bu hissim, onların kıymet-i zatiyeleri
içindir; yoksa şahsıma karşı faidesi dokunması değildir. Çünkü, bir kısmını yeni
görüyorum. Bir kısmı, belki o benden faide görmüş, ben ondan zarar görmüşüm. Fakat
binler zarar görsem, yine onların kıymeti nazarımda tenzîl etmez.

İşte, ey Türkçülük dava eden mülhid zalimler! Türk Milletinin medar-ı iftiharı
olabilecek bu kadar zatları gayet adi ve ehemmiyetsiz bahaneler ile-sizin tabirinizle-benim
gibi bir Kürd yüzünden perişan etmek, tezlîl etmek milliyetçilik midir? Türkçülük
müdür? Vatanperverlik midir? Haydi, o insafsız vicdanınıza havale ediyorum.

İşte mahkeme-i adile, onların masumiyetini anlamakla çoklarını tahliye etti.
Eğer ortada bir suç varsa, o suç benimdir. Onlar, ulüvv-ü cenablarından, benim gibi
garib bir ihtiyar hocaya soba yakmak, su getirmek, yemek pişirmek ve kendime mahsus
bir risalemi tebyîz etmek gibi cüz'î işlerimi sırf lillah için yapmışlar ve benim
hatırım için hatıra defterim hükmünde olan o iki risalemin ahirlerinde, bir hatıra
olmak üzere imzalarını atmışlar. Acaba, dünyada, böyleleri böyle bahanelerle muaheze
edecek bir kanun, bir usûl ve bir maslahat var mı?

Tarihçe-i Hayat, 202

Birinci Esas: Ehl-i îmanın me'yusiyetine karşı, istikbalde bir nur var diye müjde
verdiğidir. Bir hiss-i kable'i-vukù ile Risale-i Nur'un istikbalde,. dehşetli bir
zamanda, çok ehl-i îmanın îmanlarını takviye edip kurtarmasını hissedip, o adese
ile hürriyet inkılabındaki siyaset dairelerine bakmış; tabirsiz, tevilsiz tatbike
çalışmış, siyaset ve kuvvet ve kemmiyet noktasında zannetmiş; doğru hissetmiş, fakat
tam doğru diyememiş.

İkinci Esas: Eski Said, bazı siyasî insanlar ve harika ediblerin hissettikleri
gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip, ona (istibdada) karşı cephe almışlardı.
O hiss-i kable'i-vukù, tabir ve tevîle muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zaif ve ismî
bir istibdat görüp, o siyasî ve dahî edibler ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki,
onlara dahşet veren bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zaif bir gölgesini,
asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef
hata. İşte Eski Said de, eski zamanda, böyle acîb bir istibdadı hissetmiş; bazı
asarında ona hücum ile beyanatı var. O müthiş istibdad-ı acîbeye karşı meşrûta-i
meşrûayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve "hürriyet-i Şer'iye, Kur'an'ın ahkamı
dairesindeki meşveretle, o müthiş musîbeti defeder" diye düşünüp öyle çalışmış…

Hem Münazarat Risalesi'nin rûhu ve esası hükmünde olan hatimesindeki Medresetü'z-Zehra'nın
hakîkati ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur medresesine bir zemin ihzar etmek
idi ki; bilmediği halde ihtiyarsız olarak ona sevk olunuyordu. Bir hiss-i kable'i-vukù
ile o nûranî hakîkati maddî sûretinde arıyordu. Sonra, o hakîkatin maddî ciheti
dahi vücuda gelmeye başladı. Sultan Reşad (merhum), on dokuz bin altın lirayı, Van'da
temeli atılan o Medresetü'z-Zehra'ya verdi. Temel atıldı, fakat sabık Harb-i Umûmi
çıktı, geri kaldı. Beş-altı sene sonra Ankara'ya gittim, yine o hakîkate çalıştım.
İki yüz mebustan yüz altmış üç mebusun imzalarıyla, o medresemize yüz elli bin banknot
iblağ ederek, o tahsisat kabul edildi. Fakat, binler teessüf, medreseler kapandı,
o hakîkat geri kaldı. Fakat, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, o medresenin manevî
hüviyeti Isparta vilayetinde tesis edildi. Risale-i Nur'u tecessüm ettirdi. İnşaallah
istikbalde, Risale-i Nur şakirtleri, o alî hakîkatin maddî sûretini de tesis etmeye
muvaffak olacaklar…

Tarihçe-i Hayat, 252

Mühim Bir Suale Hakikatli Cevaptır

Büyük memurlardan birkaç zat benden sordular ki: "Mustafa Kemal sana üç yüz lira
maaş verip Kürdistan'a ve Vilayat-ı Şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vaiz-i umûmi yapmak
teklifıni neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilal yüzünden kesilen yüz
bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun?" dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki:

Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel,
yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesîle
olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben
kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tabî olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan
Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hatta ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim:
"Eğer Ankara'ya gönderilen Risale-i Nur'un şiddetli tokatları için beni îdama mahkûm
eden zatlar, Risale-i Nur ile îmanlarını kurtarıp îdam-ı ebedîden necat bulsalar,
siz şahit olunuz, ben onları da rûh u canımla helal ederim."

Beraetimizden sonra Denizli'de beni tarassudla taciz edenlere ve büyük amirlerine
ve polis müdürüyle müfettişlere dedim: Risale-i Nur'un kabil-i inkar olmayan bir
kerametidir ki, yirmi sene mazlûmiyet hayatımda, yüzer risale ve mektuplarımda ve
binler şakirtlerde hiçbir cereyan, hiçbir cemiyet ile ve dahilî ve haricî hiçbir
komite ile hiçbir vesîka, hiçbir alaka dokuz ay tetkîkatta bulunmamasıdır. Hiçbir
fikrin ve tedbirin haddi midir ki, bu harika vaziyeti versin? Bir tek adamın birkaç
senedeki mahrem esrarı meydana çıksa, elbette onu mes'ul ve mahcup edecek yirmi
madde bulunacak. Madem hakîkat budur; ya diyeceksiniz ki, "Pek harika ve mağlûp
olmaz bir deha bu işi çeviriyor." veya diyeceksiniz, "Gayet inayetkarane bir hıfz-ı
Ilahîdir." Elbette böyle bir deha ile mübareze etmek hatadır, millete ve vatana
büyizk bir zarardır ve böyle bir hıfz-ı Ilahî ve inayet-i Rabbaniyeye karşı gelmek
Firavunane bir temerrüddür.

Tarihçe-i Hayat, 366

Hâmisen: Ben, Kürtçe düşünürüm, Türkçe ve Arapça yazıyorum. Matbaa-i hayaldeki
mütercim acemi; ya kalbin sözünü iyi anlamıyor veya lisânın diline âşinâ değildir.
Hem, Türkçeninsarf nahivini bilmediğimden, mânâya giydirdiğim üslûbun düğmeleri
pek karışık oluyor. "Hattâ, evet, işte, şimdi, hem de, zîrâ, olan, şu, bu" tekrarları,
sizin gibi beni de usandırıyor. Başkasının tashîhine de katiyen râzı olamıyorum.
Zîrâ, külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü sözlerimle hiç münâsebet ve ülfet
peydâ etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder.

Sâdisen: Tabiatımdaki ifrat cihetiyle düşündüğümden, mütercim-i hayâlînin tercümesinde,
hattatın imlâsında, tâbiin tâbında, mütâliin fehminde bâzan yanlış düşmekle, güzel
bir hakîkat çirkinleşiyor.

Sâbian: Şu Saykâl-ı İslâmiyet ve Ekrâd Reçetesi olan iki eser, o dehşetli dağ
ve dere ve sahrâların kuvve-i münbitesi fevkalâde neşv ü nemâ vererek, kırk elli
gün zarfında hem yeşillendi, hem cesîm bir şecere oldu, hem meyve verdi. Evet, öyle
bir vakitte vücuda geldi ki, dağlar beni derelerin yed-i haşînine fırlatıyordu.
Onlar da, beni sahrâların yüzlerine çarpıyordu. Sonra, hamiyet-i milliye ve hamiyet-i
İslâmiye şu iki sınıf meyveleri dağ başından koparıp ve bâzan rüzgâr vurup, derenin
dibine düşmüş meyveleri ilâç için toplayıp, medîne-i medeniyetin çarşısına götürdüler.
Hattâ bir kısmı Bâşid Dağı'nın yemişidir, bir tâifesi Ferrâşîn Ovası'nın meyvesidir,
bir miktarı Beytüşşebap Deresi'nde, kırmızılanmış semeresidir. İşte, şu iki eseri
yazdığım vakit, zaman kısa, mekân vahşî, ben seyyah, zihin müşevveş, vücut yarım
hasta, yazmak acele olduğundan, elbette müşevveş olur.

Ey ehl-i insaf! Mâzeretim bu. Kabul ederseniz, insafın şe'nidir; etmezseniz,
emîn olunuz, size minnet etmem, hiç de kabul etmeyiniz. Sizin minnetiniz dağ başında
olsun. Size beğendirmek için değil, belki hakka hizmet için yazdım, vesselâm. Şu
eserin nağamâtını dinlemek için, bir Kürt cesedini giymek, bir vahşî hayâlini başına
takmak gerektir. Yoksa ne istimâ helâl, ne semâ tatlı olur.

Ebû lâşey Said

Emmâ ba'd, ehl-i hamiyetin nazarına arz ediyorum ki:

Vaktâ Meşrûtiyetin ikinci yaşında, İstanbul, temsil ettiği asırdan tarihvârî
bir nazar ile göçüp, kurûn-u vustâya karşı aşağıya inmekle, aşâir-i Ekrâdın içinde
cevelân ile bahardan güze bir rıhlet-i sayfiye, güzden bahara bilâd-ı Arabiyeden
bir rıhlet-i şitâiye ettim. Dağ ve sahrâyı bir medrese ederek meşrûtiyeti ders verdim.
Birden bana göründü ki, meşrûtiyeti gâyet garip bir sûrette telâkkî etmişler. Her
tarafın şüphe ve suâlleri ağleb bir dereden gelmiş gibi gördüm. İşte, teşhis-i maraz
için miftâh-ı kelâmı onlara verdim.

Dedim: "Siz suâl ediniz, ben de ona göre cevap vereyim."

Onlar istihsan ettiler. Zîrâ Kürtlerin tabiat-ı meşrûtiyetperverânelerine binâen,
dersi münâzara ve münâkaşa sûretinde okuyorlar. Onuniçindir ki, medreseleri küçük
bir meclis-i mebusân-ı ilmiyeyi andırıyor. İşte, tâmimen lilfâide, suâllerini cevaplarımla
musâfaha ettirerek şu kitabı yazdım; tâ birbirine muâvenette bulunsun. Hem de, görmediğim
Ekrâd ve emsâline, şu kitap, bana bilvekâle onlarla konuşarak cevap versin; hem
de, lisânları kalblerine tercümanlık edemeyenlere bedelen suâl etsin. Elhâsıl, şu
kitap, tarafımdan cevap, onların cânibinden suâl etmek vazifesiyle mükelleftir.
Hem de siyâset tabiblerine, teşhis-i illete dâir hizmet ile muvazzaftır.

Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürt ve emsâli, fikren meşrûtiyetperver olmuş ve
oluyorlar. Lâkin, bâzı memurun fiilen meşrûtiyetperver olması müşküldür. Halbuki,
akılları gözlerinde olan avâma ders veren fiildir.

İmdi, suâle ve cevaba başlıyorum.

Suâl: "Ey Seydâ! İstanbul'a gittin. Bu inkılâb-ı azîmi gördün. Mühim işler içine
girdin. Bize ne getirdin?"

Cevap: Müjde getirdim.

Suâl: "Müjde ne demek? Bâzılar, bize, 'Sizin için fenalık var' diyorlar."

Cevap: Nurdan zarar gelmez; gelirse, huffâşa gelir, murdar şeylere gelir. Size,
cemî kuvvetimle, yalnız Kürdistana değil, belki âleme işittirecek tarzda bağırarak
müjde veriyorum ki; 'umum İslâmın, lâsiyyemâ Osmânîlerin, bâhusus Ekrâdın saadetinin
fecr-i sâdıkının geldiğini, hattâ Bâşid başında görüyorum.

Faraza, şu devletin yarı milleti, pahasında verilse idi gene erzân ve zulmetle
beraber yansa idi gene ucuz!

Münazarat, 16-20

Size bir misâl söyleyeyim:

Her tarafa şubeler salmış bir büyük çeşme başında bir tegayyürât olursa, her
tarafa da sirâyet eder. Fakat yüz pınarın ortasında büyük bir havuz olursa, o havuz
pınarlara bakar ve onlara tâbîdir. Faraza, o havuz tamamen tegayyür ederse veyahut
Allah etmesin bozulursa da, çeşmelere tesir etmez-eğer pınar, pınar olursa.

İşte, bakınız: İstibdâdın hükmünce, İstanbul ve hükûmet belağbaşı idi; şikâyette
hakkınız vardı. Şimdi ise hakîkat îtibâriyle bilkuvve, İstanbul göldür, hükûmet
havuzdur, Türk zeynâbdır veya öyle olmak lâzımdır. Pınar bizlerdedir ve bizde olmak
gerektir.

Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için, uzaktan gelen taaffün
eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdâdı görüyoruz. Öyle ise, gayret ediniz,
çalışınız; sebeb-i saadetimiz olan meşrûtiyeti takviye için, fikr-i milliyeti haffâr
yapıp, mârifet ve fazîleti eline veriniz. Şu yerlerde de bir küngân atınız; tâ bir
kemâlât pınarı bizde de çıksın. Yoksa dâimâ dilenci olacaksınız, ya susuzluktan
öleceksiniz. Hem de, dilencilik para etmez. İnsan dilenci olursa, nefsine olsun.
Bence merhamet dilencileri ya haksız veya tenbeldirler. Eğer siz insan olsanız,
hükûmet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz,
fakat iyilikleri gelir.

Suâl: "Neden iyilik gelsin, fenâlık gelmesin? İkisi arkadaştır."

Cevap: Yahu! Dedik: Şimdi, hükûmet ve İstanbul çukurda bir havuzdur veya öyle
olacaktır. Havuz ise, aşağıdadır. Fenalık sakîldir, yukarıya yuvarlanmaz-cehâletle
cezb etmemek şartıyla. İyilik nurdur, yukarıya akseder.

Sual: Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?

Cevap: İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla
gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp biçare bir
reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse
ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin
arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye
olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı
neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine
bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.

Evet, şu amûd-u nuranî,Haşiye3 dinin himayetini, şehametinin başına, murakabenin
gözüne, hamiyetinin omzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemeât-ı müteferrika, tele'lüe
başlamış. Yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrur etmiştir
ki: Hiss-i dinî, bâhusus din-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nâfiz, hükmü daha âlî,
tesiri daha şedittir.

Elhasıl: Başkasına itimat etmeyen nefsiyle teşebbüs eder. Size bir misal söyleyeceğim:
Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz. şimdi herbiriniz, bazı
koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tembel ve muavini kayıtsız,
köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona itimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız,
biçare koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha
mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini bilmekle nevm-i gafleti terk edip, hanesinden
her biri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup, bir çobana
bedel bin muhafız olmakla, hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin, daha mı iyidir?
Acaba Mâmehuran hırsızlarını tevbekâr ve sofî eden şu sır değil midir? Evet, ruhları
ağlamak istedi, biri bahane oldu, ağladılar.

Evet, evet, neam, neam. Sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa,
sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla
raksa getiren hakaikin esrarını ihtizaza veren musika-i İlâhiye hiç durmuyor; mütemadiyen
güm güm eder.

Münazarat, 43-46

Sual: Eskiden beri işitiyoruz ki: "Bazı Jön Türkler masondurlar, dine zarar ediyorlar."

Cevap: İstibdat, kendini ibka etmek için şu telkinatı vermiştir. Bazı lâübâlilik
dahi şu vehme kuvvet veriyor. Fakat emin olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının
maksatları dine zarar değildir. Belki, milletin selâmetini temin etmektir. Fakat
bazıları, dine lâyık olmayan bârid taassuba müfritâne ilişiyorlar. Demek, hürriyete
ve meşrutiyete hizmetleri sebkat eden veyahut kabul eyleyenleri Jön Türk tesmiye
ediyorsunuz. İşte onların bir kısmı, İslâmiyet fedâileridir. Bir kısmı da, selâmet-i
millet fedâileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri,
İttihad ve Terakkidir. Ve sizin şu aşâiriniz kadar ulema ve meşâyih, Jön Türkler
meyanında mevcuttur. Vakıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur;
lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu'tekid müslimlerdir.

Münazarat, 80

Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü
asrın) minaresinin başında durmuşum; sureten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin
en derin derelerinde olanları camie dâvet ediyorum.

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı
müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz.
Tâ ki, hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i
cedid gelsin!

Sual: Eskiler bizden âlâ veya bizim gibi. Gelenler bizden daha fena gelecekler.

Cevap: Ey Türkler ve Kürtler! Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki
ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültühâne olan asr-ı hâzır meclisine
dâvet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi:

"Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhât! Bizi
akim bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız."

Hem de sol tarafında duran ve şehristân-ı istikbâlden gelen evlâtlarınız, sağdaki
ecdatlarınızı tasdik ederek demeyecekler mi ki:

"Ey tembel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğrâ ve kübrâsı?
Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt eden rabıtamızın hadd-i evsatı?
Heyhât! Ne kadar hakikatsiz ve karıştırıcı ve müşağabeli bir kıyas oldunuz!"Haşiye4

İşte, ey bedevî göçerler ve ey inkılâp softaları!Haşiye5 Manzara-i hayalHaşiye6
üstünde gördünüz ki, şu büyük mitingte iki taraf da sizi protesto ettiler.

Sual: Bu kadar tahkire müstehak değiliz. Biz eslâfın ezyalini tutmakla beraber,
ahlâfın teşebbüsatından dahi geri kalmamaya söz veriyoruz.

Cevap: Nedamet ettiğinizden, vazifeniz olan suale avdet edebilirsiniz.

Münazarat, 89

Sual: Biz Türkler ve Kürtler, bizde kalbimizin dolusu, belki cesedimiz mâlâmâl,
belki inbisat edip şu derelerde dağ olarak tahaccür etmiş kalemiz olan bir şecaat
vardır. Ve başımızın dolusu zekâvetimiz var. Ve sinemizi mâlâmâl edecek gayret vardır.
Ve bedenimizi ve âzâlarımızı dolduracak itaat vardır. Ve dereleri hayatlandıracak
ve dağları müzeyyen edecek efradımız var. Haşiye7 Neden böyle sefil
ve müflis ve zelil kaldık ki, hem yol üstünde de kaldık. Terakkiye binenler bizi
çiğneyip istikbale doğru koşup gidiyorlar. Komşumuz olan milletler bizden az
iken, kuvvetleri bizden çok kısa iken, üzerimize tetavül ediyorlar?Haşiye8

Cevap: Hîn-i meşrutiyette tevbenin kapısı açıktır ve tevbe edenler çoktur. Şimdiki
rüesâya tevbih ve ta'nifte hakkım yoktur. Ben taşımı sabıka atıyorum. Bazılarının
hatırı kırılsa da mâzur tutulsun. Yalnız hakkın hatırı kırılmasın. Zira, milletin
hatırı, onların hatırından daha âli, daha galîdir.

İşte o tedennînin mühim bir sebebi: Bazı rüesâ ile haksız olarak millete fedakârlık
iddia eden sahtekâr hamiyet-furuşlar veya velâyeti dâvâ eden ehliyetsiz bazı müteşeyyihlerdir.
Fakat, sünnet-i seniyeye muhalif olan bu sünnet-i seyyie, yine istibdadın seyyiatındandır.

Sual: Nasıl?

Cevap: Zira, herbir millet için, o milletin cesaret-i milliyesini teşkil eden
ve namus-u milliyesini muhafaza eden ve kuvveti onda toplanacak bir mânevî havuz
vardır. Ve sehâvet-i milliyesini teşkil eden ve menâfi-i umumiyesini temin eden
ve fazla kalan malları onda tahazzün edecek bir hazine-i mâneviyesi vardır. İşte
o iki kısım reisler, bilerek veya bilmeyerek, o havuzun ve o hazinenin etrafında
delik-melik açtılar. Mâye-i bekayı ve madde-i hayatı çektiler. Havuzu kurutup hazineyi
boş bıraktılar. Böyle gitse, devlet milyarlar borç altında kalıp düşecek. Nasıl
bir adamın kuvve-i gadabiyesi olan dâfiası ve kuvve-i şeheviye olan cazibesi olmazsa,
ölmüş olmuş olur ve hayy iken meyyittir. Hem de, bir şimendiferin buhar kazanı delik-melik
olsa, perişan ve hareketten muattal kalır. Hem de bir tesbihin ipi kırılsa dağılır.
Öyle de, bir şahs-ı mânevî olan br milletin kuvvet ve malının havuzu ve hazinesini
boşaltan başlar, o milleti serseri, perişan ve mevcudiyetsiz edip, fikr-i milliyetin
ipini kesip, parça parça ederler. Evet,
Bazı avâmın hâtırı için hakikatın hâtırını
kırmayacağım.

Sual: Şu makam, nihayet derecede tafsile değer bir makamdır. Mücmel ve müphem
bırakma.

Cevap: Zaman-ı sabık, vahşet ve cehaletinizi istihdam ederek pis bir tarik ile
ve müheyyâ ettiği plânlarla, bir kısım büyükler cebir kuvvetiyle o menbaı ve o mâdeni
delip, zülâl-i hayatı kumistan ve şûristan sahrasına akıttılar. Bazı tembel ve cerrarlar
yeşillendi. Hatta onlar servet-i dünyadan tenfir yolunda pençesini küçük bir sayd'a
(av) atan biçarelerin hassas ve zayıf damarlarını tutarlardı. Tâ pençeleri o sayddan
açılsın, onlar o avı kaçırsınlar. Evet, her milletin,-o milletin menfaatı için bir
miktar malı ile fedakârlık edip-bir sehâveti vardır. İşte, bizdeki sehâvet-i milliye
su-i istimal edildi. Başka milletin sehâvet-i milliyesi zeynâb (havuz) gibi içine
girer, milletin cevfinde hazine tutar. Ulûm ve maarif, altına su verir. Hem de zaman-ı
sabıkta bir kısım büyükler namus-u milleti muhafaza eden cesaret-i milliyeyi su-i
istimal edip, zemin-i ihtilâf olan kumistana atıp kaybettiler. Herbiri o kuvvetin
bir zarfını başkasının boynuna vurup kırdılar ve kırıldı. Hattâ beş yüz bin kahraman
ile namus-u milleti muhafaza etmeye müstaid olan bir kuvvet-i azîmeyi mâbeynlerinde
sarf edip ihtilâfat zemininde mahvettiklerinden, kendilerini terbiyeye müstahak
ederlerdi. Eğer meşrutiyetten ve hürriyet-i şer'iyeden istifade edip, o delikleri
kapatıp veya zeynâb suretine çevirseniz, o kıymettar kuvveti harice sarf etmek için
devletimizin eline verseniz, bahasına merhamet ve adalet ve medeniyet kazanacaksınız.

Eğer isterseniz sizinle becayiş olacağım. Ben sorayım siz cevap veriniz.

Cevap: (Sor. Fakat ondan haberdâr olanı bulamazsın.)

Münazarat, 94-98

Elhasıl : Vilâyât-ı şarkiye ve ulemasının istikbalini temin etmek istiyoruz.
İttihad ve Terakki mânâsındaki hissemizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanımızda çok
azîm birşey isteriz.

Sual: Maksadını müphem bırakma, ne istersin?

Cevap: Câmiü'l-Ezher'in kızkardeşi olan, Medresetü'z-Zehrâ namıyla dârülfünunu
mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis'te ve iki refikasıyla Bitlis'in iki cenahı
olan Van ve Diyarbakır'da tesisini isteriz. Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz.
Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş'et eder.

Sual: Nasıl? Ne gibi? Niçin?

Cevap: Ona bazı şerait ve varidat ve semerat vardır.

Sual: Şeraiti nedir?

Cevap: Sekizdir.

Birincisi: Medrese nâm melûf ve menus ve cazibedar ve şevk-engiz itibarı olduğu
halde büyük bir hakikati tazammun ettiğinden, rağabatı uyandıran o mübarek medrese
ismiyle tesmiye.

İkincisi: Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî
vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak.

Sual: Şu mezcde ne hikmet var ki, o kadar taraftarsın, daima söylüyorsun?

Cevap: Dört kıyas-ı fâsitHaşiye9 ile hâsıl olan safsatanın zulmünden muhakeme-i
zihniyeyi halâs etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylâneye ettiği mugalâtayı
izâle etmek…

Sual: Ne gibi?

Cevap: Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin
imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder.
İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd
eder.

Üçüncü şart: Zülcenaheyn ve Kürtlerin ve Türklerin mutemedi olan Ekrad ulemasının
veya istinâs etmek için lisan-ı mahallîye âşina olanları müderris olarak intihap
etmektir.

Dördüncüsü: Ekradın istidatları ile istişare etmek, onların sabavet ve besatetlerini
nazara almaktır. Zira çok libas var; bir kamete güzel, başkasına çirkin gelir. Çocukların
talimi, ya cebirle, ya hevesatlarını okşamakla olur.

Beşinci şart: Taksimü'l-a'mâl kaidesini bitamamihâ tatbik etmek-tâ şubeler birbirine
medhal ve mahreç olmakla beraber, herbir şubeden mütehassıs çıkabilsin.

Altıncı şart: Bir mahreç bulmak ve müdavimlerin tefeyyüzünü temin etmek; hem
de mekâtib-i âliye-yi resmiyeye müsavi tutmak ve imtihanları, onların imtihanları
gibi müntiç kılmak, akîm bırakmamaktır.

Yedinci şart: Dâru'l-muallimîni muvakkaten şu dârülfünun dairesinde merkez kılmak,
mezc etmektir. Tâ ki, intizam ve tefeyyüz ondan buna geçsin ve fazilet ve diyanet,
bundan ona geçsin; tebâdül ile herbiri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun.

Sekizinci şart: Kürdistan'da âdet-i müstemirre olan talim-i infiradiyi halka
ve daireye tebdil etmek.

Münazarat, 126-129

İkincisi: Zekâttır. Zira biz hem Hanefî, hem Şâfiîyiz. Bir zamandan sonra o Medresetü'z-Zehrâ
İslâmiyete ve insâniyete göstereceği hizmetle, şüphesiz bir kısım zekâtı bil'istihkakkendine
münhasır edecektir. Bâhusus, zekâtın zekâtı da olsa kâfidir.

Üçüncüsü: Şu medrese neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslâmiyete
edeceği hizmetle ukul yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb yanında en ekmel
bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Nasıl
medrese, öyle de mektep, öyle de tekke olduğundan; İslâmiyetin iânât-ı milliyesi
olan nüzur ve sadakat kısmen ona teveccüh edecektir.

Dördüncüsü: Mezkûr tebâdül için dârü'l-muallimîn ile imtizaç ettiğinden, darü'l-muallimînin
varidatı bir derece tevsi ile muvakkaten ve âriyeten-eğer mümkünse-verilse, bir
zaman sonra istiğna edecek, o âriyeyi iade edecektir.

Sual: Bunun semeratı nedir ki, on, belki elli beş seneden beri bağırıyorsun?

Cevap: İcmali:Haşiye10 Kürt ve Türk ulemasının istikbalini temin. Ve maarifi,
Kürdistan'a medrese kapısıyla sokmak. Ve meşrutiyetin ve hürriyetin mehasinini göstermek
ve ondan istifade ettirmektir.

Sual: İzah etsen fena olmaz.

Cevap: Birincisi: İslâmiyeti, onu paslandıran hikâyat ve İsrailiyat ve taassubat-ı
bârideden kurtarmak. Evet, İslâmiyetin şe'ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan
salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş'et eden taassup değildir.
Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallitlerinde ve dinsizlerinde bulunur
ki, sathî şüphelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar. Burhan ile temessük eden
ulemânın şânı değildir.

Üçüncüsü: Mehâsin-i meşrutiyeti neşir için bir kapı açmaktır. Evet, aşâirde meşrutiyeti
incitecek niyet yoktur. Fakat istihsan edilmezse istifade edilmez; o daha zararlıdır.
Hasta tiryakı zehir-alûd zannetse, elbette istimal etmez.

Dördüncüsü: Maarif-i cedideyi medârise sokmak için bir tarik ve ehl-i medresenin
nefret etmeyeceği saf bir menba-ı fünun açmaktır. Zira, mükerreren söylemişim: Fena
bir tefehhüm, meş'um bir tevehhüm şimdiye kadar set çekmiştir.

Münazarat, 130-131

Beşincisi: Yüz defa söylemişim, yine söyleyeceğim: Ehl-i medrese, ehl-i mektep,
ehl-i tekkenin musalâhalarıdır. Tâ, temayül ve tebadül-ü efkâriyle lâakal maksatta
ittihad eylesinler. Teessüfle görülüyor ki, onların tebâyün-ü efkârı, ittihadı tefrik
ettiği gibi; tehâlüf-ü meşâribi de terakkiyi tevkif etmiştir. Zira herbiri mesleğine
taassup, başkasının mesleğine sathiyeti itibarıyla tefrit ve ifrat ederek, biri
diğerini tadlil, öteki de berikini techil eyliyor.

Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese,
bir köşesi zaviye, salonu dahi mecmaü'l-küll, biri diğerinin noksanını tekmil için
bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde arz-ı dîdar edecektir.
Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü'z-Zehrâ dahi o kasr-ı İlâhîyi
haricen temsil edecektir.

Eyyühe'l-eşraf! Biz size hizmet ettiğimiz gibi, siz de bize hizmet ediniz. Yoksa,
ey bize vesayete muhtaç çocuk nazarıyla bakan ehl-i hükûmet, size itaat ettiğimiz
gibi, saâdetimizi temin ediniz. Ve illâ, ey Kürt ve Türkün cemiyyet-i milliye vazifesini
bil'istihkak omuzunuza alaneski İttihad ve Terakki! İyi ettiniz mezc ettiniz. İyi
etseniz iyi; ve illâ

Münazarat, 132

Dördüncü Desise-i Şeytaniye

Şeytanın telkiniyle ve ehl-i dalaletin ilkaâtıyla, bana karşı propaganda ile
hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak ve
asabiyet-i milliyetlerini tahrik etmek için diyorlar ki: "Siz Türksünüz. Maşaallah,
Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemal vardır. Said bir Kürttür. Milliyetinizden
olmayan birisiyle teşrik-i mesai etmek hamiyet-i milliyeye münâfidir."

Elcevap: Ey bedbaht mülhid! Ben felillâhilhamd Müslümanım. Her zamanda kudsî
milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Böyle ebedî bir uhuvveti tesiseden
ve dualarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan
üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfi milliyet fikrine feda etmek ve o
mübarek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt namını taşıyan ve Kürt unsurundan addedilen
mahdut birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa
istiâze ediyorum. Ey mülhid! Senin gibi ahmaklar lâzım ki, Macar kâfirleri veyahut
dinsiz olmuş ve frenkleşmiş birkaç Türkleri muvakkaten, dünyaca dahi faydasız uhuvvetini
kazanmak için, üç yüz elli milyon hakikî, nuranî menfaattar bir cemaatin bâki uhuvvetlerini
terk etsin. Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Meselesinde, delilleriyle menfi milliyetin
mahiyetini ve zararlarını gösterdiğimizden, ona havale edip, yalnız o Üçüncü Meselenin
âhirinde icmal edilen bir hakikati burada bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki:

O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfuruş
mülhidlere derim ki:

Din-i İslâmiyet milliyetiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile, Türk denilen bu
vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakikî alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur'ân'ın
bayrağını cihanın cihât-ı sittesinin etrafında galibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına,
İslâmiyet hesabına müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım.

Sen ise, ey hamiyetfuruş sahtekâr! Türkün mefâhir-i hakikiye-i milliyesini unutturacak
bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârâne bir uhuvvetin var. Senden
soruyorum: Türk milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gafil ve heveskâr
gençlerden ibaret midir? Hem onların menfaati ve onların hakkında hamiyet-i milliyenin
iktiza ettiği hizmet, yalnız onların gafletini ziyadeleştiren ve ahlâksızlıklara
alıştıran ve menhiyâta teşcî eden frenkmeşrebâne terbiyede midir? Ve ihtiyarlıkta
onları ağlattıracak olan muvakkat bir güldürmekte midir?

Eğer hamiyet-i milliye bunlardan ibaretse ve terakki ve saadet-i hayatiye bu
ise, evet, sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen, ben o Türkçülükten
kaçıyorum; sen de benden kaçabilirsin. Eğer zerre miktar hamiyet ve şuurun ve insafın
varsa, şimdiki taksimata bak, cevap ver. Şöyle ki:

Türk milleti denilen şu vatan evlâdı altı kısımdır. Birinci kısmı, ehl-i salâhat
ve takvâdır. İkinci kısmı, musibetzede ve hastalar taifesidir. Üçüncü kısmı, ihtiyarlar
sınıfıdır. Dördüncü kısmı, çocuklar taifesidir. Beşinci kısmı, fakirler ve zayıflar
taifesidir. Altıncı kısmı gençlerdir.

Acaba bütün evvelki beş taife Türk değiller mi? Hamiyet-i milliyeden hisseleri
yok mu? Acaba altıncı taifeye sarhoşçasına bir keyif vermek yolunda o beş taifeyi
incitmek, keyfini kaçırmak, tesellilerini kırmak hamiyet-i milliye midir, yoksa
o millete düşmanlık mıdır? "El-hükmü li'l-ekser" sırrınca, eksere zarar dokunduran
düşmandır, dost değildir.

Senden soruyorum: Birinci kısım olan ehl-i iman ve ehl-i takvânın en büyük menfaati,
frenkmeşrebâne bir medeniyette midir? Yoksa hakaik-i imaniyenin nurlarıyla saadet-i
ebediyeyi düşünüp, müştak ve âşık oldukları tarik-i hakta sülûk etmek ve hakikî
teselli bulmakta mıdır? Senin gibi dalÂlet-pîşe hamiyetfuruşların tuttuğu meslek,
müttakî ehl-i imanın mânevî nurlarını söndürüyor ve hakikî tesellilerini bozuyor
ve ölümü idam-ı ebedî ve kabri daimî bir firak-ı lâyezÂlî kapısı olduğunu gösteriyor.

İkinci kısım olan musibetzede ve hastaların ve hayatından meyus olanların menfaati,
frenkmeşrebâne, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki, o biçareler
bir nur isterler, bir teselli isterler. Musibetlerine karşı bir mükâfat isterler.
Ve onlara zulmedenlerin intikamlarını almak isterler. Ve yakınlaştıkları kabir kapısındaki
dehşeti def etmek istiyorlar. Sizin gibilerin sahtekâr hamiyetiyle, pek çok şefkate
ve okşamaya ve tımar etmeye çok lâyık ve muhtaç o biçare musibetzedelerin kalblerine
iğne sokuyorsunuz, başlarına tokmak vuruyorsunuz, merhametsizcesine ümitlerini kırıyorsunuz,
ye's-i mutlaka düşürüyorsunuz. Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat
dokunduruyorsunuz?

Üçüncü taife olan ihtiyarlar bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar,
ölüme yaklaşıyorlar, dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati
ve nuru ve tesellisi, Hülâgû ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarâne sergüzeştlerini
dinlemesinde midir? Ve âhireti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, mânen
sukut, zâhiren terakki denilen şimdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur,
sinemada mıdır? Ve hakikî teselli, tiyatroda mıdır? Bu biçare ihtiyarlar hamiyetten
hürmet isterlerken, mânevî bıçakla o biçareleri kesmek hükmünde ve "İdam-ı ebediye
sevk ediliyorsunuz" fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını
ejderha ağzına çevirmek, "Sen oraya gideceksin" diye mânevî kulağına üflemek hamiyet-i
milliye ise, böyle hamiyetten yüz bin defa el'iyâzü billâh!

Dördüncü taife ki, çocuklardır. Bunlar hamiyet-i milliyeden merhamet isterler,
şefkat beklerler. Bunlar da, zaaf ve acz ve iktidarsızlık noktasında, merhametkâr,
kudretli bir HÂlıkı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidatları mesudâne inkişaf
edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehval ve ahvÂle karşı gelebilecek bir tevekkül-ü
imanî ve teslim-i İslâmî telkinatıyla o masumlar hayata müştakane bakabilirler.
Acaba, alâkaları pek az olduğu terakkiyât-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i
mâneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz, sırf maddî, felsefî düsturların
taliminde midir?

Eğer insan bir cesed-i hayvânîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı,
belki bu masum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz
ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu firengî usul, onlara çocukçasına bir oyuncak
olarak, dünyevî bir menfaati verebilirdi. Madem ki o masumlar hayatın dağdağalarına
atılacaklar, madem ki insandırlar. Elbette küçük kalblerinde çok uzun arzuları olacak
ve küçük kafalarında büyük maksatlar tevellüt edecek. Madem hakikat böyledir; onlara
şefkatin muktezası, gayet derecede fakr ve aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı
ve tükenmez bir nokta-i istimdadı, kalblerinde iman-ı billâh ve iman-ı bil'âhiret
suretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa,
divane bir validenin, veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla,
o biçare masumları mânen boğazlamaktır.

Cesedini beslemek için beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nevinden, vahşiyâne
bir gadirdir, bir zulümdür.

Beşinci taife fakirler ve zayıflar taifesidir. Acaba, hayatın ağır tekÂlifini
fakirlik vasıtasıyla elîm bir tarzda çeken fakirlerin ve hayatın müthiş dağdağalarına
karşı çok müteessir olar zayıfların hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mudur? Bu
biçarelerin ye'sini ve elemini arttıran ve sefih bir kısım zenginlerin mel'abe-i
hevesâtı ve zalim bir kısım kavîlerin vesile-i şöhret ve şekaveti olan frenkmeşrebâne
ve perde-bîrûnâne ve firavunâne medeniyetperverlik namı altında yaptığınız harekâtta
mıdır? Bu biçare fukaraların fakirlik yarasına merhem ise, unsuriyet fikrinden değil,
belki İslâmiyetin eczahane-i kudsiyesinden çıkabilir. Zayıfların kuvveti ve mukavemeti,
karanlık ve tesadüfe bağlı, şuursuz, tabiî felsefeden alınmaz; belki hamiyet-i İslâmiye
ve kudsî İslâmiyet milliyetinden alınır.

Altıncı taife gençlerdir. Bu gençlerin gençlikleri eğer daimî olsaydı, menfi
milliyetle onlara içirdiğiniz şarabın muvakkat bir menfaati, bir faydası olurdu.
Fakat o gençliğin lezzetli sarhoşluğu, ihtiyarlıkla elemle ayılması ve o tatlı uykunun
ihtiyarlık sabahında esefle uyanmasıyla, o şarabın humarı ve sıkıntısı onu çok ağlattıracak
ve o lezzetli rüyanın zevÂlindeki elem ona çok hazin teessüf ettirecek. "Eyvah!
Hem gençlik gitti, hem ömür gitti. Hem müflis olarak kabre gidiyorum. Keşke aklımı
başıma alsaydım!" dedirecek. Acaba bu taifenin hamiyet-i milliyeden hissesi, az
bir zamanda muvakkat bir keyif görmek için, pek uzun bir zamanda teessüfle ağlattırmak
mıdır? Yoksa onların saadet-i dünyeviyeleri ve lezzet-i hayatiyeleri, o güzel, şirin
gençlik nimetinin şükrünü vermek suretinde, o nimeti sefahet yolunda değil, belki
istikamet yolunda sarf etmekle, o fâni gençliği ibadetle mânen ibka etmek ve o gençliğin
istikametiyle dâr-i saadette ebedî bir gençlik kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun
varsa söyle!

Elhasıl: Eğer Türk milleti yalnız altıncı taife olan gençlerden ibaret olsa ve
gençlikleri daimî kalsa ve dünyadan başka yerleri bulunmasa, sizin Türkçülük perdesi
altındaki frenkmeşrebâne harekâtınız, hamiyet-i milliyeden sayılabilirdi. Benim
gibi hayat-ı dünyeviyeye az ehemmiyet veren ve unsuriyet fikrini frengî illeti gibi
bir maraz telâkki eden ve gençleri nâmeşrû keyif ve hevesattan men'e çalışan ve
başka memlekette dünyaya gelen bir adama, "O Kürttür, arkasına düşmeyiniz" diyebilirdiniz
ve demeye bir hak kazanabilirdiniz. Fakat madem ki Türk namı altında olan şu vatan
evlâdı, sabıkan beyan edildiği gibi, altı kısımdır. Beş kısma zarar vermek ve keyiflerini
kaçırmak, yalnız birtek kısma muvakkat ve dünyevî ve âkıbeti meş'um bir keyif vermek,
belki sarhoş etmek, elbette o Türk milletine dostluk değil, düşmanlıktır.

Evet, ben unsurca Türk sayılmıyorum. Fakat Türklerin ehl-i takvâ taifesine ve
musibetzedeler kısmına ve ihtiyarlar sınıfına ve çocuklar taifesine ve zayıflar
ve fakirler zümresine bütün kuvvetimle ve kemÂl-i iştiyakla müşfikane ve uhuvvetkârâne
çalışmışım ve çalışıyorum. Altıncı taife olan gençleri dahi, hayat-ı dünyeviyesini
zehirlettirecek ve hayat-ı uhreviyesini mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel bir
sene ağlamayı netice veren harekât-ı nâmeşruadan vazgeçirmek istiyorum. Yalnız bu
altı yedi sene değil, belki yirmi senedir, Kur'ân'dan ahzedip Türkçe lisanıyla neşrettiğim
âsâr meydandadır.

Evet, lillâhilhamd, Kur'ân-ı Hakîmin maden-i envârından iktibas edilen âsâr ile,
ihtiyar taifesinin en ziyade istedikleri nur gösteriliyor. Musibetzedelerin ve hastaların
tiryak gibi en nâfi ilâçları, eczahane-i kudsiye-i Kur'âniyede gösteriliyor. Ve
ihtiyarları en ziyade düşündüren kabir kapısı, rahmet kapısı olduğu ve idam kapısı
olmadığı, o envâr-ı Kur'âniye ile gösterildi. Ve çocukların nazik kalblerinde hadsiz
mesâib ve muzır eşyaya karşı gayet kuvvetli bir nokta-i istinad ve hadsiz âmÂl ve
arzularına medar bir nokta-i istimdat, Kur'ân-ı Hakîmin madeninden çıkarıldı ve
gösterildi ve bilfiil istifade ettirildi. Ve fukaralar ve zuafalar kısmını en ziyade
ezen ve müteessir eden hayatın ağır tekÂlifi, Kur'ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesiyle
hafifleştirildi.

İşte bu beş taife-ki, Türk milletinin altı kısmından beş kısmıdır-menfaatlerine
çalışıyoruz. Altıncı kısım ki gençlerdir; onların iyilerine karşı ciddî uhuvvetimiz
var, senin gibi mülhidlere karşı hiçbir cihetle dostluğumuz yok. Çünkü ilhâda giren
ve Türkün hakikî bütün mefâhir-i milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyetinden çıkmak
isteyen adamları Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş frenk telâkki ediyoruz.
Çünkü, yüz bin defa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler, ehl-i hakikati kandıramazlar.
Zira fiilleri, harekâtları, onların dâvÂlarını tekzip ediyor.

İşte, ey frenkmeşrepler ve propagandanızla hakikî kardeşlerimi benden soğutmaya
çalışan mülhidler! Bu millete menfaatiniz nedir? Birinci taife olan ehl-i takvâ
ve salâhatin nurunu söndürüyorsunuz. Merhamete ve tımar etmeye şâyan ikinci taifesinin
yaralarına zehir serpiyorsunuz. Ve hürmete çok lâyık olan üçüncü taifenin tesellisini
kırıyorsunuz, ye's-i mutlaka atıyorsunuz. Ve şefkate çok muhtaç olan dördüncü taifenin
bütün bütün kuvve-i mâneviyesini kırıyorsunuz ve hakikî insaniyetini söndürüyorsunuz.
Ve muavenet ve yardıma ve teselliye çok muhtaç olan beşinci taifenin ümitlerini,
istimdatlarını akîm bırakıp, onların nazarında hayatı mevtten daha ziyade dehşetli
bir surete çeviriyorsunuz. İkaza ve ayılmaya çok muhtaç olan altıncı taifesine,
gençlik uykusu içinde öyle bir şarap içiriyorsunuz ki, o şarabın humârı pek elîm,
pek dehşetlidir. Acaba bu mudur hamiyet-i milliyeniz ki, o hamiyet-i milliye uğrunda
çok mukaddesâtı feda ediyorsunuz? O Türkçülük menfaati, Türklere bu suretle midir?
Yüz bin defa el'iyâzü billâh!

Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlûp olduğunuz zaman kuvvete müracaat
edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla, dünyayı başıma ateş
yapsanız, hakikat-i Kur'âniyeye feda olan bu baş size eğilmeyecektir!

Hem size bunu da haber veriyorum ki, değil sizler gibi mahdut, mânen millet nazarında
menfur bir kısım adamlar, belki binler sizler gibi bana maddî düşmanlık etseler,
ehemmiyet vermeyeceğim ve bir kısım muzır hayvânattan fazla kıymet vermeyeceğim.
Çünkü bana karşı ne yapacaksınız? çekmekle veya hizmetimi bozmak suretiyle olur.
Bu iki şeyden başka dünyada alâkam yok.

Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud derecesinde katî iman etmişim ki, tagayyür
etmiyor, mukadderdir. Madem böyledir; hak yolunda şehadetle ölsem, çekinmek değil,
iştiyakla bekliyorum. Bahusus ben ihtiyar oldum; bir seneden fazla yaşamayı zor
düşünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, şehadet vasıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü
bâkiye tebdil etmek, benim gibilerin en Âli bir maksadı, bir gayesi olur.

Amma hizmet ise, felillâhilhamd, hizmet-i Kur'âniye ve imaniyede Cenâb-ı Hak
rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki, vefatımla, o hizmet, bir merkezde yapıldığına
bedel, çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölümle susturulsa, pek çok kuvvetli
diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim:
Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice
verir; bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer. Öyle de, mevtim, hayatımdan
fazla o hizmete vasıta olur ümidini besliyorum.

Mektubat, 407-411

İkincisi: Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde,
hemen umumiyetle hükümfermâ hürriyet-i vicdan düsturunu kırmak ve istihfaf etmek
ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür'etinizle,
hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize "lâdinî" ismi
vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz hÂlde, dinsizliği mutaassıbâne
kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette
saklı kalmayacak, sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükümetin en küçüğünün
itirazına karşı dayanamadığınız hÂlde, nasıl yirmi hükümetin birden itirazını hiçe
sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmaya çalışıyorsunuz?

Üçüncüsü: Mezheb-i Hanefînin ulviyetine ve sâfiyetine münâfi bir surette, vicdanını
dünyaya satan bir kısım ulemâü's-sû'un yanlış fetvÂlarıyla, benim gibi Şâfii'l-mezhep
adamlara hangi usulle teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbâı bulunan Şâfiî
mezhebini kaldırıp bütün Şâfiîleri Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde
cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usulüdür denilebilir. Yoksa keyfî
bir alçaklıktır. Öylelerin keyfine tâbi değiliz ve tanımayız!

Dördüncüsü: İslâmiyetle eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddî dindar ve
dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, frenklik
mânâsında Türkçülük namıyla, tahrifdârâne ve bid'akârâne bir fetvâ ile "Türkçe kamet
et" diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usulledir? Evet,
hakikî Türklere pek hakikî dostâne ve uhuvvetkârâne münasebettar olduğum hÂlde,
böyle sizin gibi frenkmeşreplerin Türkçülüğüyle hiçbir cihette münasebetim yoktur.
Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanunla? Eğer milyonlarla efradı bulunan ve
binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı
ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini
onlara unutturduktan sonra, belki, bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz,
bir nevi usul-ü vahşiyâne olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhâsın keyfine tebaiyet edilmez
ve etmeyiz!

Mektubat, 417

Dedi: "Beşinci Şuada sen hiç kalben nedamet etmedin mi ki, onu rakıdan ve şaraptan
su tulumbası gibi tâbirlerle tezyif etmişsin?" Ben onun bütün bütün mânâsız ve yanlış
ve dostluk taassubuna mukabil derim: Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilmez,
yalnız onun bir hissesi olabilir. Nasıl ki ordunun ganimeti, malları, erzakları
bir kumandana verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır.

Evet nasıl o insafsız, o çok kusurlu adamı sevmemekle beni itham etti, âdeta
vatan hâini yaptı. Ben de onu, orduyu sevmemekle itham ediyorum. Çünkü bütün şerefi
ve mânevî ganimeti o dostuna verip, orduyu şerefsiz bırakıyor. Hakikat ise, müsbet
şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzi edilir ve menfîler ve tahribat
ve kusurlar başa verilir. Çünkü birşeyin vücudu, bütün şeraitin ve erkânının vücudu
ile olur ki, kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise, bir
şartın ademiyle ve bir rüknün bozulmasıyle olur, mahvolur, bozulur. O fenalık başa
ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ekseriyetle müsbet ve vücudîdir. Başlar
sahip çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar, ademîdir ve tahribîdir. Reisler mes'ul
olurlar. Hak ve hakikat böyle iken, nasıl ki bir aşiret fütuhat yapsa, "Aferin Hasan
Ağa"; mağlûp olsa "Aşirete Tuh" diye aşiret tezyif edilse, bütün bütün hakikatin
aksine hükmedilir. Aynen öyle de, beni itham eden o müddeî bütün bütün hak ve hakikatin
aksine bir hatâsıyla, güya adliye namına hükmetti.

Aynen bunun hatası gibi: Eski Harb-i Umumîden biraz evvel, ben Van'da iken, bazı
dindar ve müttakî zatlar yanıma geldiler. Dediler ki: "Bazı kumandanlarda dinsizlik
oluyor. Gel, bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz."

Ben de dedim: "O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur.
Ordu onunla mes'ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu
orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem."

O zatlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler; neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda
geldi. Az zaman sonra, Harb-i Umumî patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada
girdi, o ordudan yüz bin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o dâvamda tasdik
edip kanlarıyla velâyet fermanlarını imzaladılar. Her ne ise… Biraz uzun söylemeye
mecbur oldum. Çünkü hiçbir hissiyatla ve hâricî tesiratla müteessir olmamak, mâhiyetinin
kat'î bir hassası bulunan adalet hakikatı namına, cüz'î ve hattâ hissiyat ve tarafgirlikle
bize ve Risale-i Nur'a karşı müzeyyifâne hareket eden bir müddeiumumînin acîp vaziyeti
beni bu uzun ifadeye sevk etti.

Dördüncü esas: Eskişehir Mahkemesi, yüzer risaleleri ve mektupları dört ay tetkikten
sonra, yalnız yüz yirmi adamdan on beş adama altışar ay ceza ve bana da, yüz risaleden
yalnız bir iki risalede on beş kelime ile, bir sene ceza verebildi. tarikatçılık
ve cemiyetçilik ve şapka meselelerinde beraat ettirdiler. Biz dahi o cezayı çektik.
Ondan sonra Kastamonu'da çok defa taharrilerde hiçbir ilişiğimi bulmadılar. Ve kaç
sene evvel Isparta'da mahrem ve gayr-ı mahrem Risale-i Nur'un bütün eczaları bilâistisna
hükûmetin eline geçti. Üç ay tetkikten sonra umumu sahiplerine iade edildi. Birkaç
sene sonra, Denizli ve Ankara mahkemelerinde bütün risaleler iki sene kaldı. Tamamen
bize iade edildi.

Madem hakikat budur. Beni ve Risale-i Nur'un şakirtlerini itham eden ve o gibi
kanun namına kanunsuz ve garazla ve hissiyatla bizi muaheze edenler, elbette bizden
evvel, hem Eskişehir Mahkemesini, hem Kastamonu hükûmetini ve zabıtasını, hem Isparta
adliyesini, hem Denizli Mahkemesini, hem Ankara'nın Ağırceza Mahkemesini itham edip,
onları – varsa – suçumuza tam teşrik ediyorlar. Çünkü bir suçumuz olsaydı, bu üç
dört hükûmet yakınında çok zaman tecessüsüyle görmedi veya aldırmadı ve iki mahkeme
iki sene inceden inceye bakıp bilmedi veya aldırmadı; bizden ziyade onlar suçlu
olurlar. Halbuki bizde dünyaya karışmak arzusu bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı
gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti.

Şualar, 315

Sekizincisi: Yirmi iki sene sıkıntılı sebepsiz bir nefiyden sonra tam serbestiyet
verildiği halde, binler akraba ve ahbabı bulunan doğduğu memleketine gitmeyerek,
gurbeti, kimsesizliği tercih ederek, tâ ki dünyaya ve hayat-ı içtimaiyeye ve siyasete
temas etmesin, ve çok sevaplı olan camideki cemaatin hayrını bırakıp, odasında yalnız
namazını kılıp oturmasını tercih eden, yani halkın hürmetinden çekinmek olan bir
hâlet-i ruhiyeyi taşıyan ve yirmi sene hayatının şehadetiyle ve binler Türk kıymettar
zatların tasdikiyle, dindar, müttakî bir Türkü, lâkayt çok Kürtlere tercih eden,
hattâ mahkemede Hâfız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan bir Türk kardeşini yüz Kürde
değiştirmediğini ispat eden ve hürmet ve ihtiram görmemek için zaruret olmadan halklarla
görüşmeyen ve camiye gitmeyen ve kırk seneden beri bütün kuvvetiyle, bütün âsârıyla
İslâmiyetin uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve Türk milleti
Kur'ân'ın bayraktarı ve senâ-i Kur'âniyeye mazhar olduğu için o milleti çok seven
ve hayatını onlar içinde geçiren bir adam hakkında, sâbık vali resmî lisanla ihanet
için propaganda yapmak ve dostlarını ürkütmek için "O Kürttür, siz Türksünüz, o
Şâfiîdir, siz Hanefîsiniz" deyip, herkesi ürkütüp ondan çekindirmeye çalışması ve
yirmi senede ve iki mahkemede tarz-ı kıyafeti değiştirilmeye mecbur edilmeyen ve
şapka yarı askerin başından kalkmasıyla beraber, münzevi bir adamın zorla başına
şapka giydirmeye cebretmeyi hangi maslahat, hangi kanun buna müsaade eder?

Şualar, 327

Aziz, Sıddık, Fedakâr ve Vefâdâr Kardeşim Kürt Bekir Bey,

Maatteessüf, bilmecburiye nâhoş ve mâlâyâni sayılacak bir bahis söyleyeceğim.
Fakat bu bahsim, hakikî hamiyetperver Türkçülere karşı değil, belki frengîlik hesabına
sahtekâr bir surette Türkçülüğü kendine perde eden mütecavizlere karşı söylüyorum.
Şöyle ki:

Mülhid münafıkların en son ve alçakça ve vicdansızca aleyhimizde istimal ettikleri
bir silâhı şudur ki, diyorlar: "Said Kürttür; bir Kürdün arkasında bu kadar koşmak
hamiyet-i milliyeye yakışmaz." Ben bu münafıkların vicdansızca desiselerine karşı
değil, belki safdillerin temiz kalbleri bunların sözleriyle bulunmamak için diyorum
ki:

Evet, ben başka memlekette dünyaya gelmişim. Fakat Cenab-ı Hak beni bu memleketin
evlâdına hizmetkâr etmiş ki, dokuz sene mütemadiyen bu memleketteki milletin ondan
dokuz kısmının saadetine kendi dilleriyle hizmet ettiğim, bu havalideki insanlara
malûmdur.

Hem ben bu memlekette Hulûsi, Sabri, Hafız Ali, Hüsrev, Refet, Âsım, Mustafa
Çavuş, Süleyman, Lütfü, Rüşdü, Mustafa, Zekâi, Abdullah gibi yirmi-otuz Müslüman
Türk gençlerini adeta yirmi-otuz bin millettaşlarıma tercih ettiğimi ve onları o
otuz bin adam yerine kabul ettiğimi, bu dokuz senedeki Türkçe âsâr ile ve hizmetle
göstermişim.

Evet, ben bin gafil ve âmi Kürdü, bir Türk olan Hulûsi'ye karşı tutmadığımı ve
bin cahil Kürdü, birer Türk olan Âsım ve Refet'e mukabil göremediğimi ve bir genç
olan Hüsrev'i bin âmi Kürtle değişmediğimi ehl-i dikkat ve benim ahvâlime muttali
olanlar tasdik ettikleri halde, frengîlik namına ve ilhad hesabına, Türkçülük perdesi
altında, sahtekâr bir milliyetperverlik suretinde ve hodfuruşluk cihetinde bana
tecavüz edenler ve Türk milletini ve milliyetini zehirleyen mülhidler bilsinler
ki, ben millet-i İslâmiyenin en mühim ve mücahid ve muazzam bir ordusu olan Türk
milletine binler Türk kadar hizmet ettiğimi binler Türk şahittirler. İşte bana Kürt
diyen ve itham eden, zahir hamiyetperverlik gösteren sahtekârlar, bu millete ne
gibi hizmetettiklerini göstersinler.

Bu firavuncukların enâniyetini kabartan mahviyetkârâne söz söylemek câiz olmadığından,
bilmecburiye o mütekebbirlere karşı izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için, söylenmeyecek
ve izharı münasip olmayan uhrevî hizmetlerimi Cenab-ı Hakkın affına güvenerek izhar
ettim.

Barla Lahikası, 149

Türk, Kürt Birdir, Kardeştir

Şark isyanında Şeyh Said ve askerleri Üstadımız Bediüzzaman'ı Şarktaki büyük
nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake davet ettiği zaman cevaben demiş: Yaptığınız
mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Türk milleti İslâmiyete bayraktarlık
etmiş, dini uğrunda yüz binlerle, milyonlarla şehid vermiş ve milyonlar veli yetiştirmiştir.
Binaenaleyh kahraman ve fedakar İslam müdafiilerinin torunlarına, yani Türk milletine
kılınç çekilmez ve ben de çekmem, diye hem cevab-ı red vermiş hem mücadelesinden
vazgeçmesini söylemiştir. Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir.
Çünkü Türk-Kürd birdir, kardeştir.

Osmanlıca Emirdağ Lahikası I, Abdülkadir Badıllı

Beyanat ve Tenvirler, 137

Van'da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şarkta ihtilal ve isyan hareketleri oluyor.

"Sizin nüfûzunuz kuvvetlidir" diyerek, yardım isteyen bir zatın mektubuna,

"Türk milleti asırlardan beri İslamiyete hizmet etmiş ve çok velîler yetiştirmiştir.
Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz.
Millet, irşad ve tenvir edilmelidir" diye cevap gönderiyor.

Fakat, yine, hükûmet Bediüzzaman'ı Garbî Anadolu'ya nefyediyor. Van'da mağaradan
çıkarılıp Anadolu'ya hareket etmek üzere jandarmalarla sevk edilirken, yollara dökülüp,
"Aman Efendi Hazretleri, bizi bırakıp gitme.

Tarihçe-i Hayat, 135

Birinci Cinayet: Geçen sene bidayet-i Hürriyette elli-altmış telgraf umum şark
aşiretlerine Sadâret vasıtasıyla çektim. Meâli şu idi: "Meşrutiyet ve kanun-u esasî
işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer'iyeden ibarettir; hüsn-ü
telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrutiyettedir.
Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz."

Her yerden bu telgrafların cevabı, müspet ve güzel olarak geldi. Demek vilâyat-ı
şarkiyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım. Tâ yeni bir istibdat onların gafletinden
istifade etmesin. Neme lâzım demediğimden cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim.

Divan-ı Harb-i Örfi, 21

Üçüncü Cinâyet: İstanbul'da yirmi bine yakın hemşehrilerimi-hamal ve gafıl ve
safdil olduklarından-bazı particiler onları iğfal ile vilâyat-ı şarkiyeyi lekedâr
etmelerinden korktum. Ve hamallann umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene
anlayacakları suretle Meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu meâlde:

İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adâlet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin
emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere
tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehâlet,
zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san'at, marifet, ittifak silâhiyle cihâd
edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz
Türklerle ve komşularamızla dost olup el ele vereceğiz. Zirâ husûmet-te fenalık
var, husOmete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine kanşmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükümeti
bilmiyoruz.

İşte o hamalların, Avusturya'ya karşı-benim gibi bütün Avrupa'ya karşı -boykotaj-ları
ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılâne hareketlerinde bu nasihatın tesiri
olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını ta'dil etmeye ve boykotajlarla Avrupa'ya
karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden, demek cinayet ettim ki, bu belâya
düştüm.

Divan-ı Harb-i Örfi, 23

Hâtime

Vatandaşlarıma ve kardeşlerime burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis nâtamam
kalır.

Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfâdı olan
vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız,
sabahtır. Yoksa, sahrâ-yı vahşette yatmakla gaflet sizi yağma edecektir.

Hikmet denilen makine-i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme uzanan
ve dal budak salan kanun-u nurânî-yi İlâhiyenin müessisi olan hikmet-i İlâhiye,
ufk-u ezelden kaderin parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Tefrika ile müteferrik
su gibi katre katre zâyi olan hamiyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle, yani İslâmiyet
milliyetiyle tevhid ve mezc ederek, zerratın câzibe-i cüz'iyeleri gibi bir cazibe-i
umumî-i vatanî teşkil ile, kütle-i azîmi küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i
İslâmiyenin cemahir-i müttefika-i İslâmiyenin mevkebinde bir kevkeb-i münevver gibi
câzibesine ittibâ ile muvazene ve âheng-i umumiyeyi muhafaza ediniz.

Hem de hürriyet-i şer'iye denilen yüksek bir hakikat-i içtimaiye, Sübhan ve Ağrı
dağları gibi istikbalin cibâl-i şâhikasının tepesinde ayağa kalkmış ve esaret-i
nefis altına girmeyi yasak etmiş ve gayra tecavüzü tecviz etmeyerek şeriata istinad
etmiş olan sultan-ı hürriyet, yüksek sadâ ile sizin gibi mâzinin en derin derelerinde
gafil ve müteferrik insanlara "Fen, san'at silâhıyla cehalet ve fakra hücum ediniz"
emrini veriyor.

Hem de ihtiyaç denilen medeniyetin pederi ve terakkiyatın müessisi olan üstad-ı
ihtiyaç, sillesini kaldırmış, size hükmediyor ki, ya hayat-ı hürriyetinizi bu sahrâ-yı
vahşette yağmacılara vereceksiniz, veyahut meydan-ı medeniyette fen ve san'at balonuna,
şimendiferine binerek istikbali istikbal ve o ecnebî ellerine geçen o emval-i müttefikayı
istirdad ederek kâbe-i kemalâta koşacaksınız.

Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mazi derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal
dağlarında hayme-nişin olan ve Salâhaddin-i Eyyubî ve Celâleddin-i Harzemşah ve
Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zal gibi ecdatlarınızdan emsalleri
gibi dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan bir aile gibi, herkesi başkasının haysiyet
ve şerefiyle şereflendiren ve hayat-ı ulviyenin enmuzeci olan İslâmiyet milliyeti
size emr-i kat'î ile emrediyor ki: Tâ herbiriniz umum İslâmın mâkes-i hayatı ve
hâmi-i saadeti ve umum millet-i İslâmın ferdî bir misâl-i müşahhası olunuz. Zira,
maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk
da tekemmül ve teâlî eder.

Hem de meşrutiyet-i meşrua denilen dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i
milliyeyi temin ile makine-yi hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz'iyeyi
istibdat ve tahakkümün belâsından kurtaran meşveret-i şer'iyenin mayasıyla mayalandıran
meşrutiyet-i meşrua sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu
ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi
ittihadla gösteriniz ve hamiyet-i diniye-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi
milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa, sıfır çekecek ve şahadetnâme-i
hürriyeti elinize vermeyecektir.

Evet, mâzinin sahrâlarında keşmekeşliğinize sebebiyet veren herbirinizdeki meylü'l-ağalık
ve fikr-i hodserâne ve enaniyet, şimdi istikbalin saadet-saray-ı medeniyetinde fikr-i
icada ve teşebbüs-ü şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılâp edecektir, inşaallah.

Hatta diyebilirim ki: Ey şark vilâyetlerindeki vatandaşlarım! Başkalarının sükûtî
medreselerine nispeten sizin gürültülü olan medreseleriniz bir meclis-i meb'usan-ı
ilmiyeyi gösteriyor.

Hem Şâfiî olduğunuzdan ve imam arkasında kıraat-ı Fatiha ile semavî ve ruhanî
vızıltılarınız sizi mezheben ve medreseten ve fıtraten
'nın başka bir ünvanı olan
teşebbüs-ü şahsiyeye teşvik ediyor.

Hem de herbir kemâlin müessis ve hâmîsi olan cesaret ve nâmus-u millet-i İslâmiye
sizlere emrediyor ki: Nasıl ki, şimdiye kadar dimağdan kalbe mecrâ açmakla, aklı
kuvvete mezc ederek maarifinizi kılıçlarınızın hutut-u cevherinden öğrenmekle şecaat-i
maddiyede terakki ettiniz. Şimdi ise, kalbden fikre karşı menfez açınız. Kuvveti
aklın imdadına ve hissiyatı efkârın arkasına gönderiniz. Tâ ki, şecaat-i akliye-i
medeniyet meydanında namus-u millet-i İslâmiye pâyimal olmasın. Kılıçlarınızı, fen
ve san'at ve tesanüd-ü hikmet-i Kur'âniye cevherinden yapmalısınız.

Divan-ı Harb-i Örfi, 57-61

İkincisi: Ben şarkın dağlarında büyümüştüm. Merkez-i Hilâfeti güzel tahayyül
ediyordum. Vaktâ ki, bundan yedi-sekiz ay mukaddem Dersaadete geldim. Gördüm ki,
İstanbul, tevahhuş ve tenafur-u kulûb sebebiyle medenî libası giymiş vahşî bir adama
benzerdi. Şimdi, ittihad-ı millî sebebiyle, medenî adam, fakat yarı medenî, yarı
vahşî libasında bize arz-ı dîdâr ediyor. Evvel şarkta fenalığın sebebi, şarkın uzvu
hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul'u gördüm, nabzını tuttum,
teşrih ettim. Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavisine
çalıştım; bir divanelikle taltif edildim.

Hem de gördüm ki, medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, maddî cihetinde
medeniyet-i hâzıradan geri kalmış; güya İslâmiyet su-i ahlâkımızdan darılmış, mazî
tarafına dönüp gidiyor. Zaman-ı Saadete bizi şikâyet edecektir. Bunun en büyük sebebi,
istibdattan sonra, mürşid-i umumî üç büyük şubenin ki, "Cümlenin maksudu bir amma
rivayet muhtelif," veyahut
beytinin mâsadakı olan ehl-i medrese ve ehl-i mektep
ve eh-i tekkenin, tebayün-ü efkâr ve tehalüf-ü meşâribidir.

Bu tebayün-ü efkâr ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış, ittihad-ı milleti çatallaştırmış.

İbarelerimiz ayrı ayrı ise de, güzelliğin birdir. Hepsi de o güzelliğe işaret
ediyorlar.

Terakkiyat-ı medeniyeden geri bırakmıştır. Zira biri ifrat ile diğerini tekfir
ve tadlil ediyor; öteki tefrit ile onu teçhil ve gayr-ı mutemed addediyor. Bunun
çaresi, tevhid ile ve efkârlarının mabeyninde teyid ile münasebet ile musalâhadır.
Tâ itidal noktasında musafaha ile birleşmeli ki, âheng-i terakkîyi ihlâl etmesinler.

Divan-ı Harb-i Örfi, 86

İstanbul'da Kürdlere edilen Telkinat

(Ruhumu misafireten bir hamal cesedine gönderdim. Ve hamal lisanıyla hammallara
hitaben beyan-ı hal ettim. Kusurumu müstear hammallığıma bağışlamalı.)

Ey hammallar!

Bundan maada bizim üç düşmanımız var. Bizi mahv ediyor.

Birincisi: Fakr. Yalnız burada kırk bin hammal buna canlı delillerdir.

İkincisi: Cehl. Bu kırk binde kırk nefer, mürebbi-i efkarı olan gazeteyi bu zaman-ı
terakkide okuyamamasıyla müsbittir. Üçüncüsü: Keşmekeştir. Şimdi dörtyüz bin cesur
muharib bir kuvve-i cesimeye malik olduğumuz halde ihtilaf-ı dahiliden dolayı mahv
oluyor. Şimdi bize üç elmas kılınç lazımdır. Ta ki üç cevherimiz muhafaza ve üç
düşmanımızı da mahv etsin.

Birincisi:İttihad-ı milli. İkincisi: Sa'yı insani. Üçüncüsü: Muhabbet-i millidir
ki, bu ittihadla o kuvve-i cesimeyi hükümetin eline vermekle harice sarf ettiğinden
kendimizi müstehak-ı adalet ve ona bedel hükümetten adalet müterakim hukukumuzu
isteyeceğiz.

Altıyüz seneden beri bayrak-ı tevhidi umum aleme karşı ilan eden ve istibdada
şiddet-i itaat ve terk-i adat-i milliye ile ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize
kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel, onların aklı ve marifetinden
istifade edeceğiz. Ve asaletimizi de göstereceğiz.

Mahasıl: Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti. Mecmuumuz bir iyi insan
oluruz. Hod-serane yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz.
İyi evlad böyle olur.

Hem de istibdat zamanında bir batman itaat etmiş isek, şimdi bin batman itaat
ve ittihad farzdır. Zira şimdi sırf menfaatı göreceğiz. Çünkü hükümet-i meşruta,
hakiki hükümet-i meşruadır.

Elhasıl: İttifakta kuvvet var. İttihadda hayat var. Uhavvette saadet var. İtaat-ı
hükümette selamet var. Hablü'l-metin-i ittihada ve şerit-i muhabbete sarılmak zaruridir.

İçtimai Reçeteler, 256

Haşiye1: Evet, herbiri yüze mukabil binler Türk
gençleri, masumları, ihtiyarları, Risale-i Nur a şakirt olmalarından, bu acip
asırda, Türk Milletinin Devlet-i Abbasiye inkırazından İslam yardımına koşmaları
gibi, bu şakirtler dahi aynen koştular. Değil yalnız Said, belki bütün ehl-i
hakikat tahsin eder, Türk e dost olur.

Haşiye2: O zatlar, men-i mahkeme ile, iki aylık
sıkıntılı tevkiften sonra tahliye edilmişlerdir.

Haşiye3: Risale-i Nur’u hissetmiş ki, üç sayfa ile
cevap veriyor. Fakat siyaset perdesi başka renk vermiş.

Haşiye4: Fenn-i mantıkın tâbiratı, o zaman ilm-i
mantık dersini alan talebeleri o mecliste bulunmasından öyle söylemiş.

Haşiye5: Sonradan ilâve edilmiştir.

Haşiye6: Hayal dahi bir sinematoğraftır.

Haşiye7: Demek kuvve-i mâneviyeleri kırılmamış.

Haşiye8: İstersen dikkat et. O zaman Ermeni meb’usu
Vartakis ve Hakkâri meb’usu Seyyid Molla Tâhir’e işaret eder. "Onların
kirlileri, bizim temizlerimize galebe etti."

Haşiye9: İşte o kıyaslar: Mâneviyatı maddiyata kıyas
edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak. Hem de bazı fünûn-u cedideyi
bilmeyen ulemanın sözünü ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek. Hem de fünun-u
cedidede mahareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek. Hem de,
selefi halefe, maziyi hale kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasit
kıyaslardır.

Haşiye10: Şu Medresetü’z-Zehrâ’ya dair mebâhisi,
Hürriyetin üçüncü senesinde nutuk suretiyle Bitlis’te, Van’da, Diyarbakır’da,
daha birçok yerlerde ahaliye ders verdim. Umumen dediler: "Hakikattir, hem
mümkündür." Demek diyebilirim ki, ben bu meselede onların tercümanıyım.